Ölüm



Her canlı ölümü tadacaktır
*Ankebut 57*

Ölüm,

Hakkında söylenecek çok şey olduğu kadar, kendisinden korkulan, hiç bahsedilmeyen, sürekli kaçılan, hayatın belki de tek gerçeği.

Sahi en son ne zaman düşündünüz ölümü? En son ne zaman yüzünüzü buruşturdunuz ölümü hatırlayınca? Ölüm en son ne zaman acıttı yüreğinizi?

Bize şah damarımızdan bile yakın olan ölümü hatırlamamak için bunca çaba neden? Oysa dediğimiz gibi belki de hayatın tek gerçeği iken. Hayatın çare bulamadığı tek şey olduğu için mi? Esasında bir bitişi değil yeni bir başlangıcı ifade ettiği için mi? Yoksa aklımıza getiremediğimiz, ya da getirmek istemediğimiz başka bir sebeple mi? Cevabı ve nedeni ne olursa olsun değişmeyecek olan tek gerçek, ölümün kesin olan varlığı ve hayat denen gemide menziline ilerleyen her canlının ölümü er ya da geç tadacağı.

İnsan, fıtratı üzere sahip olduğu özellikleri ile sonsuz olmayı, baki olmayı hep arzulamıştır. Gelip geçici olmak, sonlanmak; doymak bilmeksizin maddi manevi hep daha fazlasını isteyen insan nefsi için hep kaçınılan bir gerçek olmuştur. Bu durum -yani bu kaçış- belki de hayatın sırrına vakıf olabilmenin en büyük engelidir. Öyle ki, ölüm ile kendisine verilen hayatın bir sınırı ve sonu olduğunu gerçek anlamıyla idrak edebilen bir insan, hayatta değer verdiği herşeyin gelip geçici olduğunu net bir şekilde anlayacaktır. Ancak bu idrak sadece fikri bir mülahaza olarak anlaşılmamalıdır. Ölümün sadece bir gerçek olarak varlığının kabulü, bahsedilen bu sırra vakıf olabilmek için yeterli değildir. Bu sırra ulaşabilmenin yegane yolu; ölüm gerçeğini hayatın içinde pasifize edildiği yerden çıkarıp, hayatın tüm aşamaları ile ilişkili olduğu dinamik bir bakış açısıyla ele almakla mümkün olabilmektedir. Yani yaşarken ölümü unutmamakla, hatta bir adım ötesi yaşarken ölebilmekle!

Yaşarken ölümü unutmamak, ya da yaşarken ölebilmek elbette yazıldığı kadar kolay değil. Hayatın bunca koşturmacası ve dahası aldatmacası altında, yoğun bir gündemle bu gerçeği yakalayabilmek pek az insanın harcı. Ancak, insanı diğer yaratılmışlardan farklı kılacak olan da bu gerçeğin farkında olarak yaşamı sürdürmek olsa gerek. Yoksa tek amacı karnını doyurup günü kurtarmak olan, yarına ilişkin bir amacı ve beklentisi bulunmayan diğer mahlukattan bir farkı olmasa gerek insanın. Oysa ölüm bir son vazifesi gördüğü kadar, insanı hırs ve ihtiraslarından arındırmasının yanında bir sigorta vazifesi de görmektedir. Ölümün bu sigorta görevi, insanın hırs ve arzularının aşırılaştığı dönemlerde bu istek ve arzuları törpülemesi ile ortaya çıkar. Elbette tüm bu döngüyü sağlayabilecek olan, ölüm fikrini tüm gerçeğiyle benliğinde eritmiş, akıl, mantık ve inanç silsilesi içinde yoğurabilmiş bireylerdir. Ölümün bir son değil, esasında bir başlangıç olduğu fikri de bu düşünce yapısı ile daha kolay inşaa edilebilmektedir. Bu yönüyle bakıldığında ölüm, inanç sisteminin temel yapıtaşı belki de belkemiğidir diyebiliriz. Sağlıklı bir inanç sisteminin insan aklı ve ruhu üzerinde inşaa edilebilmesi, ölüm fikrini yukarıda bahsettiğimiz ölçüde idrak edebilmekten geçmektedir.

Ölüm tek başına, insan için en büyük ihtar en güzel nasihattır. İçe dönüş yolculuğunda güvenilir bir araç, manevi temizlik için bulunmaz bir nimettir. Ölüm korku ve kederin değil, yeni bir başlangıcın, umudun, dirilişin sembolüdür. İlkel zamanlardan günümüze gelene kadar ölen kişiler için düzenlenen tören ve benzerlerinin asıl amacı kişiyi yeni hayatına uğurlamaktır. Bu açıdan ölüm esasında bir seraptan meydana gelmiş bu dünya hayatından farklı bir boyuta geçmeyi sağlayan bir kapı, bir köprü görevi görmektedir. Bu köprüyü en iyi şekilde anlayabilmek ve kullanabilmek elbette ölüm sonrasını düşünerek yaşanacak bir ömürden geçmektedir.

Ölüm her ne kadar bahsi edilen bu görevi ifa ediyor olsa da, bilinç altında yer ettiği ayrılık ve son fikri üzerine yerleşmiştir. Ölümü bu dar çerçeve içinden çıkarıp geniş bir perspektif ile ele almak hayatın daha da anlamlı ve manidar kılınması için güzel bir araçtır. Düşünün bir kere, hiç ölmeyecek bir insanın ihtiyaçlarını gidermek ve geleceğe yatırım yapmak için sürekli nefsani arzular peşinde koşmasından daha doğru ne olabilir. Oysa gerçek hayatta ölüm ile bitecek olan bu geçici dünya hayatı sonraki fasıla için bir yük götüremediği için insanın bu istek ve arzularını frenlemektedir. Bu frenlemeyi kendi bünyesinde yapamayan bireylerin sonu ise içler acısıdır. Onlar hem bu gelip geçici hayatı hem de aslolan ebedi alemi kaybetmek gerçeği ile yüzleşeceklerdir.

Bu denli önemli ve manidar olan ölümü, yaşantımızın en ücra köşelerinde bulundurmak yerine, onu günlük hayatın bir parçası, başımıza er ya da geç gelecek bir gerçek olarak en yakınımızda bulundurmalıyız. Ölmeden ölebilenlerin yapacakları muhasebenin sonucuna göre hayata çeki düzen verebilmek, ölümün biz düşünebilen insanlara verdiği en büyük nimettir.

Ne mutlu ölümden ders çıkarıp onu yegane nasihat görenlere..

nasuh numan


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.