• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

tolgahan osmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tolgahan osmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz



Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk. Adına yeni nesil sosyalleşme dediğimiz bu yöntemle, hemen her halimizi paylaşma dürtüsü ile yaşıyoruz. Öyle ki artık çoğu kişi, sırf başkalarına ne kadar sosyal olduğunu ispatlamak istercesine paylaşımın sınırlarını zorlamakta. Arkadaşlarla sohbet etmek amacıyla gidilen bir cafede, mekânın isminden, yenilen içilen şeylerin resmine kadar birçok şey bu uçsuz bucaksız paylaşım denizinin içinde yüzen onlarca balıktan sadece birkaçı. İşin belki de en trajikomik kısmı ise bu durumun gittikçe daha normal karşılanır olması. Meselenin mahrem hayatın gizliliği ya da yeni nesil teşhircilik boyutu başka yazıların konusu olarak şöyle dursun, artık herkesin cep telefonları ile erişebildiği uçsuz bucaksız bilgi âleminde bu sınırsız paylaşımların akıbetinin ne olacağı en büyük soru işareti.

Elbette günümüzde sosyal ağlar çoğumuz için artık kişisel posta adresleri kadar olmazsa olmazlardan. Öyle ki sosyalleşmenin bir başka yeni “trend mekanı” alışveriş merkezlerinde, aynı masada oturup tek kelime etmeden telefonlarına gömülmüş onlarca manzara vardır zihinlerimizde. Hatta çoğu kez de o sahnelerin bizzat oyuncusu olmuşuzdur.  Bazen uzun cümlelere ayıramayacağımız vakitten tasarruf etmek için, bazen arkadaşlarımızın o gün iş çıkışı nerede olacaklarını kısa yoldan görebilmek için, bazen de kişisel paylaşımlarımızı kısa yoldan birçok kişiye ulaştırabilmek için en kestirme yol sosyal ağlardan geçmekte. Peki, hayatı bu kadar kolaylaştırmalarının yanında kişisel haklarımızı koruma konusunda da aynı derecede kullanıcı dostu mu sosyal medya? Tek tuşla bir fotoğrafımızı, o an ne düşündüğümüzü hatta koordinatlarımıza varana dek yerimizi bildirebilen ve belki de en önemlisi bütün bunları isteğimiz dışında depolayan yeni nesil “sosyalleşme oyuncakları” ne kadar masum?

Tüketim çağında tüketim toplumunun bir parçası olarak en önemli ve değerli durumda olan bilgiyi de akıl almaz bir hızla tüketiyoruz. Kuşkusuz bunda teknolojik gelişmenin paralelinde giderek daha açık hal alan toplumun etkisi yadsınamaz bir gerçek. Artık daha az okuyor, daha az dinliyor, daha az üretiyor ancak çok daha fazla tüketiyoruz. Bu tüketim her alanda kendini göstermekte. Baş döndüren bir hızda değişen gündem ve gündeme dair gelişen alt başlıklar takip edilmesi gittikçe zorlaşan dev bir kartopu gibi üzerimize geliyor. Bu karmaşadan kurtulmak için kullandığımız internet elbette en büyük nimet. Ancak mesele sadece takip etmekten çıkıp olayları yorumlama ve irdeleme yoluyla konuya dâhil olma yoluna girdiğinde işin rengi değişmekte. Masum görünen durum güncellemeleri ya da kişisel paylaşımlardan tutun, “irtibatı koparmamak” adına bulunduğunuz ağlardaki her türlü paylaşımınız siz sonradan silmiş olsanız dahi sizinle ilintili dipsiz kuyularda depolanmakta. Konuyla ilgili ABD'nin diplomatik belgelerini kamuoyuna sızdırarak pek çok başkentte infial yaratan WikiLeaks sitesi kurucusu Julian Assange’a kulak verelim:

“Facebook insanların isimleri, adresleri, ilişkileri, konumları birbirleriyle iletişimleri, akrabaları dâhil tüm kişisel bilgilerin olduğu, dünyanın en büyük veritabanı. Hepsi de ABD'de toplanıyor ve Amerikan istihbaratının erişiminde. Facebook, Google ve Yahoo!, hepsinin ABD istihbaratı için entegre arabirimleri var. Siz Facebook'a bir arkadaş eklediğinizde bu arabirim ABD haberalma teşkilatı için bedava iş yapıyor, kaydınız otomatik güncelleniyor.”

Şüphesiz bu konuda ilk akla gelen örnekler Facebook, Twitter, mikro blog siteleri vs. Ancak hali hazırda internet üzerinde attığımız her adım “gerekli yerlerde gerekli gözler” tarafından takip edilmekte. Belki de işin ürkütücü kısmı bu verilerin “ileride nasılsa lazım olur” mantığı ile depolanması. Kişisel mail adresinizdeki sildiğinizi sandığınız yazışmalardan tutun da, arama motorlarında gerçekleştirdiğiniz tüm aramalara kadar uzunca ve kabarık bir liste bu “ileride lazım olabilecek” veriler arasına girmekte. Belki buraya kadar yazılanları bir komplo teorisyeninin uçuk bir önermesi olarak görebilirsiniz lakin konu ile ilgili birçok makale halen internet üzerinde dolaşmakta. Artık istihbarat birimleri konu ile ilgili konumlanmalarını daha açık bir şekilde belirtmekten kaçınmamaktalar üstelik. Buna örnek olarak CIA başkanının zamanında Wired dergisine verdiği demeç sanırım yeterli olur: “Bilgi gizli değil, tasnif dışı. Fakat bizim bu bilgiye olan ilgimizin içeriği gizli. İstihbarat işinde açık istihbarat toplamanın garip yanı, bu işi ne kadar iyi yaparsak hakkında o kadar az konuşabiliyoruz.” Aynı CIA’nin taşeron Q-Tel firması üzerinden iş birliği ile Visible Technologies adı altında günde yarım milyonun üzerinde sosyal ağ sitesini tarayabilecek bir teknolojik ortaklığa gittiğini hatırlatmak sanırım faydalı olacaktır.

Örnekler sadece CIA ile sınırlı değil elbette. Sadece Çin’de 200 milyon kullanıcıya sahip sosyal medya platformu WeChat’in, insanların günlük hayattaki hareketlerini takip etmek için istihbarat servisi tarafından kullanıldığı iddiası da gündemde kendine yer bulan hadiselerden. Konuyu gündeme getiren insan hakları savunucusu ve bir aktivist olan Hu Jia, isyan ve hükümete karşı kışkırtıcı eylem yapmak suçundan 3 yıl hapse mahkûm edilen bir isim. WeChat uygulamasının ilk yayına başladığı günlerde güvenli olduğunu, fakat daha sonra yapılan güncellemelerle güvenlik sorununun ortaya çıktığını belirten Hu Jia, kendisi aleyhinde delil olarak mahkemeye sunulan ses kayıtlarının, WeChat platformu üzerinden arkadaşlarına gönderdiği sesli mesajları olduğunu iddia etmekte. Jia, bu mesajların Çin’in iç güvenlik bürosu tarafından kaydedildiğini söylüyor. Siber Güvenlik başkanı Adam Segal ise yapmış olduğu açıklamada güvenlik zafiyetine sadece WeChat’in sahip olmadığını, bilgi teknolojisi ve yazılım servislerin bu tip güvenlik açıklarına sahip olabileceklerini belirterek, diğer sosyal medya ağlarının da bu tip sorunları olduğuna dikkat çekti.

Yine bir başka örnekte ABD'nin savunma sanayi devlerinden Raytheon'un geçtiğimiz günlerde sosyal medya ağları aracılığıyla internet kullanıcılarını takip eden ve Riot ismi verilen bir yazılım geliştirdiği ortaya çıktı. Bu yazılım, kişinin takip ettiği, abone olduğu siteleri ve yaptıklarını takiple kalmıyor, bir de geleceğe dönük ve doğruluğu kesine yakın tahminlerde bulunuyor. Guardian gazetesinin yayınladığı bir video ile ortaya çıkan söz konusu yazılım, ABD hükümetinin elinde. Çünkü şirketin de Amerikan hükümetiyle, yine internet üzerinde kişiyi tarassut altında tutacak birçok ortak proje yürüttüğü biliniyor. Riot, 2010'da başlatılan bir Ar-Ge projesinin önemli bir parçası. Bu proje, siber dünyadaki trilyonlarca işlemi fark etme kapasitesine sahip bir ulusal güvenlik sistemi. CIA'nın Virginia eyaletinde bulunan Açık Kaynak Merkezi'ndeki ekiplerin de yine bu yazılım ve benzerleri sayesinde her gün sosyal medyayı tarayarak veri topladıkları ve bu verilerin doğruluğunu araştırıp sınıflandırarak istihbarat raporu haline getirdikleri belirtildi. Merkez'in twitter'da takip ettiği tweet sayısının günde 5 milyona ulaştığı ifade edildi. ABD elçiliklerinde seçilen bazı kişilerin de CIA'nın bu çalışması kapsamında görevlendirildikleri basına yansımıştı. Bu noktada belki de en başta söylememiz gerekeni en sonda söyleyerek konunun doğruluğunu perçinlemiş oluruz; Department of Homeland Security raporuna göre Facebook’un meşhur kurucusu ve CEO’su olan Mark Zuckerberg, “CIA’in Facebook Program Yöneticisi” olduğunu kabul etti. Bu anlamda açık açık paylaştığımız her şeyin esasında tam bir açık istihbarat girdisi olduğunu unutmamak lazım.

ABD Başkanı Obama’nın, Beyaz Saray'da kendisini ziyaret eden liseli öğrenci grubundan 15 yaşındaki bir gencin, "Gelecekte ABD Başkanı olmak için neler tavsiye edebileceği" konusundaki sorusunu cevaplandırırken, Amerikan gençliğini sosyal paylaşım ağlarına fazla kişisel bilgi koymamaları yönünde uyarması durumun ciddiyetini gözler önüne sermesi açısından önemli. Konu elbette sadece internet ile sınırlı değil. Kablosuz sağlayıcılar, GPS navigasyonu, ATM ve kredi kartları, web siteleri, arama motorları, İzleme kameraları vs. her şey nerede ne yaptığımızı ele veriyor. Ancak hiçbirisi kendi elimizle kendimizi fişlememiz noktasında bu kadar hünerli değil.

Türkiye'de 34 yaşın altında 35 milyon internet kullanıcısın bulunduğunu ve bu kişilerin internette Avrupa'dan üç kat daha fazla zaman geçirdiğini. Yine ülkemizin Facebook kullanımında ilk 5'te, Twitter kullanımında ise ilk 10'da olduğunu düşündüğümüz zaman konu ile ilgili hangi noktada olduğumuzu ya da olabileceğimizi sanırım tahmin etmişsinizdir.
O halde “sosyalleşmeye ve paylaşmaya” devam mı? Yorum sizin..

tolgahan osmanoğlu




Devamı

Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’nin İktisadi Açıdan Gelişmesinde Temel Sorun




Demokrasi, bireysel hak ve özgürlüklerin tesis edildiği bir yönetim biçimi olmasının yanında, girişimcilik ve serbest teşebbüs hakkının bireyler ve tüzel kişiler yoluyla tüm topluma aktarımının sağlandığı değerler sistemidir. Bu değerler sisteminin sağladığı özgür girişim ortamının doğal sonucu olarak elde edilecek üretim çıktılarının, toplum içinde harekete geçireceği sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değerlerin katma değerlerinin çarpan etkisi çok daha yüksek olacaktır. Bu pencereden değerlendirildiğinde, dünyanın önde gelen ekonomilerinin ve bu ekonomileri barındıran demokratik sisteme sahip ülkelerin, hem evrensel insan haklarına saygıda hem de ekonomik kalkınmışlık sıralamalarında üst sıralarda olmaları elbette tesadüfî değildir. Demokrasinin ekonomik gelişme ve kalkınmaya zemin hazırlayacağını söyleyebileceğimiz gibi, ekonomik güç ve kalkınmışlığın da demokratik ortamın sürdürülebilmesinde en büyük destekçi olacağını söylemek mümkündür. Bu nedenle ekonomik hak ve özgürlüklerin belirli bir seviyeye ulaşmaması halinde demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Bu perspektif ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ülkelerinin ekonomileri konusunda bir değerlendirme yapacak olursak, ilk önce bu coğrafyada temel hak ve özgürlüklerin incelenmesi gerekmektedir. Elde edeceğimiz bulgular, ekonomik durumun açıklanması noktasında bir neden sonuç ilişkisi kurulması açısından yardımcı olacaktır.

On milyon km2’yi aşan büyüklük ve 300 milyonu aşan nüfus yapısıyla Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ülkeleri toplumsal, ekonomik, sosyo-kültürel yapısı, siyasal şekil ve çok sayıda uluslar arası gücü bölgeye çeken petrol rezervleri sebebiyle uluslararası politik gündemin daima ana unsurlarından olmuştur. Ortadoğu sadece bu coğrafya üzerinde var olan kara parçası olmaktan ziyade üç büyük dine son beş bin yıl içinde ev sahipliği yapmış bir yerdir.[1] Benzer kültür, gelenek ve dini değerlere sahip bu ülkeler arasında tarihsel anlamda da benzerlikler söz konusudur. Siyasi anlamda da yine bu benzerliklerin etkisini görmek mümkündür. Söz konusu coğrafyada modern anlamda demokratik yapı ve kurumların varlığından bahsetmek son derece güçtür. Genel olarak katı, dışa kapalı ya da yarı geçirgen, baskıcı, totaliter ve monarşik rejimlerin bölge genelinde hâkim olduğunu söylemek mümkündür. Esasında bu baskıcı ve katı rejimlerin egemen oldukları topraklar üzerinde serbest girişimin önünü açacak esaslara izin vermeyecekleri açıktır. Böylesi bir durumda da ülkeler nezdinde yeterli üretimin yapılmadığı ve buna bağlı olarak yeterli sermaye birikimine ulaşılamadığı ve yoksul halk kitlelerinin bölge coğrafyası içinde sıkça karşılaşılan doğal bir tablo olduğunu söylemek mümkündür.

Bölge ülkeleri her ne kadar benzer sosyo-kültürel değerlere sahip olsalar da, beşeri sermaye ve doğal kaynaklar yönünden birbirlerinden ayrışırlar. Söz konusu ülkeler sahip oldukları doğal kaynaklar ve nüfus açısından üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar sırasıyla;

- Doğal kaynak yönünden fakir, ancak işgücünün bol olduğu ülkeler,
- Hem doğal kaynaklar, hem de işgücü açısından zengin ülkeler,
- Doğal kaynaklar bakımından zengin, fakat işgücünün yetersiz olduğu ülkeler şeklinde sınıflandırılmaktadır. Cibuti, Mısır, Ürdün, Tunus, Fas, Lübnan ve Filistin birinci grupta; Cezayir, İran, Irak, Suriye ve Yemen gibi ülkeler ikinci grupta ve Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği de üçüncü grupta yer alırlar.[2]

Esasında yukarıda ki sınıflandırmanın doğal kaynaklar ve iş gücü arzı açısından getirdiği farklılığının, söz konusu yönetim biçimi ve serbest girişim hakkı olduğunda herhangi bir farklılık arz etmediğini görmekteyiz. Her ne kadar bölge ülkeleri içinde kişisel ekonomik durumun farklılık arz ettiği uç örnekler olsa da, bu durumun kişinin temel demokratik haklarından olan seçme ve seçilme noktasında benzer durumları doğurduğunu görmek mümkündür. Durumu bir örnek ile açıklayacak olursak; kişi başı GSMH seviyesi $2.423 olan Ürdün ile yine aynı şekilde kişi başı GSMH seviyesi $14.619[3] olan Suudi Arabistan vatandaşları açısından yönetime dâhil olma ve yöneticilerin seçimi konusunda temel anlamda bir farklılık bulunmamaktadır. Bu noktadan hareketle ekonomik gelişmişliğin demokratik gelişmişliğin açıklanmasında tek başında bir anlam ifade etmediğini söyleyebiliriz.

Söz konusu bölge 2010 yılı itibariyle 330,9 milyon civarında bir nüfusa sahiptir. Bölgede yıllık nüfus artış hızı II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, dünya ortalamasının üzerinde seyretmektedir.[4] Hızlı nüfus artışı beraberinde işgücünde de hızlı bir artışı getirmektedir. Ancak işgücündeki bu hızlı artışa rağmen yeni istihdam alanlarının yaratılamıyor olması 1980’lerin ortalarından bu yana bölgenin resmi kayıtlara göre işsizlik oranının %15 düzeyinde seyretmesine yol açmıştır.[5] Gayri resmi rakamların bu değerin çok üzerinde olduğu düşünülmektedir. Bölgedeki işgücündeki bu artışa karşın, egemen siyasal ve ekonomik yapıların yeni istihdam alanlarının yaratılmasına imkân verecek esnekliğe sahip olmadıkları bilinmektedir. Bu durumun doğal bir sonucu da özel sektör ve teşebbüslerin yeterince gelişmemesidir. Özel sektörün gelişmemesinde ki temel sebep ise yukarıda da bahsettiğimiz temel hak ve özgürlüklere gereken önemin verilmemesi ve serbest girişim hakkının bölge halklarının elinden alınması yatmaktadır. Bölge halklarının sahip olmadıkları serbest mülkiyet ve girişim haklarının yanında, tabana yayılmayan sermaye yeterliliğinin eksikliği de bu anlamda özel sektörün gelişmemesinde önemli bir etken olmuştur. Dış yatırım çekme noktasında ise belirli sektörlerin –ki genel anlamıyla enerji bunların başında gelmektedir- dışına çıkılamamış olması genel anlamda bu ekonomik tablonun değişmemesinin en temel unsurlarındandır. Bölge ekonomilerinin genel anlamda sermaye ağırlıklı üretimden ziyade yer altı zenginliklerine, bunun mümkün olmadığı coğrafyalarda ise emek ağırlıklı düşük getirili sektörler temeline dayanması bölge halklarının fakirleşmesinde büyük rol oynamaktadır. Kaldı ki yer altı kaynaklarının yenilenebilir olmaması ve petrol zengini ülkelerin sanayi yapıları içinde tek sanayi kolunun petrol sanayisi olması içinde bulunulan ironik duruma en güzel örnektir. Doğal kaynak bağımlılığı körfez ülkelerinin, gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi çeşitli mal ve hizmet üretebilme yeteneğinden yoksun olmasına neden olmuştur. Bir Arap bu konuyla ilintili olarak şunları söylemektedir; ‘’Benim babam deveye biniyordu; ben otomobil kullanıyorum, benim oğlum jet kullanıyor, onun oğlu ise tekrar deveye binecek’’[6]. Bu söz bölgedeki petrolün tükenebilir bir kaynak olduğunu ve ayrıca eğer üretimde çeşitliliğe gidilmez ise petrol tükendikten sonra ellerinde hiçbir şey kalmayacağını göstermektedir. Elbette bu çeşitliliğe gidecek yol bahsi geçen temel hak ve özgürlüklerin tesis ve temin edilmesi ile gerçekleşebilecektir.

Kanada kökenli Fraser Institute tarafından hazırlanan Economic Freedom of the World adlı endeks, ülkelerin ekonomik özgürlüklerini beş temel kriterin göstergelerine dayanarak hesaplar. Bu kriterler şunladır: devletin büyüklüğü (harcamalar, vergiler ve girişimde), hukuksal yapı ve mülkiyet hakları, sağlam paraya erişim, uluslararası ticaret serbestliği ile emek, sermaye ve kredi piyasasında düzenlemelerdir.[7] ABD kaynaklı Heritage Foundation’ın hazırladığı endekse göre ise ekonomik özgürlük on bileşenden oluşmaktadır. Bunlar;

· İşgücü özgürlüğü
· Mülkiyet hakları
· Finansal özgürlük
· Yatırım özgürlüğü
· Mali özgürlük
· Hükümet harcamaları
· Ticaret özgürlüğü
· Rüşvet ve yolsuzluktan muafiyet
· Girişim özgürlüğü ve
· Parasal özgürlüktür[8]

Bölge ülkeleri yukarıda da anlatmaya çalıştığımız şekilde bu değerler açısından son derece yetersiz durumdadırlar. Bölge ülkelerinin bahsi geçen ekonomik özgürlüklerinin önündeki engeller ise; hukuksal mevzuat, güçlü bürokratik yapı, ulaşım imkânlarının yetersizliği, iletişim alanındaki sınırlamalar ve bu alandaki altyapı yetersizliği, iktisadi ve siyasi belirsizliktir.

Görüldüğü üzere bahsi geçen unsurlardan müspet olanların söz konusu ülkelerde inşası, menfi olanların ise bertaraf edilmesi ancak demokratik yapı ve kurumların sisteme kazandırılması ile mümkün olacaktır. Kişi hak ve özgürlüklerine saygılı, girişim serbestîsi ve özgürlüğünün doğal bir süreç olarak tanımlanacağı bu demokratik sistem, çarpan etkisi ile tüm halkın refah seviyesini artıracak ve başta adaletsiz gelir dağılımı olmak üzere birçok sorunun ortadan kalkmasında temel rol oynayacaktır.

tolgahan osmanoğlu

[1] Abdurrahman Arslan, “İslam, Ortadoğu, Anglosaksonlar”, Birikim Dergisi, İstanbul 2003, s.33-34
[2] Yrd.Do.Dr. Hamdi Genç, Arap Baharı’nın Dünya ve Türkiye Ticari İlişkilerine Etkileri, MÜSİAD Çerçeve Dergisi, 57.Sayı, S.45
[3] Kişi başına GSMH'ye göre ülkelerin listesi (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ki%C5%9Fi_ba%C5%9F%C4%B1na_GSMH'ye_g%C3%B6re_%C3%BClkelerin_listes)[4] The World Bank, World Development Indıcators (WDI) 2011, s. 38.
[5] Yrd.Doç.Dr. Hamdi Genç, a.g.e., S.48
[6] Yrd. Doç. Dr. Harun Öztürkler, Petrol Fiyatlarındaki Dalgalanmaların Körfez Ülkeleri Ekonomileri Üzerindeki Etkileri, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=235
[7] Fraser Institute, Economic Freedom of the World 2011 Annual Report, Canada 2011, s. 5
[8] Yrd.Doç.Dr. Hamdi Genç, a.g.e., S.50


Devamı

Arap Baharı; Tehdit mi Fırsat mı?




Ortadoğu coğrafyası, alışılagelen yoğun ajandasına 2011 yılı itibariyle yeni bir başlık açtı: “Arap Baharı”. Tunus’lu Muhammed Bouazizi’nin gördüğü haksız muamele karşısında kendisini ateşe vermesiyle başlayan olaylar, çok kısa zamanda büyük kitleleri etkisi altına alan bir halk hareketine dönüştü ve bugünkü adıyla anılmaya başladı. Anılan hareket sadece Tunus ile sınırlı kalmayıp Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde 20’ye yakın ülkede farklı sonuçlar doğurdu. Tunus, Mısır ve Libya; halk hareketlerinde başı çekip yönetim değişiklikleri ile göz önünde olsa da, Moritanya’dan İran’a kadar olan geniş bir coğrafyada farklı çapta protesto ve gösteriler ile etki alanını genişletti. Peki batı medyasının isim babalığını yaptığı bu halk hareketi gerçekten de söz konusu coğrafyaya baharı getirebilecek mi? Türkiye açısından ele aldığımızda bu yaşananlar tehdit mi yoksa fırsat mı?
Temel ve İktisadi Yapı
            Yaklaşık 14,5 milyon km2’lik yüzölçüme ve 400 milyona yaklaşan nüfüsa sahip Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ülkelerinin ekonomisi, genel anlamda sanayi üretiminden çok yeraltı zenginliklerinin satımı ile elde edilecek gelire dayanmakta. Bu anlamda bölgeyi petrol ihraç eden ve petrol ithal eden ülkeler olarak iki başlıkta inceleyecek olursak[1], ihracatçı ülkelerin ithalatçı ülkelere göre cari işlemler dengesinde ve parasal büyüme rakamlarında daha önde olduğunu görmek mümkün. Ancak petrol ihracatçısı ülkelerin gelir kalemleri içinden petrol ve türevlerini çıkardığımızda bu alandaki göreceli üstünlüğünü ithalatçı ülkelere kaptıracağını söyleyebiliriz.[2] Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere göre nispeten daha geride kalan sanayi üretimi gelir kalemlerini, bölgesel olarak turizm gelirleri desteklemekte. Tarım ve hayvancılık ise bölgenin coğrafi ve fiziki yapısı nedeniyle dış satım kaleminde ekonomik olarak değer ifade etmeye elverişli değil.
            Arap Baharı dediğimiz kitlelerin hak arayış mücadelesinin temelinde özet olarak sunmaya çalıştığımız bu ekonomik tablo önemli bir yer tutmakta. Söz konusu coğrafyada halkın daha yaşanabilir bir hayat istemesinin ardında elbette demokratik haklar olmakla birlikte en az bu hak ve özgürlükler kadar hayati önemde olan ekonomik gerçekler göz ardı edilmemeli. Bu sebeple Arap Baharı’nı sadece ideolojik bir ayaklanma olarak görmek yanlış teşhis konmasına neden olacaktır. Yüksek işsizlik oranları, adaletsiz gelir dağılımı, kamu kaynaklarının yetersiz ve gereksiz kullanımı, yolsuzluk gibi pek çok faktör, katı rejimlerin halk üzerinde yarattığı baskıyla birleşince tepkinin boyutu artmıştır. İktisadi anlamda Arap Baharı’nın çıkış nedeni Arap rejimlerinin ekonomik iflasıdır. Ve bu iflas uygulanan ekonomik programlar nedeniyle malumun ilamı olmuştur.
Politik ve Siyasi Ortam
            Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ülkelerinin yönetimleri genel itibariyle iktidar halüsinasyonuna sahip, halktan kopuk bir anlayışla; “halka rağmen” yönetim şeklini benimsemiş, yolsuzluğun meşru sayıldığı, yıkılması imkansız olarak betimlenen rejim yapılanmalarına sahipti. Halkın isteklerinin göz ardı edildiği, bağımsız ve tartışmasız seçim süreçlerinin işletilemediği kısır döngü niteliğindeki bu yapı, halkın yönetimden hesap sorma hakkını elinden almaktaydı. İçe kapalı, dış unsurların nispeten hiçe sayıldığı bu totaliter rejim zihniyeti, coğrafya genelinde kırsal yerleşimin fazla olması nedeniyle uzun yıllar  varlığını sekteye uğratmadan sürdürebildi. Bu yönüyle Ortadoğu coğrafyası, yıllarca değişmeyen liderlerin, siyasi ve askeri gücün etrafında kümelenen belirli zümrelerin, halk üzerinde ortaklaşa kurdukları “yıkılmaz” hükümdarlıklar kalesi olarak görünmekteydi. Ancak artan şehirleşme oranının sağladığı birlikte hareket etme olanağı ve genç nüfusun artan teknolojik gelişmelerle birlikte iletişim olanaklarını koordine bir şekilde kullanması sonucu yönetimlere başkaldırı yöntemlerinin zemin ve şekil değiştirmesi, Arap yönetimlerinin “dokunulamaz ve yıkılmaz” imajını zedeledi.
            Dil, din, kültür ve yönetim biçimlerindeki benzerliklerin ve dahası halkın beklenti ve taleplerinin örtüşmesi, baş gösteren halk hareketinin domino etkisi ile tüm coğrafyada etkili olmasında en büyük etken olmuştur.
Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte dünya siyaset sahnesinde meydana gelen değişimlerin, Arap Baharı’nı doğuran dinamikleri tetiklediğini söylemek mümkündür. Öyle ki Sovyetler’in çökmesi ile birlikte sırasıyla Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da ki yeniden yapılanma ve saf tutma sürecinin doğal bir sonucudur Arap Baharı. Devam eden bu süreç; söz konusu ülkelerin, Batılı düşünce sistemi içinde şekillenerek demokratik sistemin yerleşmesi açısından önem arz etse de, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin sahip olduğu yapısal sorunları ortadan kaldırmaması sebebiyle şimdilik yetersiz kalmaktadır.
Arap Baharı ve Türkiye
            Arap dünyasında baş gösteren hareket, henüz ucu açık bir süreci işaret etmekte. Bölgede yeniden bir yapılanma ve dizayn hareketinin olduğu bir gerçek. Bu hareketlilik öncesi bölgenin en büyük müttefiki konumunda olan batı dünyasının içinde bulunduğu ekonomik ve buna bağlı siyasi kriz ortamı ortak bir fikrin etrafında kümelenmeyi zorlaştırmakta. Ayrıca benzer durumlarda farklı tepkiler verilmesi de batı dünyasının olaylar karşısında yaptığı sağduyu çağrılarının samimiyeti konusunda soru işaretleri oluşturmakta. Kendi halkına karşı silah kullanan iki farklı ülkede, uluslararası organizasyonların harekete geçirilmesi noktasında ikircikli bir tutum içinde olan batı dünyasının, Libya örneğinde giriştiği demokrasi tesis ediciliği görevine söz konusu Suriye olunca pek yanaşmaması bu duruma verilebilecek güzel bir örnek. Burada her ne kadar akıllara olayın ardında yatan ekonomik komplolar gelse de, Suriye olayının kendi içinde farklı anlamlar taşıyor olması en büyük neden.[3]
            Türkiye Ortadoğu ile ortak tarih, kültür bağları bulunması nedeniyle bu süreç içinde halktan ve demokrasiden yana bir tutum izlemiştir. Son dönemde bölgedeki eski rejim liderleri ile Türkiye arasında kurulan dostane ilişkiler halktan yana bir tutum alınmasına engel olmadığı gibi, bu tutumun ekonomik anlamda getireceği olumsuz faturaya rağmen bu duruştan ödün verilmemiştir. Batı dünyasının kendi durumuna ve pozisyonuna göre belirlediği değişken politikalarına nazaran Türkiye’nin daha net tavır içinde bulunması, bölge ile ilgili endişe ve beklentilerinin samimiyetini ortaya koymaktadır.
            Türkiye’nin süreci desteklemesindeki temel sebep, bölgede tesis edilecek demokratik rejimlerin artışı ile birlikte totaliter rejimlerin dayatmacı politikalarından kurtulacak olan halkların, yönetimde daha çok söz sahibi olacak olmasının, daha önceden tesis edilmiş tarihi bağların daha da sağlamlaştırarak ortaya çıkacak sinerjinin somut adımlara dönüşeceği beklentisidir. Türkiye’nin uzunca bir süre[4] bölge ile ilgili kesin bir tavır ve politika üretememesinin ortaya çıkardığı beşeri ve ekonomik kayıpların telafisi için Arap Baharı’nda takınılacak olan bu tutum son derece önemlidir.
            Batı dünyasının içinde bulunduğu kaotik dönem nedeniyle gelişmeler karşısında nispeten yaya kaldığı bir dönemde Türkiye’nin atacağı her adım karşılık bulacaktır. Dış politikasını sıfır sorun felsefesi üzerine inşaa etmekte olan Türkiye, uzun vadeli kazanımlar uğrunda günü kaybediyor gibi görünse de, uzun vadede siyasi, diplomatik ve ekonomik anlamda kazanan taraf olmaya adaydır. Kaldı ki gerek bahsettiğimiz tarihsel bağlar, gerekse Türkiye’nin demokrasi tecrübesi nedeniyle bölgede sözü dinlenecek bir güç olarak Türkiye modeli öne çıkmaktadır. Değişen dünyada halk devrimlerinin önünde duracak bir gücün olmaması sebebiyle halktan yana alınan bu tutum, uzun vadede tesis edilecek bir kazan-kazan denkleminde Türkiye’yi hem bölgesel hem de küresel anlamda daha da yukarılara taşıyacaktır.

tolgahan osmanoğlu
        


[1] Petrol İhracatçıları: Cezayir, Bahreyn, İran, Irak, Kuveyt, Libya, Umman, Katar, Suudi Arabistan, Sudan, BAE, Yemen
Petrol İthalatçıları: Cibuti, Mısır, Ürdün, Lübnan, Moritanya, Fas, Suriye, Tunus
[2] IMF Ortadoğu Raporu, 2011
[3] Uluslararası kamuoyunda Libya’nın yalnız kalmasına rağmen, Suriye’nin ardında İran, Rusya ve Çin’in gizli desteğinin olması uluslararası ortak bir hareket dilinin geliştirilememiş olmasında etkili olabilir.
[4] 1960 ve sonrası


Devamı

Altının Altın Çağı


Son dönemin klasik başlıklarından biri. Altının altın çağı, ya da altında altın dönem.

Gerçekten öyle mi, yoksa bu "altın" dönem sonradan yaşanması muhtemel bir finans depreminin öncüsü mü? Ya da bahsi edilen "altın" döneme henüz gelmedik mi?
  
“Altın”ın eko-politik yakın tarihine ilişkin bir çalışma..

Altın..Uğruna savaşlar yapılan, zenginliğin ve gücün simgesi. Son dönemde hakkında yaygaralar koparılan, fiyatının "aşırı" yükseldiği iddiaları ortada uçuşan, varlığı bir dert, yokluğu yara sarı maden. Altın, insanlık tarihi kadar eski bir geçmise sahip. Bahsettiğimiz gibi paranın ve gücün sembolü olma özelliğini yüzyıllardır sürdüren değerli bir meta. Altının tarihteki yeri ve kullanımı başka yazıların konusu. Biz son dönem çok dillendirilen "altındaki altın dönemi" irdelemeye çalışacağız.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl bizden sonraki nesiller için incelenecek epey bir konuyu bünyesinde barındırıyor. Özellikle 2000'li yılların geride bıraktığımız ilk 10 yılı baş döndürücü bir hızla geride kaldı. Ekonomik, politik ve sosyal açıdan ciddi kırılımları hep birlikte izledik. Sınırların ve yönetimlerin değiştiği, haritaların yeniden çizildiği, siyasetin tekrar dizayn edildiği, güç savaşlarının yeni bir boyut kazandığı bir yüzyıl bu. Elbette sosyo politilk alanda yaşanan gelişmelerin ekonomik sonuçları da oldu. Hatta öyle ki son dönemde ekonomi alanında yaşanan büyük çaplı gelişmeler biraz da yukarıda bahsettiğimiz sonuçları doğurdu. Dünya hızlı bir gelişim ve değişim süreci yaşarken, gerek bireyler gerekse ülkeler bu değişime ayak uydurma telaşı içinde. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu algısı ile ülkeler arası ilişkiler ve eski ekonomik düzen de bu değişimden nasibini aldı.

Ekonomik ve Politik Olarak Bir Milat "11 Eylül 2001"

Şüphesiz 11 Eylül saldırıları dünya tarihinde bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına sebep oldu. Gerek gerçekleştiği dönem itibariyle gerekse geride bıraktığımız süre içinde yaşananlara bakıldığında bu söylemin doğru olduğunu görmek mümkün. Yukarıda bahsettiğimiz "değişimlerin" çıkış noktası olarak 11 Eylül'ü referans göstermek yanlış olmasa gerek. 11 Eylül'ü irdelemek ve yaşananları bu tarihle ilişkilendirmek kimilerine göre komplo teorisyenliği olsa da, mevcut ekonomik gelişmelerin çıkış noktası olarak bu tarihi alacağız.

11 Eylül saldırıları ABD tarihinde Pearl Harbor saldırılarından sonra kitlesel anlamda ABD kamuoyunda güvensizlik ve huzursuzluk yaratan en büyük olaydı. Günümüz medyasının olayı Hollywood tadında aktarması nedeniyle de ABD tarihinin en büyük travması olarak yerini aldı. Bu travmatik olay dünyanın bir numaralı ekonomik gücüne olan destek ve güveni derinden sarstı şüphesiz. Askeri ve istihbari açıdan dünyanın en önde gelen ülkesinin kendi evinde kalbinden hançerlenmesinin mikro ve makro anlamda yarattığı güvensizlik dalgalarının önüne geçilmesi için adım ya da adımlar atılması gerekiyordu. Bunun için Bush hükümeti saldırıların sorumlularını bulmak ve suçu işleyenleri cezalandırılmak için çoktan düğmeye basmıştı. Bir anda tüm dünyada terörizmin bir numaralı savaşçısı haline gelen ABD, ikiz kulelerin yıkılmasından sorumlu tuttuğu Ladin'in izine ulaşmak ve kitle imha silahları bulundurduğu sebebiyle insanlık adına tehdit yarattığı iddiası ile Irak ve Afganistan'ı işgal edecek süreci başlatacaktı. Elbette uzun soluklu olacak bu harekatlar için ABD hazinesi kesenin ağzını sonuna kadar açtı. İddia edildiği gibi enerji koridorunu kontrol altına alacak olan ABD bir anlamda kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyordu. Her anlamda büyük bir bütçe gerektiren operasyon için Bush hükümeti Federal Reserve ve kongreden de geçer not almıştı. Zaten şahin ağırlıklı olan kabinenin kongre üzerindeki tesiri askeri harcamaların hükümetin istediği gibi yapmasına olanak sağlıyordu. Böylelikle etkileri günümüze kadar uzanan ve hali hazırda bitmemiş bir askeri, ekonomik, sosyo-politik harekat başlıyordu.

11 Eylül saldırıları elbette en büyük darbeyi ABD ekonomisine vurmuştu. Bunun en büyük nedeni tüketim üzerine kurulu olan ABD ekonomisinde tüketici güveninin keskin düşüşler göstermesiydi. Tüketici güveninde yaşanan bu keskin düşüş tüketicilerin harcama noktasında bir kez daha düşünmelerine, haliyle daha muhafazakar bir tavır ile az harcamalarına neden oluyordu. Ancak tüketim hızı ve alışkanlıkları ile tüm dünyanın lokomotifi durumunda olan ABD'de yaşanan bu keskin talep düşüşü, sistemle ilişkili olan tüm dünyayı tehdit altına alıyordu. Azalan talebin canlandırılması için tüketici güveninin yerine getirilmesi ayrıca bununla beraber tüketimi canlandırıcı tedbirler almak gerekmekteydi. İşin moral motivasyon kısmını ABD ordusu giriştiği askeri operasyonlar ile yerine getirmekteydi. Ekonomik canlandırma ise, zaten saldırı öncesinde devam eden Federal Reserve faiz indirimlerinin devam edeceği sinyalinin alınması idi. Bush hükümetinin göreve başladığında %9,50 olan faiz, yıl sonunda %5,00 seviyesine kadar gerilemişti. Bu muazzam düşüş karşısında ABD'li tüketicinin kayıtsız kalması mümkün değildi. Olaylara bir sünger çeken tüketiciler yavaş yavaş evlerinden çıkarak harcama yapmaya, tüketimlerini eski seviyelerine çıkartmaya başladılar. Üstelik faiz oranlarında düşüşün devam edeceği müjdesi bizzat FED başkanı Alan Greenspan tarafından veriliyordu. Öyle ki son 30 yılın en düşük seviyesi olan %4,00 seviyelerine kadar düşüş devam edecekti. Rakamsal olarak çok büyük bir düşüş gibi görünmeyen indirimin yüzdesel boyutu ile değerlendirildiğinde işin rengi daha net ortaya çıkıyordu. Para bulmanın kolaylaştığı, kredilerin ucuzladığı bu post-war evresinde kredi veren bankalardan bu krediyi kullanan tüketicilere kadar herkes fazlasıyla mutluydu. Çarkların tüketim üzerine dizayn edildiği ABD'de hiçbirşey üretmeyen ABD halkı seve seve harcıyor, onlara mal satan tüm dünya ülkeleride kasalarını dolarlarla dolduruyordu. Bu durum özellikle ABD ekonomisinin lokomotifi niteliğinde olan mortgage sisteminin tarihin en yüksek kapasite oranlarına ulaşmasını sağlıyordu. Kredi bulmak eskiye nazaran daha kolay ve daha ucuz olduğu için ev fiyatları artmış olsada, kredi kullanmanın marjinal maliyeti ev almanın maliyetinden çok daha iyi olduğu için o gün itibariyle ABD emlak sektöründe oluşan pembe tablo herkesin gözünü boyamaya yetiyordu. 11 Eylül sonrası güzel bir rüyaya dalmıştı ABD. Ta ki sistemin tıkandığı 2005-2007 arasına kadar.

Yapısal Bir Kriz "Subprime Mortgage"

FED'in piyasalara zerk ettiği bol ve ucuz likidite, hem ABD içinde hem de dünyada pembe tablolardan oluşan halüsinasyonların görülmesine neden oldu. Üretmeden tüketmek dünyanın en büyük problemi haline geldi. Ancak bir yandan oluşan emlak balonunun diğer yandan da askeri operasyonlar nedeniyle devasa hale gelen bütçe açıklarını kapatmak için FED para musluklarını kapatmaya başladığında takvim 2004 Eylül'ü gösteriyordu. Üç senede yarı yarıya düşen kredi faiz oranları amaçlandığı gibi tüketimi canlandırmış ve ekonominin çarklarının tekrar eskisi gibi çalışır hale gelmesini sağlamıştı. Buna karşın düşük faiz bol tüketim sarmalının sürdürülebilir olmadığı anlaşılınca barajın kapaklarını kapatan FED, ilk olarak düşük faizle borçlanan subprime kesimi dolaylı olarak cezalandıracaktı.





Türkçe karşılığı geri ödeme gücü ya da kredibilitesi düşük olan “subprime” kesim, 2001 sonrası yüksek irtifada seyreden ABD ekonomisi için kabus oldu. Normalde kredibilitesi olmayan düşük gelirli bu kesimin kredi olanaklarından yararlanabilmesi, Amerikan bankacılık dehalarının geliştirdikleri parlak ! sistem ile mümkün hale gelmişti. Düzenli bir geliri olmayan bu kesime düşük faiz ortamında sunulan ödeme planları çok cazip fırsatlar sunduğu için emlak balonunun şişmesinde ön ayak olan bu kesim, faizlerin artmasıyla birlikte ödemelerde sıkıntıya düşünce, kredi veren bankaların portföyleri bir anda değeri gittikçe düşen ve değersizleşen konutlarla doldu. Durum bankalar için kaos demekti. Subprime mortgage finansmanı yapan birçok bankanın bilançolarının varlık kısımları hızla değersiz hale gelmekteydi. Buna karşın bu varlıkları finanse ettikleri yabancı kaynakların ödemesi aynen, hatta artan faizler nedeniyle yükselerek ödenmeyi bekliyordu. Aktif değerinde düşüş yaşayan bir çok banka zor durumdaydı.


Artan faizler karşısında tüketicilerin harcamalarını kısıp, ödemelerde güçlük yaşaması, buna karşılık bankaların ellerindeki ipotekli konutların artması gibi ekonomik sonuçlar ekonomiyi uzun yıllar etkisi altına alacak yeni bir durum ortaya koyuyordu; "Resesyon"

Subprime Mortgage Krizinden Küresel Kredi Krizi'ne
ABD bankacılık sisteminin kredi ödeme gücü son derece düşük olan alt gelir grubuna açtığı krediler, kredi faiz oranından etkilenerek ödeme yapamayan halkın bankalara başvurması ile yeni bir boyut kazanıyordu. Kredi borçlarını ödeyemeyen bu kesim bankalara başvurarak kredi borçlarından feragat ediyor karşılığında ipotekli evler bankalarım mülkiyetine geçiyordu. Böylelikle bir anda bankaların bilançosu yüzlerce hatta binlerce konut ile şişmeye başladı. Tabi doğal olarak konut fiyatları hızla geriledi. Konut fiyatlarının gerilemesi banka bilançolarının aktif değerlerini tehdit eder seviyelere gelmişti. Öyle ki birçok ABD bankası bu işlemlerden yazdıkları zararlar nedeniyle ortaya çıkan sermaye yetersizliğini yeni sermaye artışlarıyla gidermeye çalıştılar. Ancak sistemdeki nakit seviyesi buna yeterli halde olmayınca ve finans sisteminin zararının görünenden çok daha yüksek olduğu ortaya çıkınca işin içine devletler girdi. Öncelikle merkez bankaları ortak kararlarla piyasaların ateşini düşürmek ve kasaları boşalan bankalara destek olmak amacıyla faizleri düşürmeye başladı. İlk başlarda bu yöntem işe yarıyor gibi görünse de doymak bilmeyen aç gözlü finans sistemi hep daha fazlasını istedi ve sıfır faiz noktasına kadar merkez bankalarını ve hükümetleri baskı altında tutarak istediğini aldı. Dünya para politikasına yön veren Federal Reserve faizleri 0,25 baz puana kadar çekti. Piyasaların damarlarına direkt enjekte edilen bu likidite geçici bir mutluluk sağlamıştı piyasalara. Sıklıkla dillendirilen resesyon ve ikinci bir dip söylemlerine inat hızlı bir toparlanma içine girdi dünya ekonomileri. Üst üste bir kaç çeyreklik küçülmelerden sonra gelen toparlanma rakamları ileri için umut vadetmemekle birlikte hala tünelin ucunda ışık görünmüyordu. Ama tren artık eskisinden daha fazla risk alarak ve son sürat yola devam etmekteydi. Sırf tünelin ucundaki o ışığı görmek için. Ta ki tren umduğu ışığa değil de benzer sebeplerle yeni bir global krizin fitilini ateşleyen Avrupa gerçeği ile yüzleşene dek.

Küresel Kredi Krizi ve Avrupa

Subprime mortgage krizi ile boğuşan ABD, hastalığa yakalanmadan çok önceleri hastalığı Avrupa'ya da bulaştırmıştı. Hastalığın bulaşma yolu hiç şüphesiz bankacılık sistemi ile olmuştu. Bulaştırma yöntemi, ABD bankalarının subprime kesime yönelik kullandırdığı kredilerin, ABD bankacılık sistemi üzerindeki riskini azaltmak ve bunu yaparken ekstra gelir elde etmek için, bu kredilerden oluşturulan bir havuzda toplanması ve oluşturulan bu kredi havuzunun kontratlar ve tahviller halinde yüksek getiri oranı ile ihraç edilmesi yolu ile olmuştu. Düşük faiz ortamında yüksek getiri vadeden bu riskli ama getiri yönünden cazip ürünler, Avrupa bankaları tarafından çok rağbet görüyordu. ABD bankaları belirli bir ödeme ile risklerine ortak buldukları, Avrupa bankaları da ufak bir risk primi ile yüksek getiriler elde ettikleri için hallerinden son derece memnundular. Lakin bu çarkın faiz oranlarının artmasına kadar gayet güzel çalışsa da, sonradan bankacılık sisteminin bu kazan kazan birlikteliği bir kader birlikteliğine dönüşecekti.

ABD bankacılık sisteminde krediler nezdinde yaşanan kriz, Avrupa'nın satın aldığı tahvil ve kontratlar ile birebir bu coğrafyada da etkisini gösterdi. Bankalar aldıkları yüksek getirili riskli tahvillerin değerlerinin sıfıra inmesi ile büyük kayıplar yaşadılar. Aynı ABD bankacılık sisteminde olduğu gibi Avrupa bankaları da azalan sermayelerine devlet destekleri almak zorunda kaldılar. Bir anlamda kapitalizmin simgesi ve kalesi halinde olan bankacılık sistemine yapılan direkt devlet müdahaleleri ve bu müdahaleler sonucunda devletlerin bankalarda sermayedar duruma gelmesi, liberalizmin ve özel sektör kavramının sorgulanmasına neden olsa da, likidite krizi yaşayan batı bu durumu göremeyecek kadar aciz durumdaydı. Öyle ki hergün bir büyük bankanın kurtarılması haberleri artık sıradan bir hal almıştı. Elbette bütün bu operasyon dünyanın önde gelen merkez bankalarının koordinasyonunda ve "düşük faiz" kalkanı ile gerçekleştirilmekteydi. Piyasalara merkez bankaları tarafından enjekte edilen bu büyük meblağlar, amaçlandığı gibi nihai tüketicinin cebine gitmiyor, adeta büyük bir yangına atılan bir kova su gibi, bankaların devasa sermaye açıkları karşısında buhar olup uçuyordu. Bankacılık sistemi büyük bir kara delik gibi devasa kayıpları ile herşeyi yutuyordu. Öyleki bankalara sağlanan devlet desteklerinin sürdürülebilirliği tartışılırken, ardı ardına gelen siyasi krizler yaklaşmakta olan çöküş senaryosunun habercisi olacaktı.

2011 Biterken.. ABD ve Avrupa

2011 yılı ekonomik krizin kabuk değiştirirek siyasi bir kriz haline geldiği yıl olarak hatırlanacak. Avrupa'nın sorgulanmayan ya da sorgulanamayan borç yapısı, AB üyesi ülkelerin birlikten aldıkları paylarda azalmama olmaması için başvurdukları hileler, birlik nezdinde sürekli halının altına süpürülen pislikler iyiden iyiye su yüzüne çıktı 2011'de. Avrupa Birliği'nde hiçbirşey artık eskisi gibi olmayacak. Son AB liderler zirvesinde İngiltere'nin alınan mali kararlara ilişkin şerhini açıkca dile getirmesi, nispeten küçük birlik ülkelerinin Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin kurtarılmasına ilişkin alınan kararlara mesafeli durması birliğin kurulduğu günden bu güne kadar yaşadığı en sıkıntılı günleri geçirmesine neden oldu. AB'nin hangi konuda birlik olduğu soruları cevap arayadursun, birliğin sadece Almanya-Fransa ikilisinin maddi desteği ile yürümeyeceği gerçeği artık yadsınamaz bir gerçek. Kaldıki AB'nin motoru konumunda olan Almanya ve Fransa'nın sanayi üretimlerine ilişkin belirsizlikler 2012 ve sonraki yıllar öncesi AB'yi bekleyen en büyük tehlike. İşsizlik ve ekonomik büyümede sınıfta kalan AB üyesi ülkeleri çok zorlu bir 2012 bekliyor olacak. Yunanistan ve İtalya kıyılarına vurarak hükümetleri değiştiren tsunami, 2012 ve sonrasında daha çok koltuk alacağa benziyor. Bir birliğin var olması için olmazsa olmaz nitelikte olan güven ve istikrardan çok uzakta olan AB'nin güçlü bir liderliğe de ihtiyacı olduğu çok açık. Birliğin çökmesi ya da parasal birliğin içeriğinin değiştirilmesine yönelik olası senaryoların korkutucu sonuçları zihinlerde yerini almışken, hiç bir liderin hem kendisini hem de ülkesini bu enkazı kaldırmak için ortaya atmayacağı malum. Enkazın bu haliyle ortada kalması da yeni sorunları beraberinde getirecektir. AB'nin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş yolları başka bir yazının konusu. Ancak AB’nin içinde bulunduğu ekonomik açmazın dünya ekonomisinde büyük bir belirsizlik oluşturacağı kesin. Daha uzunca bir sürede bu belirsizlik etkisini sürdürecektir.



Avrupa siyasi ve ekonomik açmazlarla uğraşırken, başkanlık seçimleri ABD için yeni yıldaki belirleyici unsur olacak. Görev süresi boyunca ekonomik alanda vaatlerini yerine getiremeyen Obama yönetiminin, seçim öncesi seçmen nezdinde notu pek parlak değil. Son dönem tüm dünyada yankı bulan "Occupy Wall Street" hareketini de düşünecek olursak ABD halkının mevcut ekonomik politikalardan ne denli memnun olduğu ortada. Selef Başkan Bush'un 2008 seçimleri öncesi nihai tüketici nezdinde attığı adımları hatırlayacak olursak, ABD yönetiminin popülist bir refleksle gevşek para politikasını sürdüreceği ve vergi indirimleri, harcama çekleri gibi genişlemeci politikaları sürdürme ve bu ve benzeri politikalara ek yapma ihtimali bulunmakta. FED'in son toplantı notlarından da görüldüğü gibi 2013 ortasına kadar faizler mevcut seviyesini koruyacak. Bu durum az önce söylediğimiz olası hükümet politikalarını destekler nitelikte.

Ve Altın..

Buraya kadar dünyanın bugün içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi durumun nedenlerini ve mevcut son durumu özetlemeye çalıştık. Mevcut duruma neden olan sebepler ve bu sebeplerin neden olacağı sonuçlar ileriye yönelik tahminlerde yardımcı olacaktır. Özellikle şunu göz ardı etmemek lazım ki altın fiyatlarında son dönemde gözümüze sokulan yükseliş sadece bu yıl yaşananlarla ilişkili değil. Özellikle geride bıraktığımız on yılda yaşananlar altın fiyatlarındaki artışın temel nedenleri. Ancak son on yılı bir kenara koyacak olursak, altın fiyatlarının tarihsel gelişimine baktığımızda Bretton Woods sistemi ve sistem sonrası fiyat hareketlenmesi göze çarpmakta.


Bretton Woods sistemi, altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiş ve dünyada bağımsız devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaştıkları bir sistemdir. Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve bu sebeple doların değerinin düşmesidir. Bretton Woods sisteminin terkedildiği 1971 yılında 40$ olan altın fiyatları, sistemin terkedilmesiyle iki yıl gibi kısa bir sürede iki katına çıkmıştı (97$). Sistemin terkedilmesiyle birlikte sürekli yukarı trendini sürdüren altın fiyatları, görece bir kaç düzeltme yılı haricinde sürekli yükseldi dersek yanılmış olmayız.

Son on yıl içindeki gelişmeler paralelinde altın fiyatlarının 250$'dan 1900$'a kadar yükselmesinde etkili olan nedenleri, yukarıda yazdıklarımız ile maddeler halinde özetlemek istersek;

-          Sınırlı rezerv olmasına karşılık tüketimi sürekli artan petrolün, artan fiyatları sebebiyle ortaya çıkan enflasyon.  (2003 yılı brent petrol fiyatı 28$, 2011 Aralık fiyatı 106$)
-          2001 ve sonrasında uygulanan genişlemeci ve gevşek para politikalarının yaratacağı enflasyon korkusu.
-          Artan dünya nüfusu ile birlikte ihtiyacı karşılayamayan tarım ürünlerinin fiyatlarında süregelen düzenli artış ve bu artışın yine enflasyon yaratacağı beklentisi. (Amerikan tipi buğday 2004 yılı 295$, 2011 yılı 650$)
-          Merkez bankalarının rezerv, nihai tüketicilerinde tüketim amacıyla altında meydana gelen talep artışı.
-          Eur/usd paritesinde avro lehine yaşanan yükseliş (2000 yılı eur/usd 0,8227 – 2008 yılı eur/usd 1,60)
Buraya kadar yükselişteki asıl etkenin enflasyondan kaçınmak amacıyla altına yönelim olduğunu söylemek mümkün. Yakın gelecekte enflasyona neden olan bu gelişmelerin ortadan kalkma ihtimalinin olmadığını düşünecek olursak herşeyin sabit kalması halinde bile altın fiyatlarının yukarıdaki beklenti ve gelişmelerin ışığında artacağını söyleyebiliriz.
Subprime mortgage ve kredi krizi sırasında altın fiyatlarında yaşanan yükselişe bakacak olursak;
-          Açıklanan devasa kurtarma paketlerinin yarattığı likiditeye bağlı hiperenflasyon korkusu.
-          Merkez bankalarının ve yatırımcıların “güvenli liman” özelliği ile altına yönelimleri.
-          Küresel piyasalarda para birimlerinin daha güçlü olmasını amaçlayan Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin yüksek montanlı altın alımları.
-          Gelişmekte olan ülkelerin rezerv para olarak dolar ve avro yerine değerli madenlere ve özellikle altına yönelmeleri.
-          ABD’nin izlediği küresel askeri stratejilerin olası bir çatışmaya dönüşeceği korkusu.
-          Küresel faizlerin daha uzun süre düşük tutulacağı beklentisi.
-          Avro bölgesine ilişkin dağılma senaryolarının varlığı.
Görüldüğü üzere mevcut konjonktürün değişmesi için atılan adımlar şimdilik yetersiz kalmış durumda. Küresel istihdam rakamlarının gelecek için umut vadetmemesi, ekonomik büyüme rakamlarının dünya genelinde iyileşme göstermemesi, emlak piyasasına ilişkin belirsizlikler, ve kriz söyleminin henüz gündemden düşmemesi yatırım aracı olarak altını hala cazip kılan faktörler. Elbette kesin bir dille yükselişin belirli bir noktaya kadar süreceğini iddia etmek yanlış olur. Ancak dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortamın düzelmesine ilişkin en ufak bir emare olmaması, bu belirsizlik ortamının hiç kuşkusuz altın talebinin yüksek seyretmesini, buna paralel olarak fiyatların yükseliş eğilimini koruyacağını söylemek mümkün. Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu kredi riski krizinden ve ağır ülke borçlarının yarattığı çevirme sorununundan kurtulmak için avroyu dolar karşısında devalüe etme çalışmaları her ne kadar altın fiyatları için bir olumsuzluk olarak görünse de, doların dünya parası özelliğini ne kadar daha sürdüreceğinin tartışılmasıyla bu durum göz ardı edilebilir. Dünyanın yeni bir para sistemine ihtiyacının dillendirildiği bir ortamda altının tahtının sallanması şimdilik uzak bir ihtimal gibi durmakta. Ortadoğu’da yaşanan arap baharı, Amerika-İran-İsrail geriliminde Rusya’nın İran'dan yana taraf olması, AB’de iflas riski taşıyan ülkelerin birlik içindeki belirsiz durumları ekonomik dar boğazın bir müddet daha aşılamayacağını gözler önüne sermekte. Yaşananların ekonomileri derin bir resesyona itme ihtimalinin belirmesi ile altın fiyatlarında yaşanacak sert düşüşler ileri dönem için alım fırsatı doğuracaktır. Unutulmaması gereken altın fiyatlarında yaşanan yükselişin sadece son dönem ile ilgili ve sınırlı olmamasıdır.
tolgahan osmanoğlu





Devamı

Yes we can, but we couldn't



2011'in bol çalkantılı, inişli çıkışlı gündemini geride bırakarak, son viraja girdiğimiz şu günlerde, 2012'in çok konuşulacak konularından birisi hiç şüphesiz Amerika'da yapılacak başkanlık seçimleri. Global ekonomik krizin daha da derinleştiği, Arap baharı ile ortadoğunun dizaynının yeni bir şekil ve zemin kazandığı, Avrupa'da "sözde" birlik ve beraberliğin geleceğinin tartışıldığı bir dönemde yapılacak seçimler, her ne kadar şu sıralar gündemin arka sıralarında yer alsa da, sessizce sıranın kendisine gelmesini beklemekte. 

Dünyaya demokrasi ihraç etme konusunda temiz bir sicile sahip olmamasına karşılık, demokrasi denince akan suları durduran, durumdan vazife çıkararak kendine en büyük demokrasi savunucusu ve savaşçısı görevini uygun görerek, üzerine giydiği "dünyanın jandarması" kostümü ile ironik bir hal ve tutum sergileyen ABD, yeni dönemde bu ironiden kurtulabilecek mi yoksa yeni düzenbazlıklar ile dünya kamuoyu nezdinde ki imajını daha da çetrefilli bir hale mi getirecek hep birlikte göreceğiz. Öyle görünüyor ki henüz tam olarak seçim atmosferine girmeyen Amerika, Kasım 2012'ye kadar geçecek süreç içerisinde mevcut aday ve aday adaylarının geçmişini didik didik edecek, medya buradan epey bir magazin tadında kaynak çıkartacak.

Tarih boyunca Amerikan başkanlık seçimleri yazılı, görsel ve işitsel basının ilgi odağı oldu. Başkan Franklin Roosevelt'in 1930'larda radyo üzerinden yaptığı ateşli konuşmalar ve Başkan Kennedy'nin 1950'lerde adaylığını açıkladığı heyecanlı televizyon reklamları üzerinden oldukça zaman geçmesine rağmen Amerikan seçimleri için sosyal medya her zaman etkili şekilde kullanıldı. Gerek geçmişte gerekse günümüzde başkanlık seçim kampanyaları seçim sürecinden çok önce medya ve sosyal mecralarda kendine büyük bir yer ediniyor ve Amerikan toplumunun tercihleri üzerinde önemli bir etki bırakıyor. Fikir ve kültür emperyalizminin ana vatanı olan bu topraklar; 1960'ların görkemli pazarlama taktikleri, kurnaz reklam çalışmalarıyla halen harmanlansa da, 2000'li yılların sade ve sonuca odaklı iletişim kanalları daha ön planda olacak gibi duruyor gelecek seçim arefesinde. Mevcut Başkan Obama'nın, 2008 seçimleri esnasında çok doğru bir strateji ile hareketsiz ve pasif görünen apolitik genç nüfusa yönelik, twitter ve benzeri sosyal medya araçları üzerinden yaptığı seçim çalışması ile aldığı sonuç, yeni dönemin yıldız savaşlarının hangi mecralarda yoğun olarak yaşanacağının habercisi.

Amerikan seçimleri öncesi ekonomik ve siyasi durumu analiz etmeden önce, 2008 yılı seçim sürecine girerken, ABD'de yaşananlara ve Obama'ya Beyaz Saray yolunu hazırlayan sürece göz atmakta fayda var. Öyle ki söz konusu sürecin halen devam eden etkilerinin 2012 seçim sonuçlarına ışık tutması mümkün görünmekte.

Sekiz yıllık George W.Bush döneminin ardından, Amerika'nın tüm dünya nezdinde bozulan imajını ve makyajını tazelemek, yeni yeni kendini hissettiren ekonomik krizin 1929 yılında olduğu gibi küresel bir buhrana neden olmasının önüne geçmek, giderek yalnızlaşan bir süper güç olan Amerika'yı yeniden güven üzerine inşaa etme amaç  ve söylemiyle kampanyasına başlayan Barack Obama'nın seçim kazandıran mottosu "Yes we can" idi. Amerika'nın müstakbel başkan adayı, iki asırı geride bırakmış ve geçmişinde insan hakları ve ırkçılık konusunda pekte parlak bir karnesi olmayan, düne kadar beyaz adamın siyah adamı yok kabul etmesine şahitlik etmiş bir devletin, belki de genetik kodlarına aykırı bir başkan adayı profili ile karşısına çıkıyordu seçmenin. Soğuk savaş yılları ve sonrasında hayal dahi edilemeyecek bir gelişmeydi esasında Afrika kökenli Amerikalı bir siyahinin başkanlığa aday olması. Ancak Amerikan başkanlığına bir siyahinin seçilmesi için şartlar belki de hiç bu kadar olgunlaşmamıştı. 

11 Eylül sonrasında terörist avına çıkarak taş üstünde taş bırakmayan, demokrasiyi Irak ve Afganistan halkları ile tanıştırmış (!) ABD, dünya üzerinde popülarite ve desteğini ciddi oranda kaybetmişti. Amerikan yönetiminin şahin kanadının destek ve himayesinde, güçlü ve yeniden tek süper güç olma hedef ve ilkesi ile, aynı zamanda Amerikan halkında 11 Eylül sonrası oluşan moral bozukluğu ve güven eksikliğini ortadan kaldırma amacıyla girişilen askeri operasyonlar, başta batı tarafından üstü kapalı olarak desteklense de, sonraları ikinci bir Vietnam vakası halini alan ve şiddetin dozunu artıran Amerikan hükümetinin beceriksizliği ile, operasyonların içerik ve büyüklüğü nedeniyle Amerika'nın dünya kamuoyu tarafından izole edilmesine ve yalnızlaştırılmasına sebep oldu. Özellikle dönemin ABD başkanı G.W.Bush'un girişilen operasyonları yeni yüzyılın haçlı seferleri şeklindeki yakıştırması özellikle müslüman ülke ve toplumlarda ciddi rahatsızlık yaratmış ve girişilen harekatların asıl amacının sorgulanmasına neden olmuştu.

Bir anlamda sözde demokrasinin karanlık topraklara ihracı niteliğinde girişilen bu anti terörizm atağı, esasında doyuma ulaşmış ve büyüme sorunları yaşayan Amerikan ekonomisinin imdadına uzanan bir yardım eliydi. Büyük ve gelişmiş silah endüstrisinin ayakta kalmasına yönelik gizli gündemle açılacak yeni cepheler, Amerikan toplumunda oluşacak self-defense refleksine ve bu yolla hükümetin yapacağı harcamaların haklılık payının artmasına sebep olacaktı. Ancak Bush döneminde uygulanan bu politikanın sürdürülebilirliği tartışılmaktaydı. Hükümetin daha kolay harcama yapabilmesi ve iç talebin canlı tutulması yoluyla hedeflenen ekonomik büyümenin yolu faizlerin düşük tutulduğu bol likidite ortamından geçmekteydi. Bu ortamın devam ettiği süre boyunca da hem Amerikan hükümeti istediği harcamayı rahatça yapabildi hem de Amerikan halkı oluşan emlak balonunun patlamasından önce hayat standartlarını görece yükseltti. Ancak gerek pratik gerekse teorik olarak sürdürülmesi mümkün olmayan bu model, 2007 yılına kadar ortaya çıkan pisliklerin halının altına süpürülmesi ile göz ardı edildi. Lakin bu durum, 2007 yılı sonları ve 2008 yılı ortalarında, sisteme entegre tüm dünya bankacılık sisteminin çatırdamasına engel olamadı. Bu sancılı süreçte sistemin ürettiği bilinen ancak göz ardı edilen virüsler, birbiri ile çok iyi entegre olmuş bankacılık sistemi ile önce Amerika'da sonra da Avrupa'da ciddi yıkımları beraberinde getirdi. Bankacılık sisteminde yaşanan konsolidasyon sürecinin üzerine, Amerikan hükümetinin sözde demokrasi harekatı için giriştiği devasa bütçeli operasyonların faturası da eklenince, ABD ekonomisi 1929 ekonomik buhranından bu yana en ciddi sarsıntısını geçirdi. İşsizliğin tavan yaptığı, ekonomik büyüme ve üretimin ise taban seviyelere geri çekildiği bu süreç içerisinde, dünyayı yaptığı harcama ile ayakta tutan Amerikan tüketicisinin hem ekonomiye güveni azaldı hem de elinde avucunda olan yitip gitti. Bir çok Amerikalının işsiz kaldığı, birçoğunun da gelir seviyesinde yaşanan bu trajik düşüşler, Amerikan ekonomisi ve kapitalist sistemin çarklarının birbiri ile kurduğu sıkı ilişki ile tüm dünya ekonomik sistemini derinden sarstı. Irak ve Afganistan'da yaşanan ve bir türlü sonu gelmeyen bir savaştan iyice bunalan, üstüne bir de ekonomik bir kriz yaşayan Amerikan halkı, yine bir cumhuriyetçi başkan döneminin klasik sonunu yaşıyordu. Daha önce baba Bush zamanında yaşanan Birinci Körfez Savaşı'nda  bu kadar olmasa da sarsılan tüketici güveni ve ekonomide yaşanan durağanlık daha sonra demokratların sürpriz yaparak seçilen adayı Clinton ile yerini ekonomik bir büyüme ve refah dönemine bırakacaktı. Nispeten sorunsuz ve çalışır bir ekonomiyi devralan George W.Bush, Amerikan emperyalizmi ve dünyanın tek hakim gücü olma hedefi ile girişilen politikalar ve yapılan harcamalar sonrası ekonomisi bitik bir ülkeyi halefine devretmeye hazırlana dursun, "Değişim" sloganı ile Hollywood vari bir hayat hikayesine sahip Barack Obama, Amerikan seçmenine "yenilik" ve "taze kan" vadediyordu.

Obama'nın adaylığı hiç şüphe yok ki bozulan Amerikan imajının yeniden imarı için bir fırsattı. Geçmişinde siyahi kökenli vatandaşlarının en temel haklarını teslim etmekten dahi uzak bir devletin başına bir siyahinin geçme ihtimali bile, dünyada ciddi bir Amerikan propagandası yapılması şansını da beraberinde getiriyordu. Kuşkusuz bu durumu çok önceden gören ve bu senaryoya yatırım yapan Amerikalı siyaset mühendisleri, stratejik bir PR çalışması yürüterek bu süreç içinde Obama'nın demokrat parti adaylığının önünü açmış oldular. Obama'nın adaylık süreci içindeki en güçlü rakibi olan eski başkanlardan Bill Clinton'un eşi, şimdiki dışişleri bakanı Hillary Clinton, siyahi nüfusun çok az olduğu yerlerde bile önceliği Obama'ya kaptırınca rakip olmaktan ziyade destekçi olmak durumunda kaldı. Clinton-Obama seçiminin galibi olan Obama, ABD tarihinde iki büyük partinin birinden aday gösterilmiş ilk siyahi aday olma özelliğini kazanmış oluyordu.

George W.Bush sonrası mevcut politikaların devamı sinyalini veren, eski bir asker ve gazi olan John McCain, Obama'ya karşın daha düşük bir profile sahip olması ve Obama'nın vadettiği gençlik ve değişim söylemlerine karşılık, klişelerin dışında bir söylem geliştirememesi nedeni ve Bush döneminin devamı niteliğini taşıyacağı öngörüsü ile seçimlerde başarısız oldu. 

Kuşkusuz yukarıda bahsettiğimiz değişim vurgusu, her fırsatta bunun Obama ve ekibi tarafından ön planda tutulması, seçim kampanyasında gençlerin ve politikadan uzak apolitik kesimin kampanya süreçlerine dahil edilmesine yönelik hareketler Obama'nın en doğru manevralarıydı. Bütün bunlara ek olarak Amerikan gölge iktidarının imaj tazeleme maksadı ile bir geçiş dönemi yaratması ve bu dönem için Obama'yı biçilmiş kaftan olarak onaylayıp öne sürmesinin etkisi vardı. Bu yolla bir taşla iki kuş vuruyordu Amerika. Hem siyahi bir adayı başkanlığa getirerek geçmişine bir sünger çekiyor hem de bu yolla dünya çapında eline geçen PR fırsatını harekete geçiriyordu.

Obama'nın seçilmesi halinde yapmayı vadettiği konuları belirli başlıklarda toplayabiliriz. Bunlar;
 Belirli bir süre içinde Irak'tan asker çekilmesi ve Afganistan'a daha fazla asker sevkıyatı.
ABD ekonomisinde halkın tüketim harcamalarının arttırılarak ekonomik durgunluğa karşı mücadele edilmesini amaçlayan ikinci teşvik paketi.
Kredi krizi içerisinde bulunan ve bu yüzden Wall Street’te hisse senetlerinin zayıflamasına, halkın emeklilik fonlarının değer  kaybetmesine yol açan finans sektöründe yeni düzenlemeler.
Yıllık geliri 200 bin dolar altında olan vatandaşlar için vergi düzenlemeleri.
Başkan seçilmesi halinde ABD karşıtlığı ile tanınan devletlerin liderleriyle önkoşulsuz olarak görüşmeyi taahhüt etmesi. Bu devletler hiç şüphesiz İran, Küba ve Venezüela olarak sayılabilir.

Görüldüğü gibi Obama'nın seçim vaatlerinin büyük bir çoğunluğunu ekonomik ve burada saymadığımız sosyal içerikli düzenlemeler oluşturmaktaydı. Özellikle ağır bir ekonomik dar boğazdan geçmekte olan Amerikan ekonomisini ayağa kaldıracak yapısal düzenlemeler yapmaktan ziyade, kısa vadeli düzenlemeler ile günü kurtarmayı amaçlayan politikalar o gün için Amerikan seçmeninde puan toplamış olacak ki seçim sonuçları Obama lehine gelişti. İç politika ve ekonomik sorunların haricinde tüm dünyayı da ilgilendiren dış politika tercihlerinde ise önceki yönetimin şahin tavırları aksine daha fazla barışçıl tutum vadeden Obama yönetimi, yine hem iç hem de dış kamuoyunda takdir kazanmış olacak ki, daha beyaz saray mesaisinde bir seneyi doldurmadan nobel barış ödülüne layık görüldü. Henüz aktif bir icraatı olmamasına rağmen Obama yönetimine verilen bu ödül, kimi çevrelerce açık bir kredi, kimilerine göre ise bir teşvik niteliği taşıyordu. O günün şartlarında Obama yönetiminin bu ödül sonrası izleyeceği aktif dış politika merak edile dursun, günümüz itibariyle mevcut Amerikan dış politikasında ödüle layık bir tutum ve tavır değişikliğini görmediğimiz gün gibi aşikar. 

Amerika'nın iç siyasetine ve ekonomik durumuna ilişkin genel tavır ve beklentileri bir yana koyacak olursak, seçim kampanyası süresince Obama'nın dış politikaya ilişkin vadettiği sözlerini tuttuğunu söylemek son derece güç. Oval ofisteki mesaisine başladığı günden bu yana, görevi devraldığı hükümetin politikalarının aksine daha ılımlı bir profil çizse bile, bu durumun halen devam etmekte olan askeri operasyonları sonlandırmadığı ve Amerika'nın dünyanın jandarmalığı görevinden henüz emekliye ayrılmayı düşünmediği bir gerçek. 


Hali hazırda Başkan Obama ikinci kez ABD başkanı olmak için demokrat partinin adayı. Obama'nın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturması elbette mümkün. Ancak 2008 seçimlerinde kendisine fazlaca umut bağlamış olan Amerikan seçmeninde kendisine yönelik büyük bir hayal kırıklığı mevcut. Esasında bu hayal kırıklığının sadece ülke içi ile sınırlı kalmasını beklemek yanlış olur. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi görevde daha bir senesini doldurmadan nobel barış ödülüne layık görülen Obama'dan dünyanın da büyük beklentileri vardı. Ancak değişim sözü vererek koltuğa seçilen Obama'nın beklenen değişimi gerçekleştiremediği bir gerçek. Söz konusu değişiklik bugün itibariyle Obama'nın aldığı başkanlık sıfatının ötesine geçememiş durumda.

Amerika, uzun vadeli plan ve programları olan, bu plan ve programlarını en uygun zamanı kollayarak tavizsiz bir biçimde uygulayan bir devlet. Öyle ki bu plan ve programlar, mevcut yönetimin kendi politikalarından bağımsız bir şekilde uzun vadeli ulusal çıkarlar gözetilerek ve Amerika'nın dünya üzerindeki hegemonyasının sürdürülebilmesi maksadını taşıyan planlar. Gerek geçmişte gerekse günümüzde Amerika'nın tüm dünyaya meydan okurcasına giriştiği eylemlerinin ardında da hep bu realite bulunmakta. Bu açıdan bakıldığında Amerikan seçimleri ve seçim sonucunda göreve gelen iktidarlardan ziyade, Amerika'da halen büyük güç ve lobiye sahip gölge iktidarın ne istediği ve ne planladığı daha bir önem kazanmakta. Bu nedenle Obama yönetiminin bir geçiş hükümeti olarak dizayn edilip bu şekilde Amerikan ve dünya kamuoyunun önüne paketlenip servis edilmiş olma ihtimali günümüzde su yüzüne çıkmış durumda. Görev süresi boyunca Obama yönetiminden beklenen değişim ve değişim konularının Amerikan çıkar ve politikalarının genetiğine uymadığı yorumunu çıkarmak mümkün görünmekte. Bu nazarla yeni dönemde Obama'nın tekrar seçilebilmek için izleyeceği yol ve kullanacağı dil merak konusu. Görev yaptığı süre boyunca gerek iç siyasette gerekse dış politikada güçlü bir liderlik profili çizemeyen Obama'nın en büyük açmazı bu. Vadettikleri ile yapabildiklerinin büyük oranda örtüşmemesi.

Cumhuriyetçiler cephesinde ise demokratlara nazaran seçim heyecanı çok önceden yaşanmaya başlamış durumda. Demokrat parti adayının zaten belli olmasına karşılık, cumhuriyetçilerin henüz aday konusunda bir karar verme noktasından uzak olmaları bu duruma en büyük sebep. Amerikan kamuoyu halen aday adayı olan isimlerin söylemlerine alışmaya dursun, Amerikan medyası çoktan mevcut adayların geçmişlerini didik didik etmeye başladı bile. Adayların geçmişteki politik söylemlerinden tutunda, haklarında iddia edilen cinsel istismar suçları, dini geçmişleri hepsi bir bir ifşa edilmeye başlandı. Cumhuriyetçilerin başkan adayı belirlenene kadar Amerikan medyasının bu alandan çok ekmek çıkaracağı kesin.

Cumhuriyetçi adayların hemen hepsinin üzerinde ortak bir kanıya vardıkları nokta Amerikan ekonomisi. Ekonominin içinden çıkılmaz bir tünele girdiği vurgusu bütün adayların TV programlarında ki konuşmalarına ve verdikleri röportajlara yansımış durumda. Ancak krizden çıkılması için atılacak adımların neler olduğu konusunda ise ağızları bıçak açmıyor. Yine demokratlara göre daha şahin yapıda bulunan cumhuriyetçilerin ortak paydada buluştuğu diğer nokta ise dış politika ve dış politika özelinde İran. Bütün adaylar İran'a bir harekat düzenlenmesi konusunda hem fikir iken ayrılık gösteren tek şey bu harekatın içerik ve yöntemi. Cumhuriyetçilerin şu ana kadar ki en gözde adayı eski Massachusetts Valisi Mitt Romney; İran’a ağır ekonomik yaptırımlar ve diğer stratejilerin başarısız kalması halinde, askeri operasyon seçeneğinin masaya getirilmesi gerektiğini söyledi: ‘‘Şunu bilmelisiniz ki eğer Barack Obama’yı yeniden seçersek, İran nükleer silah sahibi olacak. Eğer Mitt Romney’yi yani beni yeni Amerikan başkanı başkanı olarak seçerseniz, İran’ın nükleer silahı olmayacak.” Eski Temsilciler Meclisi Başkanı cumhuriyetçi aday Newt Gingrich de, başkan olduğu takdirde öncelikle, İran içerisinde ‘‘örtülü operasyonlar’‘ başlatacağını belirtmiş durumda. 

Cumhuriyetçi adayların nobel barış ödüllü Obama karşısındaki insan haklarını ihlal edercesine verdikleri beyanatlar da gayet ilginç. Adaylar arasında, suda boğulma hissi veren ‘waterboarding’ adlı sorgulama tekniğinin terör şüphelilerine uygulanabilirliği üzerinde de keskin görüş farklılıkları dikkati çekti. Cumhuriyetçi aday ve Kongre üyesi Michele Bachmann, başkan olduğu takdirde, bu tekniği yeniden uygulamaya koyacağını ifade etti: “Eğer ben başkan olsaydım, ‘waterboarding’ tekniğini kullanmak isterdim. Bence bu gerçekten etkili bir yöntemdi. Ülkemiz için bilgi edinmemize yardımcı oldu". Son günlerde hakkındaki cinsel taciz suçlamalarıyla başı dertte olan iş adamı Herman Cain, işkenceye karşı olduğunu, ancak ‘waterboarding’in işkence olmadığını ifade etti: “Ben başkan olsaydım, o politikaya geri dönerdim. Ben bunu bir işkence yöntemi olarak görmüyorum. Bence bu, gelişmiş bir sorgulama tekniği.”

Şimdiye kadar birbirlerine karşı net bir üstünlük kurma fırsatı olmayan cumhuriyetçi aday cephesinde kamuoyu yoklamalarına göre öne çıkan isim Massachusetts valiliği yapmış Mitt Romney. Romney parti içinde belirli bir siyasi üstünlüğü olan otoritelerden geçer not almış durumda. Elbette bahsettiğimiz gibi seçim kampanyaları süresince hakkında adaylığına engel olacak bir dedikodu çıkmaz ise, bu yazının yazıldığı gün itibariyle cumhuriyetçi kanadın en güçlü adayı olarak görünmekte. Ancak bu durum elbette seçimi kazanması için yeterli olabilecek bir durum değil. 2011 yılı içinde Usame Bin Ladin'in öldürüldüğü haberi ile Obama'ya verilen desteğin 5-10 puan arttığı göz önünde bulundurulursa, bu tarz sürpriz haberlerin  Obama'nın hanesine artı puan yazabileceği ihtimalini unutmamak gerekir. Yine hemen herkesin yüksek yakıt fiyatları, artan işsizlik oranı, konut değerlerinin düşmesi, ekonomi ve vergi alanında ki adaletsizlikten yakındığı bir ortamda, bu sorunlara yönelik Romney'in ya da başka bir adayın getireceği çözüm önerileri ve bu önerilerin uygulanabilirliği yakından takip edilecek. 

Başkanlık yarışının Obama ve Romney arasında gitmesi halinde her iki adayın da birbirine üstünlük kuracağı alanlar mevcut. Obama'nın verdiği değişim sözünü yerine getirememesine karşılık, kendisinin "Believe in America" sloganı ile Amerikalı seçmenin bozulan moralini  yerine getirmeyi vadeden Romney, Obama'ya göre ön plana çıkabilir. Romney klasik bir cumhuriyetçi aday olarak Amerika'nın güvenliği üzerinden çağrışım yaparak daha şahin bir profil çizmekte. Buna karşın yaşanan çatışmalardan yaka silken halkın daha ılımlı bir imaj çizme çabası olan Obama'yı tercih etmesi normal karşılanabilir. Bu noktada her ne kadar ılımlı görünse de Obama yönetiminin mevcut askeri operasyonların şekil, kapsam ve coğrafyasını değiştirdiği de bir gerçek. Direkt askeri operasyonlar yerine verdiği fikri ve fiziki lojistik ile afrika ve ortadoğuda yaşanan halk ayaklanmalarında ki dolaylı ya da direkt desteğinden tutun da, Afganistan operasyonlarını hem bu ülke hem de Pakistan cephesinde derinleştirerek büyütmesi, şu an yaşanan ancak göz ardı edilen bir durum. Yani Obama ılımlı profil çizmesine rağmen ulusal güvenlik ve dünya jandarmalığı konusunda selefinden geri durmadı görev süresi boyunca. Tekrar seçilmesi halinde de mevcut dış politika konusunda taviz vermesi beklenmemeli. İran konusunda aktif bir rol izlemese de, İran üzerindeki çemberi daraltmaktan da geri durmadı. İran'a olası bir operasyon konusunda renk vermemesine karşılık, bu olasılığı da göz ardı etmeyen Obama'nın bu alanda cumhuriyetçi adaylar karşısında negatif puan alması beklenmemeli. Hali hazırda İran'a yapılacak olası bir harekatın Amerikan kamuoyunda bulacağı destek tahmin edilmeye çalışılırken, Amerikan halkının bu ve benzeri operasyonlardan ziyade, cebine giren paraya odaklandığı bir gerçek. Yani devlet politikalarından ziyade halkına öncelik vermeyi taahhüt eden bir başkan adayının seçmen nezdinde daha çok ilgi çekeceği bir ütopya değil, gerçeğin ta kendisi. Zaten 2012 seçimlerini diğer seçimlerden farklı kılacak durumda bu. Artık Amerika ve Amerikan halkının güvenliğini bahane ederek, demokrasi kılıfıyla girişilen askeri harekatlar, Amerika'ya devasa bütçe açıkları ve Amerikan halkına binlerce dolar borçtan başka birşey getirmez oldu. Bu nedenle adayların dış politika konusunda yapmayı taahhüt ettikleri konuları seçerken daha dikkatli davranmaları gerekecek. İran'a yapılması muhtemel bir operasyon artık klişe bir hal aldı. Bu ya da benzer operasyonların maliyetini Amerikan halkına anlatmakta ayrı bir risk unsuru içermekte. Tabi kendi gizli ajandası için herşeyi göze alabilen bir devletin halkının tercihlerine ne kadar saygılı olabileceğini 11 Eylül'de görmüş olduğumuz için, bu durumun adayların söylemlerine etkisi ne derece olur kestirmek zor.

Bush döneminde zedelenen Amerikan imajının yeniden tesisi için gerekli zaman diliminde çok fazlaca bir şey yapılmadığını zaten yeterince dile getirdik. Tüm dünyada ABD'ye bakış açısında çok ciddi bir değişiklik olmadığı da bilinen bir durum. ABD'de kamuoyu zaten giderek zorlaşan hayat şartlarından fazlasıyla şikayetçi. Amerikan emperyalizmi halen kültür ve bilim alanında güçlü etkisini sürdürse de,  ekonomik ve politik alanda artık batının tahtının sallanmaya başladığı, güneşin doğudan doğduğunun hatırlanması ile daha gözle görünür hale geldi. ABD yeni dönemde ekonomisini ayakta tutmaya çalışmakla birlikte dünya üzerindeki siyasi ve politik üstünlüğünü korumayı da hedefleyecek. Global ekonomik konjonktürün iyice sıkıştığı dönemlerde bu tarz sıkışmaları büyük çaplı savaşların çözdüğü deneyimini hatırlayacak olursak, ABD hem ekonomisinin çarklarını işler hale getirmek hem de proaktif davranarak kendisini korumak ve kollamak adına yeni bir maceraya atılabilir. Dünyanın yeniden dizaynı ve zenginliklerin transferini beraberinde getirmesi amaçlanan bu tarz bir operasyon beklenmedik sonuçları da beraberinde getirecektir. Tek kutuplu dünyadan, çok eksenli bir dünyaya geçişin yaşandığı bir yüzyılda bu tarz bir girişim kamikazeden farklı olmayacaktır. Bölgesel güçlerin ağırlığını daha çok hissettirdiği bu dönemde ABD'nin -ben yaptım oldu- şeklindeki sorgulanamaz tavrı sürdürülebilir değildir. Hesap vermeyen, cezalandırılamayan ancak kendi cezalandırma sistemini uygulayan, uluslararası hukukun çevresinden dolaşarak kendi çıkarları için hak ve özgürlükleri hiçe sayan anlayışa sahip mevcut ve gelecek yönetimler, kendi durumlarını gözden geçirmedikleri sürece uzun vadede kaybetmeye mahkum olacaktır. "Yes we can" diyerek, değişim için ABD'li seçmeni ve dünyayı cesaretlendiren Obama'nın , "An American Century" gibi ucuz, klişe bir dış politika söylemi ve "Believe in America" sloganı ile oylara talip olan Romney'den ya da benzeri farklı bir adaydan hiç bir farkı olmadığını söylersek yanılmış olmayız. Obama'nın vadettiği değişimin ABD'nin derinlerinde, belki de genlerinde meydana gelmediği takdirde değişen sadece yüzler olacaktır, anlayış değil.

tolgahan osmanoğlu


Devamı