• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

faruk tamer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
faruk tamer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Masonik Fısıltılar ve İki Ok Arası Bir Film; Duvarcı Ustası’nın Oğlu Robin Longstride -Robin Hood

 
 
 
“Duvarcı ustasının oğlu Robin, bugünden itibaren kanun kaçağıdır; görüldüğü yerde öldürülecek… Hayatı boyunca kovalanacak.” İngiltere Kralı Yurtsuz John

İyi bir film seyrettik.

Yağmurun içselleştirilmesinde gök gürültülerinin etkisi çok büyük; ses görüntüyü üç boyutlu bir algı şölenine dönüştürüyor. İyi bir yönetmen, yani iyi bir Ridley Scott, filmin seslerini, ses efektlerini çok iyi kullanarak bizi filmin içine çekti. Görüntülerin gerçekliği, kameranın sınır tanımaz özgürlüğü her tarafı görmemizi sağladı.

Ata bindik, savaştık, Sherwood ormanlarını tepeden seyrettik, ağaçların arasına indik; kilisenin tohumlarını çalıp, tohumsuz kalan çiftçilere dağıttık. Saraya girdik, Kral denen kişinin özel hayatını gözledik. Baronların bir araya geliş sebeplerini, öldürülen, tecavüze uğrayan insanlardan ve yakılan kalelerden öğrendik.


Ve filmin ilk sekansında Godfreyi ıskalayan oku Robin’le birlikte gönderdik; ama ikinci sekansın sonuna kadar yeni bir oku, ıskalamamak üzere tekrar göndermeyi sabırsızlıkla bekledik. Ok Godfrey’in ensesinden girip boğazından çıktığında, içimizdeki birikmiş öfkeler de açığa çıktı; bir haini cezalandırmış olmayı sevdik. Lady Marion’un, kayınpederinin bir yabancıyı kendisine koca olarak atamasını hazmedişindeki asaleti ve yabancıya karşı takındığı tutum, sonrasında ona ısınmasıyla işler değişse de seyircinin takdirini kazandı. Özetle film iki ok arası bir anlatı gösterisiydi ve eksikleri olmasına rağmen gerçekten çok başarılıydı.

Russel Crowe, tarihî savaşların nitelikli oyuncusu olarak tahtını koruyor.

Ridley Scott iyi bir sinema yönetmeni. İşini iyi yapıyor. Ancak gâliba Hıristiyanlıkla arası açık. Küresel masonik örgütlenmenin önemli bir parçası. Gladyatör’de gördüğümüz kompozisyon, egemen Roma siyaset ahlâkına ciddi bir eleştiri formatı kazandırmıştı. Robin Hood’un, yeniden temellendirilmiş 2010 versiyonu da Kilise’yi hedef alıyor; mason olduğu için Kral ve Kilise tarafından öldürülen bir babanın oğlu olarak ortaya çıkan Robin Hood, bu kez insanların tümü için mücadele ettiğini ilan eden masonik örgütlenmenin savunularına hizmet ediyor.

“Yüksel ve yine yüksel! Kuzular aslan olana dek!” Film, bu temel parametre etrafında şekilleniyor ve Robin Hood, Nottingham Şerifine karşı değil, egemen ve kutsal krallıklar ile Vatikan Papalarına karşı yoksulların haklarını koruyan bir savaş konseptine hizmet ediyor. Bir davayı sürdürüyor; bir kan davasını. Ancak ilginç olan bir şey var. Robin, tapınakçı baronların haklarını koruyan bir sürece hizmet ediyor, Baronların ve büyük toprak sahiplerinin malı olan köylüler için yaptığı bir şey yok. Kral Yurtsuz John’un önce söz verip sonra caydığı Kral III. Henry tarafından tekrar onaylanarak yürürlüğe giren 1215 Magna Carta (Büyük Sözleşme)’dan sonra İngiltere’nin Dünya’yı kan gölüne çevirdiği dikkate alınırsa, Tapınakçıların sahip oldukları yeni gücü kendi baronları için kullandıkları açıkça anlaşılacaktır. Bugün neo-con etiketlerle gördüğümüz küresel kumpas ağının aynı geleneğin ürünü olduğunu söylemeye gerek yok.

1789’a kadar özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganlarını kullanan ve bu sloganlarla bilinçsiz kitleleri ayaklandıran tapınakçıların, cadı avlarıyla yakılan, yok edilen ve karanlık labirentlerde yaşamaya zorlanan atalarının izini Magna Carta’ya kadar sürdürdüğünü görmek şaşırtıcı değildi. Başka hiçbir gizli örgütlenme bu kadar gelenekçi ve katı değildi, çünkü.

Peki bugün yaşanan ne? Hollywood neden masonik örgütlenmenin yapısını, özgeçmişini ve örtülmüş amaçlarını sinema seyircisinin zihnine dokuyor? Sarkozy’nin birkaç yıl önce başlattığı pozitif laiklik doktrini ve Papa ile başlattığı sıkı ilişkiler, (Sarkozy, ortaçağ geleneklerine uygun olarak Carla Bruni ile evlenmek için Papa’dan izin almıştı), Eski İngiltere Başbakanı Blair’in mezhep değiştirip katolik olması tapınakçıları harekete geçirmiş olabilir mi? Tapınakçılar yeniden kuzu olacakları günlerin gelmesinden mi korkuyorlar? Kim bilir, sinema sadece sinema değildi işte. İngiltere cadı avından kaçıp kurtulan ve İskoçya’da saklanan tapınakçıların gelip dirildiği ve siyaset sahnesinde güç sahibi olduğu bir ülke idi. Elden kaçırılmaması gerekiyordu.

Ridley Scott’un Robin Hood filminde, köklü Fransız-İngiliz düşmanlığını körüklediği çok açık. Daha önceki versiyonlarda şerif tarafından İngiliz askerlere yaptırılan halk katliamını, tecavüzleri bu kez, Fransa’dan getirilen Fransız askerlerine yaptırması psikosoyal gerginliklerin kışkırtılması adına önemliydi. Mel Gibson Çile’yi çektiğinde Hollywood’un siyonist çevrelerinde çok ciddi baskılara maruz kalmıştı.

AB muktesebatının aralarını düzelttiği sanılan İngiltere ve Fransa, son on yıldır farklı spekülasyonlarla birbirini tırnaklıyorlar. İngiltere pürmodernist tanrısızlığı savunanların arttığı bir ülke hâline gelirken Fransa tavizsiz katolikliğe sınırsız özgürlük yolunu açıyordu. Magna Carta’ya dönüş vurgusu, tapınakçıların yükseldikleri ülkeye, İngiltere’ye yeniden döndüklerine de işaret ediyor. Robin Hood, Kral’la işbirliği hâlinde olan Kiliseye karşı, üreten/zenginden çalıp fakire veren bir rahibi kendi safına katarak, Anglikan-Katolik kiliseleri arasındaki ayrıklığı yeniden göz önüne taşıyordu.

Sherlock Holmes filmi de Da Vinci, Kızıl Nehirler gibi filmlerin açtığı Masonik kanalda ilerlemeye devam etmişti. Robin Hood filmi aynı çerçevenin statik duvarlarını örüyor. Irak, Afganistan işgalleri tapınakçıların gizliliklerini deşifre etmişti. Ve Dünya’yı kan gölüne çevirenlerin onlar olduğunu herkes biliyordu. Fakat duvarcı ustaları her zamanki gibi kendilerini eşitlikçi, özgürlükçü kardeşler olarak anlatmayı sürdüreceklerdi. Robin Hood’un 2010 versiyonu bu anlamda önemli bir film.

Filmin tarihsel kökleri Fulk FitzWarin’lerden 3. sünün kimliğine monte ediliyor. Whittington Kalesinin sahibi olan Fulk III.FitzWarin’in Kral John ile yaşadığı anlaşmazlık sonrası kaçak konuma düşmesi efsanelerin üretilmesine de neden olmuş. Ridley Scott, Robin Hood’dan bir tapınak şövalyesi çıkararak alışılagelen senaryoları çöpe atmış. Ancak yeni senaryo öncekilerden daha ikna edici parçacıklarla dolu.

Bir Fransız Kalesi’nin kuşatılması esnasında Kral Richard’ın Robin Hood’a bir Kral’a karşı söyleyebileceği birşeyi olup olmadığını sorması üzerine Robin’in Richard’ın, 22 Ağustos 1191 tarihinde 2700 Müslüman askerini Akka’dan Nasıra’ya giden yol üzerinde Tell Aiyadida ile Tell Keisan arasındaki düzlükte elleri bağlı halde tek tek öldürülmesini emretmesinin Tanrı’nın hoşuna gitmemiş olabileceğini söylemesi üzerine takındığı tutum filmin Krallık karşıtı damarlarını görünür kılıyor. Richard’ın, bu sözleri üzerine “Cesur, dürüst ve saf… İşte bir İngiliz!” diye tanımladığı Robin’i, arkadaşları ile birlikte işkence kalaslarına bağlaması kareografik İngiliz siyasetine örnek olacak kadar ironiktir. Film, Kilise ile işbirliği hâlindeki Krallığı “Korkak, yalancı ve sinsi-hilebaz...” olarak afişe ediyor. Cesur Yürek’te Mel Gibson’da aynı gerçeği dile getirmişti.

Fransa Kralı Philip ile İngiltere Kralı Richard arasındaki normal dışı ilişkiler Kral’ın Arslan Yürekli sıfatını sarsıyor görünse de senarist, Richard’ı, Philip’in kalelerinden birine saldırırken öldürüp Aslan Yürekli’liği onarmaya gayret ederek İngilizlerin hassas damarlarına basmamaya dikkat ediyor.

İngiliz seyircilerin kendilerine borçlu olduğuna inanmasını isteyen tapınakçıların Robin Hood’a söylettiği, “Her İngilizin kalesi kendi evidir.” cümlesi kazanılacak hakların belkemiğini oluşturuyor. Godfrey rolünün bu mevsimde Tony Blair’in katolikleşmesi ile örtüşüp örtüşmediği bilinmez, ama tapınakçıların İngiliz toplumuna ihanet eden bir adam aradıkları kesin.

Film seriye dönüşeceğe benziyor; senaryonun efsanenin başlangıç bölümünü anlattığı düşünülür ve gerçekte Kral John’un Baronlara karşı savaşta yenilmiş olduğuna dikkat edilirse Magna Carta’nın Kral III.Henry tarafından tekrar yürürlüğe girmesi sağlanana kadar, yani tapınakçılar nihai zafere ulaşıp İngiltere siyasetinde egemen rollere/statülere çıkana kadar seri devam edecektir.

faruk tamer



Film İle İlgili Teknik Bilgiler:
Yönetmen: Ridley Scott Senaryo: Brian Helgeland, Cyrus Voris, Tom Stoppard, Ethan Reiff Senaryo (Kitap): Cyrus Voris Oyuncular: Russell Crowe (Robin Longstride) , Cate Blanchett (Marion Loxley) ,Matthew Macfadyen (Sheriff Of Nottingham) ,Mark Strong (Godfrey), William Hurt (William Marshal) Müzik: Marc Streitenfeld Görüntü Yönetmeni: John Mathieson Yapımcı Firma: Imagine Entertainment Yapımcılar: Russell Crowe, Ridley Scott, Brian Grazer, Charles J.d. Schlissel Filmin Türü: Aksiyon, Dram, Macera, Savaş Orijinal Adı: Robin Hood Yapım Yılı: 2010 Yapım Ülkesi: ABD, İngiltere Orijinal Dili: İngilizce Dağıtıcı Firma : UIP Filimcilik Resmi Sitesi: http://www.robinhoodthemovie.com Vizyon Tarihi: 14.05.2010 Filmin Süresi: 148 dakika
Film ile ilgili detaylı bir çalışma okumak isteyenler için:http://forum.divxplanet.com/index.php?showtopic=163421



Devamı

Totemci Mistisizm Bombardımanı; Avatar



Sinema tarihinin en yüksek bütçeli filminin adındaki aşinalığa projektör tutmadan geçmek olmazdı. İnternet kullanıcılarının üye oldukları formlarda veya sohbet odalarında ‘bir avatar seçiniz’ irkilmesiyle başlayan şaşkınlığın sonradan yavaşça ortadan kalktığını, şimdi hatırladığımızda ürperiyoruz.

İnternet kavram dizinine Hint Mitolojisinin nasıl yedirildiğini, insanların bilinçaltlarında tanrılar-beden ilişkisinin sezdirmeden sıradan bir eyleme dönüştürüldüğünü de net bir şekilde anlamış bulunuyoruz. Acaba şu güzel mavi kürede kaç internet kullanıcısı farkındadır, bu aldatmanın? Daha başka hangi deformasyon kavramları zihinlerin üst köprülerine asılı bırakılmıştır? Dahası bu kavram Avatar filmiyle daha çok dikkat çekeceği yerde, sadece bir isim olarak kalacak gibi görünüyor. Hepsi o kadar; biz veya başkaları domuz yağı kullanılmış olmasından kuşkulansak da çikolatayı yemiş bulunacağız.


Geleceğe dönüş serilerinde izlediğimiz önce ve sonra ilişkisi ile zaman yolculuğunun kafamıza kazıdığı çatışma hâli, terminatör serileriyle bir limanda demirlemişken, kelebek etkisi ile zamana müdahale etmekle ilgili mistik sarsıntılar yaşamıştık; kader ve daha başka kavramsal pencere, üretilen beyaz perde kasırgaları tarafından açılıp kapatılmış ve her yere saçılan cam kırıkları izleyen tüm gözleri çizmişti.

Matrix, Siyonist mekanizma ile Adam Kadmon’u zihnimize transfer ederek insanın tanrılaşma sürecini, kader simülasyonlarıyla inceden inceye kristalize etmiş ve güçlü ve didaktik bir performansla kurtuluşu tanrısal özellikleri belirgin olan Mesih’e bağlayarak belki de bizi, bize karşı yapılacak olan Armageddon’da kendi tarafımıza düşman olmaya hazırlamıştı.

İşte avatar böyle büyük projelerden biri. James Cameron Titanic’te, titanic'i ‘Tanrı’nın bile batıramayacağını iddia eden küstah adamların' basit bir aysberg’e yenilmelerini teşhir ederek dindar insanların yüreğini ferahlatmıştı. Fakat şimdi değil, şimdi Avatar’la o yürekleri kanatıyor Cameron.

Bazı yorumculara göre ABD’nin Irak ve Afganistan’a yaptıklarını eleştiriyor gibi görünen Avatar, aslında tam tersini yapıyor; değerler eleştirisini ana hedef olarak seçtiğini belli edercesine totemci bir mistizmi, tanrısal bir anaya bağlayarak neredeyse tüm ilahi dinleri elinin tersiyle bir kenara fırlatıyor. Savaşı ve hırsı Göksel Dinlerin suç listesine eklemekten çekinmeyen Cameron, Karma’ya müdahale etmeyen tanrısız Budizm ile belirsiz tanrı-tanrılar fenomenine sahip Hinduizm’in karmaya sadece iyi yönde etki eden Brahman’ı arasında kalıp Kutsal Ana’yı üretirken, büyük bir meydan okuma turuna çıktığını da saklamıyordu.

Kutsal Ana, olaylara kayıtsız kalamayan bir tanrısal fenomendi. Cameron, her iki Hint dininin mistik yönlerine kızıl renkler çalarken, bu iki dinin savaşçı olmayan miskin mensuplarına Avatar’da büyük bir savaşçı kimlik giydiriyordu. Güçlü bir ironi ile zihnimize dayattığı kahraman Na’viler, savaşçılıkları dışında birer Hindu’dan ve Budist’ten farksızdılar. Pandora’nın ormanları Hindistan’ın büyüleyici ormanlarını andırırken de çekinmiyordu Cameron; Hindistan ormanlarında yaşayan canlıların fantastik modellerine, doğu efsanelerinin canavarlarını monte etmekten zevk alıyor ve bu keyfi saklamıyordu da.

Pandora, Irak’tı, Afganistan’dı; bundan sonra Amerika ve İngiltere için Hindistan mı olacaktı, belli değil; zaten köleleri olanlara saldırdıklarına göre hiç de olasılık dışı değil Hindistan’ın yeni av olarak seçilmesi.

Sömürgelerin işgal edilmeden önce işbirlikçilerce motive edilmesi sıradanlaşan adımlarıydı Vahşi Batı’nın. Önce Batılı modern/ vahşi insanın avatarlaşması gerekiyordu. Beyaz insan bir tanrıydı Cameron’un efsanesine göre. Çünkü; Hinduizme göre sadece Tanrılar avatarlaşabilirdi. Avatar, Hint mitolojisine göre tanrıların yeryüzüne indiklerinde büründükleri şekillerdir. Filmin öyküsüne göre, birer avatarla eşleşen insan, aslında tanrılaşmış avatarların gezegeni Pandora’yı ele geçirmeye çalışıyordu. Hinduizm’e göre o avatarların da bir tanrısal fenomeni vardı ve o fenomen Kutsal Ana idi.

Proje, Pandora’lı bir avatara aşık olan insanın, insana ihanet ederek Pandora’yı istila edilmekten kurtarması, insanlığından vazgeçerek avatar bedenini seçmesi ve Pandora’da yaşamayı tercih etmesi üzerine kurgulanmıştı. Iraklı kadınlarla evlenip Irak’a yerleşen Amerikalı askerleri anlatan ve ülkelerine sakat olarak dönen savaş artığı(!) askerlerin kendi hallerine bırakılmasını da eleştiren gerçek bir yönü de vardı filmin.

Star Wars serilerinden kopya edilmiş teknolojik savaş görselliğini yirmi metrekarelik odada sanata dönüştürdükten sonra Cameron , en yüksek bütçeli filmiyle milyar dolarlık hasılat rekorları kırıyor ve vahşi kapitalizmin uçbeyi olduğunu bir kez daha teyit ediyordu.

Yine aşkı sömürüyordu Hollywood, insanları uysallaştırıyor ve zihinlerine yeni uyuşturucular sürerek doğru bir eleştiri yapılmasını da ustalıkla engelliyordu. Fakat bu kez, kuyruklu avatarla insanın seks potansiyelini değerlendiremiyor, Titanic’te yaptığı gibi cinsellik üzerinden fantastik kareler çekemiyordu. Tek eksiği de buydu Cameron’un.

Türkiye’de ise, ilginç bir eşleşme yapılıyor Ebabil kuşları ve tasavvuf aranıyordu filmin içinde. Müslümanlar domuz yağı kullanılmış olmasından kuşkulansalar da çikolatayı kendilerinden bir şeyler katarak yemenin yollarını aramaktan vazgeçmeyeceklerdi. Rüyalarında avatarlaştıklarını görecekler, kendi din algılarının yavaş yavaş aşındığını fark etmemekte hiç zorluk çekmeyeceklerdi. Matrix kaldığı yerden devam ediyordu.

Filmin Konusu: 22. yüzyılda, Pandora adlı bir uyduda geçer. Bir gaz devinin yörüngesinde dönen Pandora, 3-4 metre uzunluğunda, mavi insansı görünümlü, kabile kültürünü benimsemiş, saldırıya uğramadıkları sürece barışçıl olan Na'vi halkına ev sahipliği yapmaktadır. İnsanlar, Pandora'nın havasını soluyamadıkları için, sinirsel bağlantı aracılığıyla kontrol edilebilen insan ve Na'vi karışımı Avatarlar üretirler. Felç olan Deniz Piyadeleri mensubu Jake Sully (Sam Worthington), bir Avatar olarak Pandora'da yaşamaya gönüllü olur. Bir Na'vi prensesine aşık olan Sully, kendisini Pandora'yı gün geçtikçe tüketen insan ordusu ile Na'vi halkının arasındaki çatışmanın ortasında bulur. Onu en çok etkileyen şey, en nihayetinde daha iyi bir beden içinde olup, felçli olan bacaklarını tekrar hissedip ( Avatar bedeninde ) eskisi gibi koşabilmesidir. Zamanla Prenses Neytiri ile bir ilişki içine girdiklerinde, Jake artık insanların amacını tamamen unutup, Na'Vi direnişine katılarak organize bir şekilde insanlara karşı koyar. Daha sonra Na'Viler, Jake'in onlara ilk başlarda yalan söylediğini anlayınca onu öldürmeye kalkarlar ama en sonunda bu karardan vazgeçerler. Hikayenin sonu, Neytiri ve Jake'in tekrar buluşması ve Jake'in tamamen Avatar bedenin içine girmesiyle biter.



Film ile İlgili Teknik Bilgiler:

Yönetmen : James Cameron
Senaryo : James Cameron
Kurgu: John Refoua, Stephen Rivkin
Oyuncular : Michelle Rodriguez, Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Giovanni Ribisi, Peter Mensah, Dileep Rao, Joel David Moore, Stephen Lang, Kevin Dorman, Laz Alonso, Nikie Zambo, Wes Studi, CCH Pounder, Jacob Tomuri, Matt Gerald,Harun Incisi, Julene Renee, Peter Dillon, Dean Knowsley, Sonia Yee, David Van Horn, Ilram Choi, Jahnel Curfman, James Pitt, Jason Whyte, Jon Curry, Kelly Kilgour, Kelson Henderson, Kyla Warren, Luke Hawker, Michael Blain-rozgay, Scott Lawrence, Sean Patrick Murphy, Sean Anthony Moran,Woody Schultz
Müzik: James Horner
Görüntü Yönetmeni: Mauro Fiore
Yapımcı Firma : Lightstorm Entertainment
Yapımcılar: James Cameron, Laeta Kalogridis, Colin Wilson, Janace Tashjian, Peter M. Tobyansen, Josh Mclaglen, Jon Landau, Brooke Breton
Filmin Türü : 3 Boyutlu, Aksiyon, Bilim Kurgu, Dram, Fantastik, Macera, Romantik
Orijinal Adı : Avatar
Yapım Yılı : 2009
Yapım Ülkesi : ABD/İngiltere
Orijinal Dili : İngilizce
Dağıtıcı Firma : Tiglon
Resmi Sitesi : www.avatarmovie.com
Vizyon Tarihi : 18.12.2009
Filmin Süresi : 162 dakika

faruk tamer


Devamı

Ejder Kapanı



Ejder Kapanı: Cinsel Saldırılarla Paradoksal Döngülerin Çıkış Yolu Aradığı Sıra Dışı Bir Film

Bu filmi analiz etmek kolay değil. Baştan sona şiddetin ve bu şiddetin gerekçelerinin analiz edildiği Ejder Kapanı’nda yönetmen Uğur Yücel Türk sinema geleneğinde örneği bulunmayan bir çalışmaya imza atmış. Yücel’in çift çıkışlı son yolla jenerik müziğinden itibaren sorgulanan filmi için söylenebilecek çok şey var.

Çekilen sahnelerin dozu yüksek şiddeti ve aynı şiddete entegre edilen vahşi cinselliği filmin bir aile filmi olamayacağına dair net kanaatler üretiyor. Bu film aileyle izlenemeyecek bir film. Fakat Yücel’in Abbas karakteriyle kişisel kaoslarına Camii’de bulduğu çözümün ve Kenan İmirzalıoğluna oynattığı Akrep Celal’in intiharına neden olan paradoksal döngünün önemi mukayeseli izlemeleri gerekli kılıyor.



Derinleşen sosyopsikolojik bozulmaların Sinema, TV, Yazılı-Görsel Basın etkisi ile de sürekli tahrik edildiği unutulmamalı. Son günlerde basında sıklıkla duyulan bebek ve çocuklara yönelik cinsel tacizlerin ulaştığı korkutucu boyutlar filmin iyi analiz edilmesi gerektiğini düşündürtüyor. Uğur Yücel sinema tekniklerini kullanarak, ileri tuşuyla kaçılacak sahneleri filmin akışındaki diğer sahnelerle iç içe tutuyor, izlenmesini arzu ettiği sahneleri seyirciye dayatıyor. Seyircinin izledikleriyle kendi kirli taraflarına bakmasını istiyor.


Uğur Yücel, Hollywood taklitçisi olmakla suçlandığı son filminde, konu bazında Hollywood ile karşılaştırılamayacak kadar yoğun bir analiz yapmış. Analizinde hızlı gelişen olaylarla ve kirli-eski mekânlarla, bu kirli konu üzerinde zekice eşlemelerle kurguyu bir bütünlük içerisinde vermeyi başarabilmiş. Cinsel tacizcileri acımasız yöntemlerle cezalandıran zehir polis Akrep Celal’in, yetiştirme yurdunda büyüyen stajyer polise memuresi Ezo’yu baştan çıkararak cinsel arzularına kurban edişini, filmin en önemli paradoksu olarak kullanıyor ve bu paradoksu Akrep Celal’i intihara sürüklerken sarf ettiği sözlerde yoğunlaştırıyor. Akrep Celal hiç düşünmediği bu konunun karşısına bu şekilde getirilmiş olması ile büyük bir şok yaşıyor ve intihar ediyor.


Adalet beklentilerinin içine yerleştirilmiş vahşi duyguların fırsat bulduğunda her türlü gayr-i meşru fiili onaylayacağını, bireyin ve toplumun bu türden tahrik edilmiş duygularla muhakeme kabiliyetini yitireceğini öne çıkarıyor mesajlarında Ejder Kapanı. Filmin tecavüz suçlularının siyâsî çıkar hesapları dikkate alınarak afla toplumun içine salıverilmesine karşı bir tepki filmi olduğu hiç saklanmıyor. Zaten kurgu bu şekilde planlanmış. Siyasetin ve adalet mekanizmasının çözüm üretemediği yerde bireysel çözüm arayışlarının ortaya çıkacağı gerçeği net bir şekilde işlenmiş; senaryo bu arayışların, arayış içinde olanları mahvedeceği teorisi üzerine bina edilmiş.


Güneydoğu’da askerliğini yapan acımasız ölüm makinesi Er Ensar (Nejat İşler)’ın askerdeyken 12 yaşındaki kız kardeşine tecavüz edilmesi ile başlayan tecavüzcüleri cezalandırma sürecinde, Er Ensar’ın öldürülmesi ve ona söz veren arkadaşı polis memuru Akrep Celal’in bu sürece dâhil olması senaryo klişelerinden sayılabilir. Filmin fantastik yönü, Akrep Celal’in sevgilisi Cavidan (Ceyda Düvenci) ile yeni bir hayat kurmak için emekliye ayrılacak olan patronu Abbas tarafından yakalanmayı planlaması ve ona kendisine ulaşabileceği deliller bırakması ile birlikte ejder zehiri kullanması…


Filmin en ürkütücü çerçevesi polis memurlarının sert, acımasız ve küfürbaz portreleri çizilirken dikkat çekiyor. Umarız, 80 öncesinin polislerini andıran bu tipler, Türk Polis Teşkilatı’nda barınmıyordur.


Bir pavyon şarkıcısı ile yaşadığı gayr-i meşru ilişkiye rağmen Abbas, dilinden mütedeyyin sözcükler eksiltmiyor. Filmin sonunda ikiye ayrılan tercih manzumeleri, Akrep Celal’i intihara sürüklerken, Abbas’ı, zor geçen bir ömrün zor geçen bir gecesinin sonunda sabah namazı için Camii’ye sürüklüyor.


Ekranların ve basılı materyallerin pazar araçlarından en önemlisi cinsellik, gerçekte bu bir pazar aracı da değil, hedef kitlenin psikososyal altyapılarını tahrip etmeye yönelik bir hedef araç. Hollywood filmlerinin hemen hepsinde özenle çekilmiş sahnelerin izleyicileri taşıdığı yer, cinsel tacizlerin ve tecavüzlerin arttığı kontrolsüz birey ve huzursuz toplum. Türk Sinema ve televizyon sektöründe aynı araç dikkatle ve özenle kullanılıyor; toplum bu vahşi duygularla ateş topuna/patlamaya hazır bir gizli bombaya dönüştürülüyor. Tahrik unsurlarının sürekli arttığı günümüzde, tetiklenen vahşi arzuların tatmini şehir, ırk, din, kültür, gelenek, görenek farklılığını ve eğitim seviyesini çok da ayrık tutmuyor.


Ejder Kapanı’nda Uğur Yücel, kendi filminin de bir tahrik kalıbı oluşturmasından korkmalıydı; herhalde işlediği konuda vazgeçilmez bulduğu çirkin ve iğrenç sahnelerin tahrik değil, tiksinti oluşturacağını umut etmiş. Ancak o sahnelerin kadın oyuncusu Berrak Tüzünataç (Ezo), çekimlerden sonra sinir krizleri geçirdiğine göre, Uğur Yücel bu hususta ilk kurbanı vermiş olarak başarısız olduğunu kabul etmeli.


Rol yapan oyuncuların, senaryoya uygun eylemlerinden ruhlarını ve bedenlerini çekemeyeceklerini sinema ve televizyon emekçileri mutlaka ve mutlaka anlamalı. Bu taraflarca açıkça tartışabilmeli. Salt dinî ve toplumsal nedenlerle değil, rol gereği yapılanlardan (seks, vs.) kaynaklanan psikolojik travmalar mesleki sorunlar olarak ele alınmalı ve insan hakları çerçevesinde meslekî etik standardı konulmalı…


Süreyya Sırrı Önder’in oyuncu seçiminde yönetmenin en büyük kusuru olduğunu belirttikten sonra, Kenan İmirzalıoğlu’nın oyunculuk kariyerinde, Deli Yürek dizisi ve filmiyle yerleştiği 'aile tipi yer'e yakışırken, Yandım Ali filmi, Acı Hayat ve Ezel dizisindeki rolleri ile ile aile tipi kahraman rolünden hızla uzaklaştığını ve gözden düştüğünü belirtmekte fayda var. Filmden sonra üç şeyden korkulması gerektiğini söyleyen bu İmirzalığlu, bu üç şeyi yaşıyor görünmekten çekinmiyor; Servet, Şehvet, Şöhret rollerinin bir parçası olduğu gibi, onunda hayatının bir parçası olmuş gibi.


Ejder Kapanı, filmin sonu ile ilgili eleştiriler aldı. İntihar ettirilen Akrep Celal’in sonunu beğenmeyenlerle Camii’ye sığınan Abbas’ın sonu yadırgandı. “Bu filmde Camii’nin ne işi var?“, diyenler Uğur Yücel’in vermeye çalıştığı temel mesajı alamayanlardı.

faruk tamer


Film ile İlgili Teknik Bilgiler:


Yönetmen: Uğur Yücel

Senaryo: Kubilay Tat
Görüntü Yönetmeni: Tolga Kutlar
Müzik: Uğur ışık, Pelikan Müzik
Oyuncular: Kenan İmirzalıoğlu,Nejat İşler, Ozan Güven, Uğur Yücel, İlker Aksum, Ezgi Mola, Berrak Tüzünataç, Ceyda Düvenci, Ahmet Mümtaz Taylan, Barış Küçükgüler, Hakan Boyav, Ayşe Nil Şamlıoğlu, Sırrı Süreyya Önder, Ayşenil Şamlıoğlu, Hikmet Körmükçü, Kadir Kandemir,  Kemal Topuz, Sanem Öge, Barış Kaçkar, Bülent Yaşık, İlkem Aksu
Filmin Türü: Dram, Gizem, Gerilim, Macera,Suç, Polisiye
Orijinal Adı: Ejder Kapanı
Yapımcı: Erol Avcı
Yapımcı Firma: TMC film
Yapım Yılı: 2009
Yapım Ülkesi: Türkiye
Orijinal Dili: Türkçe
Resmi Sitesi: www.ejderkapani.com
Dağıtıcı Firma: UIP Filmcilik
Vizyon Tarihi: 22.01.2010
Süresi: 105 dk


Devamı

Kabadayılıktan Gönüllü Korumalığa, Bir Dönüşüm Serüveni; Eşrefpaşalılar


-Kulak Kesiyorlardı, Kulak Kesildiler- 

“Öğretmenin, öğrenmenin bir mimarisi yok… Köprüyü suya göre yapmak gerekir.” Hoca

Hırsızlık, uyuşturucu ticareti/ tâcirliği, kumar, zina, içki ve insan katli… İnsanlığın öne çıkarıp kutsadığı tüm değerlerde ve dinlerde kötülüğün taşıyıcıları olarak tanımlandılar. Ve tarih kötülük tanımlarını netleştirip onların karşısında konumlanan tebliğleri ve tebliğcileri tanıdı. Kötülük kendi tanım alanında yaşamayı ilke edindi, kötülüğün karşısında duranlar da bu yaşam alanını daraltmayı… Eşrefpaşalılar filmi bir dönüşüm filmi. Film, bir tek adamdan yayılan duruşun, doğrudan üretilen ilkelerle çoğalmasının öyküsünü anlatıyor ve bir de aşk denilen şeyin…

Öykünün tarafları (Fethullah Gülen ve cemaati) ile öykü kahramanının karşıtları (Ergenekon Örgütü) arasındaki gerilimin hızla tırmandırıldığı 2010 yazı ve sonbaharı, tarihin en büyük sorgularından birine sahne olurken, önümüze konan sade bir gerçek var: Sevgi ve buna karşı Nefret.

Ağır bir eleştiri yağmuru altındaki Fethullah Gülen, hakettiği ve haketmediği zihinsel tortuları nasıl kanalize edecek. Kendisini anlatan bu film, hakikaten gerçekten mi bahsediyor yoksa insanlar bir simülasyon mu izliyorlar?

Ağır sınavların sürgün adamı, uzun soluklu yürüyüşünün nefes aralıklarını'kaçmak'diyerek tanımlayanları nasıl ikna edecek? Eşrefpaşalılar belki de bir ikna filmi...

Sevgi bir başlangıç mı, çözüm mü, sonuç mu? Film her üç konuma da Sevgi’yi yerleştiriyor. Oysa nefret her üç konumdan sevgiyi silmekle meşgul. Birileri intikamı nefretin gerekçesi sayıyor. Sevgi’nin son koruyucuya kadar ki koruyucuları ölürken Nefret’in besleyicileri karanlıkta yaşamaya devam ediyor. Zor bu dönemin sineması çekilene kadar, geçmiş dönemlerden birinin sineması geliyor ekranlara…

Eşrefpaşalılar, emekleyerek ilerleyen bir sinema kültürünün ürünü. Ve bu ürün -bu yazı iyi bir analiz olmasa da- iyi bir analizi hak ediyor.
Tematik/yarı biyografik filmlerin en büyük sıkıntısı, zaman-serim ilişkisinin, kurgu-sunum ilişkisine kattığı ivmenin düşüklüğünde ya da yüksekliğinde ortaya çıkıyor. Düşük ivme, kurgunun sunuma katkısını azaltıyor; sunumun, sinema iç zamanlarının takibini zorlaştırıyor.

Toplamda seyirci, yarı anlam sarhoşu yarı olgu sorgucusu olarak filmi tamamlıyor. En önemlisi filmin sinematografik özelliklerini göremez hâle geliyor. Sonuç olarak da filmin merkezi dağılıyor, mesaj bulanıklaşıyor. Yüksek ivme de ise benzer sıkıntılar aksiyon sahnelerinin etki alanını genişletiyor ve bu kez filmin serimi, seyirciye daraltılmış aralıklarda sallantılar yaşatıyor; kurgu sunumun ağırlığıyla etkisini yitiriyor. Sonuç düşük ivmeli filmlerde olduğundan pek de farklı olmuyor.

Eşrefpaşalılar filmi, bu eleştiri klasmanında büyük ivme sorunu yaşamış olarak değerlendirilmeli. Giriş bölümündeki yaygın zaman kullanımı ( Nusret’le ilgili cezaevi öncesi, cezaevi içi ve cezaevi sonrası sahneler), gelişme bölümündeki zamanın daraltılmasına (Nusret-Davut ilişkilerindeki bozulmanın olgunlaştırılarak işlenmemesi, Nusret’in gayr-i meşru ilişkilerinin genişleme bölümünün yansıtılamaması) neden olurken, oldukça kısaltılmış sonuç bölümü (Cenaze namazı sonrası Nusret’in kırılmalarının kalıcı hâle gelmesinin yeterince işlenmemesi, Tayyar ‘ın sonu ile ilgili sorgulamaların boşlukta kalması) temel mesajın etkisini güçlendirmeyi hedeflese de doygunluktan yoksun kalmış.

Senaryo yazarı, aynı zamanda Nusret’i oynayan Burak Tarık. Tarık, kabadayı âleminin raconlarını, kendine özgü kavramlarını ve davranış kodlarını doğru kullanabilmiş bir senaryo yazarı olarak oldukça başarılı. Senarist filmin temâsını da akıcı bir tabana oturtmuş olmasına rağmen, kurgudaki aksaklıklar ve yönetmenin tamamlayıcı etkisinin yeterli olmaması gibi etkenler olayların seriminin zorlaşmasını engelleyememiş. Film, güzelliklerini senaryodan ve kurgudan haberdar seyirciye saklıyor; bu da filmin ikinci kez izlenmesini zorunlu kılıyor. Oysa hiçbir film ikinci kez izlendiğinde anlaşılmak üzere kurgulanmaz. Filmin en büyük sıkıntısı da bu.

Filmin görüntü kalitesi, kamera pozisyonları kurgudaki sorunların gölgesinde kalsa da dikkatli bir izleyici için gerçekten fena değil. Işık yer yer kamera ile uyumsuz görünmekle birlikte sahnelerin görsel etkisini arttıracak bir şekilde kullanılmış; metruk cami’de çekilen tüm görüntüler takdir edilecek kadar iyi iken, gazinolarda ve mahalle sokaklarında çekilen sahnelerde bazı aksamalar görülüyor.

Müzik olgu bütünleşmesi olayları senkronize etmiş; müzikler hârika. Yücel Arzen’i sesi ve müziğiyle algılayabildik.

Filmin başrollerinden birini kendisine ayıran senaristin oyunculuğu ile ilgili eleştirilerin filmin ikinci kez izlendiğinde azalması gerektiğini düşünüyorum. Genel kompozisyonda yetersiz gibi görünen Nusret’in (Burak Tarık) oyunculuğundaki sorunlar, giriş bölümünde dikkatlerin gerektiğinden fazla Nusret üzerinde yoğunlaşmasından kaynaklanıyor olmalı. Senaristin doğal etkisi, kurgu sahibinin deneyimlerini olumsuz etkilemiş görünüyor.

Turgay Tanülkü (Davut) kimi zaman abartı katmanlarını hızla geçiyor göründü, fakat genellikle kendisi ile ilgili sahnelerde deneyimli bir aktör olduğunu kanıtladı. Hüseyin Soyaslan (Tayyar) için Turgay Tanülkü’nün abartı katmanlarını geçiş hızını ikiye katladı diyerek bir not düşebiliriz; genel olarak iyi değildi; hatta filmde doğru olmayan tek seçim diyebiliriz. Deniz Özpınar(Duygu) senaryonun kendisine yüklediği rolü gerektiği gibi oynadı, yaşadığı sorunlar tamamen kurgu ile ilgiliydi. Sermin Hürmeriç, Eleni rolünde gelişme bölümünün en iyi oyuncularından biri olarak göründü.

Sinan Albayrak (Hoca), senaryonun kendisine yüklediği ağırlığı taşıyabildi mi? Karar vermek çok zor. Senaryo donuk görüntüsünü biraz canlandırıyor gibiydi. Bir Hoca’dan daha çok, Davut Ağa’nın dediği gibi, ‘kaldırım kargası’nı andırıyordu. Rolünü çok daha iyi çalışabilir, mimiklerini kontrol edebilirdi. Fakat duygusal sahnelerde, kendisini rahat bıraktığı anlar da seyirciye uygun motivasyon alanları bırakmayı başardı.

Filmin en iyi oyuncu ödülünü Skoda rolündeki etkili oyunculuğuyla Ali Yaylı’ya vermemek haksızlık olacaktı. Filmi, kurgusal sorunlardan çıkarıp seyirciye taşıyan en etkili unsurdu. Yardımcı rollerdeki diğer oyuncuların Nusret’in mahalleye dönüşünde dikkat çektiğini belirterek oyuncularla ilgili bölümü kapatalım.

Dört hafta süren filmin çekimlerinde, Balat, Eyüp'teki Zal Mahmutpaşa Külliyesi, Aksaray'ın gece kulüpleri, Bağdat Caddesi ve Cankurtaran'daki metruk binalar kullanılmış ve 512 yardımcı oyuncu yer almış.

İlk üç günde 218 bin 246 kişi izlediği filmin konusu: İzmir Eşrefpaşa’dan gelip İstanbul’a yerleşmiş iki dosttan biri olan Tayyar, büyük bir mafya lideri olurken; Davut, namusuyla kahvesini işletmektedir. İkisi de aynı kadını sevmiştir, fakat Madam Eleni, Davut’u sevmesine rağmen Tayyar ile evlenmek zorunda kalmıştır. Tayyar, gönlünün Davut’ta olduğunu bildiği Madam’ı ortada bırakır. Tayyar, Davut’un evlâtlığı Nusret’i kendi yoluna çekerek intikam almayı düşünür. Nusret iki dünya arasında bocalarken mahallenin metruk camisine bir Hoca tayin olur ve olayların seyri değişmeye başlar.

Senaryo’nun kalitesine dair birkaç notla ilerlemek gerekirse…


Hoca iki eski dostun arasındaki aşk ve intikam hikâyesine ortasından dalıyor sıradan bir ayrıntı olarak gelip merkeze yerleşiyor… Ekmek çalan çocukla başlayan film, yine başka bir şey çalan başka bir çocukla bitiyor.

Kabadayı önyargısı karşılıyor kahvede Hoca’yı. Çay isteyen Hoca’yı sivil polise benzeten Davut Ağa, kendi özel diliyle rolüne giriş yapıyor: “O zaman size ufak bir tanıtım yapayım. Biz burada kaldırım kargalarını sevmeyiz. Çayını iç, ince ince yaylan. Bu mıntıkaya da fazla meyletme! Hani tıraşın gelir, façan bozulur.” Çayı içmeden kalkıp parasını ödemek isteyen Hoca’ya Davut Ağa:“Misafirden para almayız.”,diyor. Hoca tavizsiz: ”Misafir değiliz.” diye cevap veriyor.

Filmin kabadayı literatürüne bir katkı daha “Yekten cavla Kamuran!”diye bağırıyor Davut Ağa. Ortos, Portos, Aramis lakapları ile notalar canlanıyor Dümbelek, Keman ve Klarnetten oluşan ayaklı orkestra ile.

Nusret ağzında jilet, Adanalılara caka basıyor… Koğuşa girişiyle kendisini tanıtan kayık ceketli bir adam; Adana Kapalı’dan Deve İdris… Doğrudan hedefe yönlenen kafasıyla başlayan Falçata Nusret serenâtı: “Sen buraya nakil oldun da senin beynin dışarıda kalmış. Bu civarda ölümlerin ekserisi beyin yetmezliğinden olur. O yüzden kafayı devirli kullanacaksın!” Kafa yetmeyince ceza çay ikramıyla devam ediyor. Demlikle ağzına çayı ve sıcak suyu boca ediyor.

Ve Skoda: “Euzu bis…bis… öğrenemeyeceğiz bunu..neydi?...” çaldığı ev eşyalarını camiye taşırken korkusunu yenmeye çalışıyor. Hoca’nın, “Ben buranın yeni görevlisiyim.” Tanıtımına cevabı, “Ben buraya yeni görevli istemedim ki!”

Hoca’nın çalınan çantasından çıkan kitaplar; Vehbi Vakkasoğlu: Başkasının Günahına Ağlayan Adam ,Said Nursi’nin kırmızı ciltli kitapları ve birkaç farklı kitap daha.

Kabadayı Davut Ağa’nın bilinçaltındaki köklü ses: “Olmaz Hoca! Seni orada yatırırsak Allah çarpar bizi.”

Hoca’nın türbelere karşı tutumu… Mezarda bulunan uyuşturucuyu yakması… metaforlar... sahipsiz camii… hırsız… uyuşturucu… küresel sorunlar…

“Onlar bize gelmezlerse, biz onlara gideriz.”

Hoca etkisinin hissedildiği ilk anlardan biri; ağzı burnu dağılmış Skoda ve burnu çizilen Hoca’yı gören Davut Ağa’nın ağzından çıkacak olan küfrü modifiye etmesi: “Bu Hoca…Bu Skoda… Bu saniyeden sonra bunların kılına dokunanın anasını, avradını… asfaltta koştururum. Bu böyle biline!”

Falçata cezaevinden çıkıyor… Taksinin ön koltuğu ağa yeri…

Hoca’nın ikinci etkisi, Hoca’yı gören Kamuran’ın rakıyı saksıya dökmesi…

Nusret’in Duygu ile pamuk şeker yemesi… Davut Ağa’nın Nusret’e kötü işlere bulaşmama tavsiyesi... Tayyar’ın Nusret’i mahalleden, yani can düşmanı/kan kardeşi Davut’tan koparmak için çektiği nutuk: “Mahalle hukukuyla devam edersen, şehir kanununu öğrenemeyeceksin.”

Nusret’i Tayyar’a kaptırdığını anlayan Davut Ağa’nın gece boyunca içmesi ve yenilmişliğin hüznüyle Hoca’ya içini dökmesi: “Bu çocuk her şeyi kaybettiğim zaman geldi. Bu çocuk aşkın bittiği zaman geldi. Kan kardeşimin madiğin dik alasını atıp gittiği zaman geldi, Hoca! Hoca, Nusret ne demek biliyor musun?",“Yardım!”, “İçimizin bütün muhabbetini ona akıttık.”

Ekmek çalan çocuk Abdullah, Hoca ile birlikte camide…

Filmin en etkili repliklerinden biri… Davut Ağa:
“Dostla düşman beraber çoğalıyor.”

Kılınacak ilk Cuma namazı için cemaat oluşturulması ile ilgili sohbette, Davut: “Aslanım, ben camiye en son gittiğimde kısa don giyiyordum.” Hoca: ”Yine gelmek isterseniz kısa bir don ayarlarız bir yerlerden…”

Sokaktan Cuma cemaati toplamak…

Bir iş kurma teklifine olumsuz cevap veren Nusret’e Davut Ağa: “Bu yaştan sonra harama el sürüp, adıma leke sürersen, seni kendi ellerimle vururum… Evlat demem vururum.”

Cuma sahnesi; 11 kişi,yağmur… Skoda şemsiye’nin altına sığınmaya çalışıyor…

Mezar taşı okuyamama… Mahallede okur yazar üç kişi…

Hırsızlıkla geçinen Skoda’nın müthiş diyalektiği: ”Bak Hoca! Bu iş benim için iş değil, bir hayat tarzı, bir bakış açısı. Şimdi benim Robin Hood’dan tek farkım fakirlere vermiyorum, o kadar. Yani bu hayatı bırakmamın imkânı yok.”

Kahvedeki bir sohbet ânı… Tasavvuf’a eleştirel bir bakış… Bakkal Muhterem: “Abdulkadir Geylani hazretleri annesinden evvel doğmuş, diyorlar. Bu nasıl oluyor?”

“Melekler ne iş yapıyor? Azrail aynı anda birçok kişinin canını nasıl alıyor? Ölüm…“ gibi sorulara karşılık, Hoca fizikten astronomiden bahsediyor; tekkeye karşı medrese…

Kırılma anı; Kahve’de dinî sohbete müdahale edip, ticaretine aracılık ettiği eroini yakan Hoca’yı tokatlamak isteyen Nusret’e, tokatla karşılık veren Davut Ağa, bundan sonraki tarafını belirliyor. Tayyar’a kaptırdığı evlatlığını tümden siliyor…

Hoca’nın çocuklarla top oynaması ver çocuklara gazoz ısmarlaması… Mahallenin çocuklarına Türkçe dersi vermesi… Cümlenin ögeleri… Mehmet Akif…

Karanlık âleme dalan Nusret’ten umudunu kesen Duygu gece hayatına başlıyor. Nusret, evin giriş kapısındaki basamağa gece karanfil koyuyor, eğlence mekânlarından dönen Duygu karanlıkta karanfili görmüyor eziyor… Duygular, karanlığın altında eziliyor.

Skoda çaldığı eşyaları çaldıklarına dağıtıyor… Aç gözlü kadına “Nerden ne çaldığımı iyi bilirim.” Diyerek, kadının evinden çaldıklarını almasına izin veriyor.

Mahalleden kopan Nusret Memduh’a iş verilmesini sağlıyor bir gazinoda… Memduh mahalleyi terk eden Nusret’in yardımını reddediyor…
Cami’ye Halı tedariki meselesi… Hoca Skoda’nın gelen halıları çaldığından şüphe ile önyargılı… Oysa halılar, esnaftan cami’ye bağış…

Hoca’dan serlevhâlık söz:
“Onlar bize gelmezlerse, biz onlara gideriz.”

Nusret’in Kulak kesme sahnesi… Kulak kestiği mekânda rastladığı Duygu’yu zorla alıp eve götürmesi… Nusret’in gece sahilde geçirmesi; bankta sabahlaması... düet… mahalleye dönmesi… simitçi, bakkal, herkes küs… Duygu’nun penceresine attığı cevapsız kalan minik taş…

Kurtlar arenası… Nusret gelip ayrıldığını söylüyor…Silahı ve arabanın anahtarını masaya bırakıp, ”Falçata Nusret hayırlı günler diler!”, diyor. Tayyar: “Nereye gidiyorsun?”Cevap: “Geldiğim yere!” Tayyar yeniliyor… Davut’tan evlatlığını alamıyor..

Bu arada gece… Duygu resimleri yakıyor ve intihara teşebbüs ediyor…O sırada Nusret yüzük ve gül demeti almakla meşgul…

Hoca: “Öğretmenin, öğrenmenin bir mimarisi yok… Köprüyü suya göre yapmak gerekir.”

Duygunun ambulansla taşınması… yağmur… elde gül; bağırıyor Nusret… Camiye geliyor.

Yağmur yağıyor; elinde ustura bağırıyor:
“Namlusunun ucunda, usturanın ağzında yaşayan ben sekiz kez postu deldirdim, iki kez ölümden döndüm ben… Kargalar yüz küsur yıl kelebekler iki gün yaşıyor.”

Parmak göğe doğruluyor:
“Eğer senin adaletin buysa, yaşamam ulan ben bu hayatı!”

Bileklerini kesiyor:
”Şimdi görelim bakalım öteki hayatı.”
Önce ustura düşüyor, sonra kendisi..

Hoca namazını bitirip çıkıyor bağırtıya: “Ne yaptın be çocuk!”

Tayyar’ın terk ettiği karısı Madam Eleni, gençliğinde âşık olduğu Davut Ağa’ya: ”Ölmeye gelince cesur, sevmeye gelince korkaksın.”
Davut Ağa: “Gâlü belâ’da soru sordular. Aşk mı racon mu? Biz raconu seçtik!”

Eleni: “Şu yeni gelen Hoca’nın gözlerine bak! Ne görürsün, biliyor musun? Aşk. Hem de insanlığa yetecek kadar çok.”
Nusret ve kız görüşüyor hastanede… Buzlar eriyor. Nusret cami bahçesine gül dikiyor mahalleli ile birlikte… Hoca soruyor: “Kelebekler neden iki gün boyunca yaşar, merak ediyor musun sahi? Kelebekler, yemeden içmeden nesillerini yaşatmak devam ettirmek için yaşarlar…”

Sonuç bölümü…

Tayyar, Hoca’yı ziyaret ediyor: “İntikam şansımı elimden aldın.” Diyor, mahalleyi terk etmesi için tehdit ediyor. Çocuk Abdullah; rehin… Tayyar, Davut Ağa’yı kabadayı düellosuna davet ediyor. Hoca’yı neden koruduğunu soran Tayyar’a, Davut: “Çölde bahçıvanlık yapan adam Hoca. Sen çiçeği bilmezsin ki bahçıvanı nereden tanıyacaksın.”

Tayyar’ın mertliğe sığmayan bir saldırısıyla Davut Ağa ölüyor. Hoca’nın koruyucusu gidiyor. Cenaze namazı..yeniden başlama zamanı… Hoca mahalleyi düzene koyduktan sonra gidecek oluyor. Nusret: “Davut Ağa sen kal diye gitti. Sende gidersen çiçekler ne yöne bakacağını şaşırırlar…”

Film başladığı gibi bitiyor. Bir çocuk bakkaldan bir şeyler çalıyor ve kaçıyor. Bakkal Muharrem yine peşinde…

Ekrandaki son görüntü; Puslu bir İstanbul, puslu bir İstanbul hayatı…
  

faruk tamer

Film İle İlgili Teknik Bilgiler:

Yönetmen: Hüdaverdi Yavuz
Senaryo: Burak Tarık
Kurgu: Engin Öztürk
Oyuncular: Turgay Tanülkü(Davut), Sinan Albayrak(Hoca), Deniz Özpınar(Duygu), Ali Yaylı(Skoda), Burak Tarık(Nusret), Hüseyin Soyaslan(Tayyar), Savaş Bayındır, Fırat Paşayiğit, Ömer Pekin, Serkan öztürk, Sermin Hürmeriç(Eleni), Sibel öztük, Vural Arısoy
Müzik: Yücel Arzen
Görüntü Yönetmeni: Rico
Yardımcı Yönetmen: Hatice Dere
Yapımcı Firma: Imagine Entertainment
Yapımcı: M. Yusuf Kulaksız
Uygulayıcı Yapımcı: Sadık Özer
Sanat Yönetmeni: Ege Dora
Ses: Çağdaş Karagöz
Işık Şefi: Aydın İz
Post Produksiyon: Digi Flame
Kostüm: Didem Çopur
Düet: Devrim Gürenç, Yücel Arzen
Proje Danışmanı: Prof.Ali Fuat Bilkan
Filmin Türü: Dram,
Orijinal Adı: Eşrefpaşalılar
Yapım Yılı: 2010
Yapım Ülkesi: Türkiye
Orijinal Dili: Türkçe
Dağıtıcı Firma : Medya Vizyon
Resmi Sitesi: www.esrefpasalilar.com.tr
Vizyon Tarihi: 05 Mart 2010 (Türkiye)
Filmin Süresi: 100 dakika

Eşrefpaşalılar Filmiyle İlgili Değerlendirmeler:

1- http://tr.fgulen.com/content/view/14076/12/
2- http://www.internethaber.com/esrefpasa-imami-fethullah-gulen-mi-235725h.... 


Sinema eleştirmenlerinin yorumları(Vatan Gazetesi):

Alper Turgut (Cumhuriyet):
'Cemaat sineması mı?'
"Eşrefpaşalılar, dine sıkı sıkı sarılırsan hayat çok daha güzel olur gibi bir misyoner söyleme takılan ve bildik Yeşilçam formülünü baz alıp eski tip sinema anlayışıyla kotarılmaya çabalanan kötü ötesi bir film. Akıllara takılan soru ise şu; yeni nesil bir cemaat sineması mı doğuyor? Rivayet odur ki; Eşrefpaşalılar, Fethullah Gülen'in İzmir'de hocalık yaptığı dönemi anlatıyormuş. Kaldı ki; film gösterime girmeden satılan biletler ve yapıma destek atan sponsorlar, kuşkusuz bu iddiayı doğrular nitelikte."

Uğur Vardan(Radikal):
'Buyrun İslam'ın 'Gülen' yüzüne'
"Eşrefpaşalılar, sinemamızın erken döneminde 'ideal kurtarıcı' olarak çizilen 'öğretmen'in yerine 'imam'ı ikâme eden bir yapım. Hayatın sistemin zorluklarından dolayı 'illegal' yollarla kazanılmaya çalışıldığı bir ortama gelen cami imamı, bu sosyal dengesizliklere katkı yapmaya, herkesi doğru yola çağırmaya çabalıyor. Bir 'tevatür'e göre de, anlatılan kişi Fethullah Gülen, özellikle de 1966-71 yıllarını kapsayan İzmir'deki vaizlik dönemi."

Yusuf Bülbül (Zaman):
'Aşk daha baskın'
"Bir mahallenin yıllardır kapalı olan, hatta hırsızların depo olarak kullandığı camisine bir hoca tayin olsa, az çok neyle karşılaşacağını tahmin edersiniz. Hoca, cami, mahalle gibi kavramlara bakıp filmin didaktik ögelerle yüklü olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat filmde 'aşk'ın yer yer ana hikâyeden daha baskın olduğunu söylemek yanlış olmaz."

Erol Bilem(SİYAD):
'Gülen mi bilmiyorum'
"Filmi beğendiğimi söyleyemem. Bir mahalle de camiye hocanın gelmesiyle yaşananları anlatıyor. Üstelik filmde gösterilen cami de kırık, dökük harabe gibi iken imamın azmiyle değişiyor. Fettullah Gülen'in hayatını bilmem ama onun da hayatı camiye gidip gelmeleriyle bu şeklini almıştır."



Devamı

Bir 'Öteki' Prodüksiyonu; Uğur Dündar -İşte Hayatım-


“İlkelerin olacak, seni satın alamayacaklar.” Uğur Dündar, İşte Hayatım

Nedim Şener, 67 yaşındaki araştırmacı-televizyoncu Uğur Dündar’ın özenle seçilmiş hatıralarını ‘İşte Hayatım’ adıyla kitaplaştırıp, Uğur Dündar’ın sevgili çocukları Bora, Bartu ve Damla’ya ithaf etmiş. Üç çocuk için örnek bir insan, övünülecek bir baba; insanî kaygılar dolayısıyla saygı duyulacak bir yapım.

Ötekilerin yılmaz savunucusu, ajitasyon uzmanı Yılmaz Özdil’in, “Korktuğumuz için mi kaçarız? Kaçtığımız için mi korkarız? Bu sorulara kafa patlatmaktansa, yüzleşmemek en iyisi sanırım…”Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”ı atasözü kabul eden topraklarda, ben mi kurtaracağım ülkeyi kardeşim? Ve haliyle… Bizim yerimize düşünecek, bizim yerimize elini taşın altına koyacak, bizim yerimize “korkmayacak” birini ararız. Çırpınacak… Boğuşacak… İftiraya uğrayacak… Yargılanacak… Bizim yerimize yanacak biri olsun isteriz. Korkularımız yüzünden gasp edilen kimliğimizi, kişiliğimizi, haysiyetimizi, özgürlüğümüzü bize geri verecek biri… Bizim yerimize, bizim hakkımı arayacak biri. İşte o… Uğur Dündar’dır.” sunumu, Geray Gençer’in kapak tasarımı ve Mega Basım’ın baskısı ile 448 sayfa olarak Nisan 2010’da Doğan Kitap’tan çıkmış.


Yılmaz Özdil’in, “… özgürlüğümüzü bize geri verecek biri. Bizim yerimize bizim hakkımızı arayacak biri.” diyerek yücelttiği, idollükle vasfettiği duayen Uğur Dündar’ın uzun meslek hayatında, hangi ‘biz’e hizmet ettiği ciddi bir şekilde sorgulanmalı. Sınıfsal egemenliği savunan Yılmaz Özdil’in ‘Biz’lerini mı savundu Dündar, Özdilgillerin dışladığı öteki ‘Biz’leri mi?

Kitab’ın ‘Ne Dediler?’ ekindeki isimlere bakarak biraz fikir edinebiliriz o ‘Biz’ler hakkında. Ekte, Uğur Mumcu’nun 16 Nisan 1981, 25 Haziran 1981, 31 Ekim 1981,14 Ocak 1983, 24 Ekim 1984 tarihlerinde Cumhuriyet Gazetesi’nde, Emin Çölaşan’ın 6 Aralık 1994 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde, Mehmet Yakup Yılmaz’ın 24 Ekim 1996 tarihinde Radikal Gazetesi’nde, Ahmet Altan’ın 21 Kasım 1996 tarihinde Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde(Uğur Dündar’ın Susurluk Çetesi tarafından vurulacağı ile ilgili yazısı), Hikmet Çetinkaya’nın 30 Kasım 1996 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde, Hasan Pulur’ un 9 Ekim 1998 ve 14 Ekim 2004 tarihlerinde Milliyet Gazetesi’nde, Haluk Şahin’in 13 Ekim 2004 ve 27 Mayıs 2009 tarihlerinde Radikal Gazetesi’nde, Umur Talu’nun 14 Ekim 2004 tahinde Sabah Gazetesi’nde (Sansür karşıtı yazısı), Hıncal Uluç’un 11 Ekim 2008 tarihinde Sabah Gazetesi’nde, Derya Deniz Kırıcı’nın 29 Kasım 2008 tarihinde Dördüncü Kuvvet Medya adlı internet sitesinde, Melih Aşık’ın 16 Mayıs 2009 tarihinde Milliyet Gazetesi’nde, Tufan Türenç’in 25 mayıs 2009 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde, Rahmi Turan’ın 29 Mart 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde, Hakkı Devrim’in 26 Mayıs 2009 tarihinde Radikal Gazetesi’nde, İlhan Selçuk’un 26 Mayıs 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, Yavuz Donat’ın 27 Mayıs 2009 tarihli Sabah Gazetesi’nde, Emre Kongar’ın 2 haziran 2009 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde, Selahattin Duman’ın 16 Haziran 2009 tarihinde Vatan Gazetesi’nde, Reha Muhtar’ın 26 Mayıs 2009 tarihli Vatan Gazetesi’nde, Bekir Coşkun’un 28 Mart 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Uğur Dündar konulu yazılar var.

Mayıs-Haziran 2009’da toplanan yazıların ana konusu Ergenekon iddianamelerinde eşi ile ilgili ayrıntıların yer alması. Önceki yazıların bir kısmında da Susurluk çetesi tarafından ölüm listesine dâhil edilmesi.

Uğur Dündar gibi kitapta sık sık vurgulanan bir medya duayeni için İşte Hayatım’ında ötekilerin neden hiçbir fikri yoktur? Basın-medya subjektif kriterlere göre mi duayen tayin etmektedir? 'Ne dediler?'ekinde yer alan isimlerin çoğu(Uğur Dündar dâhil) neden Balyoz İddianamesinde faydalanılacak gazeteciler listesinde yer almaktadırlar?

Bunlar önemli sorular. Elbette listede adının bulunması Dündar’ı töhmet altında bırakmaz, kendi isteği dışında da bu listeye eklenmiş olabilir, ancak kitaptaki isimlerin çoğu aynı listede adı bulunan gazetecilerdir. Araştırmacı göz bunu görmekten kaçamaz. Dündar öteki olmayı seçmiştir.

Ekler bölümünün yazılardan biri ise ulusalcı çizgisi ile bilinen Oda TV adlı internet sitesinden alınma. 16 Kasım 2009 tarihli bu yazıda, büyük bir destan anlatılmaktadır; “…Başta siyasal iktidar olmak üzere dinci-liberal ittifak, Uğur Dündar’ı neden hedef yapmaktadır? Niye biliyor musunuz? Uğur Dündar gazetecidir. Uğur Dündar her türlü baskıya rağmen habercilikte ısrar etmektedir. Peki niçin? Sizce Uğur Mumcu niye öldürülmüştür. Sizce Abdi İpekçi niye suikaste kurban gitmiştir? Sizce dünyanın dört bir yanında bir haber için neden binlerce gazeteci ölüme koşar adım gitmektedir? Buna kimimiz meslekî aşk deriz. Ama bizce… Bunun nedeni gerçeğe olan bağlılıktır. Hangi şartta olursa olsun halka gerçeği söyleme/anlatma inancıdır. Evet… Uğur Dündar yıpratılmış, artık inandırıcılığı kalmamış medyanın içinde güven veren ender gazetecilerden biridir. Evet… Uğur Dündar Türkiye’nin bu zorlu şartlarında inadına gerçeğin peşinden koşan gazetecilerden biridir.”

‘Ne dediler?’ bölümü bize açıkça ayrılmış bir alan tanımı yapmaktadır. Uğur Dündar hangi şartta olursa olsun halka gerçeği söyleme/anlatma inancının gereğini yerine getirmiş midir? Kitap’ta anlatılanlara göre, Uğur Dündar Yolsuzluk, Vergi Kaçırma gibi yüz kızartıcı suçları mahkemeler tarafından tescil edilen Dinç Bilgin, Cem Uzan, Erol Aksoy ve Aydın Doğan ile birlikte çalışmıştır. Halen de hakkındaki vergi kaçakçılığı suçlaması kesinleşmiş olan Aydın Doğan medyasında çalışmaya devam etmektedir.

Uğur Dündar kendi ifadelerine göre, birinin yanında çalışırken diğerlerine karşı tetikçilik yapmadığını söyleyerek onurlu duruştan bahsetmektedir. Haklıdır, dar alanda değerlendirildiğinde, mevcut koşullara göre onurlu davranmıştır. Ancak; patronlarının yüz kızartıcı suçlarını araştırmamış; halka gerçeği söyleme/anlatma inancının gereğini yerine getirmemiştir; Onların elde ettiği haksız kazançtan maaşını ve transfer ücretlerini almaktan imtina etmemiştir.

Susurluk çetesinin kendisini ölüm listesine aldığı ve Alaattin Çakıcı tarafından tehdit edildiği dönemde patronu Aydın Doğan, susurluk çetesi ile ilişkileri bilinen ve gensoru ile iktidardan düşen Mesut Yılmaz’ı pijama (veya mavi bir pantolon ve mavi tişört) ile evinde karşılamaktadır. Araştırmacı gazeteci Uğur Dündar kendi hayatı söz konusu olduğu halde patronu ile ilişkilerini neden gözden geçirmemiştir?

Kitabın 293. Sayfasında anlatılanlar: “O süreçte(2001) ekonomik kriz tüm şiddetiyle hüküm sürmekte, hortumlanan bankalara peş peşe el konulmaktadır. Sahibi olduğu Etibank’ı batırdığı iddiasıyla tutuklanan Dinç Bilgin’in Sabah Gazetesi ve atv, çok zor günler geçirmektedir. Dündar’ın aklına öteden beri kendisini transfer etmek isteyen arkadaşı Zafer Mutlu’yu aramak gelir.

Bir öğlen Maçka’daki Armani Cafe’de buluşup yemek yerler. Yemek sırasında Zafer Mutlu’ya “Siz zor durumdasınız, ben hem size moral vermek hem de mesleğimi yapabilmek için gelebilirim. Biliyorum, maddi anlamda çok zor bir süreçten geçiyorsunuz. Bu nedenle kendi adıma beş kuruş para istemem. Ancak ekibimdeki arkadaşlarım evlerine ekmek götürmek zorundalar. Sadece onlara maaşlarını verin yeter! Ben Sabah gazetesine yazarım, ayrıca atv’de ‘Arena’yı yaparım!” der.”

Aydın Doğan’dan ayrılıp Cem Uzan’la çalışmaya başlayan Uğur Dündar, Aydın Doğan aleyhine tetikçilik yapmayacağını söyleyerek Uzan’dan da ayrılmıştır ve işsizdir. Etibank yolsuzluğu ile meşhur olan Dinç Bilgin’le birlikte çalışmak istemekte ve onları güçlendirmeyi teklif etmektedir.

Uğur Dündar farkında olmasa da bu anlatılanlar onun için gerçekten dramatiktir. Kitapta, halkın medya patronları ile ilgili gerçekleri öğrenme hakkına saygı göstermeyen ve ötekilerin çıkarlarını korumayı görev edinen bir Uğur Dündar profili de vardır.

Araştırmacı gazetecilik örneği, Ergenekon terör örgütü sanıklarını da savunan bir avukatla çalışmak olmamalıdır. Medya Duayeni Uğur Dündar şaibeli isimlerle çalışıp çalışmayacağına elbette kendisi karar verecektir, ancak kimin karşısında ve kimin yanında durduğu objektif gazeteciliğin sırlarıylayakından ilgilidir ve her insanı bağladığı gibi her gazeteci-televizyoncuyu da bağlamalıdır.

Ergenekon davasının görüldüğü salonda bulunan bilgisayarlarının masaüstü fotoğraflarını değiştirerek ortalığı karıştıran, Dursun Çiçek'i savunmak için Savcı Zekeriya Öz adına sahte imzalı belge hazırlayan, sahte belgelere dayanarak Zekeriya Öz"ün askerlikten kaçtığını söyleyen Avukat Vural Ergül, Uğur Dündar"ın avukatıdır.

Uğur Dündar’ın hayatını anlatan kitap teraziye adalet aramak için çıkmış görünmüyor. Aksine ölmüş insanlara (Ayhan Songar gibi) bir şeyler isnad etmeye devam ediyor. Ve ötekilerin diliyle anlattığı şeyler bu halkı artık pek ilgilendirmiyor.

Dündar’ın kendisi de bir yazar olduğu halde hayatını Nedim Şener’e yazdırması hayranlarını üzmüş olsa da, kitapta anlatılanlar doğru gözlüklerle okunduğunda çok şey anlatmaktadır.

Çalışmayı, esin kaynağı Uğur Dündar olan, Müjdat Gezen’in kitabın başlangıcında yer alan şiiriyle noktalayalım ve şiirdeki felsefeyi ayakta alkışlayalım; o felsefenin gerektirdiği gibi yaşayanları da. Umarız Uğur Dündar, o felsefenin gerektirdiği bir hayat yaşamıştır.

İlkelerin olacak
Seni satın alamayacaklar
Aptalların uydurduğu
Atasözlerine inanmayacaksın
“Paranın satın alamayacağı
şey yoktur”
“Herkesin fiyatı vardır.”
Gibi sözlere kanmayacaksın
Onurunla, kimliğinle ve beyninle
Akıllı yaşayacaksın…


Faruk Tamer


Uğur Dündar’ın Çalıştığı Medya Patronları ve Avukatı Vural Ergül ile İlgili Linkler:

1-Metin Özer, Mesut Yılmaz ve Aydın Doğan’ın Pijama Olayı’nın İç Yüzü

2- Uğur Koçbaş, ABD, Susurluk’tan korktu skandalın üzerini kapattı

3- Alaaddin Çakıcı, Mesut Yılmaz İlişkileri

4- Gensoruyla 2 hükümet, 2 bakan düşürüldü

5- Erol Aksoy Örümcek ağı iddianamesi

6- TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu raporu'nda, Sabah'ın patronları Turgay Ciner ve Dinç Bilgin ile ilgili üç suç duyurusu

7- Hapis kokusu alınca kaçan Cem Uzan Fransa’ya sığındı

8- Doğan'ı kendi maliyecileri yaktı

9- Avukat Vural Ergül'e soruşturma, Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs"ten ifadeye çağırıldı

10- Ergenekon kapsamında Vural Ergül hakkında hapis istemiyle dava açıldı

11-Analiz/Aktifhaber İşte Hayatı: Uğur Dündar

12- 'BALYOZ'cuların faydalanacağı gazeteciler listesi



Devamı

Büşrâ: Lâhikâ 1, Bilgi Destek Planı, Faaliyet Sıra No: 7

 
“Takva, Büşra gibi filmler kavanozu dıştan yalıyor.” Mesut Uçakan, Yönetmen

 Film, asimetrik bir psikolojik harekât operasyonu. Bu sebeple filmi kendi ruhuna uygun bir atmosferde analiz etmek zorundayız. Teorilerin legal- illegal olmak gibi yasal zorunlulukları yok. Filmin geliştirdiği teorilere karşılık, bir teori geliştirmek hiç de zor değil; bu film TSK’nın köşe noktalarına çöreklenmiş faşist bir zihniyetin ürünü.

Başörtülü genç kızları ve kadınları etkin toplumsal katmanlardan uzaklaştıran, yıllarca kamusal alan tanımı yaparak bu hayalî alanının sınırlarını her gün biraz daha genişletip hedef kitleyi dar alanlarda kıstırıp yalnızlaştıran ideolojik faşizmin, bu yalnızlığı kişisel bir suç/tercih olarak başörtülü insanlara dayattığı son cümlesi, son sorusu: “Yalnızlığını ne kadar gizleyebilirsin?”


İnançları gereği başını örten kadınları, örtülerini tercih ettikleri için yalnızlaştıkları fikrine alıştıran asimetrik psikolojik harekât, bu filmle yeni bir taktik anlayışa hizmet edecekti. Fakat, film ilk üç günde sadece 9 bin 633 kişi tarafından izlendi. Sinema seyircisi, filmin neden çekildiğini biliyordu; ciddiye almadı.

Film, başörtülüleri birer öcü gibi göstererek toplumsal önyargılar/ötekiler oluşturan önceki stratejilerin başarılı olduğu varsayımı üzerine kurgulanmıştı. Filmin ilgi görmemesi önceki stratejilerin de başarısız olduğunu açıkça gösterdi.

Bu filmin toplumsal mühendislik argümanı olarak kurgulandığına dair güçlü kanıtlar var.Hollywood ve Pentagon arasındaki ilişkiler bilindiğine göre bu teoriler yabana atılamaz.Yeşilçam ve derin devlet arasındaki ilişkilerin geçmişi Yeşilçam’ın tüm mazisinde rahatlıkla görülebilir… Namus düşmanı İmamlar, kazıkçı Hacılar vesaire…Komplo teorilerinin gerçekliği üzerine spekülasyonlar yapılsa da eldeki veriler şöyle bir senaryonun mümkün olabileceğini anlatıyor.

Verileri inceleyelim.

Gnkur.Bşk.lığının Eylül 2007 gün ve HRK:1700- -07/ sayılı yazısına Ek-A, Lahika-1, Bilgi Destek Planı Faaliyet Çizelgesi, Faaliyet Sıra no:7, Faaliyet: Kamuoyunu yönlendirmek, TSK lehindeki duygu ve düşünceleri pekiştirmek, Atatürkçü düşünce sistemini yaygınlaştırmak amacıyla tanınmış yönetmen/ oyunculara sinema, TV, çizgi veya belgesel filmlerin çektirilmesi. Yöntem: Toplumu ve kamuoyunu yönlendirmek amaçlı sinema veya TV filmleri dolaylı yöntemler kullanılarak yaptırılacaktır. İşlem Makamı: Gnkur. Hrk.Bşk. lığı, Koordine Makamı; - Gnkur. Gensek, Düşünceler: Sinema filmleri ve/veya TV dizisi şeklinde yaptırılabilecektir. Sinema, TV veya belgesel filmlerin yapım maliyeti yüksektir. Bu maliyetin karşılanmasına ihtiyaç vardır. (www.aktifhaber.com/file/andic_2.doc)

2007 senesinin sonundan, 2008 senesinin baharına dek askerlik görevini bitiren yönetmen Alper Çağlar, döndüğünde ilk uzun metraj filmi olan ‘Büşra'nın hazırlıklarına 2008 Eylül ayında başlıyor ve filmin çekimleri 2009 Temmuz ayında tamamlanıyor. (Wikipedi) Deneyimsiz bir yönetmenin böyle bir filmle ilk uzun metraja adım atması anlaşılması zor bir durum. Büyük bir ihtimalle askerlik hizmeti süresince brifing almış görünüyor. Filmin vizyon tarihi Mart 2010. Film, hassas bir şekilde planlanmış bir zamanlama ile yeni bir kapatma davasının açılacağının tartışıldığı günlerde vizyona giriyor.( AK Parti'ye yeni kapatma davası mı?, Yasemin Çongar, Taraf Gazetesi, 18 Mart 2010)

Büşrâ,hiçbir reel başörtülü kız yokmuş gibi Lemanyak Dergisi'nin çizerlerinden Bahadır Boysal'ın 'Türbanlı Kız Büşra' adlı çizgi romanından beyazperdeye uyarlandı. Lemanyak’da çizdiği ‘Türbanlı Çılgın Kız Büşra’ karakterini sinemaya aktaran Bahadır Boysal, anlatıyor: “Büşra karakterini 2 yıl önce çizmeye başladım. O dönem türban tekrar gündeme gelmişti. Sonra arkadaşlar bunu film yapmak istedi. 1.5 yıldır üzerinde çalışıyoruz. Kentli bir İstanbul hikâyesi. Büşra, türbanlı ama varoş değil. İstanbullu, asil bir hikâyenin kahramanı. Ne rahatsız edici, ne de boş verilecek bir hikâye çıktı ortaya. Büşra diye biri var mı, ben de merak ediyorum aslında. Metropollü bir karakter, nereye gittiğine ben de yeniden bakacağım montajda. Büşra’nın gönül ilişkisi var; âşık olduğu kişi bir yazar, gazeteci… Onun peşinden maceralara dalıyor. Çok entelektüel bir film ortaya çıkmayacak. Bir nevi macera filmi.”

Boysal, montaj bitip de film vizyona girdikten sonra eleştirilere karşı savunma pozisyonundaydı:

"Filmin türban konusunu gündeme getirip konuşturması çok önemli. Biz kimsenin tarafını tutmadık. Bir tarafı üzmek, diğer tarafı tutmak gibi bir amacımız olmadı. Filmin özü, hoşgörü temasında birleşiyor zaten." derken hiç de gerçekçi değil. Kasıtlı bir tip ürettiklerini saklayamıyor. Filmin spot cümlesi bile belirli bir önyargıyı anlatıyor; “Yalnızlığı sen seçtin!”

Filmin başrol oyuncularından Yaman’a, iş başvurusu için gelen Büşra’nın gazete yayın yönetmeni tarafından başörtüsü dolayısıyla dışlanması üzerine “Senin yerinde olsaydım, başımı örtmezdim”, dedirtiyor ve filmin sonunda da dediğini yaparak Büşrâ'nın başörtüsünü çıkarıyor.

Filmin son sahnesi Atatürk büstünün bulunduğu bir mekânda, Büşrâ’nın başörtüsünü çıkarması ile ilgili zihinsel aforizmalarla dolu. Senaristin hilâfına, başörtülülere karşı insani niteliklerini yitiren, yaralı bir insana yardım etmekten kaçınan özel tiplerin bulunduğu bu sahnelerde hoşgörü yok.

Fikret, özgüveni olmayan, modern takunya/zengin terliği ile ultramodern işyerinde gezip dolaşan, çıkarcı, küfürbaz, ikiyüzlü, maganda, beğeni kaygısıyla yetiştirilmiş çok karakterli örnek. Hedef camiada böyle bir prototip yok. Ferit’in yediği dayağın ardından ve içtiği susuz rakı’dan sonra çözülmesi, böyle olmasını baskıcı dindar bir aileye sahip olmakla izah etmesi, Boysal’ın, “Biz kimsenin tarafını tutmadık.” savunması ile örtüşmüyor.

Bahadır Boysal’ın da Büşra filminde küçük bir rolü de var. Bir yan kesiciyi canlandırıyor; rolü gerçeğe uygun ideolojik bir yankesici.

Lüks otomobillerle dolu otoparkta makyajlı başörtülü kızın durduk yere, 'Bizimkilerin hazine arazisinde yaptırdığı yeni evimize taşınacağız...' sözüne ne demeli? Toplumsal bilinçaltına hükmetmeye çalışan dönemsel ‘Müslüman; cipli, villalı zengin’ tiplemesine Ergenekoncu bir bakış… Toplumdaki ‘Burjuva Müslüman- mal mülk edinmeyen Müslüman çatışması'… Neden Ergenekoncu? İşte bundan dolayı:

12 Haziran 2009’da tarafta yayınlanan İrticayla Mücadele Eylem Planı (AKP ve Gülen’i Bitirme Planı)nın son bölümünün ikinci maddesi AK Parti seçmenine mesajdı; medya mensuplarına AK Parti mensuplarının ülkede ekonomik krizin etkisinin ciddi olarak hissedildiği bir dönemde dahi lüks yaşamlarından taviz vermedikleri yönünde haberler yaptırılacak, bu durumun hem İslam anlayışıyla çeliştiği hem de parti liderine atfedilen ‘Halk Adamı’ yaklaşımlarının gerçeği yansıtmadığı fikriyle kamuoyu manipüle edilecekti.. (Mehmet Baransu, Karargah, S.29-30)

Özenle çizilmiş karakterler’den Alara; Yoga öğretmeni, hayattan kopuk, yapay, gazeteci Yaman onu bu özelliklerinden dolayı küçümsüyor. Alara, halisünasyonlar gördüren bitki kullanarak hazırladığı karışımı Büşrâ’ya içiriyor. Böylelikle partnerinin kapıldığı başörtülü kızın içindeki herşeyi döküp sıradan biri olduğunu göstermeyi amaçlıyor. Filme gömülen ve mütedeyyin/laik seyircinin düşüncelerini manipüle eden ve yumuşatan temel mesajlardan biri: ”O da normal, o da herkes gibi… Başörtülü Büşrâ çok özel biri değil; buna anla.”

Selen, Büşrâ’nın okuldan arkadaşı; evlilik dışı ilişkiyi normal olarak algılayan, kısa flörtleri uzun süreli ilişkisi için tehlike olarak görmeyen, kendine göre bir sadakât anlayışı geliştiren,yetkili âmirlerce önerilmiş‘klasik Türk kızı tipi’.

Ve babadan her şeyi saklayan yalancı anneye sahip, nikâhlı olmadığı bir erkekle dans eden, öpüşen Büşra… Film boyunca sürekli makyaj yapan, ailesinden izinsiz maskeli balolara katılan Büşrâ’yı canlandıran ve film vizyona girdikten sonra,“Ben ‘oldu’ denilince gidip türban aldım kendime hemen. Eve gidip aynanın karşısında taktığımda “hayatta oynamam”, dedim. Hiç yakıştıramadım ve yabancılık durumu hissettim.” diyen Mine Kılıç, oynadığı karakterin gerçekle ilgisiz, başını örtmüş, ancak içi laikçi olan bir tipi yansıttığının farkında değil.

Absürd, ancak burjuva alışkanlıklarını normalleştiren dindar aileler, defilede buluşmak üzere sözleşiyorlar… Sahnenin devamında çıplak mankenler ve pankart açan provokatör kadınlar… Yönetmenin amatörce işlemeye çalıştığı ‘Lüküs Hayat’.

Hitler kostümlü ‘ulusalcı’, filmin birkaç olumlu değişkeninden biri…

Giriş ve sonuç arası bir film; kurgunun sunumu gizemli. Üçüncü sayfa haberi gibi başlayan ve sonucu önce’yi izah ederek nedenlere bağlayan psiko/sosyo analiz denemesi olan filmde, paralel hayatlar, ilgisiz karakterler, uyuşturucu bağımlısı köprü altı yetişkinlerinin namus bekçiliği ve aşk üzerine aforizmalar üretmeleri ile bağlanan olaylar var. Film uygun kamera açılarına ve kaliteli görüntülere sahip olmasına rağmen sanat olarak da başarısız.

Faruk Tamer, 31.08.2010


Film İle İlgili Teknik Bilgiler:

Yönetmen : Alper Çağlar
Senaryo : Bahadır Boysal, Alper Çağlar
Görüntü Yönetmeni: Ulaş Zeybek
Müzik: Teoman, Yağmur Sarıgül, Aziz Berk Erten, Ufuk Evcimen
Oyuncular : Mine Kılıç, Tayanç Ayaydın, Coşku Cem Akkaya , Ayşe Çiğdem Batur, Enise Ütük, Kaan Urgancıoğlu
Filmin Türü : Drama
Orijinal Adı : Büşra
Yapımcı Firma : Akare Film
Yapım Yılı : 2009
Yapım Ülkesi : Türkiye
Orijinal Dili : Türkçe
Filmin Süresi : 105 dakika
Resmi Sitesi :
http://www.busrafilmi.com
Dağıtıcı Firma : UIP Filimcilik
Vizyon Tarihi : 19.03.2010

Not: Meraklısı için Mesut Uçakan’la Röportaj: “Takva, Büşra gibi filmler kavanozu dıştan yalıyor”

”Bundan yirmi yıl önce ' Yalnız Değilsiniz' filmini yaptınız. 'Yalnız Değilsiniz' açık bir kızın dindarlaşma öyküsünü anlatırken Büşra'da ise tam tersi sorgulanıyor. Aradaki fark ne?”

“Fark şu:'Yalnız Değilsiniz' inancı tercih ettiğin zaman 'yalnız değilsin' derken, Büşra filmi 'dini yaşama biçimi olarak görmeyen laik bir mantığı tercih ettiğin zaman yalnız değilsin' diyor. Zıt bir yaklaşım içerisinde.”

“Bir kasıt görüyor musunuz?”

“Filmin her sahnesinde kasıt var. Dikkatli baktığınızda bu görülüyor. 'Sizin dini yaşantınıza da saygı duyuyoruz' diyen ama arka planda seyirciyi kendi düşüncesine çekme ve bu yönde sert mesajlar verme çabasında bir mantık çok açık hissettiriyor kendini.”

Röportajın tamamı:
http://yenisafak.com.tr/Pazar/?t=07.03.2010&i=245256
 
faruk tamer


Devamı

Elif Şafak’ın Didaktik Romanı ‘İskender’; Boşluğun İkiz Kemikleri

“Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır. En derin yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar hikâye, içten içe…” Elif Şafak, Yazar




Bir romancı, parlak, yıldızlı/yaldızlı göğüyle bir fânus içinde yazar romanını. O fânusunda yalnızdır; bir büyücü gibi parmaklarını oynatır ve fânusun içinde özgürce uçuşan harflerini dilediği dizilişlerle sözcüklere, cümlelere ve parağraflara dönüştürür. Parmaklarındaki güç zihninden kılcal damarlarına inen kurgudan beslenir. Bazen içindeki fânustur zihni; bazen fânus kurgusudur yazarın. 

Ve roman bitene dek o fânus o büyücüyü, o büyücü o fânusu  terk edemez. Roman bittiğinde ise romancı bitkin ve büyüsünün sonuçları için meraklıdır. Fânus dağılır ve herkes romanı ve romancıyı görür. O andan sonra artık herkesin özgür harfleri dudaklarından dökülmeye başlar. Eleştiriler göktaşı yağmurları gibi dökülürler. Ne yazık ki; büyücü korumasızdır ve artık gök durulana dek başkalarının büyülerine tahammül etmek zorundadır. Büyücünün kelebeği konacağı sonlu sayıda zihin aramaya çıkmışsa da, gök asla tekin değildir; göktaşları asla küçük değildir.

Elif Şafak’ın romanının kapağında kahramanlarından birinin, kitaba ad olan ve  adının her bir harfi eski tür gazete kesiklerinden oluşmuş hikayeleri andıran İskender’in, erkek kimliğini giyinerek; kaşmir bir takım elbise ve siyah rugan ayakkabı ile kollarını göğsünde birleştirerek tecessüm etmesi biraz ilkti gibi geliyordu herkese, biraz da aslında şaşırılmayan. Yazarının bizzat kendisi mi ya da kahramanıyla özdeşleşmiş olmak isteyen bir gerçek bir insan mı olduğu hususunda zihinlerde çetrefil izdüşümlerin peydahlandığı günlerde, İskender’in,  boğazına kadar iliklenmiş kravatsız gömleği ve bıçkın bakışlara sarınmış gözleri ile okuduğu meydan hakikaten ilginçti; hakikaten aslında yazarın o karakteri anlamayı/anlatmayı çok istediğinin açık kanıtıydı.

Harflerin büyücüsü, eleştiri istemeyecek kadar derin bakıyordu. Düğmeler bu yüzden ilkinden sonuncusuna kadar iliklenmişti. Büyücü hâlâ fânusûn içindeydi ve içinde kalmaya devam edecekti. Göktaşlarına karşı oluşturduğu güvenlik kalkanı kapaktaki resimdi. Empatik özel, kaskatı bir genelleme ile çetin ve geçilmez bir kalkan oluşturmuştu. 

İskender, Elif Şafak’ın içindeki erkekti; erkeğin içindeki kadındı/eğiten anne idi… Elif Şafak’ın -olabilseydi- olmak istediği/anlatmak istediği erkek. ”Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız” diyordu arka kapakta. Gelenekselin kurbanı olan her kadın gibi, aynı acımasız kopukluğun kurbanı olan erkeklerin pişman olmasını istiyordu. Kapağın romandan daha farklı ve meydan okuyucu özelliğinin tek anlamı buydu; tüm hatalarından ve günahlarından arınmış olgun bir erkek olmaktı ailelerin, geleneğin ve toplumun kurbanı erkeklere önerdiği erkek tipi… Ve erkek elbisesinin içindeki ikinci/ikiz varlığın, kadının cesameti böylece sübut buluyordu.




Kadınlara karşı, kadınların yetiştirdiği her erkeğin geçmişini olgunlaştırmasını istiyordu Elif Şafak. Sultan olarak yetiştirdiği oğlunun, Sultanlığına halel getirecek herhangi bir davranışı için ilk kurban vereceği kadınlardan birisiydi annesi. Ve erkek, aslında kadının/annenin giydirdiği elbiseyi giyiyordu. Bu elbiseydi İskender’i kâtil yapan. Roman içeriği ve kapağıyla ikiz bir mesaj veriyordu aslında. 

Kurgusunun her tarafına sinen boşluğun ikiz kemiklerine sarmalanmıştı İskender. Kişi ve toplum bu ikiz boşluğun kanatlarında dağılıyordu ve acı veriyordu en yakındakiler en sevdiklerine. Çocukların, ailelerin ve toplumun eseri olduğunu anlatan bu serüvende, babaların ve annelerin günahlarının her seferinde çocuklarda yeniden çiçek açtığını görmek şaşırtıcı değildi.

Nezo’nun erkek çocuk doğuracağını umarak hayatını feda ettiği geleneksel karanlık ailenin bütün fertlerine sirayet edecekti. Berzo’dan, Cemile’nin aleyhine, ikizi Pembe’ye damlayan şiddet İskender’de doğuyordu. Pembe, kehânetle seçtiği ismin hükümdâr esrikliğine kurban oluyor; ikizi Cemile’yi ve kendi sonrasını yok ediyordu. 

Adem, sarhoş ve ayık baba’nın dengesizliğini, içkiden uzak bir kumarbazlık ve ket vurulmuş eski sevdanın dengesizliğinde diriltiyordu; karısı Pembe’yi, ailesini ve hayatını terk ediyordu, Roksana’nın paragöz ve şuh kokulu çekiciliği için. Bu yüzden teleskobun merceği Adem’in ölümünü büyütmüştü ve Roksana, kendi boşluklarına kurban verdiğini sandığı Adem’i görmüştü boşluğa akarken. Ancak Adem’in gördüğü üç şey vardı ölürken; karısı Pembe’nin ikizi Cemile, kendi babası ve başka bir erkekle kaçan annesi. Karısı Pembe, çocukları Esma, İskender ve Yunus sahte bir rolex gibi kolundan/hayatından çıkarılmış ve geride bırakılmıştı. Sahte hayatların geride kalışı gibi, geride kalmıştı acı içindeki herkes.

Elif Şafak, İskender’de, birbirini seven herkesi geleneğin boşluklarına kurban vererek ayırmıştı. Ve acıların, ayrılıkların sosyo-psikolojisini çözümlüyordu. Roman’ın en ağır yükünü, dengeyi, İskender’in ablası Esma’nın sırtına yüklemesi, kendince toplumun en ağır sorunu saydığı aile içi şiddetin, geleneksel şiddetin oluşturduğu ikiz boşlukları işlediği romanında aslında kendisiyle Esma’yı özdeşleştirdiğini de anlatıyordu bize. Kapaktaki İskender’in içine sığmış yazar Esma. İkizler, ikizler ve ikizler.

En medenî görünen toplumların yaşadıkları ırkçılık, ayrımcılık hastalığı ile en gelişmemiş toplumların yaşadığı vahşi gelenekselin ikiz etkisini işliyordu Elif Şafak. Bu ikiz etkinin öğüttüğü hayatlardan yoksulluk ve zenginlik ikilisine kadar, iki farklı ülkeye taşınan mor hayatların ikiz izdüşümleri paslaşıyorlardı birbirleriyle. Bir yerde İngiliz olmayan herkes, diğer yerde Türk olmayan herkes, ikinci hatta üçüncü sınıftı. Geleneksel İngiliz nezaketinin içine sinen hakaret ile ırklara kirli gözlerle bakan yerel gözlerin rengini eşleştirmişti yine.

Bir ikizliğe daha sıçrıyordu Elif Şafak’ın İskender’i. İskender Pala’nın Şah&Sultan’ındaki felsefî/tasavvufî ikizliğe sarınıyor; Hasan ve Hüseyin’in ikizliğinde yer değiştiren Pembe ve Cemile’de gelenekseli yargılıyordu tekrar; gelenekseli ve gelenekselin getirdiği acıları, ölümleri.

Ancak bir göktaşı geliyor fânus’un kalkanına çarpıyor ve gökdokuda çatlıyordu. Bir ikizlik daha çıkıyordu ortaya. İngiliz yazar Zadie Smith’in ‘İnci Gibi Dişler’ adlı romanıyla İskender’in yaşadığı ikiz evrenler örtüşüyor, sanattaki etkileşimlerin hiçe sayıldığı yeni bir geleneksel yarılma çıkıyordu ortaya. 

İntihâl gibi bir sorunsal ciseliyordu fânusûn camlarında. Oysa Büyülü Küre Yerküre’de bazı harf büyücüleri aynı yere, aynı şekilde bakabileceklerini, birbirlerinden çok şey öğrenebileceklerini bilirlerdi ve diğer harf büyücüleri bir devri anlatırken benzer nesneleri, olguları, olayları, kişileri kurgulayabilir ve parmaklarıyla dizebilirlerdi. Hastaların kanayan benzer yaralarını iki doktor  neredeyse ikiz olacak şekilde  gözlemler ve tedavi edebilirlerdi.

Ancak, İskender’inde Elif Şafak, paradoksal ikizlikleri irdelerken bir şey atlıyordu; İskender’in Zişan’ına, İskender’in ve kendisinin Allah’ını anmasına rağmen, o Allah için namaz kıldırmıyordu; ona meditasyon yaptırıyordu. Namazı ve seccâde’yi pişmanlıkların ve modern kargaşanın uzağına kaçarak Cemile olmaya karar veren Pembe’nin Fırat kıyısındaki köyünde çâre diyerek sunuyordu. 

Zişan’ın tasavvuf kokulu sözcüklerindeki derin miskinlik ve takdir edilmiş tevekkül, çok sert bir içe sahip olan kâtil İskender’i etkileyecek kadar güçlü değildi; ama İskender değişmişti. İskender’in değişimini, Esma ve Yunus sindirse de, okuyucunun sindirebilmesi zordu. 

Sindirmesi için yeterince veri yoktu. Ki; zorunlu bir ısrar, kader, eğer bir senaryo idiyse aslında hiç kimse suçlu olmayacaktı sonucuna ulaşacaktı. Ve roman kendi boşluklarına tutunamadan Adem gibi gökdelenden aşağıya düşecekti. Buna karşılık Elif Şafak, kader vurgusuna rağmen, ürettiği kahramanları ve kadrajladığı toplumları didik didik ederek sorumluları buluyor ve doğrudan insanları suçluyordu, kaderi değil. İskender, değişimini de yaşadığı psikolojik çöküntü ve dayanıklılık katsayısına borçlu idi ve biraz da oda arkadaşının sessiz ölümüne. Zişan, Allah’ın ona gönderdiği bir uyarıcı veya eğitmen olamazdı.

Meditasyon ve kader, romanın en kırılgan kemikleri idiler.  Pembe Kader’i doğal ölümüne kadar yaşatan kader, Cemile Yeter’in bitmeyen çilelerine hayatıyla verdiği ‘yeter’ cevabını da dizayn etmiş görünüyordu.  Allah, bir romancı değildi. Yarattığı insanları özgür iradeleri ile yapıp ettiklerinden dolayı sorgulayacaktı. 

Ancak bir romancı, romanının kahramanları için kader belirleyebilirdi ve romancının kahramanları asla özgür değildiler; olmayacaklardı. Romancı onlara bu özgürlüklerini vermeyi düşünemezdi. Bunu düşünmesi bile, kahramanların var olma fırsatı bulamadan yok olmaları anlamına gelecekti. Roman kahramanının romanda yaşayabilmesi için onun özgür olmaması gerekiyordu. Evet, ama romancı bir şey daha yapmıştı. Roman’ındaki kahramanlardan biri de Allah’tı. Zişan’ın mistik gölgelerden ürettiği kanaate göre Zişan’ı İskender’in ıslahı için cezaevine gönderen Allah.  

Fakat romancının, yıpranmış, miskin, mistik uzakdoğulu bir kahramanını, hoyrat ve kâtil diğer roman kahramanını ıslah etmek üzere Allah’ın takdiri ile cezaevine düşürmesi, açık bir neden gerektiren bir organizasyondu. Neden? Allah, ıslah olmak isteyip istemediği belli olmayan, görünürde bunu istemeyen bir kâtil’i ıslah etmek için neden bir meditasyon çözümcüsünü kısa bir zamanlık da olsa cezaevine düşürsündü? Bu eğer böyleyse, o hâlde yazılmış olan kaderin ne anlamı kalırdı? Ya da bu kader eğer söylendiği gibi yazılan bir senaryo ise, meditasyoncu neden katl olayından önce girmemişti?

Elif Şafak, son kitabında belki de klasik kader algısını sorgulayacak bir kapı aralamış gibi görünüyor kendisine. Fakat nedense büyük bir korkuyla geri çekildiğini hissettiriyor İskender’i anlatırken ve yaşarken. İskender’in bir kader kurbanı olmadığını, eğer kurban verilecek olan bir kaderden bahsedilecekse, o kaderin Zişanla yaptığı şeyin de bir bakıma kurbanın sonsuza dek kurban kalmaması için bir vazgeçiş gerektiriyordu. 




Şafak, yazdığı kaderi, yine yazdığı başka bir kaderle değiştiriyordu. Romanın kaderi, intihar eden kahramanların kendi düşüncelerindeki çaresizlikte tıkanmalarını ve özgür iradeleri ile ölmeyi seçmelerini ile ilişkiliydi. Şafak, geleneksel kaderin bireysel ve toplumsal kökleri üzerinde uzun bir sebepler zinciri bulduruyordu. Biraz daha zorlasa insanın özgür fiillerinden neden sorumlu olduğunu netleştirebilecekken, Zişan faktörü tüm akışı veya sihri bozup romanı yazarının elinden çekip alıyordu. 

Zişan inandırıcı ve ikna edici değildi. Yazar, onun öyle olmasını istemiyor gibi davranıyordu. İskender’in kendi içinde tek başına büyük bir yolculuğa çıkmasını tasarlar ve arzularken, Zişan’ın birdenbire ortaya çıkışı pişmiş aşa su katmak gibi gereksiz ve kararsızcaydı. 

Kaderle gelen Zişan mı, büyüdükçe sorgularını olgunlaştırarak tek başına değişen İskender’in özgür olan iradesi mi? Yazar bu ikilemden çıkamadığını açıkça hissettiriyor. Annelere gönderdiği davetiyenin kader yüzünde kendisinin ve tüm annelerin çâresizliği, irade yüzünde ise yapılması gerekenler listesi vardı. Ve her iki yüzün gerektirdiği şeyler birbirine zıttı. 

Olması gereken tek şey yazarın, romanın ve evrenin yaratıcısı olan Allah’ın insan için ne tasarladığını bilmekti. Bunun için gerekli olan meditasyon ya da mistisizmin türleri yahut tasavvuf değildi. Sadece son ilâhî mektubun açık ve net olan içeriği idi. Ahlakı tanımlayan; içki içmeyi, kumar oynamayı, zina yapmayı, öldürmeyi ve belli koşullar dışında şiddeti yasaklayan, insanların özgür iradelerine saygı duyulmasını öneren bu mektup gerçek bir davetiye değil miydi?

Adem’in sarhoş babasında içki yasağı; kumarbaz ve kaçak gecelerinde kumar yasağı, Roksana’nın yatağında zina yasağı ve nihayetinde zinaya yaklaşmayın yasağında Elias’la olan yakınlığın neden olduğu öldürme yasağı. Ve öldürme yasağını askıda bırakan 15 yaşındaki bir çocukla, kışkırtma yasağında ikiyüzlü duran bir Tarık Amca… 

Ve İskender’in belinden çıkıp gelen Kate’den doğma bir çocuk, zina çocuğu Tom; hayatı boyunca hangi kimliği olduğuna asla karar veremeyecek olan bir çocuk, bir insan, belki de başka türlü bir İskender daha. Hangisi kader bunların?  15 yaşındaki kızının yaşadığı ilişki sonrası doğuracağı çocuğu kabullenen modern İngiliz anne mi? Yoksa kaçtığı erkeğin kendisini terk etmesi ile köyüne geri dönen Hediye’nin önüne öz zihinlerle örülen, üvey ellerce atılan urgan mı? Hiçbiri kader değil.

Tıpkı Yunus’un uyuşturucu ile iç içe yaşadığı halde, dingin, disiplinli ünlü bir müzisyen olması ile ilişkili bir şey bu. Ya da Esma’nın annesinin katili olan kardeşini anlaması ve onu affetmesi ile ilişkili olan bir şey. Özgür irade.

Roman için nasıl bir emek harcandığını görmek zor değil. Harf büyücülerinin neler yaptığını bilenler, romanın kurgusuna sinen ustalığı, sözcüklerin hangi anlamlı cümleleri sıcak ve serin yollara sürüklediğini, olgunun olaylarla ilişkilendirilmesini ve olayların kahramanlarının eksiksiz bir şekilde tanıtılmasını, kahramanların tiplerini, boylarını, yaşlarını, saçlarını, mimiklerini görmek isterler.

Elif Şafak, geleneksel yahut dinî ritüellerin, sosyolojik mitlerin baskısı ile yetişmiş bireylerin oluşturduğu topluluklarda yaşanan şiddeti, kurguladığı İskender’de beş bölüme – Varış; Köprüleri Atmak; Bir Erkek, Bir Kadın;  O Senin Kardeşin; Yüreğindeki Boşluk-  ayırarak anlatmayı denemiş. Ana olgu dışında ırkçılık gibi bir yan olgunun eleştirisini de yapan romanın, son dönem yükselen ırçılık için zamanlı bir dokunuş olduğunu söylemek mümkün.

Olayların ve karakterlerin serimini büyük puzzle’ın parçalarını tek tek oluşturarak yapmayı seçmiş.  Başlarken yaptığı sunum, romanın özüne dair çokça spoiler içermesine rağmen sonradan solda atan kalbe yüklenen yanılsama romanın alt tabanını sağlam bir şekilde oluşturmuş görünüyor. Kurgu okuyucunun zihnini sıradan bir akışa değil, hareketli bir dikkate ilişkilendirmiş.

Bölümlerin alt odalarında her bir karakteri inşa ederken ciddi bir efor sarf eden yazar, bazen objektiften bakarak anlattığı İskender’i günlüklerinden birinci tekil şahıs olarak örmüş. Günlüklerdeki İskender’in objektifte görünen İskender’in yansıttıklarıyla neredeyse hiç ilgisinin olmaması, yazarın bireyin içeriden ve dışarıdan nasıl göründüğüne ilişkin anlatı deneyinde başarılı bir iş çıkardığının da kanıtı.

Roman metninin orijinal dilinin İngilizce olması, metnin yazarın katkılarıyla Türkçe’ye çevrilerek yeniden elden geçirilmesi, yazarın dillerle ilişkili ifade etme çeşitliliğine saygısı olarak görülse de, -.  “Dille uğraşmayı seviyorum, bir cümleyi farklı dillerde 'nasıl kurarım'ı çok merak ediyorum” Elif Şafak-  aslında bu çalışmanın çeviri sorunlarını da ortadan kaldıran çok özgün ve fedâkarca bir çalışma olduğu açık. Elif Şafak’ın doğru anlaşılmak isteği, her yazarın en vazgeçilmez kaygısı olmalı.

Türkçe’yi seven ve eserlerinde doygun ve yetkin bir ustalıkla kullanan Elif Şafak, İskender’i de kendi özgün dilinin akıcılığıyla telif etmiş.

Roman karakterlerinin dizaynında, fiziksel özelliklerin büyük bir kısmını göz ardı etmeyi seçen yazar, Pembe ve Cemile karakterlerinde sadece göz ve saç rengine projektör tutan bakışını diğer karakterlerde nekes tutsa da, bu tutum, psikolojik ve sosyolojik bir çözümleme olarak değerlendirilebilecek bir roman için fazla sorunlu bir tutum gibi görünmemekte. Yazarın her bir karakterin işlenen lokal olguyu doğru yansıtacak fiziksel özelliklerini işlemekte cömert davrandığı da açık.

Sabır ve olgunluk örneği olarak Cemile tüm ağır bedellerin kurbanı olurken, onun tam aksi karakterdeki Pembe,  doğal ömrünün sonuna dek yaşayarak daha ağır bedeller ödemeyi tercih etmiş. Adem, olabilecek en zayıf, en kararsız ve en istenmez karakter olarak romanın belkemiği isimlerden biri olmayı başarmış. 

Fırat’ın kıyısındaki köy sakinleri ve kaçakçı eşkiyalar kendi kliklerini temsil ve tasvir eden ilkelerini şaşırtıcı olmayan bir tutarlılıkla korumaktalar. Kehribar Cariye’de tılsımlanan efsanelerin modern çağın bilmezliğinde sona ermesi de romanın yumrulaştırdığı bir ironi.

Kararsız şâhit Esma, romanın en tanınmaz karakterlerinden ikincisi… Antinomosçularla iç içe  ve yoğun aşk duygusuyla  dolu bir çocukluk geçiren Yunus, birkaç yetişkin diyaloğu dışında ortalıkta görünmemekte. Yunus’un antinomoscu gruptan müziğin evrensel karmaşasına uzanan yolculuğu detaylıca işlenmese de Berzo, Naze, Nadir, Elias, Roksana, Tarık, Kate, Tobiko Türkiye ve İngiltere gibi ayrık iki ülkenin insanlarını yaşayan, canlı karakterlere dönüştürecek kadar etkililer.

Köylü karakterlerin diyalog dilinin yazarın diyalog dilinden kopamaması, yedi yaşındaki Yunus’un düşünce sistematiğinin yeterince net bir şekilde verilememesi romanın eleştirilecek iki önemli ayrıntısı.

Pembe’in günaha girmemesi, Şafak’ın, bilişsel namus korumacılığına yanılsamalar oluşturarak sahip çıkmasını, namusun bedenle de ilişkili olduğunu kabullenmesini göstermekte ve alt mesaj olarak da bu namus mesafesinin korunması gerektiğini anlatmakta. Yazar,  okuyucusunun  Pembe’nin zina kiri kirlenmemiş olması ile rahatlamasını sağlamakta; Kate ve İskender konusunda cinsel ilişki yaşının sorgulanmamasını ve  Kate gibi genç bir kızın gebeliğinin İngiliz anne tarafından olgunca karşılanmasını da irdelemekte.
Ve boksör İskender; ailesinin ve üç  farklı toplumun eseri olan İskender, Roman’a adını veren, değişen bir karakter. Yazarı’nın tüm çabalarına rağmen Roman’a yabancı kalan İskender.

Yazarlar yazdıkları anda savunmasızdırlar. Fânuslarından çıktıklarında ellerinde eserleri vardır ve onlar iç dünyalarını yazmışlardır. Göktaşı yağmuru gibi gelebilecek eleştirilerin onları incitmesini vicdan sahibi hiç kimse istemez.  Şafak, "İskender"i bir yolculuk ruhu içinde kaleme aldığını, İstanbul'da yazmaya başladığını, Londra'da devam ettiğini ve kitabın 1,5 yılda tamamlandığını” söylerken kendi fânusunda yaşadıklarını özetlemekte ve her vicdan sahibi bir yazar gibi, kendisini okuyacak olanlara, temas ettiği sosyal  yaraların farkına varmasını ve tavır almasını istemekte. “Kadın sorunlarına duyarlı olduğumuz kadar erkeklerinkine de duyarlı olmadıkça sorunlarımızı çözemeyiz." 

Elif Şafak’ın şahitlik ettiği bireysel ve sosyal sorunların çözümü adına daha büyük bir fânus olan dünyaya dışarıdan bakmaya devam etmesi gerektiği de açık. Farkına vardığı ve vardırdığı sorunların çözümü adına, kadın ve erkeğin nasıl yetiştirilmesi gerektiğine dair uzun bir yolculuğa çıkmalı ve bu yolculuğu sadece Kur’an okuyarak yapmalı. Küresel islamofobiye verebileceği en büyük yanıt bu olmalı.


faruk tamer



Kitapla İlgili Teknik Bilgiler:

Kitabın Adı:  İskender
Yazarı:  Elif Şafak
Türü: Roman
Orijinal Dili: İngilizce
Çeviren:  Omca A. Korugan_Elif Şafak
Yayın Hakları:  Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş
Sayfa Sayısı:  443
Baskı Sayısı:  1
Baskı Tarihi:  Temmuz 2011
ISBN: 978-605-09-0251-8
Sertifika No:  11940
Kreatif Direktör:  Uğurcan Ataoğlu
Sanat Yönetmeni:  Pemra Ataç
Fotoğraf Sanatçısı:  Timur Çelikdağ
Prodüksiyon:  PPR Turkey
Baskı:  Mega Basım
Basıldığı Yer:  İstanbul, Türkiye


Röportajlar:



 Roman’ın Ana Olgusu ile ilgili Haberler:

1.Londra'da Namus Cinayeti'ne Müebbet
2. Namus Cinayeti Aileyi Parçaladı 
3. Namus Cinayetleri Hakkında Bilinmeyenler



Devamı