Devamı
Devamı
Devamı
Devamı
Devamı
Devamı
Devamı
İşletme alanında zaman üzerine yapılan çalışmalar vardır. Örneğin; Frederick Winslow Taylor (1856-1915), işçilerin hareketlerini inceleyerek, hassas saat ile hareketleri ölçmüştür. Taylor'un teşvik sistemine göre, çalışan işçilerin verimliliği %400 oranında artış göstermiştir. Metod Etüdü ve Zaman Etüdü gibi çalışmaları ile tarihe geçmiştir.Maalesef ülkemizde çoğu işletmemizde hak ettiği değeri bulamamaktadır zaman ve verim düşmektedir.
Ekonomi canlılar alemindeki ekolojik halka misali birbiriyle bağlantılı birçok olaydan oluşur. Sistemin bir yerinde ortaya çıkacak aksaklık sistemin tümünü olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Bunu bankacılıktan bir örnekle açıklamaya çalışalım: Bankada işlem yapacaksınız, içeri giriyor, girişten sıra alıyor ve beklemeye başlıyorsunuz. Belki de alıcı bir işletmeye para aktarmanız gerekiyor mal teslimi için. Hele bir de dış ticaretle uğraşıyorsanız kur riskini de taşıyorsunuz demektir. Hala kuyruktasınız… Gişedeki memur o ara bir arkadaşıyla muhabbette, çay simit biraz olsun stresini atmaya yardımcı ama ya kuyruktakilerin stresi? Para transferleri için son anlar yaşanıyor eğer sıra size gelmezse ödeme yarına kalacak ve zarar edeceksiniz, karşı işletme gözünde itibarınız zedelenecek ve belki ticaretiniz kesilecek. Belki 1 dakika sonra ağ bağlantısı kopacak ve sistem transfere izin vermeyecek. Olamaz mı? Hatta ülkemizde çok sık olmuyor mu?
Bakalım 1 dakikalık gecikme nelere yol açabilir: İşyerinden çok zor izin alan bir çalışansınız. Üniversitede okuyan çocuğunuza para göndereceksiniz. Çocuğunuz bulunduğu yerde bankamatik önünde sizin göndereceğiniz parayı bekliyor. Sizin işleminiz verimsizlik nedeni ile boş bir sebepten; belki kişisel bir telefon görüşmesi, belki ofis içerisinde magazinel muhabbet nedeniyle 1 dakika gecikti. Aynı kuyrukta 20 kişi varsa 20 dakika herkes kaybetti. Bu 20 kişiyi bekleyen kişiler de 20'şer dakika kaybetti ve onları bekleyen kişilerde…. Hizmet sektörünün sorunlarından biri olan "Kuyruk Sorunu" zamanın etkin kullanımıyla çözülemez mi? Devam edelim: Çocuğunuz karşı bankamatikte beklemekten eve dönüş yolundaki son halk otobüsünü kaçırdı. Artık taksiyle gitmek zorunda: Alın size bir maliyet daha… Siz işyerinden izin almıştınız sizin işiniz aksamadı mı? Ya sizin işinizi bekleyen kişilerin işleri… Off! geçiyor zaman ve herkesi etkiliyor, durduramıyoruz! Bu sarmal böyle devam ediyor.
Bu anlattıklarım, bu senaryolar afakî mi? Gerçek dışı mı görünüyor? Siz hiç 1 dakika ile otobüsü kaçırıp arkasından koşmadınız mı? Ya bu gecikme 1 dakika değil de 5 dakika olsa nelere sebebiyet verebilir? Zamanın kıymetini anlayabildik mi?
Özetlemek gerekirse, zaman bizim hükmümüzde değil ki başkalarının değerli zamanlarını beyhude harcıyoruz. Tam aksine zaman bize hükmediyor. Zamanla yarışıyoruz baştan galibi olan bir yarışta. Dinlenmek tabii ki hakkımız ama bekletmeye hakkımız yok. Bizim için 1 dakika toplum halinde yaşadığımız için yüzler dakika kıymetinde. O halde zamanın kıymetini bilelim ve verimli çalışma adına azami gayret gösterelim. Ekonomi dilinde zaman serbest mal görünebilir ama aslında maliyeti çok yüksek bir girdidir zaman.
Unutmayalım: Yakutlar vakitle satın alınabilir ancak vakit yakutlarla satın alınamaz!
fatih çatal
Devamı

Ekonomi; her insanın hayatında öyle ya da böyle etkili olan bir olgu olmasından dolayı ilgi çeken bir konudur. Sabah uyandığımızda üzerimizden attığımız yorgandan tutun da akşam yatmadan önce dişlerimizi fırçalarken kullandığımız diş macununa kadar her şeyin ekonomide ve hayatımızda yeri vardır. Hal böyle olunca ne alacağımıza, ne kadar harcayacağımıza, harcarken nelere dikkat edeceğimize karar vermek önemli hale gelmiştir.
Ekonominin baş aktörü insan olduğu için ve insani faktörler bir deney ortamında kontrol edilemediği için ekonomi ilmi de varsayımların üzerine inşa edilmiştir. Örneğin yolları gösteren bir harita ile gitmek istediğimiz yere ulaşmak için nerelerden geçmemiz gerektiğini öğrenebiliriz. Bu harita yokken yön bulmamız zor ve zahmetli olacaktır. Öte yandan bir haritada yolların son durumlarını da görememekteyiz maalesef; yollarda çalışma olabilir başka bir yola yönlendirilmiş olabilir. Ekonomide kurulan varsayımlar ve modeller de bu haritalar gibidir. Tamamen gerçekleri göstermeseler de onu anlamamıza ve ekonominin başat rol oynadığı hayatımızda bize yön göstermeye yararlar. Bu varsayımların temelinde “Ceteris Paribus” vardır. “Diğer bütün değişkenler sabitken” anlamına gelen Latince bir terimdir. Bir örnek verecek olursak; Bir malın fiyatı düştüğünde, ceteris paribus, o mala olan talep artar. Yani bir malın fiyatı düştüğü zaman, diğer bütün etkenler (rakip malın fiyatı, kalite, gelir) sabitken o mala olan talep artar anlamına gelir. Burada önemli olan şu ki: Ekonomik gelişmeler hakkında önerme yaparken çoğu kez bu ana varsayımımızı unutuyoruz. Sanki her zaman o yönde olacakmış gibi kararlar alıyoruz. Evet, bir malın fiyatı düştüğünde o mala olan talep artabilir ama o malı talep edenlerin gelirleri azalırsa yine de artar mı? … BELİRSİZ. “Kaliteli malın taliplisi çok olur”. Bu önermeye itiraz edecek yoktur herhalde. Ama bu kaliteli malın fiyatı çok yüksek olursa yine de talebi çok olur mu? … BELİRSİZ. Bir başka örnek: Dizel araçların fiyatı düşerse alıcısı artar. Peki, dizel yakıtın fiyatı artıyorsa, benzin ve lpg fiyatları düşüyorsa bir de benzinli araçların fiyatları daha çok düşüyorsa, yine de dizel araçların alıcısı artar mı? BELİRSİZ.
Ekonomiye bir bütün olarak baktığımızda ve “ceteris paribus” diyerek kısıtladığımız tüm değişkenleri serbest bıraktığımızda, o değişkenlerin muhtemel etkilerini hesaba kattığımız zaman daha doğru kararlar alabiliriz. Sadece bir pencereden bakan bir iktisatçıya göre ekonomi durgunluğa gidiyor görülebilir. Öte yandan başka bir iktisatçıya göre ekonomi çok iyi durumdadır. Peki, iktisadi konjöktüre göre karar verecek olan birimler nasıl karar verecekler? Gazetelere baktığımızda bazı gazetelerin “Kriz Tellallığı” yaptığını, bazılarının ise ekonomimizin iyiye gittiğini yazdıklarını görüyoruz. Kendi önermelerine göre iki taraf da haklı olabilir ama gerçek hayatta hangi önermenin etkili olacağı sabitledikleri etkenlerin ağırlığına göre belli olacaktır. Bildiğimiz birkaç önerme ile hepimiz ekonomist oluyoruz tıpkı hepimizin usta bir futbol yorumcusu(?) olması gibi… Oysa önermeler karar vermemize yardımcı olmak içindir, onları her zaman doğru kabul etmek için değil!
Günümüzde sınırlar gitgide kalkıyor ve her şey değişiyor. Değişimi biz yakalamaya çalışırken, o bizi yakalıyor. Artık “küreselleşme” adını verdiğimiz bir olgu çevirmiş etrafımızı. Tutunabilmek için dünün şartları yeterli olmuyor. Değişime ayak uydurmak gerekiyor. Bu ise olaylara her açıdan bakabilmeyi gerektiriyor. Dükkanını babadan kalma yöntemlerle işletmeye çalışan bakkalımız kepenk kapatmak zorunda kalıyor. Bakkalların yerini büyük alışveriş merkezleri almaya başlamışken “Benim müşterim belli, malım belli” demek dünde kaldı. Müşteri nerede uygun bulursa oradan satın alır. O yüzden değişime yönelik alıcılarımızı daima açık tutmalıyız. Önce değişimin içerisinde olmalı daha sonra bir adım öteye giderek değişimin öncüsü olmalıyız. Ama bunu başarabilmek için “ceteris paribus” gözlüklerimizi çıkarmalıyız onları sadece gerektiğinde kullanmalıyız. Nasıl ki bir elmas ustası sadece elmasını işlerken takıyorsa merceğini, ekonomi karar vericileri de sadece karar verecekleri aşamada yardımcı olması için kullanmalılar “ceteris paribus”lu önermelerini.
Ekonomi yazarlarında olması gereken özelliklerden bir tanesi olaylara bilimsel yaklaşmaktır. İktisadi olayları kendi düşüncesine göre değil, olması gerektiği gibi yorumlamaktır. Bu durumda kullandığımız varsayımların belirtilmemesi karar birimlerini yazarın istediği şekilde yönlendirecektir. Örnek verecek olursak aynı yazar bazen sıkı maliye politikasının uygulanması gerektiğini dile getirirken başka bir zaman da tam tersine gevşek bir maliye politikasını savunabilir. Elbette gerekçeleri, varsayımları vardır bu düşüncelerini ileri sürerken.Ama bu gerekçeleri, bu varsayımları yazılarında kasıtlı olarak belirtmiyorsa ve yaptığı önermeleri kanunmuş gibi gösteriyorsa spekülasyon yapıyor demektir. Bu tip spekülatif yazıları okumakla yetinmiş okurlar ise varsayımları es geçtikleri için önermeleri her koşulda geçerli zannederek yanlış kararlar verebilmektedirler. “Sermayen varsa patron olursun!” söylemine kendini kaptıran birçok girişimci devletin verdiği teşvikleri kapabilmek için hiç bilmedikleri sektörlere yatırım yapmışlar ve sonunda iflas bayrağını çekmişlerdir. Demek ki patron olabilmek için sermaye yetersizmiş, başka şeylere de ihtiyaç varmış; bilgi, tecrübe, yetenek…
Varsayımlar, önermeler, modeller bize yardımcı olmak için birer araçtırlar. Nasıl ki evde bozulan bir şeyi tamir etmek için kullandıktan sonra aletlerimizi yerlerine kaldırıyorsak, onlara bağlı kalmıyorsak, iktisadi hayatta da aynı şekilde davranmalıyız. Hayatımıza yön verirken yaptığımız önermelere bağlı kalmamalıyız, onların sadece bize yol göstereceğini bilmeliyiz ve her açıdan bakabilmeliyiz olaylara. İnanıyorum ki bizler değişime öncü olduğumuzda, bakış açımızı 360 dereceye çıkardığımızda ve analitik düşünebildiğimiz zaman, CETERİS PARİBUS, güçlü bir ekonomiye, sağlıklı bir nesle sahip olacağız.
Devamı

GÜLMESİNİ BİLMEYEN DÜKKAN AÇMASIN!
(Çin Atasözü)
Ekonomi büyüdükçe aynı hizmeti veren, aynı ürünü üreten işletmelerin sayısı da günden güne artmaktadır. Bu durum, piyasanın klasik iktisatçıların tabiri ile daha rekabetçi bir duruma gittiğini göstermektedir. Artan rekabet ile birlikte müşteriler daha fazla çeşidi daha ucuza sahip olma imkânına kavuşur olmuşlardır. Öte yandan, işletmeler ayakta kalmak için eskisinden daha çok gayret göstermek zorundadırlar.
Bir zamanlar olimpiyat oyunlarının sloganlarındaki gibi “Citius, Altius, Fortius” yani “Daha hızlı, daha yüksek, daha kuvvetli” olmayan işletmeler iktisat sahnesinden çekilmek zorunda kalıyorlar. Artan rekabetle birlikte piyasanın talep ettiği ürünü daha hızlı ve kaliteli bir şekilde üretip daha çabuk dağıtımını yapan üretim işletmeleri öne çıkmaktadırlar. En nihayetinde, satılan ürünün veya verilen hizmetin piyasada tutunmasının en gerekli şartı müşteri tarafından kabul görmesidir. Burada en önemli görev bu ürünleri satan perakendeciler gibi hizmet işletmelerine düşmektedir. Bir ürünün veya hizmetin tutundurulmasına kısaca değindikten sonra işletmelerin bu görevlerini nasıl yerine getirebilecekleri üzerinde tartışmaya devam edelim.
AIDA; E.K.Strong tarafından 1925 yılında geliştirilmiş bir pazarlama modelidir. AIDA, dikkat çekme(Attention), ilgi uyandırma (Interest), istek uyandırma (Desire) ve müşteriyi harekete geçirme (Action) eylemlerinin İngilizce karşılıklarının ilk harflerinden oluşmaktadır. Bir ürünü son tüketiciye satan veya müşterilerine hizmet sunan özellikle ülkemizde yaygın olan küçük işletmeler için en önemli işlev müşteriyi harekete geçirmedir (Action).O aşamaya kadar ürünün üreticisi firma AIDA’nın AID kısmını gerçekleştirmiş olmaktadır. Reklamlarla dikkat çekerler(Attention) ve müşteriler zamanla ilgi gösterirler (Interest) daha sonrasında ise o ürüne veya hizmete istek duymaya başlarlar (Desire). Bakkal, manav, market, berber, lokanta, otobüs firması, havayolu şirketi, otel gibi hizmet işletmelerinin yapması gereken dükkânına gelen müşterisini sadık hale getirmek, onu sık sık satın almaya güdülemek yani harekete geçirmektir (Action).
Tabiî ki kalite ve fiyat önde gelen satın alma sebepleridir. Artık günümüzde, artan rekabetle birlikte birçok firma kaliteli ve ucuz fiyata ürün sunmaya başladı. Bana göre gelecekte rekabet üstünlüğü insani faktörlerde üstün olana geçecektir. Evinde traş makinesi olduğu halde berberine sakal traşı olmaya giden müşteriyi başka ne ile açıklayabilirsiniz ki? İnsanlar değer görmek isterler, hoşnut oldukça daha fazla o işyerine bağlanırlar daha fazla satın almaya yönelirler. İşletmelerimizden müşteri olarak beklentimiz; öncelikle kaliteli ve makul fiyata ürün ve hizmet sunmaları ve GÜLERYÜZ göstermeleridir. GÜLMESİNİ BİLMEYEN DÜKKAN AÇMASIN! Çünkü dükkanını kapatmak zorunda kalacak sermayesine yazık olacaktır.
fatih çatal
Devamı
ABD'li psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında yayınlanmış bir çalışmada ortaya atılmış olan ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisine göre ihtiyaçlar;
1. Fizyolojik gereksinimler
2. Güvenlik gereksinimi
3. Ait olma gereksinimi
4. Sevgi, sevecenlik gereksinimi
5. Saygınlık gereksinimi
6. Kendini gerçekleştirme gereksinimi
şeklinde sıralanmıştır. Dünya ekonomisine baktığımızda; ilk basamaktaki fizyolojik gereksinimlerini karşılamakta güçlük çeken topluluklar olduğu gibi, gelişmiş toplumlarda ekonomi; üst basamaktaki “Kendini gerçekleştirme gereksinimi” ile ilgilenmektedir.
Gelişmiş toplumlarda üretim öyle hızlı artmıştır ki, 1 ay önce satın alınmış bir ürün 30 gün içinde önemini yitirir olmuş, toplumda tüketim çılgınlığı baş göstermiştir. Bazı görüşlere göre tüketimdeki artış ekonominin gelişmesine, toplumun iyileşmesine olumlu bir ivme kazandırmakta ve daha çok tüketmek gerekmektedir. “Alın verin, ekonomiye can verin!” kampanyasında olduğu gibi “Önce alın! Önce tüketin! Siz tüketirseniz üretim olur!” önermesi gelişmiş ülkelerde temel politika olmuştur. Talep yönlü bir ekonomi politikasını yansıtan bu görüşün özellikle ekonominin dar boğaza girdiği dönemlerde önemli aşamalar kat ettirdiği yadsınamaz. Ama bu politikanın ekonominin bütün dönemlerinde uygulanması, arz fazlasına ve zaten kıt olan kaynakların çöpe atılmasına neden olacaktır.
Maslow’a geri dönersek;
Örtünmek; bir fizyolojik ihtiyaçtır. Dolaplarımızı tıka basa doldurmak, daha eskimeden çeşit çeşit ayakkabıları çöpe atmak da mı ihtiyaçtır?
Yemek; bir fizyolojik ihtiyaçtır. Çöpe atılan ekmekler, fazla fazla yapılıp bozulan yiyecekler de ihtiyaç mıdır?
Evet, ihtiyaçtır! Aşırı tüketim de bir ihtiyaçtır! Tüketim çılgınlığı hastalığının, farklı olma, üstün olduğunu gösterme hastalığının ruhlarda açtığı kara deliği doyurma güdüsünün hafifletilmesinde başvurulan bir ihtiyaçtır. Ama öyle bir durumdur ki bu; tuzlu su misali içtikçe daha da susatır!
Eskiden hırsızlığın ihtiyaçtan yapıldığı söylenirdi. Şimdi hırsızların ihtiyaçları bile değişti. Artık karınlarını doyurmak için değil daha büyük villalarda oturmak için hırsızlık yapılıyor. Sahi, bu da bir ihtiyaçtı değil mi?
Küreselleşen, büyük bir köy haline gelen dünyada en yeni üretimleri takip edebiliyor. Dünyanın öbür ucunda üretilen bir ürünün kendi ülkesinde ilk müşterisi olabilmek için sıraya girebiliyorken, yine aynı küçük dünyanın temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlarından haberdar olamıyoruz!
Düşünüyorum; Birinci dünya savaşının çıkmasının nedeni neydi? Sömürgecilik? Hammadde ihtiyacı? Daha fazla üretip satmak? Sanayi inkılâbı ile başlayan bir hızlı üretim ve tüketim süreci?
Düşünüyorum; aşırı tüketimden kaynaklanan küresel ısınmayı, sera gazı etkisini, çöplükteki ekmekleri, aç ve yalın ayak çocukları, zayıflıktan kemikleri sayılan bebekleri ve kıt kaynakları sınırsızmış gibi kullanan dünyanın halini…
İhtiyacım var: Sömürge ülkesine, hammaddeye değil! İkinci arabaya, beşinci ayakkabıya değil! Açlığın tükendiği, sefaletin bittiği, bebeklerin karnının doyduğu, mutluluğun hâkim olduğu bir dünyaya ihtiyacım var!
fatih çatal
Devamı