• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

Gökyüzüne bakıp bulutlarda asılı kalmak istediğini fark edemeden yine günlük hayatın telaşına kapılıp gitmekteydi. Sancılar çoğaldıkça başka bir el derinliklerine çoktan inmişti. Zaman bu kez umursamıyordu; çünkü artık kendisi de ne hissettiğini bilemiyordu. Acı tatlı bir an...Derinde, dipte…Tuhaf bir şekilde bir yara daha açmak isteyip dağıldığına şahit bile olamıyordu. Sonra hepsinden tiksinip kendi utancına, kabuğuna geri dönüyordu. Filmlerdeki replikleri ezberleyip yine yıldızlarla konuşuyordu. Aynı şarkıda defalarca ağlıyordu. Farklı adamlarda farklı birini oynuyordu. Oynuyordu çünkü bunu hayat değil insanların ta kendisi öğretmişti. Mutluluk güzel bir şarkıydı fakat bir süre sonra zehirliyordu, allak bullak ediyordu. Sahi sırf küçük mutluluklar için çabalamak ve o an kendini yok saymak... Bunu hayat değil insanlar öğretiyordu. Defalarca bu cümleyi yineledi. Anladı nasıl olsa biri tarafından gerçekten sevilemeyeceğini, hissedemeyeceğini, kalbinin atmayacağını da. Evet, yaşamak güzeldi. Kalbin olmadan da insanları seveceğini öğretiyordu insanlar. Sevmenin sev köküyle alakası yoktu tabi onlar için. Kendini acıtmak çok pahalıya geliyor azizim. İnsanlar aç, insanlar yoksul, insanlar kemirgen, insanlar zehirleten... Kendimizi de buna dâhil ettik çoğu zaman ve yine duvarlarımızı zırhlarımız ilan ettik.

Kim haklı veya haksız... Ne önemi var ki? Sonucu size ne veriyor, sizden ne alıyor? Düşünmemeyi prensiplerimize alalı çok olmadı mı? Doğru bu senin kişisel oyunun. Kendi çemberinin dışında olmak nasıl bir duygu? O çemberde tüm sevdiklerin var ama sen çemberin dışındasın. Bir süre sonra bunda da kendini kötü hissetmiyorsun. Alışmak değil, umursamamak da değil. Sadece kifayetsiz kaldığın zamanlar ki bu kifayetsizliğe çoğu zaman şapka çıkartılır. Bu kifayetsizlikten çıkmak istemezsin. Çemberdekiler mutsuz olduğunu sanabilir ama inan yerinde olsalar mutluluğu o zaman gerçekten tanırlardı. Gerek yok onlar çemberdeki hallerinden memnun.


Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin? Gerçekliğin maskelerle ilgisi yok. Gerçekliği buna alet eden insanların yaptığı vicdan orgazmlarını duymaya, görmeye, anlamaya hiç gerek yok. Bunları okuduğunda da bana hak vermeni beklemiyorum. Kişisel gelişim uzmanı değilim. Tavsiyelerim yok. Hepsini yok ettin. Hepsini kemirdin. Beynimi, benliğimi kemirdin. Yine de kendimi her gün yeniden inşa edebilirim fakat seni, senleri yerle bir edebilirim. Ne anlam aramak, ne de soru işaretleri, ne de insanların kendilerini rahatlatmak için yaptıkları vicdan orgazmları... Hiç, hiçbir şey...

cansu şengün


Devamı

Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım


‘Ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum’ diyor ünlü şair bir dizesinde. Ne güzel de söylüyor… Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır. Ben artık susmak değil konuşmak istiyorum hatta bağırmak ve sesimi herkese duyurmak istiyorum. Anlamak değil anlaşılmak istiyorum artık. Şarkı dinleme vakti değil şarkı söyleme vakti.

Madem ben artık diye başladık söze ve anlaşılmaktan bahsettik öyleyse anlatmaya başlayalım. Kitap okumak, müzik dinlemek, film izlemek ne kadar da güzeldir. İnsanı başka dünyalara götürür; bilmediği yerlerde, bilmediği insanlarla, hiç tatmadığı duyguları tadar insan.

Tabi hepsinin yeri, zamanı, tadı ayrıdır da; bir de yazmak var ki öyle her zaman her yerde yazamaz insan. Çünkü yazmak da hepsinden biraz bulunur başka anlara başka duygulara gider insan yazarken ama en sonunda dönüp dolaşıp kendinden bir şeyler anlatır aslında. O yüzden yarın okurum, yarın izlerim, yarın dinlerim diyebilir insan; ama yarın yazarım diyemez yazmak birden bire olur hatta çoğu zaman olmaz.

Yazmak daha özeldir bu yüzden de ne kadar yazarsan yaz bilirsin ki hep eksik bir şeyler kalmıştır. İşte bu yüzden söylemek istediğim her şeyi yazmak diye bir şeyin olmadığını her zaman eksik bir şeyler kalacağını kabul etmem gerektiğini bilerek yazdım bu sefer. Ben artık kelimelerin kalpte başka, ağızda başka, kâğıtta bambaşka anlamlar taşıdığını bilerek yazdım. Bilerek ama yine de anlaşılmak umuduyla…

İzlediğim bir filmin beni başka dünyalara götürmesinden cesaret alarak yazdım.
Bu film Eternal Sunshine of the Spotless Mind(sil baştan) . Adam aşık olduğu kadına ait tüm anılarını bir makina yardımıyla sildirir. İzleyenler bilirler, zaman makinasından daha çok neyin icadı için ümitlenildiğini. Sahi ya gerçekten sil baştan yaşamak mümkün olsa ne güzel olurdu diye düşünüyorum şu aralar bazı anıları hiç hatırlamamak ya da bazı insanları hiç tanımamak mümkün olsaydı keşke. Unutmak mümkün olsaydı. Sonra diğer yanım hemen keşkelerimin arasından sesleniyor eğer anılarını sildirmek mümkün olsa yine aynı hataları yapabilir, yine aynı şekilde kendini hırpalayabilirsin, bunu neden isteyesin ki?" Belli ki bu yanım büyümeye engel görüyor unutmayı. Oysa kimse bana büyümek isteyip istemediğimi sormadı ki.  Eğer böyle bir şey olsaydı ben bazı anılarımı hiç yaşanmamış kabul etmek isterdim ve böylece hala saf, masum bakabilirdim insanlara ve verilen sözlerin tutulacağına inancımı kaybetmemiş olurdum. Bütün insanların özünde iyi olduğunu bizi kötü yapanın şeytan olduğunu düşünmeye devam edebilirdim özünde bu kadar kötü insan tanımasaydım. Neden yaşadıklarımı hata olarak görüyorum bunu da anlamış değilim; zaten hatalarımdan ders almak zorunda olmam da saçma! Ders alması gereken kötüler olmalı, hata yapan da onlar zaten. Neden ben beni üzen olaylardan, insanlardan ders alıp bir daha kolay güvenmemem gerektiği, her söze inanmamam gerektiği, her bakışa kanmamam gerektiği sonucunu çıkarmalıyım ki. Yani üzülmemenin yolu masumiyetini kaybetmek mi? Yazık dünyanın kötü olduğunu kabul ederek başlamamız gerekiyor sanırım hayata; 1-0 geriden yani. Birini çok sevmek, birine güvenmek canımızı yakıyor ve biz bunu bir hata olarak görüyorsak; hatamızdan ders alıp bir daha güvenmemeyi ve kendimizden başka kimseyi sevmemeyi öğreniyorsak eğer bu dünya gerçekten de kötü bir yer.

Her hayal kırıklığımda, güvenim sarsıldığında, canım yandığında bana canımın yanmaması için bencil olmayı, kimseye güvenmemeyi, canım yanmasın diye başkalarının canını yakmayı öğreten bu sisteme karşıyım ve sil baştan yaşamak da mümkün olmadığına göre( en azından makine icat edilene kadar) ben de o şikâyet ettiğim insanlara benzememek için yazmayı seçtim. Kötü şeyleri unutmak mümkün değildi ben de iyi şeyleri unutmamak için yazdım. Birine güvenmenin değil birini kandırmanın hata olduğunu, birini sevmenin değil birini aldatmanın acı vereceğini anlatmak ve anlaşılmak; en çok da kendimi anlamak umuduyla yazdım.


bilge dilek yıldız


Devamı

Sis



Bir, karanlıklar göstermez sana önünü,
Bir de deli beyazlar..
Kandırmak istersin kendini, bulutların üstündesin diye
Güneş'e yakın olduğunu sanıp ısıtmak istersin içini
Pırıltılarını beklerken ışıltılı gökyüzünün
Kaybolmuşluğunu hissedersin bulanıklığının
Ve soğukluğunu yalnızlığının
Arasa da gözlerin küçücük bir zerre ziyadan
Sahteliğin isleriyle ıslanmaya mahkumdur çoktan
Inandırmak yetmez, kendini pamuktan bulutlar olduğuna
Seni tutup saran puslu bir sistir göz açtırmayanından.
Artık yüzüne vurulmasını beklemektesindir yanılgının
Sessizce acının derinlerinde boğulmak için
Seversin çünkü kendinden beslemeyi, başkalarının mutluluklarını
Seversin çünkü verdikçe azalmayı
Seversin çoğalmamayı, yitip yokluğa yol almayı
Kayıpları seversin, kırıklıkları seversin.
Insanları, hayallerini karartsınlar diye alırsın hayatına.
Sen, kurban olmayı baştan seçmişsindir çünkü
Varsın onlar mutlu olsundur senin anlayışın
Ya sen, ya senin içindeki Tanrısal neşve?
O ne zaman 'hayat buldum ben!' Diyecek?
Ne zaman kendine 'kendin olma' hakkını vereceksin?
Ne zaman kendini başkalarından çok seveceksin ve 
Ne zaman o bulutlara yükseleceksin?

fatma beyza baş


Devamı

Taraf Olmak ?



Tarafım yok ey okuyucu! “Bertaraf olmamak için bir taraf seçmen gerek”  diyorsan da tarafımı sadece ve sadece Hakk’tan yana kullanıyorum. Şu anda da aklı başında olan Müslümanların gerçek tarafının Hak olduğuna inanıyor daha doğrusu inanmak istiyorum. Ve biliyorum ki bizi kurtaracak olan “cemaatçi” veya “Erdoğancı” olmak değil, samimi Müslüman olmaktır.

Hafta Sonu Halısaha Maçında Buluşalım mı?

1994 yılında hizmet ile tanışmam nasıl oldu hiç hatırlamıyorum. Hatırımda kalan şimdi nerede ne konumda olduğunu çok istememe rağmen bilmediğim Ramazan Abimin mütebessim yüzü…Bir de bana ders programı yapmıştı elleriyle. O zamanlar “word” var mıydı hatırlamıyorum  ama bilgisayar olan ev parmakla gösteriliyordu. Yaptığı programa şunu yazmıştı “en kötü program bile programsızlıktan iyidir”. Doğru demişsin güzel abim. Şu anda her yıl en az 1 ajanda eskitiyorsam hakkın vardır. Helal et…

Belki de halı saha maçında (t)avlanmıştım. Bunu da hatırlayamıyorum. Çok da önemli değil. Sonuca bakmak lazım. Hiçbir ücret beklemeden saatlerce ders anlatırdı abilerimiz bize, ders aralarında çorapla maç yapar, bazen maklube yer, bazen de film izlerdik. Müstehcen sahneler o an elde ne varsa(dergi veya büyük bir kitap, atlas) kapatılırdı. Bizler de gözlerimizi kapatırdık. Kabul, bazen ben de kitabın kenarından veya ellerimin arasından o sahneyi görmek isterdim. Böyleydi işte. Okuma kampları yapar, hiç anlamadığımız risaleleri okumaya çalışır, Hocaefendinin sohbetlerini hisli bir şekilde dinleyen abilerimize onlar kadar hislenemesek de eşlik ederdik. Namaz sonu tesbihatlar, özellikle sabah namazı sonrası (Allah affetsin) işkenceye dönüşür, bizler bir an evvel bitmesini bekler ve sonra da kendimizi uykunun sıcak kollarına bırakırdık. Geceleri teheccüde kalkan abilerimiz bir anne şefkati ile üzerimizi örterdi. Bir de namazlarda gülme krizi gelirdi. Abimizin beş kere tekbir aldığını bile hatırlarım. Hatta birinde dayanamayıp onun da tebessüm ettiğini…Anlatacak o kadar çok şey var ki. Aradan 20 yıl geçmiş. O zamanki abi(leri)mi de o zaman ki hizmet hareketini de çok özlüyorum. Benim düşüncemde olan insan sayısının da azımsanmayacak kadar çok olduğunu biliyorum…

Hizmet Çemberi Büyüyor

Yıllar geçti ve özellikle 2000’li yıllardan sonra cemaat çok ciddi bir büyüme kaydetti ki şu an sadece yurt dışında 160 ülkede okul var. Yurt içindeki, hadi karşı tarafın dili ile ifade edeyim, “varlıkların” hesabını da yapamıyorum. Basit bir google taraması ile tam olmasa da yaklaşık bir bilgiye sahip olunabilir. Gazeteler, dergiler, televizyon kanalları, radyo kanalları, bankalar… derken neredeyse her sektörde cemaatin adını duyar olduk. Bazen “keşke duymaz olaydık” dediğim oluyor. Başlarda hoşuma giden bu “güç”ten şimdi çok ama çok rahatsızım.

Para ve Siyaset Virüsü Camiaya Giriyor

Sonra öyle bir zaman geldi ki daha öncelerden görmediğimiz “abiler” peydah olmaya başladı etrafımızda. Kontrolsüz güç güç değildir, diye bir reklam sloganı vardı. Ne kadar da doğru. Bu sözü belki de şöyle düzeltmenin tam zamanı; kontrolsüz büyüme büyüme değildir. Başta Hocaefendi ve onun has talebelerini tenzih ederek söylüyorum ama hizmetin başına gelenlerin büyük çoğunluğunun sorumluları bu “abi” apoletini hak etmeden omuzlarına takanlardır. Ve bir de genel bir eleştiri; “ne olursan ol gel” mantığını (her ne kadar Mevlana’ya isnat edilse de) doğru bulmadım. Hizmetin artık büyük bir güç haline gelmesi, yurt dışında da bağlantılarının olması bazı esnafların iştahını öyle kabarttı ki sırf hizmet bağlantısı ile bir dükkânda çalışır durumdayken 2 yılda hatırı sayılır bir “abi” olan birini biliyorum. Duyduklarımın sayısı çok daha fazla. Bu “abiler” o kadar kazanırken hizmete de bir miktar burs verdiler tabii. Ne de olsa kaz gelecek yerden tavuk esirgenmezdi! Burada hizmete burs veren samimi, fedakâr ve diğerkâm Anadolu İnsanını özenle ayırıyor ve Allah hepsinden razı olsun diyorum. Ve bu faslı şöyle kapatıyorum; sinek de küçük ama mide bulandırır be azizim… Çok insanın midesi bulandı.

“Hizmet Fabrikası”ndan çok kaliteli insanlar çıktı. Kendimi bu kaliteliler arasına koyamam ama tanıdığım yüzlerce insan var. Bu insanlar alınlarının akıyla devlette iyi denebilecek yerlere geldiler. Aralarından bazıları O.D.TÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerin mühendislik fakültelerinden mezun olup (derece ile bitirenlerini de biliyorum) ve hatırı sayılır, yüz insandan doksan dokuzunun hayır diyemeyeceği maaşlara hayır deyip, adını ve haritadaki yerini dahi bilmedikleri okullara asgari ücretin yarısına tekabül eden ücretlerle öğretmenlik yapmak için gittiler. Yeri gelmişken, bunca hay-huyun arasında bu “mübarekleri” nereye koyacağız sahi?

 Ancak bir zaman geldi ki bu sefer sadece “hizmet fabrikasından” çıkmış ama ne içi ne de ambalajı kaliteli denemeyecek birileri ambalajlarında sırf “made in Hizmet” yazdığı için tercih edilir oldu. Bazen tek seçim kriteri bu olmuş. Muş, miş, mış…Ama bir de şu var Ateş olmayan yerden duman çıkmaz be azizim! Kul hakkı da büyük vebaldir. Ne Kur’an’da, ne Sünnette, ne Risalelerde ne de Hoca Efendi’nin kitaplarında, vaazlarında kul hakkının yenilmesine en ufak bir cevaz gösteremezsiniz… Hayra giden her yol mubah değildir!

Şefkat Tokadı
Yukarda ifade etmeye çalıştığım şeylerin sonucunda hizmet literatüründe yaygın olarak kullanılan “şefkat tokadı” gecikmedi. Ama maalesef bu sefer tokadı yiyen “bozuk şakirtler” değil hizmetin ta kendisi oldu. Zaten bu özeleştiriyi Hocaefendi ve Hizmete gönlünü vermiş “abi gibi abiler(imiz”) de yaptılar. Üstad Bediüzzaman’dan alıntı ile dediler ki; “Gayrı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir azap (tokat yemek) çekmektir." Keşkeyi şeytan lafzı olduğu için pek kullanmak istemiyorum. Yalnız kanımca keşkeler bir dahaki hatalara engel olabildikleri ölçüde anlamlıdır.

Hatların Karışması

Birisi din hizmeti, diğeri siyaset. Farklı kulvarlar. Ama biri diğerinin hemen yanı başında. Bu kadar içli dışlı olmanın da neticesidir bu olanlar. Metnin içinde atasözlerimizden faydalandık. O zaman durmak yok, atasözlerimize devam. Çok muhabbet tez ayrılık getirir be azizim!

Bu süreçte o kadar çok mümin birbirinin kalbini kırdı ki “yahu ne oluyoruz, ne yapıyoruz, bizler 28 Şubat’ta, askeri darbelerde, başörtüsü yasağında, ezanın Türkçe okunduğu utanç yıllarında, evinde Kur’an bulunanların irticacı olarak fişlendiği zamanlarda hep dayak yiyen taraftaydık. Hep beraber zulme maruz kalan mazlumlardık. Hizmet gönüllüleri size oy verdikleri için birileri tarafından “göbeğini kaşıyan kıllı ayı, bidon kafalı” ilan edildiler. Siz başta ülkeye sonra da hizmete destek oldunuz. Şimdi ne oldu bize? Bunca yıl beraberken, kardeşken, ne oldu bize? Kim hain, kim alçak, kim paralel yapı kurma, kendi eliyle kurulmasına destek olduğu hükümeti yıkma derdinde, kim Amerikan uşağı, İsrail piyonu, kim kâfir?

Allah aşkına insaf! Düşmanlarımıza bile söylemediğimiz lafları nasıl oluyor da kardeşlerimize söylüyoruz? Bize neler oluyor. Tam da İlhan Şeşen zamanı: Neler oluyor bize neler oluyor gülüm? Neler oluyor sana, bana neler oluyor?

3.Çoğul ve Şerli Şahıslar

Yolsuzluk var mı yok mu bilemem, yargının kararını vermesini bekleyeceğiz. Bu kadar fazla savcının, polisin yerinin değişti(ril)diği bir ortamda yargı kararına ne kadar güveneceğiz orası da ayrı muamma.
Bir de şu var, Gezi’de “benim savcım, benim polisim, benim valim”  iken son operasyondan sonra tüm sahiplenmeler bitti. Ve ülke genelinde bir kıyıma başlandı. Ben anlayamıyorum nasıl oldu da tüm bu görevden alınan yetkililer bir anda “kötü” oldu veya çokça zikredilen “paralel yapının” elemanı oldu? Ey devlet büyüklerim, unutmayalım, adalet hepimize lazım.


Başta hizmete çok eleştiride bulundum şimdi de sıra hükümette.
Böyle “inlerine gizlenmiş paralel bir yapı” vardı da bu yapı 11 yıl sonra mı ortaya çıktı? Kabul Türkün Türk’ten başka dostu yok. Hatta bana göre mevcut halimize bakarsak bu atasözünde revizyona ihtiyacımız var. Şöyle ki, artık Türk de Türkün dostu değil ne yazık ki. Şunu da soracağım; hükümete yönelik her türlü eleştiri neden hep dış güçlere, faiz lobisine, şer odaklarına tevdi ediliyor?


Olayın baş aktörü, her zaman olduğu gibi eline kalemi alıp senaryoyu yıllarca çalışarak titizlikle yazan, sonra da yönetmeni, oyuncuları titizle seçen ve Truman Show’da olduğu gibi her şeyi(figüranlar, ışık, ses) gerçek hayattan alan Üçüncü Çoğul ve Şerli Şahıslardır. Asıl beddua edilmesi gereken de sanırım bunlar. Rabbim bunların hidayeti mümkün değilse onları bildiği gibi terbiye etsin.

” Yaşasın zalimler için cehennem!”

 Basın Basın Basın

Ey Zaman Gazetesi, neden dershane sürecinden sonra dilin bir anda sertleşti ve yargı süreci devam ettiği halde, suçlu olduğu kesinleşmediği halde en azından şimdilik masum olan insanları suçluymuş gibi resmettin? Neden manşetlerinde Kılıçdaroğlu ve Bahçelinin demeçlerini öncekine göre daha sık ve daha büyük puntolarla haber ettin? Bilmedin mi ki seni okuyan insanların çoğu bu insanları da ideolojilerini de sevmez? Denize düşen yılana mı sarılmalıydı?

Ve Ey Yeni Şafak, Akit, Sabah, Akşam, v.s hiç eliniz titremedi mi cemaate, Hocaefendiye ağır ithamlarda bulunurken? Bana makalelerinizde ve manşetlerinizde geçen şu kelimelerin karşılığını verin; ihanet, çete, örgüt, kirli oyun, bölen in Gülen out, karanlık odalar? Bunları biz beraberken gerçek anlamda karşı taraf olanlara bile söylemedik, değil mi? Nasıl Müslüman müslümana bu ithamlarda bulunur? Ne yani şimdi bunca okul, bunca yetişmiş insan, paralel devlet kurup, bununla iktidar devşirip muktedir olmak için miydi? Komik olmayın Allah aşkına. Tamam, kabül ediyorum, Hoca efendiden 20 yıl boyunca bir kere dahi olsa beddua duymadım. Ve keşke o bedduayı yapmasaydı. Lakin beddua olarak anılan şey sadece makaslanarak değil başı ve sonu ile alınırsa daha anlaşılır oluyor. Hoca Efendi orada başta kendisi ve arkadaşlarını o “bedduaya” muhatap kılıyor ve sonra da Kur’an’a, Sünnet’e, Modern Hukuka aykırı davranış içinde bulunanlar varsa…. diyor ve bitiriyor. “Beddua” etmesine üzüldük ama şunu anlamak da mümkün değil, neden birileri bu beddua kendilerine yapılmış gibi direk üzerine alınıyor. Alnı ak, gözü pek olan bu bedduadan niye korksun, niye alınsın ki?

“Beddua etmemeliydi”, “Müslüman müslümana beddua etmez”,” yakışmadı”, “olmadı”, “yazıklar olsun” diyen kadar “yolsuzluğun her türlüsüne hayır, yapmışlarsa da zehir zıkkım olsun” diyen yok sanırım. Genelde şöyle makaleler okuduk. “Tamam, yolsuzluklarla mücadele edilsin ama…” Ama’sı ne sormak hakkımız değil mi?

Herkes Evine

Hocaefendi bu toprakların yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biridir. Başlattığı hizmet ve aldığı sonuçlar da ortadadır. Ömründe ilk defa “beddua” ettiği için( ki kabul edin veya etmeyin beddua da dinin içinde vardır, Ariflerin diline yakışmaz orası ayrı) böyle harcanmamalıdır. Ona bu yapılanları en basit ifadesiyle vefasızlık olarak görüyorum. Hele yakın zamanda Twitter’da Hocaefendi ile Sincap resmini yan yana koyan “İslamcılar”  ile ona ve dava arkadaşlarına en ağır ithamlarda bulunan “İslamcılar”ı da kamuoyunun vicdanına bırakıyorum. Hizmet cephesinde de benzer durumlar var ama diğer “taraf” kantarın topuzunu daha fazla kaçırmış gibi. Netice değişmiyor ve iki yanlış bir doğru etmiyor. Testlerde yanlışın doğruyu götürmesi şöyle hesaplanır. Dört seçenek varsa üç yanlış bir doğruyu götürür. Beş seçenek varsa dört yanlış bir doğruyu götürür. Ama burada korkarım ki iki yanlış tüm doğruları(mızı) götürecek.

Şimdi bu ülkeyi seven Hocaefendi ve cemaatin has abileri ile yine bu ülkeye son oniki yılda çok ciddi hizmetler getiren sayın Başbakanımız ve arkadaşlarından bir istirhamım(ız) var. Ne olur herkes evine dönsün. Herkes işine baksın.

Hizmet 90’lı yıllarına AK Parti de 2.iktidar dönemime geri dönsün. Hizmet eskiden olduğu gibi kaliteli Müslüman üretmeye AK Parti de siyaset arenasında AK Hizmetler üretmeye devam etsin.
Hizmet Hareketi “çakma abiler” ve “bozuk şakirtlerden”; AK Parti de şakşakçı ve rüşvetçi elemanlarından tiz zamanda kurtulsun.


Yoksa bu yangın o kadar büyür ki kardeşimizi yaksın dediğimiz yangın kardeşimizi de bizi de, ez cümle hepimizi de yakar, kül eder.

Şimdi yaşananların üstüne sünger çekip, geçen güzel günlerin hatırına birbirimize sarılıp, özür dileme, helallik isteme zamanı.

eyüp selimoğlu


Devamı