• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

fatih çatal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fatih çatal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ateş Düştüğü Yeri Yakar


Bu atasözü ne kadar haklıdır bilemiyorum fakat geçmişten bugünlere kadar geldiğine göre yaygın bir kullanımı olduğu konusunda şüphe olmasa gerek. Evet, ateş düştüğü yeri yakar doğru ama zamanında müdahale edilmezse bu ateş etrafını da yakar.

Samanlığa yanan bir kibritin düştüğünü düşünelim. Evet, ateş düştüğü yeri yakar ve önce o samanlık kül olur. Ama nasıl olsa benim samanlığım değil diyerek müdahale etmediğimizde alevler yükselir ve diğer evlere, samanlıklara sıçrar ve sadece düştüğü yeri değil ulaşabildiği her yeri yakar bu ateş.

Ateş bir tsunami şeklinde Japonya’ya düştüğünde sadece orayı yaktıysa insanlık yok oluyor demektir. Dalından kopan bir sonbahar yaprağı gibi toprağa düşmüş bir şehidimiz için bu coğrafyada yaşayanların yüreği yanmıyorsa, yürekler taşlaşıyor demektir.

Dertsiz insan olmaz demişti bana fizik öğretmenim ve şaşırmıştım o zaman. Ama şaşırmakta haklıydım çünkü ateş düştüğü yeri yaktığına göre; eğer bana bir bela uğramamışsa neden dertli olaydım ki.

İlişki bağımızın kuvvetine göre ateşin harareti çarpıyor yüzümüze, en çok da kendimize isabet eden dertler yakıyor içimizi. Kalpler yumuşadıkça çember genişliyor ve bazı ulvi gönüllerde tüm insanlık, dertleriyle yakıyor bu yüce sineleri.

Bireyselciliği özümsemiş mantıklar anlamıyor başkalarının dertleriyle dertlenmeyi. Ama dertler kendilerini bulunca da herkesten ilgi bekliyorlar bencilce. Oysa kardeşlik halkasının genişlemesiyle dertler derman bulur, çünkü acılar paylaşıldıkça azalır.

Bugün etrafımızda aç sefil dolaşan insanları görmezden geldikçe, geceleri sokaklarda yatan insanların titremelerini hissedemedikçe, tekerlekli sandalyesi ile sokaklarda rahatça ilerleyemeyen kardeşlerimizin sıkıntılarını içerimizde duyamadıkça ateş sadece onları değil gün gelir hepimizi yakar.

Belki çok sık kullanıldığı için etkisini tam hissedemediğimiz bir söz vardır: “Hepimiz aynı gemideyiz!” Bu gemiye bir ateş düştüğünde kayıtsız kalabilir miyiz? “Nasıl olsa dümen tarafına düştü beni ilgilendirmez!” diyebilir miyiz? O halde bu gemide seyahat edenler Nuh’un Gemisi’ndekiler gibi güzel gönüllerden, dertli yüreklerden oluşmadıkça tufanlardan kurtuluşa eremeyiz.

Evet, bir belayı en iyi, o belaya musallat olan anlar. Ateş belki düştüğü yeri kül eder ama yakınlarına da mutlaka uğrar. Bugün nasıl Fukuşima nükleer santralindeki radyasyonu önleyemediğinizde tüm dünyayı etkisi altına alabiliyorsa, çevresinin dertleriyle dertlenmeyen dertsizlere de bir gün o ateş ulaşacaktır.

Sonuç olarak “Ateş bir kez düşünce ve dertli gönüller söndürmedikçe her yeri yakar!” Dertli gönüllere selam olsun.

fatih çatal


Devamı

Fabrika Ayarlarına Dönelim


Köşe başında otobüs durağının yanında bir simitçi… Radyodan yükselen boğuk ama saf dünyalara götüren bir melodi: “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” (Yeni Türkü)…

Dünyaya daha gelmeden donatılıyoruz en mükemmel şekliyle ve doğumla geliyor içimize gizlenmiş yaşam ayarları ve dünya hala saf, hala kirlenmemiş…

Saf bir bebek herkesin gönlünü şenlendiriyor, en sevimsiz canlıların dahi yeni doğmuş halleri bütün gönüllerde sevinç uyandırıyor. Günahsız bir bünyede arıza bulunmuyor.

Bir de biz büyüklere bakalım; kalpler kararmış, gönüller bulanmış, küçüklükte konulmuş faydalı hedefler uzaklaşmış ve başkalaşmış.

Hepimiz güzel hedeflerle başladık bu hayat oyununa; kimimiz doktor olmak istedi acılara merhem, kimimiz öğretmen olacaktı cehaleti devirecek bir deprem. Ama çok azımız başardık ve başarıyoruz çünkü doğuştan bize verilmiş yöntemlerden büyüdükçe uzaklaşıyoruz.

Bir bebek düşünelim istediğini alana kadar nasıl ısrar ediyor ve yılmadan hedefine ulaşıyor. “Su!” diyemese de o minik parmaklarıyla gösteriyor.” Açıktım!” diyemese de özgün bir tonda ağlayarak derdini anlatıyor ve suyunu içene kadar, karnını doyurana kadar da susmuyor, istemekten bıkmıyor. Biz büyükler ise onları yıldırmaya gayret ediyoruz. Belki bir işe dalmış ve o anda bölmek istemiyor “Sonra!” diyerek ertelemek istiyoruz o miniklerin isteklerini, tıpkı ertelediğimiz gibi kurduğumuz düşleri.

Ertelemek; fabrika ayarlarından ilk uzaklaşma. O gün yapmamız gereken bir ödev vardır ama önce arkadaşlarla oyun oynamak ister ve erteleriz. Eve gelince giysilerimizi kaldırmamız ve düzenli asmamız gerekir ama önce yemek yiyelim der ve erteleriz. Sorunlar bir kartopu iken çığa dönüşür fark etmeyiz. Bir düşkün gördüğümüzde vicdanımız yardım yapmayı öğütler ama “Bir sonraki maaşa inşallah!” diye telkinlerle yardım etmeyi erteleriz. Arkamızda ne güzel niyetler ve ne hayaller bırakmışızdır başarılamamış ama artık geri getiremeyiz.

Fabrika ayarlarıyla donatılmış bir bebek gördünüz mü hiç isteklerini ertelesin? “Su istemiştim ama büyüklerimin işi varmış, neyse bir ara içerim” demiş midir acaba?

Kabullenmek; ayarlardaki bozulmanın filizlenmesi. Nedense kendimizi başarısızlarla teselli ederiz ve kendi başarısızlığımızı böylece kabulleniriz. Güzel bir hedefimiz vardır ama ulaşmak için zahmet gerekir. Biz o zahmete katlanmak istemeyiz ve gayretsizler treninde kendimize bir yer ediniriz. Oysa o zahmete katlanarak hedefine ulaşanlar da vardır ama biz başarısızlığımızı kabullenmeyi tercih ederiz çünkü zahmetsizdir. Hatta küçüklere öğütleriz: “Biz de o yollardan geçtik, çok çilelidir sen bırak başka hedefler seç!” Ya bizler yanlış yöntemler seçmişsek, ya o güzel hedeflere başka yöntemlerle de ulaşılabiliyorsa? Neden kendi kabullerimizi yeni nesillere de aşılıyoruz?

Unutmak; ayarlardaki bozulmanın kök salma anı. Unutuyoruz doğduğumuz andan itibaren verdiğimiz mücadeleleri ve ulaştığımız sayısız başarıları. İlk adımı attığımızda yıkıldık, düştük, yuvarlandık ama pes etmedik. Bir daha denedik, kafamızı çarpsak da yürümeye azmettik ve nihayet yürüdük. Sonra “Koşma! Düşersin!” sözlerine aldırmadık ve koşmayı öğrendik. “Su” yerine “Du…du…” dedik ve bize güldüler ama o gülümsemede alay değil mutluluk gördük ve zamanla “Su!” demeyi öğrendik. O ayarların düzgün çalıştığı dönemde bir ömür bizi götürecek nice başarılar kazandık ama unuttuk ve yenilgiye ilk adımları böylece attık.

Biz büyüyoruz ve kirleniyor dünya, kirleniyor ruhumuz. Bir bebek annesinin eteğine yapışıp istediğini alana kadar bırakmazken bizler çok çabuk yoruluyoruz. Aklımıza güzel bir fikir geliyor, bize düşen o fikri eyleme geçirmek ama bir iki başvuru, sonra birkaç engel ve nihayet vazgeçiş…

Haydi! Sorunsuz çalışan fabrika ayarlarımıza geri dönelim. O ayarları geliştirerek gelişelim ve çevremizle birlikte güzelleşelim. Güzel gayretleri ertelemeyi, başarısızlıkları kabullenmeyi ve başarıları unutmayı çıkartalım hayatımızdan. Çözümü başka yerde aramaya gerek yok Bilge Kağan’a kulak verelim ve titreyip kendimize dönelim. Doğduğumuz andan itibaren yaptıklarımızı hatırlayalım. Hatırlayamadığımız kadar uzak kalmış küçüklüğümüzü de çocuklarımızdan, torunlarımızdan öğrenelim.

Yeni başlangıçlar ve güzel hedeflere ulaşmak için, büyüdükçe kirlettiğimiz dünyamızı güzelleştirmek için fabrika ayarlarımıza geri dönelim..

fatih çatal


Devamı

3d Dünyası

Üç boyutlu televizyon teknolojisi birçok tüketici tarafından çok beğenildi ve ilgi gördü.

Teknolojinin şimdiye kadar izlemiş olduğu evreleri düşündüğümüzde bu teknoloji hayatımızı nasıl etkileyecektir diye düşüncelere dalıyoruz.

Pahalı bir teknoloji olduğu düşünüldüğünde öncelikle üst gelir grubu bu ürünleri test edeceklerdir. Eğer ürün beğenilir ve talep artarsa bu kez üretim artırılacak, piyasada rakip sayısı artacak ve özellikle ÇİN’in piyasaya girmesi ile ürünün fiyatı her geçen evre daha da düşecektir.

Bu ürünün yaygınlaşması nelere sebep olacaktır?


Devamı

Bir Esirin Çığlıkları


Bugün de gözünü açtın doğan güne… Şaşırmadın hiç…Bebeğine baktın, eşine günaydın dedin… Sonra, yüzünü yıkadın tertemiz su ile ve kuruladın yumuşacık pamuklu bir havlu ile…Şaşırmadın hiç… Sonra, çayın kokusunu hissettin, içini ısıttın ilk yudumda ve güne yeterli beslenerek başladın…Yine şaşırmadın…

“Şaşırmak mı gerekir? Ne var ki bunda? Ben bir gariplik görmüyorum.” diyorsun. Haklısın bir gariplik yok; ama perde var gözlerinde Ey Nefsim!


Devamı

Yüce Dağ


Sen, kahramanım, küçük dünyamın padişahıydın. İmkânsızlıklarımı gideren, yollarımı açandın. Yüce dağ başındaki yuvamızı ayakta tutan yine Yüce bir Dağ’dın sen babam!

Daha dört yaşında beni aldın yanına oturttun beş sınıfı bir arada okuttuğun o küçük okuldaki çam kokulu sıraya. İlmin ferahlatan ortamında, senin dolaştığın sıralarda, ben sana hayran; bakıyordum kara tahtaya…


Devamı

Anne


Daha dünyaya gelmeden çilemi çektin annem, bahar geldi yüce dağ başındaki evine… Ben senin karnında büyüyordum habire… Sıcaklık arttıkça için daha çok yanardı; bilemem neler çektin yükün her gün artardı…

Doğum günü yaklaşırken sen doktor seçemezdin, hastane ne gezer “Bir ebe yeter!” derdin.


Devamı

1 Dakika !


Zaman; sabırsızdır beklemez kimseyi, arkasından koşmak nafile! Kıymetini bilene en değerli hazinedir zaman. Ekonomide de her şey zamanla gerçekleşir, zamanla kurulur işyerleri, zamanla gelişir… Ama bir toplu iğne için maliyet analizi yapılabiliyorken nedense bir "an"ın değeri göz ardı edilir.

İşletme alanında zaman üzerine yapılan çalışmalar vardır. Örneğin; Frederick Winslow Taylor (1856-1915), işçilerin hareketlerini inceleyerek, hassas saat ile hareketleri ölçmüştür. Taylor'un teşvik sistemine göre, çalışan işçilerin verimliliği %400 oranında artış göstermiştir. Metod Etüdü ve Zaman Etüdü gibi çalışmaları ile tarihe geçmiştir.Maalesef ülkemizde çoğu işletmemizde hak ettiği değeri bulamamaktadır zaman ve verim düşmektedir.

Ekonomi canlılar alemindeki ekolojik halka misali birbiriyle bağlantılı birçok olaydan oluşur. Sistemin bir yerinde ortaya çıkacak aksaklık sistemin tümünü olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Bunu bankacılıktan bir örnekle açıklamaya çalışalım: Bankada işlem yapacaksınız, içeri giriyor, girişten sıra alıyor ve beklemeye başlıyorsunuz. Belki de alıcı bir işletmeye para aktarmanız gerekiyor mal teslimi için. Hele bir de dış ticaretle uğraşıyorsanız kur riskini de taşıyorsunuz demektir. Hala kuyruktasınız… Gişedeki memur o ara bir arkadaşıyla muhabbette, çay simit biraz olsun stresini atmaya yardımcı ama ya kuyruktakilerin stresi? Para transferleri için son anlar yaşanıyor eğer sıra size gelmezse ödeme yarına kalacak ve zarar edeceksiniz, karşı işletme gözünde itibarınız zedelenecek ve belki ticaretiniz kesilecek. Belki 1 dakika sonra ağ bağlantısı kopacak ve sistem transfere izin vermeyecek. Olamaz mı? Hatta ülkemizde çok sık olmuyor mu?

Bakalım 1 dakikalık gecikme nelere yol açabilir: İşyerinden çok zor izin alan bir çalışansınız. Üniversitede okuyan çocuğunuza para göndereceksiniz. Çocuğunuz bulunduğu yerde bankamatik önünde sizin göndereceğiniz parayı bekliyor. Sizin işleminiz verimsizlik nedeni ile boş bir sebepten; belki kişisel bir telefon görüşmesi, belki ofis içerisinde magazinel muhabbet nedeniyle 1 dakika gecikti. Aynı kuyrukta 20 kişi varsa 20 dakika herkes kaybetti. Bu 20 kişiyi bekleyen kişiler de 20'şer dakika kaybetti ve onları bekleyen kişilerde…. Hizmet sektörünün sorunlarından biri olan "Kuyruk Sorunu" zamanın etkin kullanımıyla çözülemez mi? Devam edelim: Çocuğunuz karşı bankamatikte beklemekten eve dönüş yolundaki son halk otobüsünü kaçırdı. Artık taksiyle gitmek zorunda: Alın size bir maliyet daha… Siz işyerinden izin almıştınız sizin işiniz aksamadı mı? Ya sizin işinizi bekleyen kişilerin işleri… Off! geçiyor zaman ve herkesi etkiliyor, durduramıyoruz! Bu sarmal böyle devam ediyor.

Bu anlattıklarım, bu senaryolar afakî mi? Gerçek dışı mı görünüyor? Siz hiç 1 dakika ile otobüsü kaçırıp arkasından koşmadınız mı? Ya bu gecikme 1 dakika değil de 5 dakika olsa nelere sebebiyet verebilir? Zamanın kıymetini anlayabildik mi?

Özetlemek gerekirse, zaman bizim hükmümüzde değil ki başkalarının değerli zamanlarını beyhude harcıyoruz. Tam aksine zaman bize hükmediyor. Zamanla yarışıyoruz baştan galibi olan bir yarışta. Dinlenmek tabii ki hakkımız ama bekletmeye hakkımız yok. Bizim için 1 dakika toplum halinde yaşadığımız için yüzler dakika kıymetinde. O halde zamanın kıymetini bilelim ve verimli çalışma adına azami gayret gösterelim. Ekonomi dilinde zaman serbest mal görünebilir ama aslında maliyeti çok yüksek bir girdidir zaman.

Unutmayalım: Yakutlar vakitle satın alınabilir ancak vakit yakutlarla satın alınamaz!

fatih çatal



Devamı

Ceteris Paribus


Ekonomi; her insanın hayatında öyle ya da böyle etkili olan bir olgu olmasından dolayı ilgi çeken bir konudur. Sabah uyandığımızda üzerimizden attığımız yorgandan tutun da akşam yatmadan önce dişlerimizi fırçalarken kullandığımız diş macununa kadar her şeyin ekonomide ve hayatımızda yeri vardır. Hal böyle olunca ne alacağımıza, ne kadar harcayacağımıza, harcarken nelere dikkat edeceğimize karar vermek önemli hale gelmiştir. 

Ekonominin baş aktörü insan olduğu için ve insani faktörler bir deney ortamında kontrol edilemediği için ekonomi ilmi de varsayımların üzerine inşa edilmiştir. Örneğin yolları gösteren bir harita ile gitmek istediğimiz yere ulaşmak için nerelerden geçmemiz gerektiğini öğrenebiliriz. Bu harita yokken yön bulmamız zor ve zahmetli olacaktır. Öte yandan bir haritada yolların son durumlarını da görememekteyiz maalesef; yollarda çalışma olabilir başka bir yola yönlendirilmiş olabilir. Ekonomide kurulan varsayımlar ve modeller de bu haritalar gibidir. Tamamen gerçekleri göstermeseler de onu anlamamıza ve ekonominin başat rol oynadığı hayatımızda bize yön göstermeye yararlar. Bu varsayımların temelinde “Ceteris Paribus” vardır. “Diğer bütün değişkenler sabitken”  anlamına gelen Latince bir terimdir. Bir örnek verecek olursak; Bir malın fiyatı düştüğünde, ceteris paribus, o mala olan talep artar. Yani bir malın fiyatı düştüğü zaman, diğer bütün etkenler (rakip malın fiyatı, kalite, gelir) sabitken o mala olan talep artar anlamına gelir. Burada önemli olan şu ki: Ekonomik gelişmeler hakkında önerme yaparken çoğu kez bu ana varsayımımızı unutuyoruz. Sanki her zaman o yönde olacakmış gibi kararlar alıyoruz. Evet, bir malın fiyatı düştüğünde o mala olan talep artabilir ama o malı talep edenlerin gelirleri azalırsa yine de artar mı? … BELİRSİZ. “Kaliteli malın taliplisi çok olur”. Bu önermeye itiraz edecek yoktur herhalde. Ama bu kaliteli malın fiyatı çok yüksek olursa yine de talebi çok olur mu? … BELİRSİZ. Bir başka örnek: Dizel araçların fiyatı düşerse alıcısı artar. Peki, dizel yakıtın fiyatı artıyorsa, benzin ve lpg fiyatları düşüyorsa bir de benzinli araçların fiyatları daha çok düşüyorsa, yine de dizel araçların alıcısı artar mı? BELİRSİZ. 


Ekonomiye bir bütün olarak baktığımızda ve “ceteris paribus” diyerek kısıtladığımız tüm değişkenleri serbest bıraktığımızda, o değişkenlerin muhtemel etkilerini hesaba kattığımız zaman daha doğru kararlar alabiliriz. Sadece bir pencereden bakan bir iktisatçıya göre ekonomi durgunluğa gidiyor görülebilir. Öte yandan başka bir iktisatçıya göre ekonomi çok iyi durumdadır. Peki, iktisadi konjöktüre göre karar verecek olan birimler nasıl karar verecekler? Gazetelere baktığımızda bazı gazetelerin “Kriz Tellallığı” yaptığını, bazılarının ise ekonomimizin iyiye gittiğini yazdıklarını görüyoruz. Kendi önermelerine göre iki taraf da haklı olabilir ama gerçek hayatta hangi önermenin etkili olacağı sabitledikleri etkenlerin ağırlığına göre belli olacaktır. Bildiğimiz birkaç önerme ile hepimiz ekonomist oluyoruz tıpkı hepimizin usta bir futbol yorumcusu(?) olması gibi… Oysa önermeler karar vermemize yardımcı olmak içindir, onları her zaman doğru kabul etmek için değil! 

Günümüzde sınırlar gitgide kalkıyor ve her şey değişiyor. Değişimi biz yakalamaya çalışırken, o bizi yakalıyor. Artık “küreselleşme” adını verdiğimiz bir olgu çevirmiş etrafımızı. Tutunabilmek için dünün şartları yeterli olmuyor. Değişime ayak uydurmak gerekiyor. Bu ise olaylara her açıdan bakabilmeyi gerektiriyor. Dükkanını babadan kalma  yöntemlerle işletmeye çalışan bakkalımız kepenk kapatmak zorunda kalıyor. Bakkalların yerini büyük alışveriş merkezleri almaya başlamışken “Benim müşterim belli, malım belli” demek dünde kaldı. Müşteri nerede uygun bulursa oradan satın alır. O yüzden değişime yönelik alıcılarımızı daima açık tutmalıyız. Önce değişimin içerisinde olmalı daha sonra bir adım öteye giderek değişimin öncüsü olmalıyız. Ama bunu başarabilmek için “ceteris paribus” gözlüklerimizi çıkarmalıyız onları sadece gerektiğinde kullanmalıyız. Nasıl ki bir elmas ustası sadece elmasını işlerken takıyorsa merceğini, ekonomi karar vericileri de sadece karar verecekleri aşamada yardımcı olması için kullanmalılar “ceteris paribus”lu önermelerini. 

Ekonomi yazarlarında olması gereken özelliklerden bir tanesi olaylara bilimsel yaklaşmaktır. İktisadi olayları kendi düşüncesine göre değil, olması gerektiği gibi yorumlamaktır. Bu durumda kullandığımız varsayımların belirtilmemesi karar birimlerini yazarın istediği şekilde yönlendirecektir. Örnek verecek olursak aynı yazar bazen sıkı maliye politikasının uygulanması gerektiğini dile getirirken başka bir zaman da tam tersine gevşek bir maliye politikasını savunabilir. Elbette gerekçeleri, varsayımları vardır bu düşüncelerini ileri sürerken.Ama bu gerekçeleri, bu varsayımları yazılarında kasıtlı olarak belirtmiyorsa ve yaptığı önermeleri kanunmuş gibi gösteriyorsa spekülasyon yapıyor demektir. Bu tip spekülatif yazıları okumakla yetinmiş okurlar ise varsayımları es geçtikleri için önermeleri her koşulda geçerli zannederek yanlış kararlar verebilmektedirler. “Sermayen varsa patron olursun!” söylemine kendini kaptıran birçok girişimci devletin verdiği teşvikleri kapabilmek için hiç bilmedikleri sektörlere yatırım yapmışlar ve sonunda iflas bayrağını çekmişlerdir. Demek ki patron olabilmek için sermaye yetersizmiş, başka şeylere de ihtiyaç varmış; bilgi, tecrübe, yetenek… 

Varsayımlar, önermeler, modeller bize yardımcı olmak için birer araçtırlar. Nasıl ki evde bozulan bir şeyi tamir etmek için kullandıktan sonra aletlerimizi yerlerine kaldırıyorsak, onlara bağlı kalmıyorsak, iktisadi hayatta da aynı şekilde davranmalıyız. Hayatımıza yön verirken yaptığımız önermelere bağlı kalmamalıyız, onların sadece bize yol göstereceğini bilmeliyiz ve her açıdan bakabilmeliyiz olaylara. İnanıyorum ki bizler değişime öncü olduğumuzda, bakış açımızı 360 dereceye çıkardığımızda ve analitik düşünebildiğimiz zaman, CETERİS PARİBUS, güçlü bir ekonomiye, sağlıklı bir nesle sahip olacağız.

fatih çatal


Devamı

Gülmesini Bilmeyen Dükkan Açmasın



GÜLMESİNİ BİLMEYEN DÜKKAN AÇMASIN!

                                                              (Çin Atasözü)

 

Ekonomi büyüdükçe aynı hizmeti veren, aynı ürünü üreten işletmelerin sayısı da günden güne artmaktadır. Bu durum, piyasanın klasik iktisatçıların tabiri ile daha rekabetçi bir duruma gittiğini göstermektedir. Artan rekabet ile birlikte müşteriler daha fazla çeşidi daha ucuza sahip olma imkânına kavuşur olmuşlardır. Öte yandan, işletmeler ayakta kalmak için eskisinden daha çok gayret göstermek zorundadırlar.

Bir zamanlar olimpiyat oyunlarının sloganlarındaki gibi “Citius, Altius, Fortius” yani “Daha hızlı, daha yüksek, daha kuvvetli” olmayan işletmeler iktisat sahnesinden çekilmek zorunda kalıyorlar. Artan rekabetle birlikte piyasanın talep ettiği ürünü daha hızlı ve kaliteli bir şekilde üretip daha çabuk dağıtımını yapan üretim işletmeleri öne çıkmaktadırlar. En nihayetinde, satılan ürünün veya verilen hizmetin piyasada tutunmasının en gerekli şartı müşteri tarafından kabul görmesidir. Burada en önemli görev bu ürünleri satan perakendeciler gibi hizmet işletmelerine düşmektedir. Bir ürünün veya hizmetin tutundurulmasına kısaca değindikten sonra işletmelerin bu görevlerini nasıl yerine getirebilecekleri üzerinde tartışmaya devam edelim. 

AIDA; E.K.Strong tarafından 1925 yılında geliştirilmiş bir pazarlama modelidir. AIDA, dikkat çekme(Attention), ilgi uyandırma (Interest), istek uyandırma (Desire) ve müşteriyi harekete geçirme (Action) eylemlerinin İngilizce karşılıklarının ilk harflerinden oluşmaktadır. Bir ürünü son tüketiciye satan veya müşterilerine hizmet sunan özellikle ülkemizde yaygın olan küçük işletmeler için en önemli işlev müşteriyi harekete geçirmedir (Action).O aşamaya kadar ürünün üreticisi firma AIDA’nın AID kısmını gerçekleştirmiş olmaktadır. Reklamlarla dikkat çekerler(Attention) ve müşteriler zamanla ilgi gösterirler (Interest) daha sonrasında ise o ürüne veya hizmete istek duymaya başlarlar (Desire). Bakkal, manav, market, berber, lokanta, otobüs firması, havayolu şirketi, otel gibi hizmet işletmelerinin yapması gereken dükkânına gelen müşterisini sadık hale getirmek, onu sık sık satın almaya güdülemek yani harekete geçirmektir (Action).

Üretici firmalarına nazaran hizmet işletmelerinin daha fazla olduğu günümüzde satıcı işletmenin görevi müşterinin, dükkânın kapısından içeri girmesi ile başlar. Müşteri zaten reklamlarla ve diğer çevresel etkenlerin (eş, dostun telkinleri gibi) yardımıyla dükkânından içeri girmiştir veya hizmet veren bir usta ise müşteri zaten onu tercih etmiştir. İşletmenin yapması gereken tek şey müşterisini memnun etmektir. Bir bakkalı düşünelim; niçin gideriz bakkala? Çok düşünmeden satın aldığımız ekmek, kibrit gibi kolayda ürünleri satın almak için. Peki, her sokak başında bir bakkal olduğuna göre ve ürünler birbirinin neredeyse aynısı olduğuna göre niçin belli bir bakkala gidelim ki? Sanırım tercih sebebi kaliteli hizmet olsa gerek. Yani sonuçta aldığımız ürün bilgisayar gibi çok düşünmeyi gerektirmiyor, ben ekmeğimi hangi bakkaldan alırsam alayım benim o an ihtiyacımı görür. Ben bu durumda bana dükkâna girdiğimde güler yüz gösteren sanki evine gittiğim bir misafiriymişim gibi davranan bakkalı seçeceğimdir. Çok müşterisi olan berberleri incelediniz mi hiç? Nasıl oluyor da aynı sakal traşını yapan berberlerden biri sinek avlarken, diğerinde kuyruklar oluşuyor? Özellikle gençler hariç büyük oranda müşterileri, öyle saçlarında harikalar yaratılmasını beklemezler. Belki evde canı sıkılmış, hava almak için çıkmıştır ve berberine giderek hem hoş bir vakit geçirmek hem de traş olmak ister. Hizmet veren işletmelerimize sesleniyorum: Lütfen “Müşteri velinimetimizdir” tabelalarınızı asın dükkânlarınıza ve uygulayın bu düsturu. 

Tabiî ki kalite ve fiyat önde gelen satın alma sebepleridir. Artık günümüzde, artan rekabetle birlikte birçok firma kaliteli ve ucuz fiyata ürün sunmaya başladı. Bana göre gelecekte rekabet üstünlüğü insani faktörlerde üstün olana geçecektir. Evinde traş makinesi olduğu halde berberine sakal traşı olmaya giden müşteriyi başka ne ile açıklayabilirsiniz ki? İnsanlar değer görmek isterler, hoşnut oldukça daha fazla o işyerine bağlanırlar daha fazla satın almaya yönelirler. İşletmelerimizden müşteri olarak beklentimiz; öncelikle kaliteli ve makul fiyata ürün ve hizmet sunmaları ve GÜLERYÜZ göstermeleridir. GÜLMESİNİ BİLMEYEN DÜKKAN AÇMASIN! Çünkü dükkanını kapatmak zorunda kalacak sermayesine yazık olacaktır. 

fatih çatal



Devamı

İhtiyacım Var!

“İktisat; sınırsız ihtiyaçları kıt kaynaklarla karşılamaya çalışan bilim dalıdır.” Bu tanımı birçok iktisat kitabının daha ilk sayfalarında görmek mümkündür. Burada, iki husus dikkat çekmektedir. Birincisi: İhtiyaçlar sınırsızdır. İkincisi: Kaynaklar kıttır. Acaba günümüzde ekonomi, kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlara cevap verebiliyor mu?

ABD'li psikolog Abraham Maslow tarafından 1943 yılında yayınlanmış bir çalışmada ortaya atılmış olan ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisine göre ihtiyaçlar;

1.  Fizyolojik gereksinimler

2.  Güvenlik gereksinimi

3.  Ait olma gereksinimi

4.  Sevgi, sevecenlik gereksinimi

5.  Saygınlık gereksinimi

6.  Kendini gerçekleştirme gereksinimi

şeklinde sıralanmıştır. Dünya ekonomisine baktığımızda; ilk basamaktaki fizyolojik gereksinimlerini karşılamakta güçlük çeken topluluklar olduğu gibi, gelişmiş toplumlarda ekonomi; üst basamaktaki “Kendini gerçekleştirme gereksinimi” ile ilgilenmektedir.


Gelişmiş toplumlarda üretim öyle hızlı artmıştır ki, 1 ay önce satın alınmış bir ürün 30 gün içinde önemini yitirir olmuş, toplumda tüketim çılgınlığı baş göstermiştir. Bazı görüşlere göre tüketimdeki artış ekonominin gelişmesine, toplumun iyileşmesine olumlu bir ivme kazandırmakta ve daha çok tüketmek gerekmektedir. “Alın verin, ekonomiye can verin!” kampanyasında olduğu gibi “Önce alın! Önce tüketin! Siz tüketirseniz üretim olur!” önermesi gelişmiş ülkelerde temel politika olmuştur. Talep yönlü bir ekonomi politikasını yansıtan bu görüşün özellikle ekonominin dar boğaza girdiği dönemlerde önemli aşamalar kat ettirdiği yadsınamaz. Ama bu politikanın ekonominin bütün dönemlerinde uygulanması, arz fazlasına ve zaten kıt olan kaynakların çöpe atılmasına neden olacaktır.

Maslow’a geri dönersek;

Örtünmek; bir fizyolojik ihtiyaçtır. Dolaplarımızı tıka basa doldurmak, daha eskimeden çeşit çeşit ayakkabıları çöpe atmak da mı ihtiyaçtır?

Yemek; bir fizyolojik ihtiyaçtır. Çöpe atılan ekmekler, fazla fazla yapılıp bozulan yiyecekler de ihtiyaç mıdır?

Evet, ihtiyaçtır! Aşırı tüketim de bir ihtiyaçtır! Tüketim çılgınlığı hastalığının, farklı olma, üstün olduğunu gösterme hastalığının ruhlarda açtığı kara deliği doyurma güdüsünün hafifletilmesinde başvurulan bir ihtiyaçtır. Ama öyle bir durumdur ki bu; tuzlu su misali içtikçe daha da susatır!

Eskiden hırsızlığın ihtiyaçtan yapıldığı söylenirdi. Şimdi hırsızların ihtiyaçları bile değişti. Artık karınlarını doyurmak için değil daha büyük villalarda oturmak için hırsızlık yapılıyor. Sahi, bu da bir ihtiyaçtı değil mi?

Küreselleşen, büyük bir köy haline gelen dünyada en yeni üretimleri takip edebiliyor. Dünyanın öbür ucunda üretilen bir ürünün kendi ülkesinde ilk müşterisi olabilmek için sıraya girebiliyorken, yine aynı küçük dünyanın temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlarından haberdar olamıyoruz!

Düşünüyorum; Birinci dünya savaşının çıkmasının nedeni neydi? Sömürgecilik? Hammadde ihtiyacı? Daha fazla üretip satmak? Sanayi inkılâbı ile başlayan bir hızlı üretim ve tüketim süreci?

Düşünüyorum; aşırı tüketimden kaynaklanan küresel ısınmayı, sera gazı etkisini, çöplükteki ekmekleri, aç ve yalın ayak çocukları, zayıflıktan kemikleri sayılan bebekleri ve kıt kaynakları sınırsızmış gibi kullanan dünyanın halini…

İhtiyacım var: Sömürge ülkesine, hammaddeye değil! İkinci arabaya, beşinci ayakkabıya değil! Açlığın tükendiği, sefaletin bittiği, bebeklerin karnının doyduğu, mutluluğun hâkim olduğu bir dünyaya ihtiyacım var!

fatih çatal            



Devamı