• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

fatma atıcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
fatma atıcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ölümcül Hastalık



Londra’da “Ölümden önce yaşam” isimli  bir sergi açan ünlü ressam Walter Schels ölümcül hastalığa yakalanmış olan modeller kullandı. Onların ölmeden önceki ve öldükten hemen sonraki  hallerini resmetti. Bunun sebebi olarak da The Guardian’a şunları söyledi: “Sona ulaştığınızda her türlü yalandan sıyrılıp, daha önce hiç olmadığınız kadar gerçek oluyorsunuz. Bir fotoğrafçı olarak ben de “yalan olan herşeyden sıyrılmış” bu yüzlerin resmini çekmek istedim”. Bu resimlerden oluşmuş  videoyu  bir sosyal paylaşım sitesinde izledim. Klibin sonunda; ne bir keder, ne bir ışık, ne bir umut, ne bir acı, ne bir hayat kalmadı şimdi. Konuşur sadece sadece ölüm... diyordu.

            Her insan hayata başka bir şey söylüyordu. Ortak noktaları yakın bir zamanda ölecek olduklarını bilmeleriydi. Gitmeden önce az kalan zamanlarında, arkalarında bırakacakları görüntüleriyle nasıl yaşadıklarını, onlara neyin kaldığını ve yanlarında neler götürdüklerini zihinlere kazımak istiyor gibiydiler. Kimisinin yüzünde alaycı bir ifade vardı; hayata mı ölüme mi meydan okuyor bilinmez... Bazıları kendilerini bekleyen sondan dolayı kederliydiler; belki de yaşamaya doyamamışlardı. Daha yapacak çok şeyleri olmalıydı. Kimilerinde bir küskünlük; Tanrı’ya inceden bir sitem gönderiyorlar sanki. Bu hastalık neden beni buldu diyen bir isyan ya da... Bazısında endişe; belki ardında bırakacakları için. O olmadan yaşayamazlarmış gibi. Ya da ahiret inancı ile kendilerini bekleyen sorgulanmadan ve akıbetlerinden endişeliydiler kimbilir... Yüzlerinde herşeye rağmen gülümseyen bir ifade olanlar da vardı; bunlar hangi yaşta olursa olsun kaderleriyle  barışık yaşamış, verilmiş olanlarla yetinmeyi bilmiş, şimdi kendilerini bekleyen sondan emin olmanın huzurunu duyuyor olmalıydılar... Kızgın olanlar da vardı elbette; en çok hayatı paylaştıkları insanlara mı kendilerine mi bilinmez kızgınlıkları, ama kavgaları  bitmemiş gibi görünüyordu... İnançsız bakışlar da vardı; öleceğine inanmayan, ölümü kendisine yakın getirmeyen ya da ölümle yüzleşmemek için yok sayan... Göremediğim tek şey acıydı... Izdırap çekiyor olmanın acısı...  Acaba yüzlere bu ifadeleri yansıtan oydu da suçu başkalarına yıkmak için saklanmış mıydı... Yoksa insan olmak ızdırap çekmekten çok daha fazlası mıydı?

            Ve gittiler... Bazısı günler, bazısı aylar sonra... Hayata gözlerini yumdu ifadesi kullanılıyordu sıklıkla... Sadece gözlerini mi yumdular? Beden, ruhun  üzerine giydirilmiş bir elbise olmalıydı... Ruh bedeni terkettiği andan itibaren tenler cesetlere dönüşmüşler, insan olmaktan çıkmışlardı. Yüzlerdeki bu ölü  ifadenin ölmeden önce her nasıl olur olsun herbirinde aynı olan o donukluğun başka bir açıklaması olamazdı... Evet donuktular... Ölümün nasıl birşey olduğunu, o anda neler yaşadıklarını, nasıl karşılandıklarını da tıpkı hayatları gibi  saklamaya kararlıydılar. Bu da Yaratıcının bir sırrı olmalıydı...

            “Yakın bir zamanda ölecek olduğunu bilmek nasıl bir duygudur”, diye sorarken zihnim, yüreğim  cevabı onun gibi bir soru ile veriyor:” Öleceğini bilmeyen tek bir insan evladı var mı bu dünyada”... O halde insan olmak ölümcül hastalığa yakalanmış olmak değil de nedir? 

fatma atıcı


Devamı

Prova

Yirmiyedi  yaşındaydı. Ömrünün baharında yani. Onun  baharı sonbahardı. Başka mevsim tanımadı. ..

Anne ve babasının biricik evladı, dayılarının tek yeğeniydi. Onu en çok yüzünü örten iki siyah perdeye benzeyen gözleriyle hatırlıyorum. Ben dayısı ile nişanlıyken bizim muhite yakın bir kursta talebeydi. Kur’an-ı  hıfzetmeye çalışıyordu. Arada sırada bize geldiği olurdu. Ben nişanlıydım... utanırdım ondan. Dayısından bir parçaydı. Yine de gelse diye yollarına bakardım. Bir gün kaldığı kursa ziyaretine gitmiştik. Dayısı : “Buralarda büyük bir zat varmış diye duyduk adı da Hafız Yahya Efendi imiş. Sen onu tanıyor musun?” demişti. Önceleri anlamamıştı, çok gülmüştük. Dünyanın kokusu üzerine sinmemişti . Masumdu. Hayalleri vardı...

Kimse ona ne olduğunu anlayamadı. Dağ gibi delikanlıydı ama  karlarıyla birlikte erimeye başlamıştı. Çok sigara içiyordu. Ama sigara dediğin genç adama ne yapardı ki? Bir gün bana utanarak başı önünde anlatmıştı. Bir kızcağız ona göz süzmüş, pek mutlu olmuştu. Yüzümde eksik bir tebessümle dinlemiştim. Utanma sırası onda, düşünme sırası bende idi. Yolları çok sık hastanelere düşmeye başlamıştı. Gün geçtikçe zayıflığı göze batar olmuştu. Sürekli nöbetler halinde öksürüğe yakalanır, hırıltılarıyla boğuk öksürükleri  seri konuşmasına engel olurdu. Onu Heybeliada Sanatoryumunda ziyarete gitmemizi unutamıyorum. . Hasta ziyareti  sebebiyle yaptığımız küçük ada gezisi bize çok iyi gelmişti ta ki onu görene kadar...

Ne o çam kokan fayton yolculuğuyla ulaştığımız hastane  güzelim yemyeşil adaya yakışmıştı ne de o hastaneye bizim yeğenimiz . Sanki iri gözleri bile vücudu gibi erimiş adeta küçülmüştü. İhtiyaçları için bıraktığımız ufacık harçlığı sigaraya vereceğini bilmek ne kötüydü ve biz ne çaresizdik. Bayram ziyaretine giderken küçük bir mutluluk vesilesi olması düşüncesi ile aldığım pantolon ve kazağı mağazanın en dip köşe yerinde en küçük büyük bedeni diyerek aramam gözlerimi doldurmuştu.

Hastaydı, hastalığının ne olduğunu bilmiyorduk. Dünyadaki bütün doktorlar biraraya gelseler ilimlerini tecrübelerini birleştirseler bile onlarında bilemedeği şeyler vardı. Hayatın içinde ölüm, tenin içinde can, canın içinde ise O’nun ilmi gizliydi. Kimse göremezdi... Ümidini kaybedenin kaybedecek birşeyi yoktur, denilir. O da yakın bir zamanda gideceğini bilen bir misafir tedirginliği ile biran önce gitmek için yola koyulmayı denedi. Ama geri çevrildi, zamanı gelmemişti. İçimiz bir kez daha dağlandı. Dayısı “ oğlum yengenle konuş bir hele, bak o psikolog gibidir, çok okur, seni anlar, anlat belki bir çözüm bulunur” demişti. Psikolog gibi değildim, çok okumanın yolunun kitaplardan geçmediğini dahi bilemeyecek kadar da cahildim. Ama dinleyebilirdim, dinledim. “Yorgunum yenge”, dedi.” Biliyorum ki gideceğim, beklemek çok zor”. Yine utanmıştım, başım önüme düşmüştü. Bakışlarımı  kaçırdım. Gözlerimiz karşılaşsa idi ona hak verdiğimi onu anladığımı görecekti. İkimizde çok iyi bilsek de gerçeklerin gizlenme zamanıydı. Yalan söyleme içi boş ümit cümleleri kurma zamanı. Lakin, buna gücüm yetmezdi. Sadece sustum. Ağlasaydım anlaşılacaktım. İlk defa anlaşılmak istemedim. Gizlenmek istedim.

Izdırap dolu bekleyişi çok uzun sürmedi. Kara haber bir gece vakti düştü evimize. Ölümün anisi ya da bekleneni olabilir miydi? Bardak ha çatlayıp yavaş yavaş kırılmış, ya da  birden elinden düşmüş  ve kırılmış... İki halde de bardak varlığını yitirmişt i. Cenaze evinde ağıtlar yakılmıyordu. Hastaydı, senelerdir ızdırap çekmiş, zaten yaşadığından birşey anlamamıştı.  Sanki ölümü haketmişti! Anneciği arada sırada hıçkırıklara boğulurken birşeyler sayıklıyordu, ne dediğini dinleyemiyordum.

Başka bir alemde gibiydim. Ne yaptığını bizlere nereden baktığını, nasıl karşılandığını düşünüyordum. Ölümü düşünüyordum, ciğeri yanan onca insan nasıl olup da yaşamaya devam edebiliyordu. İnsan olmak nasıl çetin bir sınavlar yumağıydı. Yumağı çözmek herkese nasip olmuyordu. Annesi birara bana seslendi. “Hadi benim yüreğim yanıyor, sana ne oldu nerelere dalıyorsun böyle?”  Belki bu da benim için provaydı... Muhakkak beni de bulacak olan hem yakınlarından birisini ve hem de canını teslim edecek olmanın provası...

fatma atıcı


Devamı

Hayat Susunca Konuştu Mardin

  
 Dünya misafirhanesinde dönüş günü için çağırılmayı beklerken, kısa bir süre için Mardin’de konaklamam gerekti. Birbuçuk saatlik bir yolculuğun bitimine yaklaştığımızda şehri yukarıdan seyre daldım. Alabildiğince geniş Mezopotamya ovası yeşilin ve kahverenginin her tonu ile adeta toprağın üzerine serilmiş kocaman bir tabloyu andırıyordu. Ovayı çevreleyen dağlar ise şehrin kurak ve yanık kaderinin ispatı gibiydiler. Neredeyse hiç yok denilecek kadar yeşilliksiz, kayalardan ve çorak topraktan ibarettiler. Şimdiye kadar görme imkanım olan diğer yerlerden en büyük fark ise şehrin merkezinin o dağlardan birisinin üzerine kurulmuş olmasıydı. Şehrin kalesi ise dağın en tepesinde, bütün tarihi mardin evlerinin en üstünde hepsini gönüllü olarak korumayı görev bilmiş bir baba gibi beklemekteydi.

   Şehre ayak bastığımda ilk hissettiğim eylüle ve günün erken saatlerine rağmen yüzümü yalayan yakıcı güneş oldu. Güneydoğumuzun diğer illerinde olduğu gibi güneş yılın büyük bölümünde gülen yüzünü buralarda bolca gösteriyordu. Yolculuğun başlamasıyla birlikte kulağıma yerleşen mardin türkülerinin eşliğinde şehre doğru hareket ettik. Önce “yeni şehir” denilen günümüz modern mimarisi ile  kat kat yükselen yapıların olduğu bölümden geçiyoruz. Gözlerimde tanıdık ama alışılamadık ifadeler ile... Uzunca bir tırmanışın ardından eski şehrin arka kısmında bulunan “Diyarbakır Kapı” sından tarihteki yolculuğumuza başlıyoruz. Mardin’i tam da hayalhanemde tasavvur ettiğim gibi buluyorum. Başka bir zamanda yaşıyor hissi veren bir yer burası. Peksimet ve mavi leblebi, kişniş, kakule, sumak, menengiç ve adını bilmediğim türlü baharat  kokularıyla, mütevazi ama kültür ve tarih kokan yapılarıyla, şehrin daracık sokaklarında ulaşım ve diğer ihtiyaçlar için kullanılan beyaz eşekleriyle, nereden geldiğini anlayamadığım ama heryerden duyulan arapça, süryanice, ermenice, kürtçe türküleriyle, rengarenk  bıttım sabunlarının süslediği tezgahları olan dükkanlarıyla, birbiri ile arapça konuşan türkçeyi neredeyse hiç duymadığınız yanık tenli insanlarıyla burası Mardin. Şehrin genelinde kilise ve manastır gibi hristiyan halka ait ibadethanelerin camilerden çok oluşu dikkatimi çekiyor. Günümüzde yaşayan hristiyan nüfusun 500 kadar olmasına rağmen bunun sebebini araştırdığımda bölgedeki süryani ve ermenilerin tarihinin ve yerleşiminin çok eskilere dayandığını öğreniyorum. Süryaniler soylarının Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın çocuğu olan Aram’a oradan da Hz. İsa’ya dayandığına inanıyorlar. Aynı zamanda hristiyanlığı ilk kabul eden halk ve günümüzde kullandıkları süryani dili aslında Hz. İsanın da dili olan aramicenin biraz değişmiş hali. Aramicenin aynı zamanda arapçanın da atası olduğunu söylüyorlar ve süryanice yazıların uzaktan bakıldığında arapçayı andırdığını  görüyorum. Pek çok insanın sandığı gibi süryanilik bir din değil bir halk, bazıları ortodoks, bazıları ise katolik. Amerikanın misyonerlik çalışmaları neticesinde protestanlığa geçişte olmuş az da olsa. Bölgedeki diğer hristiyanların çoğunluğu ise ermeniler. Onlar da katolik, ortodoks ve gregoryan olarak mezhepsel farklılıklar gösteriyorlar. Ermeniler de hristiyanlığı din olarak kabul eden ilk devlet olma özelliği taşıyorlar. Bölgede geçmişte yahudiler de yaşamış ve onlara ait köyler varmış ama İsrailin kuruluşu ile oraya göç etme ya da diğer yerleşim alanlarına yayılma sebebi ile günümüzde bu bölgede bulunmamaktalar.


   Mardin’de yerleşimin  M.Ö. 4500 yıllarına kadar dayandığı söyleniyor. 4. Yüzyılda hristiyan Romalıların hakimiyetine girmiş. Hz. Ömer döneminde ise islamiyetle tanışmış. Tarihi üç döneme ayrılıyor:
1.       Hristiyan Roma dönemi
2.     Artuklular dönemi
3.     Osmanlı dönemi
Şehrin mimarisinde ermeni ve süryani izleri çoğunlukta olmakla  birlikte kültürel anlamda Artuklu medeniyetiyle de sıkça karşılaşıyoruz. Artuklular oğuz boylarından bir boy. Şehrin ilk yüksekokulu olup öğretime 2007 yılında  başlayan  üniversitenin ismi de “Artuklu Üniversitesi”. Üniversite bünyesinde kurulan  “ Türkiyede Yaşayan Diller Enstitüsü” nde Kürt Dili ve Kültürü Anabilimdalı, Süryani Dili ve Kültürü Anabilimdalı, Arap Dili ve Kültürü Anabilimdalı bulunmakta. Buraya gelirken halkın büyük çoğunluğunun arap kökenli vatandaşlarımız olduğunu sanıyordum. Halbuki burada arap iki aile olduğunu söylüyorlar ve bunlardan birisi “ Kermozade” lakabıyla anılan Munganlar. Arapça konuşan ve arap sanılan insanların aslında arap olmadığını araplaşmış olduklarını dinliyorum rehberimizden. İpekyolu üzerinde bulunan bu şehir; Kervansarayları, Medreseleri, camiileri, kiliseleri, manastırları, nerede olursa olsun güneye yani El Cezire düzlükleri de denilen Mezopotamya ovasına bakan bölgeye özgü kireç kalker taşlarından yapılmış evleri ile günlerce gezilse bile keşfedilecek yerleri kalacak olan bir açıkhava müzesini andırıyor. Yüzyıllardır barış ve kardeşlik içerisinde yaşamış olan bu şehir bir “dinler ve diller” şehridir.  Daracık sokakları ve bu sokakların açıldığı hiç de büyük olmayan caddeleri burada yaşayan halkın mütevazi yaşantısının bir yansıması gibi geliyor bana. İddiasız, sade ve kendi halinde...


   Şehri gezerken, tepeden bize bakan Mardin Kalesi’ne çıkamayacağımızı öğreniyoruz. Bir süredir güvenlik nedeni ile askeri bölge olan kaleyi gezmemiz mümkün olmuyor. Kalenin içinde birçok tarihi kalıntı olduğunu söylüyorlar. Bu bölge için güvenlik en üst seviyede sağlanmaya çalışıldığından buna mecbur olduklarını anlatıyorlar. İnsanın olduğu yerde medeniyet kadar medeniyetsizlik de var. Barış kadar savaş, kardeşlik kadar düşmanlık ta...

   Ülkemizin doğu ve  güneydoğusunda bulunan pek çok il gibi Mardin de mutfağına değinmeden geçilemeyecek olan bir şehir. Hatta gezi arkadaşlarımın birkısmı buraya gelirken en çok mardin muftağını merak ettiklerini söylüyorlar. Burada kaldığım sürenin kısıtlı oluşu sebebiyle birçok yeri görme şansım olmadığı gibi yemeklerinin de ancak bir kısmını tecrübe edebildim. Buğday ve yoğurttan yapılan lebeniye, bir çeşit kapalı lahmacun diyebileceğimiz sembusek, içli köftenin buraya özgü haşlama ya da kızartma olarak yapılmış hali olan oruk, kaburga dolması, zencefilli limonatası tatma fırsatı bulabildiklerim. Bolca baharat ve bulgur kullanılıyor bu bölgede. Sabun yapımında kullanılan bıttımın da bir tür yabani fıstık olduğunu öğreniyorum.

   Yorgun yol arkadaşlarımla birlikte otelimize dönüyoruz. Ama yapmam gereken önemli birşey var. Kısa bir istirahatin ardından, otelde kalan arkadaşlarıma görünmeden dışarı çıkıyorum. Yalnız gitmem gereken bir yer çünkü burası;  tıpkı dönmemek üzere gidişimde yalnız olacağım gibi...  Gezimiz esnasında gözüme kestirdiğim “Veydi Sımmak  Asri Kabristanı”na  doğru yol alıyorum. Gördüğüm her yeni yerde yaptığım gibi bu şehrinde sadece yaşayanlarını değil, ölülerini de ziyaret etmeliyim. Şairin dediği gibi ” hayat susunca ölüm konuşuyor”,  ölümü dinlemeliyim... Bildiğim kabristanlardan çok farklı burası. Bu coğrafyada yaşayanların kaderi sonsuzluk uykularında bile kavrulmak mıdır? Tek bir selvi bile yok burada gölgesinde yatılacak. Ama sessizliğin sesi aynı... Onu dinliyorum. Küçük adımlarla yürüyorum bir yandan da. Her gördüğüm mezar taşını okuyup, hikayesini yazıyorum hayalhanemde. İnsanın kaderi değişmiyor. Kimisi bebekken gidiyor bu diyardan, kimisi gençken, kimisi olgunluk çağında, kimisi ihtiyarlığında, ama herkes gidiyor mutlaka. Biraz ileride bir mezarın başında tek başına bir  kadının oturduğunu görüyorum. Utangaç adımlarım, uslanmaz merakım yönümü oraya doğru çeviriyor. Yaklaşıyorum. Usul usul dua eden kadın kafasını kaldırıp bana baktığında gözlerindeki teslim olmuş ifade ile sarsılıyorum. Ağlıyor ama isyansız gözyaşlarıyla, ağlıyor ama gidenlere değil kendine, ağlıyor ve  her bir damlası rahmet olup toprağa karışıyor. “Yabancıya benziyorsun, nereden geldin?” diye soruyor beklenmedik bir şekilde. Ona İstanbuldan geldiğimi ve gittiğim her yerde kabir ziyareti yaptığımı, bunun ruhuma  iyi geldiğini anlatıyorum. O sırada mezar taşında iki kişinin adının yazdığını görüyorum.


     Tuğba Aksüt D.T.15.07. 1987- Ö.T. 03.08.2008     Kermo(Kerem) Zalin D.T. 15.07. 1987- Ö,T. 03.08.2008
      Mezar taşında yazılanları okuduğumu gören kadın: Allah iki insanın ruhunu birleştirmişse ölüm bile onları ayıramaz, diyor. Gözleri yaşlarla yıkanmış, pırıl pırıl parlıyor. Şaşkın şaşkın bakıyorum o gözlere. Anlatmaya başlıyor:

      Yıllar önce kardeşim gibi sevdiğim bir süryani komşum vardı. Onunla aynı gün doğum yaptık. Onun oğlu oldu adını Kermo koydular, benim kızım oldu ona Tuğba dedik. Birlikte büyüdüler. Birlikte okula gittiler. Tuğba genç bir kız olmuştu, Kermo ise yiğit bir delikanlı. Bir gün bana anne biz Kermo ile birbirimizi seviyoruz. Dinlerimiz ayrı olsa bile yüreklerimiz bir atıyor, biz birbirimizin sayıyoruz kendimizi, dedi. Nasıl bir ateş düştü yüreğime bilir misin? Bu olmayacak bir şeydi. Olmayacağı oldurmaya çalışırsan seni öldürüler, dedim. Anne biz herşeyi göze aldık, birlikte kaçacağız, dedi. Kermo müslüman olacak ona Kerem diyeceğim,hani Aslının Keremi gibi derken gözlerinin içi gülüyordu. O kadar mutluydu heyecanlıydı ki hiçbirşey diyemedim. Zaten Kermo din değiştirdiğini ilan etse hem ailesi reddeder hem de afaroz ederlerdi, artık buralarda barındırmazlardı. Onların da düşündüğü gibi tek çare kaçmaları idi. Uzak bir yerde kendilerine bir hayat kurarlar kimbilir belki bende bazı zamanlar onları görmeye giderdim. Allah biliyor ya ta küçükten beri onların birbirine yazgılı olduğunu hisseder ve korkardım, işte şimdi korktuğum bulmuştu beni. Yavrumu bağrıma bastım,  kokladım, birlikte  ağladık, uzunca bir zaman öylece kaldık. Çaresizce dualar ettim, günlerce ağladım.  En sonunda kaçınılmaz olan geldi bizi buldu. Birlikte kaçacakları gece Kermonun durumundan şüphe edip onu takip eden babası yollarını kesmiş ve birbirlerinden  vazgeçmeyen gençlere acımadan kıymış. Kermonun babası hapishaneye yavrularımız ise toprağa girdiler. Kızımın bahtı kara imiş, benimki ondan da kara.  Yavrumun ardından uykuyu unutan gözlerimin  ağlamaktan mecalsiz kalıp  sızdığı zamanlarda bir düş görür oldum. Tuğbam bana sesleniyor ; anne Keremi yanıma gömün o müslüman olarak öldü. Nikahımız kıyıldı. Bizi dünyada ayırdılar, ebediyette ayırmayın, diyordu.  Defalarca aynı rüyayı görünce Kermonun annesi ile konuştum, ona durumu ve ölmeden önce Tuğbanın söylediklerini anlattım. Taze mezar açıldı, Kermoyu Tuğbanın yanına defnettik. Onlar için bu dünyada kavuşmak yoktu, sonsuzluk aleminde kavuştular. Bana da yanlarına varacağım günü beklemek düştü...

     İnsan olanın en zor ama en bereketli imtihanı olan “ aşk “ ve kaçınılmaz varış yolculuğu  “ölüm “ burada da  yoluma çıkmıştı. Bu sadece yüzü değil, ciğeri yanık kadını, bu teslimiyeti, metaneti ve  merhameti  Mardinden en değerli  hatıra  olarak  heybeme yükledim ve yol azığı şifalı  hüzünlerle yeni hikayelere doğru seyre koyuldum... Dönüş gününe kadar...

fatma atıcı


Devamı

Sevgili Bosnam Benim


Her duanın bir kabul olunuş vakti olduğunun ispatıydı havaalanındaki tatlı telaşım... ve “nehirler özlediklere yere akar” sözünü doğruluyordu burada bulunuşum. İnsan görmediği bir yeri nasıl özler denilecek olursa  üç sene boyunca televizyon ekranlarında hep orayı görmüştüm. Aslında özlenen ekranlarda tanık olduğum vahşet  değil o mazlum topraklardı... ve çok eskilerden tanışıklığımız  olan canlardı...

Daha uçağımız havaalanına inerken mutluluğuma burukluğu katık etti Bosna. Savaş günlerinden hafızama kazınmış olan staddan bozma şehitlik Saraybosna halkından önce beni karşılamıştı. Cenazeleri defnedecek yer kalmadığından bir futbol sahasının bağrına şehit tohumlar ekildiği haberlerini yeniden dinler gibi oldum. Üç sene boyunca şehre ölüm yağdıran sırp çetniklerinin  mesken tuttuğu kana bulanmış dağlarla çevrelenmiş  Saraybosna... Hiç yeşille kırmızı biraraya gelebilir miydi? Nehirleri bile yeşil akan bu toprakların kaderi Balkan coğrafyasında yer almakla savaşa mı yazgılıydı?

“Bol-kan”ların gözbebeği ve nüfusunun büyük bölümünü  müslüman boşnakların oluşturduğu bir yer olması nasıl bir sorumluluğu ve (yükü) getirirse Bosnanın kaderi oydu işte. Balkanlar diye bildiğimiz bölgenin tarih boyunca topraklarından eksik olmayan kan sebebiyle “bol-kan” tabirinden ismini aldığını burada öğrendim. Muhteşem coğrafyası ve her  karış toprağı tarih ve kültür kokan bu yerlerin üzerinden kanın ve savaşın neden eksik olmadığını anlamaya başlamıştım.

Saraybosna,  neresinde ve hangi yöne dönük  olursanız olun kendisini çevreleyen yemyeşil dağlarıyla karşılaşacağınız, o dağların ortasındaki düzlükte kurulmuş olan şirin bir  Osmanlı şehri. Kendisine bazen karşısında bazen hemen yanıbaşında eşlik eden kilise ve  manastırlarla komşu olan camiileriyle, şehrin sembolü haline gelmiş olan Sebili ve diğer çeşmeleriyle, halen faaliyette olan tekkeleriyle, taş sokakları ve yapılarıyla beşyüzyıl öncesine yolculuk yaptıran başkent... Şehrin merkezinde sadeliğinin ardına gizlenmiş olan tarihi önemiyle Mljacka nehri usul usul uzanmakta. Bakmayın bu sakinliğe; üzerindeki Latin Köprüsü  bir sırp gencin  Avusturya Macaristan veliahtını öldürmesi ile  Birinci Dünya Savaşını başlatan olayın gerçekleştiği yerdir aslında. Belki de Mljackayı bu denli ağır akıtan tarih boyunca sularına karışmış kandır.Nehrin karşısında büyük kütüphane binası hemen gözümüze çarpıyor. Savaş sırasında çok hasar görmüş ve Osmanlıdan kalma eserler tahrip edilmiş, şimdi  yaraları sarılmaya çalışılıyor. Saraybosnanın kalbi suyundan içenin mutlaka Bosnaya tekrar geleceğine inanılan Sebilin etrafında kurulmuş olan Başçarşı’da atıyor. Şehri gezenlerin soluklanmak  için eninde sonunda geleceği yer burasıdır. Tarihi dükkanları, boşnak böreği ve çevapçiçi yapılan küçük restaurantlarıyla, Gazi Hüsrev Bey Camii ve yanındaki Bezistanıyla Sebilin hemen yanıbaşında,  bahçesindeki rengarenk gülleri ile gördüğüm en güzel camiilerden olan Çarşıska Camiiyle,  Başçarşıda yürümek tüm yorgunlukları alır götürür.  Slav ırkının soğukluğunu genlerinde taşısalar da bizlere bambaşka gözlerle bakan boşnak kardeşlerimizin canayakın ve kucaklayan  tavırlarına değinmeden geçemeyeceğim. Bunun sebebi ise; müslümanlıkla Fatih Sultan Mehmet Han’ın Bosnayı fethi ile tanışmaları,  bunun için Osmanlıya şükran duymaları  ve savaş sırasında türk halkından gördükleri destektir. Boşnaklar fetihten önce bogomilizm denilen tek tanrılı bir inanışa sahip olduklarından dolayı islamiyeti kolayca benimsemişlerdir. Aynı toprakları paylaştıkları ve aynı ırktan geldikleri  katolik hırvatlar ve ortodoks sırplardan onları ayıran en önemli özellikleri de müslüman olmalarıdır. 1990lı yıllarda dağılan Sovyetler Birliğinden etkilenen Yugoslavyada  çözülme başlamıştı. 1992 yılında Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlığını ilan etmiş,  AB ile BM tarafından tanınmıştı. Makedonya ve Bosna –Hersek’in bağımsızlığı ise referandum şartına bağlandı. Yapılan referandumda halk bağımsızlıktan yana oy kullanınca yeni devlet kuruldu. Ancak bu devleti ülkedeki sırplar tanımadı ve önce sırplar, bir yıl sonra da karışıklıktan yararlanmak isteyen  hırvatlar  boşnaklara savaş açtı. Hedef Bosna Hersek topraklarının da içinde bulunduğu büyük Sırbistanı kurmaktı.  Bunun için etnik temizlik hareketine giriştiler. Çetniklerin Bijelina şehrinde boşnaklara ait evleri yağmalayıp, halkı katletmeleriyle karanlık günler başlamış oldu. Aynı dönemde sırplar, Avrupada askeri güç açısından dördüncü sayılan Yugoslavya ordusuna ait silah ve mühimmatı Saraybosna’da kontrolleri altına aldılar. Üç yıl boyunca şehre dağlardan keskin nişancılarla ve bütün sahip oldukları askeri imkanlarla ölüm yağdırdılar. Hedefleri kimi zaman fırında ekmek sırası bekleyen, pazarda alışverişini yapan sivil halk, kimi zaman ise parklarda oynayan çocuklar oldu. Saraybosna Havaalanının da kuşatılması ile şehrin tüm dış bağlantıları kesilmişti. Şehirde bulunan ve askeri güçleri oldukça kısıtlı boşnak askerleri kuşatmayı kıramıyorlardı. 1993 yılı nisanında şehrin altından geçecek ve gerekli malzemleri şehre ulaştıracak bir tünel yapımına başlandı. Bu tünel havaalanı yakınındaki mahallelerden birinde bulunan  bir evin bahçesinden kazılmaya başlandı.  Sekizyüz metre uzunluğunda, bir metre genişliğinde ve en yüksek noktası bir metre altmış santimetre olan tünel olağanüstü bir gayret ile dört ayda tamamlandı. Savaşın ve Saraybosnanın kaderinde önemli  bir yeri oldu bu tünelin. Bu bilgileri aldığımız kişi o evin sahibi olan Şida nene ve Aliya dedenin torunuydu. Şuan da müze olarak ziyaret edilen bu evde tünelin ilk yirmi metrelik bölümünü görme imkanımız oldu. O dönemde kullanılan savaş malzemeleri, Saraybosnanın kuşatma altındaki haritası, Aliya İzzet Begoviçin bizzat kullandığı eşyalar, tüneli ziyaret eden pek çok ünlünün resimleri ve ziyaretçilerin duygularını paylaştığı anı defteri diğer görebildiklerimiz oldu. Duvara asılı olup oldukça büyük bir alanı kaplayan bir diğer levhada ise Saraybosna’da şehit olmuş boşnak kardeşlerimizin isimleri yazılıydı. Şida nineye;  bütün bu yaşananların tanığı ve ev sahibi olan kişiye minnetle baktım, elini öperken mahcuptum. Onlar için birşey yapamamış olmanın burukluğu ve şimdi bir turist olarak gelip hikaye dinler gibi yaşananları dinlemek ağırlaştırıyordu başımı...  yerden kaldıramıyordum... Evet savaş zamanında Bosnaya gidebilmeyi çok istemiştim ama elimden ne gelirdi ne yapabilirdim onlar için bilmiyorum... Kanımın deli aktığı zamanlardı ve tüm cahiller kadar cesurdum...

Şehirdeki yaşantı neredeyse savaşı unutmuş  ve hatta unutturmaya çalışıyor gibiydi. Burası başkent olduğu için sanırım, savaşın izlerini mümkün olduğu kadar silmeye çalışmışlardı. Ama yinede ekonomik yetersizlik bütünüyle bunu yapmalarına imkan vermiyordu. Şehirde osmanlı kokusu olduğu kadar komünizm döneminden kalma soğuk binalarda dikkat çekecek kadar fazlaydı. Türlü kültür ve tarihi bağrına basmış Saraybosna. Kilise çanlarının ezan seslerine karıştığı, yükseklerden bakınca en çok göze çarpanların beyaz çatılı şehit evlerinin  olduğu şehir. Kulağımda Grbavica filminden  ismini hatırlayamadığım küçük genç kızın okul servisinde yüzünde buruk gülümsemesi ile söylediği “Sarajevo ljubavi moja”nın melodisi...  Her karış toprağında  kan ve gözyaşı var ama cefasına ve acı hatıralarına rağmen terkedilemeyen bir sevgilisin sen Saraybosna...

Bu şehrin  nüfusunun % 80’ini  müslümanlar oluşturuyor. Yine de karşılaştığımız insanların boşnak olduğundan emin olamıyoruz. Bu durumun farkında olacaklar ki bizden önce davranıp Allahın selamıyla bizi selamlıyorlar. Türkçe bilmeseler de , ışıldayan gözlerle  “Türkiye” diyorlar. Vedalaşırken ise “Allaha emanet”... Ne güzel bir sözdür bu... ve ne güzel bir kardeşlik duygusu... Hüzün, mutluluk, gözyaşı ve tebessüm aynı anda yaşanıyor buralarda... Alışveriş için girdiğim dükkanda bizimle ilgilenen elli yaşlarındaki bir bayanın boşnak olup olmadığını düşünürken, deneme odalarının olduğu bölümdeki  radyodan gelen Kur’an sesiyle olduğum yere mıhlanıyorum. Gözlerim doluyor, kadıncağıza sımsıkı sarılmak ve kardeşiliğimizi haykırmak istiyorum. Allaha şükrediyorum. O’nun arşı altında O’ndan başkasına boyun eğmemiş nice mümin gönülleri biraraya getirdiği için...

Saraybosnadan sonraki durağımız, nüfusunun yarısını hırvat yarısını boşnakların oluşturduğu savaş sırasında önce sırpların saldırısına uğrayan ve 1993 kasımında  hırvat topçu ateşiyle yıkılan köprüsüyle hafızalarımıza kazınan Mostar...Güneye doğru indiğimizden burada daha ılık bir hava bizi karşılıyor. Savaşın izleri daha fazla; hasarlı binalar ve şehitlikler... Gökkuşağını andıran köprüyü ilk gördüğüm anda Allah’ım diyorum böyle bir güzelliğe nasıl kıyabilmişler... Mimar Sinan’ın talebesi Mimar Hayruddin tarafından 1566 yılında yapılan köprü şehrin iki yakasını biraraya getiriyor. Batı yakasında hırvatlar doğu yakasında  boşnaklar yaşamakta. Bu köprü Osmanlı hoşgörüsünün bir sembolü olmuş uzun yıllar boyunca. Hırvatların olduğu tarafın yüksek bir bölgesine büyükçe bir haç dikilmiş. Haçın olduğu tepenin ayaklarındaki osmanlıdan kalan camii oralardan bize göz kırpıyor. Birbirine geçmiş iki kültür ve halkın ispatı gibi orada duruyorlar. Mostar Köprüsünü yüreğinden vuran topun kalan parçaları köprünün üzerinde “dont forget” yazısı ile sergileniyor. Uzun süre yaralı bir şekilde bekleyen  köprünün onarılmasını bir Türk şirketi üstlenmiş. Neretvaya düşen her bir parçası dalgıçlar tarafından çıkarılarak yerine konmaya  mümkün oldukça aslına uygun halde restore edilmeye çalışılmış. Zümrüt yeşili Neretva bu mevsimde gri akıyor. Bağrına gömdüğü  karanlık anıları saklamakta zorlanır gibi... Başka hiçbir nehre benzemeyen Neretva yükünü paylaşmak istercesine genişleyerek Adriyatiğe doğru uzanıyor. Biz oradan ayrılıp Poçiteljiye doğru gidiyoruz ama o bizi terketmiyor, yol boyunca kıvrıla kıvrıla akmaya devam ediyor. Poçitelji tarihi  taş evleri, kaldırımları ve sokakları ile anlatılamayacak güzellikteki Neretva manzarasını, yeşil ve kahvenin her tonunu görebileceğiniz  dağları seyredebileceğimiz  kulesi ile korumaya alınmış bir osmanlı köyü. İvo Andriç’in deyişiyle “ressamlar şehri”.Biraz meşakkatli bir yol ile kuleye tırmanmaya başlıyoruz. Yolun hemen hemen yarısı denilecek yerde Şişman İbrahim Paşa camiisinde soluklanıyoruz. Camiinin imamı ile bayramlaşıp, gözlerimizle konuşmaya çalışıyoruz. Kuleye çıktığımızda tüm yorgunluğumuza değecek bir manzara bize gülümsüyor... Sadık Neretva buradan daha bir güzel görünüyor. İniş yolunda kuru ve yaş meyveler satan Omar ve Almedina isimli boşnak yavrularımızdan birşeyler alıyoruz. Saçlarını okşarken, o kara günlere  tanık olmamış bu çocukların gözlerinde,  masal yerine acı savaş hikayeleriyle büyüdüklerini görür gibi oluyorum. Mostarda ki son durağımız Buna nehrinin kenarına yaklaşık  beşyüzelli yıl önce yapılmış bir halveti tekkesi olan  Sarı Saltuk tekkesi... Blagay köyüne yakın olduğundan ismi daha çok Blagay tekkesi olarak biliniyor. Bayram günlerini yaşıyor olduğumuz için  diğer camii ve tarihi eserlere olduğu gibi buraya da Osmanlı sancağı asılmış. Tekkenin hemen yamacına kurulduğu kayalık kocaman dağın eteğinden Buna nehrinin kaynağı doğuyor. Su o kadar derinmişki o bölgede şuana kadar derinliğini ölçebilmek mümkün olmamış. Biraz ileride yuvarlak bir şalale gibi bir şekil alıyor Buna. Alabalıklar tüm sevimlilikleri ile sıçraya zıplaya yüzüyorlar nehirde. Burası o kadar dinlendiren bir yerki zamanında bu tekkede yaşayan dervişlerin ne kadar bahtlı olduklarını düşünüyorum. Dünyada ama dünyadan olmayan bir yer burası...Bunanın derinliği beni içine çekiyor. Bosnada  gördüğüm her yer gibi buraya da  hayran olmuş bir şekilde ve ayaklarım geri çekerek ayrılıyorum ...

Yaklaşık üç saatlik bir yolculukla Saraybosnaya dönüyoruz. Mostardan bana kalan acı tatlı pek çok anının ötesinde gördüğüm zambak biçimindeki mezar taşları oldu. Boşnakların bogomilizme inandıkları dönemlerden beri sembolü üç yapraklı zambaklardır. Hatta ilk bayraklarında da altı adet zambak vardı ama Bmin kararıyla yerini yıldızlara bıraktırdılar. Saraybosnadan ayrılmadan önce yapmam gerek çok önemli bir şey var. Bilge kralı evinde ziyaret etmek. Şehrin merkezinde Başçarşıya çok yakın bir yerde olan şehitliğe gidiyorum şimdi. Bir tepenin yamacında ebedi uykularına yatmış ama ölmemiş aziz kardeşlerime  selam veriyorum. Liderleri ile koyun koyuna yatıyorlar sessizce...  çok şey söyleyerek... Şimdi susma ve onları dinleme vaktidir. İşte şurada tam önümde  santimlerce  yakınımda 78 seneye sığdırılmış  destansı bir ömür; mütevazi  ve  onurlu şahsiyeti , inandığı dava uğruna yaptıkları ve çektikleriyle Bilge kral  yatmakta... Sırça köşklerde yaşamamış, halkıyla ve askeriyle omuz omuza mücadele etmiş Bosna devletinin kurucusu  Alija İzzet Begoviç. Adeta şahsiyetini anlatan mütevazi  bir evde uzanmış son uykusuna. Ona olan kinlerini ölümünden sonra mezarını bombalayacak kadar bilemiş olanlara iki yanında nöbet tutan başı dik ama yüreği yaşlı iki asker cevap  veriyor. Küçücük bir kubbenin altında pek çok insanın hayırla ve şükranla yad ettiği bir lider  yatıyor. Ona gönderilen selamları iletip dualarla diğer kahramanların arasında dolaşıyorum. Mezar taşlarındaki tarihler, Bosna’da bir neslin yok edildiğinin ispatı gibiler. Zaten sokaklarda karşılaştığımız insanlar ya çok genç ya da belirli bir yaşın üzerinde... İsimler aynı, taşlarda yazan ayet aynı, gideceğimiz yer aynı... Bosnanın bana yazdığı hikaye ile o anda ve orada karşılaşıyorum. Diğerlerinden biraz farklı bir mezar beni çağırıyor yanına, anlatacakları var... İstenileni yapıyorum, siyah bir mezar taşı... üzerinde müslüman olmadığı anlaşılan bir isim ve bir de karanlık bir resim... Miljan Markoviç (1971-1995) yazıyor... bunun da üzerinde bosanski şehid...  Bir süredir orada yaşayan arkadaşımdan öğreniyorum. Savaşın sonlarına doğru senelerce kardeş gibi yanyana yaşadıkları müslümanları kesen ırkdaşlarına  isyan eden bir sırp gencidir Mljan ve yapılan zulüm onu çokça düşündürüp, müslümanlıkla şereflenmeye götürür. Rabbin ödülü ne büyüktür... İstediği halde kimlere nasip olmayan ona nasip olacaktır. Müslüman olduğu gün cephede ismini bile değişmeye fırsat bulamadan şehid olur...

Bosna ve 1992 ile 1995 yılları arasındaki savaş bunlardan ibaret değil elbette. Göremediğim ama içimde sızlayan en acı yara olan Srebrenica var mesela. İkinci Dünya Savaşından beri yapılmış en büyük katliama tanık olan Sırpların olduğu kadar Avrupanın da boğazına kadar kana gömüldüğü şehir.  İnsan olmayanların işlediği “insanlık” suçu... Savunmasız buldukları köye saldırıp ikisi bebek, otuzaltısı kadın  yüzonaltı boşnağı  köyün camisinde yakanlar  var sonra... Ahmiç sülalesini ve adını bilmediğimiz nicelerini yok eden... Mostara kıyan, arkadan vuran hırvatlar var... Resmi kaynaklarda daha az geçse de ikiyüzellibin şehit , binlerce kayıp, tecavüze uğramış kadınlar ve doğurmak zorunda kaldıkları ama masum oldukları halde benimseyemedikleri  bebekler  ve sadece mazlum boşnak halkının değil insan olduğunu unutmamış tüm halkların bağrında açılan derin yaralar var.

Bosnayı  yazmak hangi kalemin bahtsızlığıdır ki; kırılmaya mahkumdur... ve hangi cümleler boylarından büyük bu  işe soyunur... Bosnayı yazmak diye birşey yoktur belki de olsa olsa yaşamak vardır. Benim gibi aciz bir çift gözün ve yosun tutmuş bir yüreğin görebildikleriyle yaşamak denilirse...
Son sözü  Bosnanın ilk milli marşı olan ve sonradan yine BM tarafından değiştirilen Cemaludin Latiç’e ait şiire bırakalım:

Allah’ın mavi arşına,
Mabedlerden tekbirler yükseliyor
Bunlar benim ülkemin şarkılarıdır
Tüm ovalar, dağlar bunu haykırıyor
Kanlı toprak üzerine kurulmuş
Sevgili Bosnam benim...
İki gözüm gibi korurum seni
Çünkü ben senin oğlunum, senin...

Tuna’da altın tohum
Drina’da mavi şafak
Neretva’da güneş batarken
Sava ovalara yayılır
Kanlı toprak üzerine kurulmuş
Sevgili Bosnam benim...
İki gözüm gibi korurum seni
Çünkü ben senin oğlunum, senin...

fatma atıcı


Devamı