• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
serbest etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

Gökyüzüne bakıp bulutlarda asılı kalmak istediğini fark edemeden yine günlük hayatın telaşına kapılıp gitmekteydi. Sancılar çoğaldıkça başka bir el derinliklerine çoktan inmişti. Zaman bu kez umursamıyordu; çünkü artık kendisi de ne hissettiğini bilemiyordu. Acı tatlı bir an...Derinde, dipte…Tuhaf bir şekilde bir yara daha açmak isteyip dağıldığına şahit bile olamıyordu. Sonra hepsinden tiksinip kendi utancına, kabuğuna geri dönüyordu. Filmlerdeki replikleri ezberleyip yine yıldızlarla konuşuyordu. Aynı şarkıda defalarca ağlıyordu. Farklı adamlarda farklı birini oynuyordu. Oynuyordu çünkü bunu hayat değil insanların ta kendisi öğretmişti. Mutluluk güzel bir şarkıydı fakat bir süre sonra zehirliyordu, allak bullak ediyordu. Sahi sırf küçük mutluluklar için çabalamak ve o an kendini yok saymak... Bunu hayat değil insanlar öğretiyordu. Defalarca bu cümleyi yineledi. Anladı nasıl olsa biri tarafından gerçekten sevilemeyeceğini, hissedemeyeceğini, kalbinin atmayacağını da. Evet, yaşamak güzeldi. Kalbin olmadan da insanları seveceğini öğretiyordu insanlar. Sevmenin sev köküyle alakası yoktu tabi onlar için. Kendini acıtmak çok pahalıya geliyor azizim. İnsanlar aç, insanlar yoksul, insanlar kemirgen, insanlar zehirleten... Kendimizi de buna dâhil ettik çoğu zaman ve yine duvarlarımızı zırhlarımız ilan ettik.

Kim haklı veya haksız... Ne önemi var ki? Sonucu size ne veriyor, sizden ne alıyor? Düşünmemeyi prensiplerimize alalı çok olmadı mı? Doğru bu senin kişisel oyunun. Kendi çemberinin dışında olmak nasıl bir duygu? O çemberde tüm sevdiklerin var ama sen çemberin dışındasın. Bir süre sonra bunda da kendini kötü hissetmiyorsun. Alışmak değil, umursamamak da değil. Sadece kifayetsiz kaldığın zamanlar ki bu kifayetsizliğe çoğu zaman şapka çıkartılır. Bu kifayetsizlikten çıkmak istemezsin. Çemberdekiler mutsuz olduğunu sanabilir ama inan yerinde olsalar mutluluğu o zaman gerçekten tanırlardı. Gerek yok onlar çemberdeki hallerinden memnun.


Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin? Gerçekliğin maskelerle ilgisi yok. Gerçekliği buna alet eden insanların yaptığı vicdan orgazmlarını duymaya, görmeye, anlamaya hiç gerek yok. Bunları okuduğunda da bana hak vermeni beklemiyorum. Kişisel gelişim uzmanı değilim. Tavsiyelerim yok. Hepsini yok ettin. Hepsini kemirdin. Beynimi, benliğimi kemirdin. Yine de kendimi her gün yeniden inşa edebilirim fakat seni, senleri yerle bir edebilirim. Ne anlam aramak, ne de soru işaretleri, ne de insanların kendilerini rahatlatmak için yaptıkları vicdan orgazmları... Hiç, hiçbir şey...

cansu şengün


Devamı

Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım


‘Ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum’ diyor ünlü şair bir dizesinde. Ne güzel de söylüyor… Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır. Ben artık susmak değil konuşmak istiyorum hatta bağırmak ve sesimi herkese duyurmak istiyorum. Anlamak değil anlaşılmak istiyorum artık. Şarkı dinleme vakti değil şarkı söyleme vakti.

Madem ben artık diye başladık söze ve anlaşılmaktan bahsettik öyleyse anlatmaya başlayalım. Kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek ne kadar da güzeldir. İnsanı başka dünyalara götürür; bilmediği yerlerde, bilmediği insanlarla, hiç tatmadığı duyguları tadar insan.

Tabi hepsinin yeri, zamanı, tadı ayrıdır da; bir de yazmak var ki öyle her zaman her yerde yazamaz insan. Çünkü yazmak da hepsinden biraz bulunur başka anlara başka duygulara gider insan yazarken ama en sonunda dönüp dolaşıp kendinden bir şeyler anlatır aslında. O yüzden yarın okurum, yarın izlerim, yarın dinlerim diyebilir insan; ama yarın yazarım diyemez yazmak birden bire olur hatta çoğu zaman olmaz.

Yazmak daha özeldir bu yüzden de ne kadar yazarsan yaz bilirsin ki hep eksik bir şeyler kalmıştır. İşte bu yüzden söylemek istediğim her şeyi yazmak diye bir şeyin olmadığını her zaman eksik bir şeyler kalacağını kabul etmem gerektiğini bilerek yazdım bu sefer. Ben artık kelimelerin kalpte başka, ağızda başka, kâğıtta bambaşka anlamlar taşıdığını bilerek yazdım. Bilerek ama yine de anlaşılmak umuduyla…

İzlediğim bir filmin beni başka dünyalara götürmesinden cesaret alarak yazdım.
Bu film Eternal Sunshine of the Spotless Mind(sil baştan) . Adam aşık olduğu kadına ait tüm anılarını bir makina yardımıyla sildirir. İzleyenler bilirler, zaman makinasından daha çok neyin icadı için ümitlenildiğini. Sahi ya gerçekten sil baştan yaşamak mümkün olsa ne güzel olurdu diye düşünüyorum şu aralar bazı anıları hiç hatırlamamak ya da bazı insanları hiç tanımamak mümkün olsaydı keşke. Unutmak mümkün olsaydı. Sonra diğer yanım hemen keşkelerimin arasından sesleniyor eğer anılarını sildirmek mümkün olsa yine aynı hataları yapabilir, yine aynı şekilde kendini hırpalayabilirsin, bunu neden isteyesin ki?" Belli ki bu yanım büyümeye engel görüyor unutmayı. Oysa kimse bana büyümek isteyip istemediğimi sormadı ki.  Eğer böyle bir şey olsaydı ben bazı anılarımı hiç yaşanmamış kabul etmek isterdim ve böylece hala saf, masum bakabilirdim insanlara ve verilen sözlerin tutulacağına inancımı kaybetmemiş olurdum. Bütün insanların özünde iyi olduğunu bizi kötü yapanın şeytan olduğunu düşünmeye devam edebilirdim özünde bu kadar kötü insan tanımasaydım. Neden yaşadıklarımı hata olarak görüyorum bunu da anlamış değilim; zaten hatalarımdan ders almak zorunda olmam da saçma! Ders alması gereken kötüler olmalı, hata yapan da onlar zaten. Neden ben beni üzen olaylardan, insanlardan ders alıp bir daha kolay güvenmemem gerektiği, her söze inanmamam gerektiği, her bakışa kanmamam gerektiği sonucunu çıkarmalıyım ki. Yani üzülmemenin yolu masumiyetini kaybetmek mi? Yazık dünyanın kötü olduğunu kabul ederek başlamamız gerekiyor sanırım hayata; 1-0 geriden yani. Birini çok sevmek, birine güvenmek canımızı yakıyor ve biz bunu bir hata olarak görüyorsak; hatamızdan ders alıp bir daha güvenmemeyi ve kendimizden başka kimseyi sevmemeyi öğreniyorsak eğer bu dünya gerçekten de kötü bir yer.

Her hayal kırıklığımda, güvenim sarsıldığında, canım yandığında bana canımın yanmaması için bencil olmayı, kimseye güvenmemeyi, canım yanmasın diye başkalarının canını yakmayı öğreten bu sisteme karşıyım ve sil baştan yaşamak da mümkün olmadığına göre( en azından makine icat edilene kadar) ben de o şikâyet ettiğim insanlara benzememek için yazmayı seçtim. Kötü şeyleri unutmak mümkün değildi ben de iyi şeyleri unutmamak için yazdım. Birine güvenmenin değil birini kandırmanın hata olduğunu, birini sevmenin değil birini aldatmanın acı vereceğini anlatmak ve anlaşılmak; en çok da kendimi anlamak umuduyla yazdım.


bilge dilek yıldız


Devamı

Sis



Bir, karanlıklar göstermez sana önünü,
Bir de deli beyazlar..
Kandırmak istersin kendini, bulutların üstündesin diye
Güneş'e yakın olduğunu sanıp ısıtmak istersin içini
Pırıltılarını beklerken ışıltılı gökyüzünün
Kaybolmuşluğunu hissedersin bulanıklığının
Ve soğukluğunu yalnızlığının
Arasa da gözlerin küçücük bir zerre ziyadan
Sahteliğin isleriyle ıslanmaya mahkumdur çoktan
Inandırmak yetmez, kendini pamuktan bulutlar olduğuna
Seni tutup saran puslu bir sistir göz açtırmayanından.
Artık yüzüne vurulmasını beklemektesindir yanılgının
Sessizce acının derinlerinde boğulmak için
Seversin çünkü kendinden beslemeyi, başkalarının mutluluklarını
Seversin çünkü verdikçe azalmayı
Seversin çoğalmamayı, yitip yokluğa yol almayı
Kayıpları seversin, kırıklıkları seversin.
Insanları, hayallerini karartsınlar diye alırsın hayatına.
Sen, kurban olmayı baştan seçmişsindir çünkü
Varsın onlar mutlu olsundur senin anlayışın
Ya sen, ya senin içindeki Tanrısal neşve?
O ne zaman 'hayat buldum ben!' Diyecek?
Ne zaman kendine 'kendin olma' hakkını vereceksin?
Ne zaman kendini başkalarından çok seveceksin ve 
Ne zaman o bulutlara yükseleceksin?

fatma beyza baş


Devamı

Taraf Olmak ?



Tarafım yok ey okuyucu! “Bertaraf olmamak için bir taraf seçmen gerek”  diyorsan da tarafımı sadece ve sadece Hakk’tan yana kullanıyorum. Şu anda da aklı başında olan Müslümanların gerçek tarafının Hak olduğuna inanıyor daha doğrusu inanmak istiyorum. Ve biliyorum ki bizi kurtaracak olan “cemaatçi” veya “Erdoğancı” olmak değil, samimi Müslüman olmaktır.

Hafta Sonu Halısaha Maçında Buluşalım mı?

1994 yılında hizmet ile tanışmam nasıl oldu hiç hatırlamıyorum. Hatırımda kalan şimdi nerede ne konumda olduğunu çok istememe rağmen bilmediğim Ramazan Abimin mütebessim yüzü…Bir de bana ders programı yapmıştı elleriyle. O zamanlar “word” var mıydı hatırlamıyorum  ama bilgisayar olan ev parmakla gösteriliyordu. Yaptığı programa şunu yazmıştı “en kötü program bile programsızlıktan iyidir”. Doğru demişsin güzel abim. Şu anda her yıl en az 1 ajanda eskitiyorsam hakkın vardır. Helal et…

Belki de halı saha maçında (t)avlanmıştım. Bunu da hatırlayamıyorum. Çok da önemli değil. Sonuca bakmak lazım. Hiçbir ücret beklemeden saatlerce ders anlatırdı abilerimiz bize, ders aralarında çorapla maç yapar, bazen maklube yer, bazen de film izlerdik. Müstehcen sahneler o an elde ne varsa(dergi veya büyük bir kitap, atlas) kapatılırdı. Bizler de gözlerimizi kapatırdık. Kabul, bazen ben de kitabın kenarından veya ellerimin arasından o sahneyi görmek isterdim. Böyleydi işte. Okuma kampları yapar, hiç anlamadığımız risaleleri okumaya çalışır, Hocaefendinin sohbetlerini hisli bir şekilde dinleyen abilerimize onlar kadar hislenemesek de eşlik ederdik. Namaz sonu tesbihatlar, özellikle sabah namazı sonrası (Allah affetsin) işkenceye dönüşür, bizler bir an evvel bitmesini bekler ve sonra da kendimizi uykunun sıcak kollarına bırakırdık. Geceleri teheccüde kalkan abilerimiz bir anne şefkati ile üzerimizi örterdi. Bir de namazlarda gülme krizi gelirdi. Abimizin beş kere tekbir aldığını bile hatırlarım. Hatta birinde dayanamayıp onun da tebessüm ettiğini…Anlatacak o kadar çok şey var ki. Aradan 20 yıl geçmiş. O zamanki abi(leri)mi de o zaman ki hizmet hareketini de çok özlüyorum. Benim düşüncemde olan insan sayısının da azımsanmayacak kadar çok olduğunu biliyorum…

Hizmet Çemberi Büyüyor

Yıllar geçti ve özellikle 2000’li yıllardan sonra cemaat çok ciddi bir büyüme kaydetti ki şu an sadece yurt dışında 160 ülkede okul var. Yurt içindeki, hadi karşı tarafın dili ile ifade edeyim, “varlıkların” hesabını da yapamıyorum. Basit bir google taraması ile tam olmasa da yaklaşık bir bilgiye sahip olunabilir. Gazeteler, dergiler, televizyon kanalları, radyo kanalları, bankalar… derken neredeyse her sektörde cemaatin adını duyar olduk. Bazen “keşke duymaz olaydık” dediğim oluyor. Başlarda hoşuma giden bu “güç”ten şimdi çok ama çok rahatsızım.

Para ve Siyaset Virüsü Camiaya Giriyor

Sonra öyle bir zaman geldi ki daha öncelerden görmediğimiz “abiler” peydah olmaya başladı etrafımızda. Kontrolsüz güç güç değildir, diye bir reklam sloganı vardı. Ne kadar da doğru. Bu sözü belki de şöyle düzeltmenin tam zamanı; kontrolsüz büyüme büyüme değildir. Başta Hocaefendi ve onun has talebelerini tenzih ederek söylüyorum ama hizmetin başına gelenlerin büyük çoğunluğunun sorumluları bu “abi” apoletini hak etmeden omuzlarına takanlardır. Ve bir de genel bir eleştiri; “ne olursan ol gel” mantığını (her ne kadar Mevlana’ya isnat edilse de) doğru bulmadım. Hizmetin artık büyük bir güç haline gelmesi, yurt dışında da bağlantılarının olması bazı esnafların iştahını öyle kabarttı ki sırf hizmet bağlantısı ile bir dükkânda çalışır durumdayken 2 yılda hatırı sayılır bir “abi” olan birini biliyorum. Duyduklarımın sayısı çok daha fazla. Bu “abiler” o kadar kazanırken hizmete de bir miktar burs verdiler tabii. Ne de olsa kaz gelecek yerden tavuk esirgenmezdi! Burada hizmete burs veren samimi, fedakâr ve diğerkâm Anadolu İnsanını özenle ayırıyor ve Allah hepsinden razı olsun diyorum. Ve bu faslı şöyle kapatıyorum; sinek de küçük ama mide bulandırır be azizim… Çok insanın midesi bulandı.

“Hizmet Fabrikası”ndan çok kaliteli insanlar çıktı. Kendimi bu kaliteliler arasına koyamam ama tanıdığım yüzlerce insan var. Bu insanlar alınlarının akıyla devlette iyi denebilecek yerlere geldiler. Aralarından bazıları O.D.TÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerin mühendislik fakültelerinden mezun olup (derece ile bitirenlerini de biliyorum) ve hatırı sayılır, yüz insandan doksan dokuzunun hayır diyemeyeceği maaşlara hayır deyip, adını ve haritadaki yerini dahi bilmedikleri okullara asgari ücretin yarısına tekabül eden ücretlerle öğretmenlik yapmak için gittiler. Yeri gelmişken, bunca hay-huyun arasında bu “mübarekleri” nereye koyacağız sahi?

 Ancak bir zaman geldi ki bu sefer sadece “hizmet fabrikasından” çıkmış ama ne içi ne de ambalajı kaliteli denemeyecek birileri ambalajlarında sırf “made in Hizmet” yazdığı için tercih edilir oldu. Bazen tek seçim kriteri bu olmuş. Muş, miş, mış…Ama bir de şu var Ateş olmayan yerden duman çıkmaz be azizim! Kul hakkı da büyük vebaldir. Ne Kur’an’da, ne Sünnette, ne Risalelerde ne de Hoca Efendi’nin kitaplarında, vaazlarında kul hakkının yenilmesine en ufak bir cevaz gösteremezsiniz… Hayra giden her yol mubah değildir!

Şefkat Tokadı
Yukarda ifade etmeye çalıştığım şeylerin sonucunda hizmet literatüründe yaygın olarak kullanılan “şefkat tokadı” gecikmedi. Ama maalesef bu sefer tokadı yiyen “bozuk şakirtler” değil hizmetin ta kendisi oldu. Zaten bu özeleştiriyi Hocaefendi ve Hizmete gönlünü vermiş “abi gibi abiler(imiz”) de yaptılar. Üstad Bediüzzaman’dan alıntı ile dediler ki; “Gayrı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir azap (tokat yemek) çekmektir." Keşkeyi şeytan lafzı olduğu için pek kullanmak istemiyorum. Yalnız kanımca keşkeler bir dahaki hatalara engel olabildikleri ölçüde anlamlıdır.

Hatların Karışması

Birisi din hizmeti, diğeri siyaset. Farklı kulvarlar. Ama biri diğerinin hemen yanı başında. Bu kadar içli dışlı olmanın da neticesidir bu olanlar. Metnin içinde atasözlerimizden faydalandık. O zaman durmak yok, atasözlerimize devam. Çok muhabbet tez ayrılık getirir be azizim!

Bu süreçte o kadar çok mümin birbirinin kalbini kırdı ki “yahu ne oluyoruz, ne yapıyoruz, bizler 28 Şubat’ta, askeri darbelerde, başörtüsü yasağında, ezanın Türkçe okunduğu utanç yıllarında, evinde Kur’an bulunanların irticacı olarak fişlendiği zamanlarda hep dayak yiyen taraftaydık. Hep beraber zulme maruz kalan mazlumlardık. Hizmet gönüllüleri size oy verdikleri için birileri tarafından “göbeğini kaşıyan kıllı ayı, bidon kafalı” ilan edildiler. Siz başta ülkeye sonra da hizmete destek oldunuz. Şimdi ne oldu bize? Bunca yıl beraberken, kardeşken, ne oldu bize? Kim hain, kim alçak, kim paralel yapı kurma, kendi eliyle kurulmasına destek olduğu hükümeti yıkma derdinde, kim Amerikan uşağı, İsrail piyonu, kim kâfir?

Allah aşkına insaf! Düşmanlarımıza bile söylemediğimiz lafları nasıl oluyor da kardeşlerimize söylüyoruz? Bize neler oluyor. Tam da İlhan Şeşen zamanı: Neler oluyor bize neler oluyor gülüm? Neler oluyor sana, bana neler oluyor?

3.Çoğul ve Şerli Şahıslar

Yolsuzluk var mı yok mu bilemem, yargının kararını vermesini bekleyeceğiz. Bu kadar fazla savcının, polisin yerinin değişti(ril)diği bir ortamda yargı kararına ne kadar güveneceğiz orası da ayrı muamma.
Bir de şu var, Gezi’de “benim savcım, benim polisim, benim valim”  iken son operasyondan sonra tüm sahiplenmeler bitti. Ve ülke genelinde bir kıyıma başlandı. Ben anlayamıyorum nasıl oldu da tüm bu görevden alınan yetkililer bir anda “kötü” oldu veya çokça zikredilen “paralel yapının” elemanı oldu? Ey devlet büyüklerim, unutmayalım, adalet hepimize lazım.


Başta hizmete çok eleştiride bulundum şimdi de sıra hükümette.
Böyle “inlerine gizlenmiş paralel bir yapı” vardı da bu yapı 11 yıl sonra mı ortaya çıktı? Kabul Türkün Türk’ten başka dostu yok. Hatta bana göre mevcut halimize bakarsak bu atasözünde revizyona ihtiyacımız var. Şöyle ki, artık Türk de Türkün dostu değil ne yazık ki. Şunu da soracağım; hükümete yönelik her türlü eleştiri neden hep dış güçlere, faiz lobisine, şer odaklarına tevdi ediliyor?


Olayın baş aktörü, her zaman olduğu gibi eline kalemi alıp senaryoyu yıllarca çalışarak titizlikle yazan, sonra da yönetmeni, oyuncuları titizle seçen ve Truman Show’da olduğu gibi her şeyi(figüranlar, ışık, ses) gerçek hayattan alan Üçüncü Çoğul ve Şerli Şahıslardır. Asıl beddua edilmesi gereken de sanırım bunlar. Rabbim bunların hidayeti mümkün değilse onları bildiği gibi terbiye etsin.

” Yaşasın zalimler için cehennem!”

 Basın Basın Basın

Ey Zaman Gazetesi, neden dershane sürecinden sonra dilin bir anda sertleşti ve yargı süreci devam ettiği halde, suçlu olduğu kesinleşmediği halde en azından şimdilik masum olan insanları suçluymuş gibi resmettin? Neden manşetlerinde Kılıçdaroğlu ve Bahçelinin demeçlerini öncekine göre daha sık ve daha büyük puntolarla haber ettin? Bilmedin mi ki seni okuyan insanların çoğu bu insanları da ideolojilerini de sevmez? Denize düşen yılana mı sarılmalıydı?

Ve Ey Yeni Şafak, Akit, Sabah, Akşam, v.s hiç eliniz titremedi mi cemaate, Hocaefendiye ağır ithamlarda bulunurken? Bana makalelerinizde ve manşetlerinizde geçen şu kelimelerin karşılığını verin; ihanet, çete, örgüt, kirli oyun, bölen in Gülen out, karanlık odalar? Bunları biz beraberken gerçek anlamda karşı taraf olanlara bile söylemedik, değil mi? Nasıl Müslüman müslümana bu ithamlarda bulunur? Ne yani şimdi bunca okul, bunca yetişmiş insan, paralel devlet kurup, bununla iktidar devşirip muktedir olmak için miydi? Komik olmayın Allah aşkına. Tamam, kabül ediyorum, Hoca efendiden 20 yıl boyunca bir kere dahi olsa beddua duymadım. Ve keşke o bedduayı yapmasaydı. Lakin beddua olarak anılan şey sadece makaslanarak değil başı ve sonu ile alınırsa daha anlaşılır oluyor. Hoca Efendi orada başta kendisi ve arkadaşlarını o “bedduaya” muhatap kılıyor ve sonra da Kur’an’a, Sünnet’e, Modern Hukuka aykırı davranış içinde bulunanlar varsa…. diyor ve bitiriyor. “Beddua” etmesine üzüldük ama şunu anlamak da mümkün değil, neden birileri bu beddua kendilerine yapılmış gibi direk üzerine alınıyor. Alnı ak, gözü pek olan bu bedduadan niye korksun, niye alınsın ki?

“Beddua etmemeliydi”, “Müslüman müslümana beddua etmez”,” yakışmadı”, “olmadı”, “yazıklar olsun” diyen kadar “yolsuzluğun her türlüsüne hayır, yapmışlarsa da zehir zıkkım olsun” diyen yok sanırım. Genelde şöyle makaleler okuduk. “Tamam, yolsuzluklarla mücadele edilsin ama…” Ama’sı ne sormak hakkımız değil mi?

Herkes Evine

Hocaefendi bu toprakların yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biridir. Başlattığı hizmet ve aldığı sonuçlar da ortadadır. Ömründe ilk defa “beddua” ettiği için( ki kabul edin veya etmeyin beddua da dinin içinde vardır, Ariflerin diline yakışmaz orası ayrı) böyle harcanmamalıdır. Ona bu yapılanları en basit ifadesiyle vefasızlık olarak görüyorum. Hele yakın zamanda Twitter’da Hocaefendi ile Sincap resmini yan yana koyan “İslamcılar”  ile ona ve dava arkadaşlarına en ağır ithamlarda bulunan “İslamcılar”ı da kamuoyunun vicdanına bırakıyorum. Hizmet cephesinde de benzer durumlar var ama diğer “taraf” kantarın topuzunu daha fazla kaçırmış gibi. Netice değişmiyor ve iki yanlış bir doğru etmiyor. Testlerde yanlışın doğruyu götürmesi şöyle hesaplanır. Dört seçenek varsa üç yanlış bir doğruyu götürür. Beş seçenek varsa dört yanlış bir doğruyu götürür. Ama burada korkarım ki iki yanlış tüm doğruları(mızı) götürecek.

Şimdi bu ülkeyi seven Hocaefendi ve cemaatin has abileri ile yine bu ülkeye son oniki yılda çok ciddi hizmetler getiren sayın Başbakanımız ve arkadaşlarından bir istirhamım(ız) var. Ne olur herkes evine dönsün. Herkes işine baksın.

Hizmet 90’lı yıllarına AK Parti de 2.iktidar dönemime geri dönsün. Hizmet eskiden olduğu gibi kaliteli Müslüman üretmeye AK Parti de siyaset arenasında AK Hizmetler üretmeye devam etsin.
Hizmet Hareketi “çakma abiler” ve “bozuk şakirtlerden”; AK Parti de şakşakçı ve rüşvetçi elemanlarından tiz zamanda kurtulsun.


Yoksa bu yangın o kadar büyür ki kardeşimizi yaksın dediğimiz yangın kardeşimizi de bizi de, ez cümle hepimizi de yakar, kül eder.

Şimdi yaşananların üstüne sünger çekip, geçen güzel günlerin hatırına birbirimize sarılıp, özür dileme, helallik isteme zamanı.

eyüp selimoğlu


Devamı

Dedim ki ey serçe..

Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Kendi dillerince tesbihe başlar
Tevhid eder dağlar taşlar ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
(Sultan III.Murad)










Bugün bir kuşa bakarken o kadar çok şey geçti ki aklımdan en sonunda bu yazıyı yazıp rahatlamaya karar verdim. Yazmak da bir rahatlama biçimi çünkü. Hatta konuşmadan daha etkili, daha dinlendirici(konuşmak da dinlendirir mi demeyin, konuşana ve hakkında konuşulana bağlı olarak değişir bu)
Kuşları düşünün, binbir çeşit türü var değil mi? Biz o zaman sadece serçeyi düşünelim. Yılların eskitemediği mini mini bir kuş ezgisindeki kuşu hep serçe olarak düşünmüşümdür. Pencerede bir onun donabileceğini düşündüğümden mi, çocuk hafızamda sadece serçeyi kuş olarak bildiğimden mi bilmem.

İşyerimin penceresine bir serçe kondu ve ben maziye gidip mini mini bir kuşu söyledim yine… Her ne kadar donacak bir hava olmasa da, söyledim. Onu içeriye cik cik ötsün diye almadım. Artık büyümüştüm ve onu gönlüme aldım. Bir duruşu vardı pencerede görmeniz gerek. Kuş deyip geçmeyin. Öyle kendinden emin, öyle tevekkül etmiş, öyle inanmış bir hali vardı ki ben insanlığımdan utandım. Nimeti verenin kim olduğunu bildiği hareketlerinden de belliydi. Huzurluydu sanki, en azından ben öyle gördüm. Nasıl anladın derseniz cevap veremem ama öyle hissettim. “Alemlerin Rabbi acaba bugün neren gönderecek rızkımı diye düşünüyordu belki. Rızkın geleceğinden emin, gönderenin kim olduğunu da biliyor ama vasıtayı merak ediyor işte. Kuş deyip geçmeyin, kuşlar da merak eder.
Sonra kuşu ve kendimi düşünmeye başladım ayrı ayrı…

Fikir

Kuş beyinli diye argoda karşı tarafı aşağılamak için kullandığımız ifadeyi düşündüm önce. Sanırım burada vurgulanmak istenen şey beynin küçüklüğü ile çalışması arasında doğru bir orantı kurup muhatabın beyninin küçüklüğünü dolayısıyla akletme kabiliyetinin de azlığını vurgulamak. Halbuki beynin büyüklüğü ile etkinliği arasında birebir ilişki kuran bilimsel bir çalışma hatırlamıyorum. Hatırladığım beyindeki kıvrımların artmasıyla zekanın da arttığı. Ama büyük bir beyinde kıvrım az olabileceği gibi küçük bir beyinde çok olabilir. Diyeceğim o ki beynimizin büyüklüğüne aldanmayalım. Bir serçe bile bizden daha akıllı olabilir. Evet fikir demiştim değil mi? Kuş fikredebilir mi? İlkokuldan itibaren hayvanların düşünme kabiliyetlerinin olmadığı sadece içgüdüleriyle hareket ettikleri öğretildi bize, ama hiç sorgulamadık, ya bunlar da düşünebiliyorlarsa diye. Ben şu an pencerede duran kuşun tefekkür ettiğini düşünüyorum. Çoğumuzun yapmadığı tefekkürü kuş yapıyor ve Yaradıcısının nimetini bugün de kesinlikle göndereceğini düşünüyor. Dedim ki; ey serçe keşke senin gibi fikredebilsem!...

Zikir

Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur ilahi uyarısına rağmen günümüz insanı huzuru ya maddede ya da kendine aşk süsü vermiş şehvette arıyor. Bulamıyor ve antidepresanlarla tablet mutluluklar, unutuşlar alıyor kendisine. Dünyadaki antidepresan kullanım oranı her yıl ciddi anlamda artıyormuş. Neyse ki Allah’tan bu konuda da Avrupa’nın gerisindeyiz. Bir serçe kadar yapamasak da, kalbimizle değil dilimizle söylesek de “inşallahlarımız, maşallahlarımız” bizi yine bir yere kadar koruyor demek ki. İnşallah da maşallah da zikirdir özünde yalnız çoğumuz biraz da alışageldik bir kalıp olarak kullanırız bu zikir sözcüklerini. Burada zikirden kastım Allah’ı anma. Tasavvufi anlamda zikirden bahsetmiyorum. Esma-ül Hüsnadan da…Baktım ki serçe kafasını bir sağa bir sola çevirerek bir şeyler mırıldanıyor. Dedim ki ey serçe, dediklerini bana da öğretsen...

Şükür


Serçe o kadar emin ki nimetin geleceğinden insanoğlunun sahip olduğu onca nimete elhamdülillah demeyişine rağmen o daha nimet gelmeden hamdediyor. Gözüm(üz) genelde yukarılara dikili olduğundan neye sahip olsak, elde ettiklerimizi aşağıya atıp henüz elimizde olmayanları yukarı konumlandırıyoruz. Gözlerimiz yerine ellerimiz ve gönlümüz yukarıya baksa keşke. Serçe yapıyor bunu. Önce sağa-sola hafif hafif başını çeviren serçe sonra başını yukarıya kaldırıyor ve yine bir şeyler mırıldanıyor.  Duyuyor gibi oluyorum ama tam o sırada cep telefonum çalıyor ve penceremdeki serçe birden havalanıyor. Telefonun sesini duyması imkansız, pencere kapalı çünkü. Telefonun sesinden değil de benim tamamen ona yönelmiş olan ilgimin bir anda telefona yönelmesinden havalanıyor belki de. Araksından bağırıyorum, diyorum ki; “ey serçe, kafanı yukarı kaldırırken neler söyledin, bana da söyler misin?” Dedi ki “sen de mi seherde yatanlardansın?” 

aziz kağan güneş


Devamı

Sizlere iki sorum var


 
Değerli okurlarım, 

Bu yazıyı okumadan önce aşağıdaki iki soruya cevap vermenizi rica ediyorum. Ancak , salt mevcut bilgilerinizle ve soruyu okuduğunuz an cevap vermeniz gerektiğini eklemek istiyorum.
 

1.Yasin suresini hangi zamanlar ve ne için okuyorsunuz?

2. Yasin suresinde ne anlatılmaktadır?
 

Bu yazıyı, yapılan bir araştırmanın sonuçlarını incelediğimde, yaşadığım şaşkınlık ve üzüntü üzerine yazmaya karar verdim. Ama öncelikle Yusuf İslam'ın oldukça manidar bulduğum bir sözünü sizlerle paylaşmak istiyorum.

"İslamiyetten önce müslümanları tanısaydım, müslüman olamazdım"
 

İslamiyet, öylesine güzel bir din ki ve aslında bu dünyaya müslüman bir ailenin evladı olarak gelmek öylesine bir şans ki; kolay elde edilmiş olan herşey gibi; o da değerinin farkedilememesi ile cezalandırılıyor. Eğer müslüman bir aileye doğmuşsanız, otomatikman müslüman olacaksınız demektir ki; bu, Kur'an-ı Kerim'i çok uzaklarda aramak zorunda kalmayacaksınız anlamına gelir. Çünkü her müslüman ailenin evinde en az bir adet bulunur bu kutsal kitap. Ne büyük bir şanstır bu esasında. Ama ne var ki; insanoğlu, sahip olduğu değerlere hep hoyrat davrandığı için olsa gerek; çoğu müslüman evladı da, bu mucizevi kitabı öğrenmeyi ve müslüman olmayı, namaz surelerini ezberleyip, perşembe geceleri ve cenazelerde Yasin okumaktan ibaret sanmakta.
 

Benim uzun süredir gözlemlediğim ve üzerinde düşündüğüm bu konu üzerine yapılan bir araştırmanın sonuçları, durumun vehametini çok açık bir şekilde ortaya koymakta. Araştırmaya göre; Kuran 'da en çok okunan sureler, Yasin, Mülk ve Vakia.
 

Kuran'ı neden okuyorsunuz diye sorulan sorulara verilen cevaplara baktığımızda ise oranlar şu şekilde karşımıza çıkıyor; cevap verenlerin %89'u ölmüş anne babasının ruhuna göndermek için, % 8 i benim de anne babama okur musun diyen yakınları için, % 2 si de kırk bir Yasin okunurken takip edenlerden oluşuyor. Kuran'ı anlamak için okuyanların sayısı sadece %1.
 

Yapılan başka bir araştırma ise; ilahiyat fakültesinde okuyan 267 kişi üzerinde yapılmış. Sorulan, "İlahiyat fakültesinde Kur'an mealini baştan sona okudunuz mu?" sorusuna, ankete katılanların verdiği cevaplar incelendiğinde ortaya çıkan sonuç çok düşündürücü, zira; sadece %38,9 u okudum cevabını vermiş. Çarpıcı olan bir diğer sonuç ise; evet cevabını vererek bu %38’lik oran içine giren öğrencilerden sadece üç tanesi Kur'an mealini birden fazla okuduğunu belirtmiş.

Kur'an- ı Kerim'in bir kez okumakla anlaşılamayacağı gerçeğinin yanı sıra, Kur'anı öğretmek üzere mezun olacak bu öğrencilerin bu durumda olmaları islamiyet ve müslümanlık için çok endişe verici.
 

Kur'an beni öylesine hayrete düşüren bir kitap ki ; bazen bu kitap için yeterince çaba sarfetmetmediğim için kendime kızmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Kur'an bize geçmiş, gelecek her türlü konuda bilgi vermekte ve henüz bilmediğimiz ve açıklanmamış sırları ayetlerinde apaçık gösterdiği halde yanlış ya da eksik yorumlayabiliyoruz. Örnek verecek olursak;
 

Neml suresi der ki;

"Dağları görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın sanatıdır (bu)." (Neml Suresi, 27/88)
 

Yasin suresi 40.ayette ise;

“Ne Güneş Aya yetişir, ne gece gündüzü geçer. Hepsi bir yörüngede yüzer, gider.” denmektedir.


Ve, Enbiya suresinin 33.ayetinde,

“Geceyi, gündüzü, Güneşi ve Ayı yaratan da O’dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzmektedir.” denir.
 

Oysa Kuran yeryüzüne gönderildiğinde ne dünyanın yuvarlak olduğu, ne de kendi etrafında döndüğü bilinmekteydi. Bilim ilerledikçe bulmacadaki boş kareler yerine oturtuldu ve Kuran'ın verdiği mesajların şifreleri çözülebildi. Kim bilir daha nice bilmezliğimizden mütevellit eksik, yanlış yorumlamalarımız var ve kim bilir birgün Kur'an ın bize şuanda elimize aldığımızda dahi söylemeye çalıştığı şeyleri, sırları başka yollardan çözdüğümüzde anlamış olacağız. En azından bu inanılmaz kitabı gelişmişliğimiz yettiği kadarınca anlamaya çalışsak ne kadar farklı bir dünyada yaşıyor olurduk belki de.
 

Yazımın başında sorduğum iki sorudan ikincisinin cevabını naçizane bilgilerimle cevaplayıp huzurunuzdan çekiliyorum efendim.
 

Yasin suresi toplam 83 ayetten oluşan ve bizlere, ilk üç ayette Kuranın niçin gönderildiğini, devam eden 29 ayette Allah'ı ve islamı insanlığa anlatırken daha önceki resullerin başına gelenler, Hz Muhammet'in görevinde yapması gerekenler ve inanmayanların başına gelmiş ve gelecek hadiselerden bahsederek, 33.ayetten itibaren, Allah'ın varlığını işaret eden evrendeki tüm olan bitenden bahseden ve sonunda da Allahın varlığının ve birliğinin altını çizerek "hepiniz O'na döndürüleceksiniz" diyen, uzun ve oldukça hikmetli bir suredir. Tabii, anlayana, anlamak isteyene.
 

Sevgi ve merhametle kalın.
 

aybike tuba
  • Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52:1(2011), syf. 157


Devamı

Topraktan Gelen Sorular

 
 
                                                                                                Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
     Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir!
                                                   (Necip Fazıl Kısakürek)
Kalemşah'ta son paylaşımımdan buyana neredeyse iki yıl geçmiş! Çok güzel niyetlerle kurduğumuz ve tamamen fedakârlıkla yayın yapan bu siteyi kuran dostuma ve sadece paylaşım için yazan tüm kalemşah yazarlarına teşekkür ederek başlamak istiyorum yazıma. Geçen iki yıllık zaman zarfında yazı göndermedim ama kalemşahı sürekli takip ettim. Üç yıl önceki yoğunluk olmasa da kaliteli yazılar her zaman oldu ve olacak inşallah. Sanırım biraz daha gayret etmemiz gerekecek. İki yıldır yazı göndermememin sebebi okumalarım arttıkça, daha güzel deneme, şiir ve öykülerle karşılaştıkça, yazmaya karşı soğukluk hissetmemdi. Dürüst olmak gerekirse cesaret edemedim. O kadar güzel metinler, şiirler varken, "kötü" yazılarla insanların vaktini de zihnini de yorma dedim kendime. Şu anda ise düşüncemi değiştirmiş bulunmaktayım. Şöyle ki; şekil olarak kötü olsa bile muhteva olarak "iyi" şeyler yazabileceğimi düşünüyorum. İçime kapanıp kitapların dünyasında yazarlarla hasbihal etmek güzel ama güzel şeyler kişi ile sınırlı kalıp başkalarıyla paylaşıl(a)mayınca "çok güzel" olamıyorlar. Bu noktada bir söz düşüyor belleğime, "Sadece kendisi için yaşayan insan değildir!". Tamam, bu sözle içinde biriktirdiği güzellikleri kimse ile paylaşmayan insan değildir gibi bir çıkarım yapmıyorum elbette. Sadece bir hassasiyetten bahsediyorum. Dilimizde ve daha da önemlisi yüreğimizde kullanma sıklığı gittikçe düşen bir kavram olsa da hassasiyete, hassas insanlara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Girizgâhı biraz uzattım sanırım. Konuya geçelim. Önce şiirleriyle tanıdım İbrahim Tenekeci'yi. Samsun'dayken kitaplarım İstanbul'da olduğundan iki şiir kitabını tekrar almıştım. Yazdıklarından iç dünyasını az çok tahmin edebiliyordum. Yıllar geçti, tüm şiir kitaplarını, denemelerini, İtibar dergisinde yazdıklarını ve Yeni Şafak'ta çarşamba ve cumartesi günleri yazdıklarını okuyunca şuna kanaat getirdim: İbrahim Tenekeci ile aynı dünyada yaşıyoruz fakat o bu dünyadan değil! Çoğumuzun gündemini dünyalık "oyuncaklar" işgal ederken, o dağlara çıkıyor, ağaçlarla selamlaşıyor, şehirden ve şehirlilerden uzaklaşıyor.  Şairi şimdi daha iyi anlayabiliyorum; "dağların durduğu böyle anlarda/Yalar yarasını içte bir geyik/Her yerden görülen bir şeyken dünya/Sağa çekip ağaçları seyrettik(Kimsenin Kalbi, İbrahim Tenekeci)
Ekseriyetin her yerden dünyayı seyrettiği bir zamanda sağa çekip ağaçları seyreden bu güzel insan bu günkü yazısında(03.04.2013, Yeni Şafak) bir cümle kurmuştur ki bu cümleye layık olan müstakil bir kitap olduğu halde ben küçük bir yazı ile yetineceğim!
Ekmeğe Çalışırız Fakat Soruların Hepsi Topraktan Çıkar!
Bu cümleyi okudum, sonra dönüp dönüp tekrar okudum ve kendimi sınava çok çalışan ama hiç soru gelmeyecek yerlere çalışan bahtsız öğrencilere benzettim. Sadece kendimi değil, bir çoğumuzu...Ev, araba, akıllı telefon, çocuk, iş, kariyer, beğenilip takdir edilme arzularımız, "ben biliyorum" yanılgılarımız, "o da ne anlar ki" diyerek karşıdakini küçültüp küçülmelerimiz, tevazu süsü verilmiş kibirlerimiz, "hayırlısı olsun" deyip de istediğimiz olmayınca isyan edişlerimiz, hep kendimize yontmalarımız, o tertemiz kalplerimiz(!), “benim kalbim temiz” deyip yapmamız gereken şeyleri yapmayışlarımız, şerde acele edip hayrı öteleyişlerimiz, Filistin’de veya Myanmar’da katledilen yüzlerce kardeşimize son dakikada kaçan bir gol kadar üzülmeyişlerimiz…Listeyi çoğaltmak mümkün. Saydığım şeylerde çok başarılıyız ama toprak konusunda korkarım çoğumuz sınıfta kalacağız. Yazdığım şeyleri “ekmek”le ilişkilendirmek belki en kutsal nimet olan ekmeğe çok büyük bir saygısızlık olacak ama ekmek beni affetsin! Ekmeği dünya ile toprağı da ukba ile eşleştirince her şey netleşiyor. Netleşme deyince aklıma bir şey daha geldi, gözleri çok sağlam olanların birçoğunun aslında hipermetrop olduğunu düşündüm geçenlerde. Hipermetrop yakını görememe olarak tanımlanabilir.  Ama benim kastım yakın değil yakin* azlığı! Gerçek hipermetrop da yakını değil yakini göremeyen sanırım.
Toprağın Altı - Toprağın Üstü
Toprağın üstünde yaşıyoruz, toprağın üstünde toprağın altından gelen mahsulleri tüketiyoruz, toprağın üstünde toprağın altını kirletip duruyoruz ve toprağın altından geldik toprağın altına gidiyoruz yavaş yavaş. Ama çağımızda neredeyse her şey bize gideceğimiz yeri unutturma derdinde. Televizyon, internet, tüketim kültürü, şehvete indirgenen “aşk”lar ve kullanımı günden güne artan antidepresanlar. Hepsinin derdi tek aslında. İnsana gideceği yeri unutturmak…
Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür, demiş büyükler. Dünyalık unutuşların telafisi çoğu zaman mümkündür ama toprağın altını unut(tturul)uşumuz fayda vermeyecek sonsuz pişmanlıklara gebe. Efendimiz(s.a.v) “Ağız tadını bozan ölümü çok hatırlayınız” buyurmuş, Hz. Ömer(r.a) kendisine her gün ölümü hatırlatması için parayla bir çocuk görevlendirmiş sakallarına ak düşene kadar.
Toprağın üstünde toprağın altına kayıtsız olarak yaşayanların ahvalinden şüphe edilir. Toprağın altını unutmayan ve orada değeri olacak şeyleri yapanlardan olmamız duasıyla…
 
*yakin: 1. Sağlam, kesin bilgi. 2. Bir şeyi iyice, kesinlikle bilme(TDK, Güncel Türkçe Sözlük)
aziz kağan güneş


Devamı

Üç noktalar koymaz bana





“Üç Noktalar Koymaz Bana…”
-DOST’A-

         Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil diyerek kader akışının gücünü ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç, sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle beraber gönlümüzden.

         Hani bir gün sen de demiştin ya, buradan gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri. Hayatımızdaki ortaklıklar azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler, başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da farkındaydım. Lakin bu gerçeği hatırlattığın anda içim öyle acımış, bir anda unutuluşun soğuk duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün torunlar olarak Hacıbabama çok düşkündük.  O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu sebeple sevmez miyiz gönlümüzdekileri. Hacıbabam, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde kendini güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün sonralarına yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam hepimiz toplanmışken dizinin dibine “hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de unutulduğumuz bile unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu dolu olmuştu, biz seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti, “En çok seveniniz bile 1 hafta ağlar, 40 gün üzülür, dualar okur arkamızdan, sonra zaman geçtikçe adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada arkamızdan bir Yasin okuyanınız çıksa !” diye ilave etmişti. O an kendimize söz vermiştik hepimiz, unutmayacak öldükten sonra da her gün Yasin okuyacaktık ruhuna ve unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Kısa bir süre sonra onu ani bir trafik kazasında kaybettik, O zaman lisede birinci sınıfta okuyordum, hacıbabamı kaybetmeden az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve benim hiçbir yakınım ölmedi diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda okulumuzda yatılı öğrencilere misafir gelir danışmaya gelmeleri için isimleri anons edilirdi, ben de bir gün beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah henüz ilk dersin teneffüsüne çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla inmiştim merdivenleri üçer beşer. Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları okununca bir korku sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana söylemişti görevli “hemen anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken önünde durduğumuz caminin minaresinden okunan sala da hacıbabamın adını duyup yıkılmıştık olduğumuz yere. Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama gerisini çok hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım, onu her zaman gülen yeşil gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir yerde anons edilmesinden de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da korktum. Zihnime yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş vermekteyim. O nedenle senin de unutursun dediğin noktada derin bir hüzne yuvarlandı yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz her sözü tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı bilecek kadar büyümüştüm. Ama hemen ardından bu unutu(lu)ş gerçeğinin kederini dağıtacak bir ışık belirdi zihnimde ve tutup kalbimin ellerinden, çekip aldı beni karanlık düşüncelerden: “Birimiz doğuda, birimiz batıda, birimiz güneyde, birimiz kuzeyde hatta birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir”  Bu müjdeyle gülümsedi gözlerim, kalbime güneşi astı değer verdiğim.



           Evet, her şey unutulur, geçer, gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak dermanı bulamaz insan kendinde. Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp gitmesi acı verse de bize geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en büyük hediye.

          Sen, hep “Yürüdüğün yolda ne kadar az iz bırakırsan kendini o kadar az bağlarsın insanların nezdinde” desen de ben hep bile isteye sesli düşündüm senin yanında. Çünkü dostun lügatimdeki karşılığı, yanında sesli düşünülen kimseydi. Bu düşünceyle içimdekileri saklamadan emanet ettim hep sana. Sen ve değerli eşin de evinizi, gönlünüzü açıp geceler boyu muhabbetinizi sundunuz kader defterimin yalnızlık başlığı ile açılmış sayfalarına. Söz uçar yazı kalır derler ya işte bu yüzden, anlattıklarım yetmedi bana ve kaleme kâğıda sarıldım ki, hayatın gerçeği unutuluşun soğuk duvarlarına çarpmadan dostluğumuz, belgelensin, yıllar geçtikçe dönüp dönüp baktığımız fotoğraflar gibi açıp okuyacağınız iki satır kalsın benden size, her daim birlikte geçirdiğimiz günleri hatırlatacak, güzel gönlünüze hediye. 

        “Celâli maruziyetler, Cemâli lütufları barındırır." demişler, ne güzel söylemişler. Yolum zor bir ayrılık vesilesi ile bir şekilde bu şehre düşmese, gelir gelmez marazlı bir el dokunmasa ruhuma düştüğüm bu yerde yalnızlığımla debelenip duracaktım belki de. Ama işte her şerde bir hayır var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok kırıldığı yerde başlıyor, dost acı günde belli oluyor. Gönle güneş doğuyor. Bir ses en umutsuz anınızda tutuyor ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi bulmaya geldim,  ürkme kavganı sormaya geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen şair gibi çocukların ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir yoldaş bulmanın sevincini bırakıyor içinize.

         Nuri Pakdil 1979 da değerli büyüğü bir dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde “İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini: tutunmak için. Çok güçtür insanın tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu zorluk kat kat artmış durumdayken herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit ayıramayacak kadar meşgulken insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni bulması ile eşdeğer hale gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları yaklaştıran cümlelerin yapıtaşları  kelimeler sahibinin neresinden çıkarsa muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da yanılmıyor sözün samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını seziyor, yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor. 

           Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya, ben de bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim olmanın güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak, zihin kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum ömrümce. Ve Allah bana böyle insanlar tanımayı, onları yüreğime almayı, onların da gönül kapısından geçebilmeyi lütfetti yolumun uğradığı şehirlerde. Tek tüktü sayıları ama işte hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor, dostlukları ile gönlüme umut oluyorlardı.
           Aslında her insan bir ayna aynı zamanda karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an, işte o an, yarana eş yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun umarsızca. Bırakıyorsun kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına. Boğmaz diyorsun beni böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne gam. Sırtını dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni bıçaklamaz ya sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz beni. Çünkü dost insana O Yüceler Yüce’si Dost’un emaneti, emanette emin olanı affeder Dostların, dostluğun muhabbetin Sahibi…

        Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı, kimlerle karşılaştıracağı belli değil lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle- kitaplarla değil insanlarla da ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin rastlantı ile açıklanamayacağı bir dünyada sürekli birileriyle kesişir yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar bazen bizden bir şeyler götürürler kendi yolculuklarına dönerken, bazen de güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta kalmış labirentlerine. Akıbeti ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız,konukluklarımız,  ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz mutlaka bizi zenginleştirir. Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, “karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta. İşte bu gri beldede bahtıma düşen en güzel mektuptu varlığınız, dostluk adına. Şükür yollarımızı kesiştiren Yaradan’a. 

           “İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, yurdum olduğunuz için bana ne mutlu… Tebdil-i mekânda ferahlık vardır dediği gibi eskilerin benim gelişim zorunlu bir nedene dayansa da insan arada bir de olsa yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfe keder ayrılışlar yaparak da düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut ışığını hayatının merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş, gizini kaybetmiş dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına çıkmalı yola, yolculuklara. Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna, yani dostlarına kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da anlaşabilmeli…

            Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri… Dili yok kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi belleğimdeki kelimeler anlatmaya yetmiyor kalbimdeki dostluğu… İşte bu noktada bir başka şaire kulak kesilip söze son vermeli...
” Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım…
Ve gizlediklerimde gizliyim…
Beni anlamak için;
Konuştuklarımdan çok,
... Sustuklarıma kulak verin..

... Aklım sukütu sever benim.
Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim...
Üç Noktalar Koymaz Bana…” Nazım Hikmet
Baki dostlukla… Muhabbetle.

handan güler




Devamı

Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz



Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk. Adına yeni nesil sosyalleşme dediğimiz bu yöntemle, hemen her halimizi paylaşma dürtüsü ile yaşıyoruz. Öyle ki artık çoğu kişi, sırf başkalarına ne kadar sosyal olduğunu ispatlamak istercesine paylaşımın sınırlarını zorlamakta. Arkadaşlarla sohbet etmek amacıyla gidilen bir cafede, mekânın isminden, yenilen içilen şeylerin resmine kadar birçok şey bu uçsuz bucaksız paylaşım denizinin içinde yüzen onlarca balıktan sadece birkaçı. İşin belki de en trajikomik kısmı ise bu durumun gittikçe daha normal karşılanır olması. Meselenin mahrem hayatın gizliliği ya da yeni nesil teşhircilik boyutu başka yazıların konusu olarak şöyle dursun, artık herkesin cep telefonları ile erişebildiği uçsuz bucaksız bilgi âleminde bu sınırsız paylaşımların akıbetinin ne olacağı en büyük soru işareti.

Elbette günümüzde sosyal ağlar çoğumuz için artık kişisel posta adresleri kadar olmazsa olmazlardan. Öyle ki sosyalleşmenin bir başka yeni “trend mekanı” alışveriş merkezlerinde, aynı masada oturup tek kelime etmeden telefonlarına gömülmüş onlarca manzara vardır zihinlerimizde. Hatta çoğu kez de o sahnelerin bizzat oyuncusu olmuşuzdur.  Bazen uzun cümlelere ayıramayacağımız vakitten tasarruf etmek için, bazen arkadaşlarımızın o gün iş çıkışı nerede olacaklarını kısa yoldan görebilmek için, bazen de kişisel paylaşımlarımızı kısa yoldan birçok kişiye ulaştırabilmek için en kestirme yol sosyal ağlardan geçmekte. Peki, hayatı bu kadar kolaylaştırmalarının yanında kişisel haklarımızı koruma konusunda da aynı derecede kullanıcı dostu mu sosyal medya? Tek tuşla bir fotoğrafımızı, o an ne düşündüğümüzü hatta koordinatlarımıza varana dek yerimizi bildirebilen ve belki de en önemlisi bütün bunları isteğimiz dışında depolayan yeni nesil “sosyalleşme oyuncakları” ne kadar masum?

Tüketim çağında tüketim toplumunun bir parçası olarak en önemli ve değerli durumda olan bilgiyi de akıl almaz bir hızla tüketiyoruz. Kuşkusuz bunda teknolojik gelişmenin paralelinde giderek daha açık hal alan toplumun etkisi yadsınamaz bir gerçek. Artık daha az okuyor, daha az dinliyor, daha az üretiyor ancak çok daha fazla tüketiyoruz. Bu tüketim her alanda kendini göstermekte. Baş döndüren bir hızda değişen gündem ve gündeme dair gelişen alt başlıklar takip edilmesi gittikçe zorlaşan dev bir kartopu gibi üzerimize geliyor. Bu karmaşadan kurtulmak için kullandığımız internet elbette en büyük nimet. Ancak mesele sadece takip etmekten çıkıp olayları yorumlama ve irdeleme yoluyla konuya dâhil olma yoluna girdiğinde işin rengi değişmekte. Masum görünen durum güncellemeleri ya da kişisel paylaşımlardan tutun, “irtibatı koparmamak” adına bulunduğunuz ağlardaki her türlü paylaşımınız siz sonradan silmiş olsanız dahi sizinle ilintili dipsiz kuyularda depolanmakta. Konuyla ilgili ABD'nin diplomatik belgelerini kamuoyuna sızdırarak pek çok başkentte infial yaratan WikiLeaks sitesi kurucusu Julian Assange’a kulak verelim:

“Facebook insanların isimleri, adresleri, ilişkileri, konumları birbirleriyle iletişimleri, akrabaları dâhil tüm kişisel bilgilerin olduğu, dünyanın en büyük veritabanı. Hepsi de ABD'de toplanıyor ve Amerikan istihbaratının erişiminde. Facebook, Google ve Yahoo!, hepsinin ABD istihbaratı için entegre arabirimleri var. Siz Facebook'a bir arkadaş eklediğinizde bu arabirim ABD haberalma teşkilatı için bedava iş yapıyor, kaydınız otomatik güncelleniyor.”

Şüphesiz bu konuda ilk akla gelen örnekler Facebook, Twitter, mikro blog siteleri vs. Ancak hali hazırda internet üzerinde attığımız her adım “gerekli yerlerde gerekli gözler” tarafından takip edilmekte. Belki de işin ürkütücü kısmı bu verilerin “ileride nasılsa lazım olur” mantığı ile depolanması. Kişisel mail adresinizdeki sildiğinizi sandığınız yazışmalardan tutun da, arama motorlarında gerçekleştirdiğiniz tüm aramalara kadar uzunca ve kabarık bir liste bu “ileride lazım olabilecek” veriler arasına girmekte. Belki buraya kadar yazılanları bir komplo teorisyeninin uçuk bir önermesi olarak görebilirsiniz lakin konu ile ilgili birçok makale halen internet üzerinde dolaşmakta. Artık istihbarat birimleri konu ile ilgili konumlanmalarını daha açık bir şekilde belirtmekten kaçınmamaktalar üstelik. Buna örnek olarak CIA başkanının zamanında Wired dergisine verdiği demeç sanırım yeterli olur: “Bilgi gizli değil, tasnif dışı. Fakat bizim bu bilgiye olan ilgimizin içeriği gizli. İstihbarat işinde açık istihbarat toplamanın garip yanı, bu işi ne kadar iyi yaparsak hakkında o kadar az konuşabiliyoruz.” Aynı CIA’nin taşeron Q-Tel firması üzerinden iş birliği ile Visible Technologies adı altında günde yarım milyonun üzerinde sosyal ağ sitesini tarayabilecek bir teknolojik ortaklığa gittiğini hatırlatmak sanırım faydalı olacaktır.

Örnekler sadece CIA ile sınırlı değil elbette. Sadece Çin’de 200 milyon kullanıcıya sahip sosyal medya platformu WeChat’in, insanların günlük hayattaki hareketlerini takip etmek için istihbarat servisi tarafından kullanıldığı iddiası da gündemde kendine yer bulan hadiselerden. Konuyu gündeme getiren insan hakları savunucusu ve bir aktivist olan Hu Jia, isyan ve hükümete karşı kışkırtıcı eylem yapmak suçundan 3 yıl hapse mahkûm edilen bir isim. WeChat uygulamasının ilk yayına başladığı günlerde güvenli olduğunu, fakat daha sonra yapılan güncellemelerle güvenlik sorununun ortaya çıktığını belirten Hu Jia, kendisi aleyhinde delil olarak mahkemeye sunulan ses kayıtlarının, WeChat platformu üzerinden arkadaşlarına gönderdiği sesli mesajları olduğunu iddia etmekte. Jia, bu mesajların Çin’in iç güvenlik bürosu tarafından kaydedildiğini söylüyor. Siber Güvenlik başkanı Adam Segal ise yapmış olduğu açıklamada güvenlik zafiyetine sadece WeChat’in sahip olmadığını, bilgi teknolojisi ve yazılım servislerin bu tip güvenlik açıklarına sahip olabileceklerini belirterek, diğer sosyal medya ağlarının da bu tip sorunları olduğuna dikkat çekti.

Yine bir başka örnekte ABD'nin savunma sanayi devlerinden Raytheon'un geçtiğimiz günlerde sosyal medya ağları aracılığıyla internet kullanıcılarını takip eden ve Riot ismi verilen bir yazılım geliştirdiği ortaya çıktı. Bu yazılım, kişinin takip ettiği, abone olduğu siteleri ve yaptıklarını takiple kalmıyor, bir de geleceğe dönük ve doğruluğu kesine yakın tahminlerde bulunuyor. Guardian gazetesinin yayınladığı bir video ile ortaya çıkan söz konusu yazılım, ABD hükümetinin elinde. Çünkü şirketin de Amerikan hükümetiyle, yine internet üzerinde kişiyi tarassut altında tutacak birçok ortak proje yürüttüğü biliniyor. Riot, 2010'da başlatılan bir Ar-Ge projesinin önemli bir parçası. Bu proje, siber dünyadaki trilyonlarca işlemi fark etme kapasitesine sahip bir ulusal güvenlik sistemi. CIA'nın Virginia eyaletinde bulunan Açık Kaynak Merkezi'ndeki ekiplerin de yine bu yazılım ve benzerleri sayesinde her gün sosyal medyayı tarayarak veri topladıkları ve bu verilerin doğruluğunu araştırıp sınıflandırarak istihbarat raporu haline getirdikleri belirtildi. Merkez'in twitter'da takip ettiği tweet sayısının günde 5 milyona ulaştığı ifade edildi. ABD elçiliklerinde seçilen bazı kişilerin de CIA'nın bu çalışması kapsamında görevlendirildikleri basına yansımıştı. Bu noktada belki de en başta söylememiz gerekeni en sonda söyleyerek konunun doğruluğunu perçinlemiş oluruz; Department of Homeland Security raporuna göre Facebook’un meşhur kurucusu ve CEO’su olan Mark Zuckerberg, “CIA’in Facebook Program Yöneticisi” olduğunu kabul etti. Bu anlamda açık açık paylaştığımız her şeyin esasında tam bir açık istihbarat girdisi olduğunu unutmamak lazım.

ABD Başkanı Obama’nın, Beyaz Saray'da kendisini ziyaret eden liseli öğrenci grubundan 15 yaşındaki bir gencin, "Gelecekte ABD Başkanı olmak için neler tavsiye edebileceği" konusundaki sorusunu cevaplandırırken, Amerikan gençliğini sosyal paylaşım ağlarına fazla kişisel bilgi koymamaları yönünde uyarması durumun ciddiyetini gözler önüne sermesi açısından önemli. Konu elbette sadece internet ile sınırlı değil. Kablosuz sağlayıcılar, GPS navigasyonu, ATM ve kredi kartları, web siteleri, arama motorları, İzleme kameraları vs. her şey nerede ne yaptığımızı ele veriyor. Ancak hiçbirisi kendi elimizle kendimizi fişlememiz noktasında bu kadar hünerli değil.

Türkiye'de 34 yaşın altında 35 milyon internet kullanıcısın bulunduğunu ve bu kişilerin internette Avrupa'dan üç kat daha fazla zaman geçirdiğini. Yine ülkemizin Facebook kullanımında ilk 5'te, Twitter kullanımında ise ilk 10'da olduğunu düşündüğümüz zaman konu ile ilgili hangi noktada olduğumuzu ya da olabileceğimizi sanırım tahmin etmişsinizdir.
O halde “sosyalleşmeye ve paylaşmaya” devam mı? Yorum sizin..

tolgahan osmanoğlu




Devamı