• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

Kavak Ağacı

 


 “Anlamıyor musun sen?” diye bağırdı Yusuf.

“Anlamıyor musun ha? Sadece kavak ağaçları olacak! Sadece kavak dedim, bak aynını diyorum hâlâ!”

Avazı çıktığı kadar bağırıyor, çıkabildiği en üst perdeyi bulmaya çalışırcasına sesini yükseltiyordu her bir kelimede…

“Söyle o kâhyaya derhâl toplasın götürsün o fidanları da! İstemiyorum başka ağacın tohumunu da filizini de! Toplayıp hepsini yaksınlar gerekirse. O filizden de tohumlarından da ne kadar hızlı kurtulursam o kadar iyi benim için…”

 

Odadakiler şaşkın bir o kadar da çaresiz bir şekilde Yusuf’u dinliyor, sakin kalmaya çalışarak onun sakinleşmesini bekliyorlardı.

İshak, bi cesaretle “Tamam oğlum… Sen nasıl istersen öyle olacak her şey… Derhâl hallettiriyorum ben, sen merak etme.” dedi, sesine yerleştirdiği en yumuşak ton ve haliyle...

 

“Ama” dedi Nezahat Hanım…

“Ama biz sadece biraz renk olsun istedik Yusufum sana… Sen mutlu olasın, biraz gözün gönlün açılsın diye getirttik o akasya ağaçlarını evladım.” diye devam etti, biraz buruk biraz ürkek bir hâl ile…

“Renk isteyen mi vardı anne? Sahi sen niçin ömrüm boyunca benim adıma kararlar almayı kendine görev edindin ki anne ha? Söylesene neden?”

 

Yusuf’un bu suçlayıcı sorusu karşısında odaya tekrar koyu bir sessizlik hâkim oldu.

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

1949 senesinin yaz bitimiydi. Nezahat, cılız bedenine ağır gelen göbeğini kaldıramaz halde verandada serinlemeye çalışırken kasıklarına dehşet bir ağrı saplandı. Bıçak gibi. Hançer gibi... Çığlıkları, evin ön bahçesinden duyuluyordu. Ev ahâlisi korku içinde çığlığın geldiği yöne doğru çarpışarak koşmaya başladığında doğum başlamıştı bile. Nezahat sandalyenin kolçağını kırmış, yere serilmiş, elinde kolçak, göz bebekleri yerinden fırlayacakmışçasına açık, yüzü mora çalan bir kırmızı haldeyken bağırmaya devam ediyor bir yandan da patiskadan entarisini sıyırmaya çalışıyordu.

Verandaya varan her bir ev sakini, gördükleri karşısında önce bir afallıyor daha sonra ardı sıra gelen ya da gelme ihtimali olan diğerine “Yardım! Yardım!” diye bağırıyor ama hiç kimse yerde yatan ve adeta can çekişen bu cılız kadına dokunmaya cesaret edemiyordu…

O sırada yukardaki banyoda yıkanan İshak, köşkün hizmetçilerinden birinin, kapısını dövercesine çalmasıyla ıslak vaziyette küvetten çıkıp bornozunu kaptığı gibi merdivenlere yöneldi.

Ayaklarındaki köpük, cilalı parlak basamaklara değdiği gibi kendini hızla aşağıya doğru yuvarlanır halde buldu. Uzun, bitmeyen, çok kademeli, gösterişli ahşap merdivenin basamaklarını yuvarlanarak tükettiğinde, yerde büyük bir acı içinde kıvranır vaziyetteydi. Ev ahâlisi bu kez de büyük salondaki merdiven ucundan gelen acı inlemelere doğru koşmaya başladı. İshak, yanındaki dikilip duran işe yaramaz hizmetçinin refakatinde yerde kıvranırken bir yandan da merdiven başlangıcına; şu an kalçasına saplanmış halde duran kartal kanadını yerleştirme fikrini veren İranlı mimara küfürler savuruyordu.

Verandada ise işler yoluna girmiş gibi görünüyordu. Evin kalfası Esmer Hatun, derhâl olaya müdahale etmiş sıcak su ve havlu istediği hizmetçilerin de yardımıyla Nezahat’ın doğumunu kolaylamaktaydı.

 

“Doğdu! Doğdu! Hanım koca bir erkek doğurdu!” diye salyalı bir sevinçle bağıran aklıevvel mutfak yamağının “koca bir erkek doğurdu” lafını “koca kafalı erkek doğdu” şeklinde anlayan kalfa kadın, mutfak yamağına öyle bir yumruk geçirdi ki zavallı kız öylece yere serildi.

Koca köşkte bir anda iki yaralı, bir yenidoğan bir de kanamalı bir lohusa peyda olmuştu.

Yer yerinden oynuyor, bağrışmalarsa asırlık köşkün uzun devasa ağaçlarla çevrili ve ta ki demirden yapılma simsiyah kapısına varana dek uzayan taşlık yol boyunca duyuluyordu.

Yüz küsur yıl önce ailenin paşa dedesi tarafından yaptırılan bu asude yazlık köşk, şimdi acı acı bağırıyordu adeta.

 

Köşkün, duvarları altın rengi Mardin taşıyla bezeli mutfağından, aşçı ve yamaklarının akşam yemeği hazırlığı yaparlarken dinlemek için açtıkları radyonun sesi yükseliyor, selamlık bölümündeki telefon inleyerek çalıyor, etrafta koşuşturanlar bir Nezahat’a bir İshak’a, bir de yerde kordon bağıyla annesinin bacakları arasında ağlayan bebeğe yetmeye çabalıyorlardı. Zavallı mutfak yamağı ise kalfa yardımcısının “kalk kız! Git elini yüzünü, burnunun sümüğünü, kanını manını yıka sonra da şu mutfaktaki radyoyu kapat! Allah’ın aklıevveli seni… Kalk dedim bak… Hala bakıyor aval aval… Kız kalksana” diye tiz sesli söylenmelerine maruz kalınca kafasında uçuşan minik ördek yavrularıyla zangırdayan beyni ile kendisine söylenenleri yapmak için doğruldu. Aynı anda da; “Niye bağa herkeşler aklıevvel der ki acep? İnşallah eyi bir şeydir ha Ya Rab… Yohsam kötü bir şeydirse de duyan eden filen de olurduysa sittin sene evlenemem ben he mi düşer de kalırım abu taş mutfaklarda… Hafazanallah hafazanallah” diye mırıl mırıl söylenerek çok sevdiği (!) taş mutfağına doğru adımlarını yöneltti.

 

Bu esnada kasabanın hekimi köşke çoktan gelmiş, Nezahat’ın kanamasını durdurmuş, bebeğin kordon bağını kesip temizlemeleri için hemşiresine uzatmış ardından yerde hâlen boylu boyunca yatan İshak’ın yanına varmıştı. Durum, sandığından kötüydü ve İshak’ın derhâl şehre nakli gerekiyordu. Allahtan bacağa saplanan kartal kanadına kimse dokunmamıştı da bu isabetli küçük eylemsizlik sayesinde daha büyük ziyanların da kanlı bir vakanın da önüne geçilmişti.

Kendisine acı içinde derin derin bakan taze babaya “gözünüz aydın efendim. Eşiniz, ömr-ü şâhâneniz bir erkek evlat dünyaya getirdi. Mübarek bir ömre mazhar olur inşallah” dedi. “Başında ufak bir şişlik mevcut lâkin doğumda böylesi hâllere çokça rastlanır. Zamanla geçecektir… Tasa edilecek bir vaziyet değildir efendim” dedi.

Hekimin kadim bir devirden gelme gibi hissettiren yumuşak sesi ve İstanbul Türkçesinin en zarif hâliyle ifade ettiği duygu ve tespitleri İshak’ı bir nebze olsun rahatlatmış ve sanki acısı bir an olsun dinmişti.

Hekim ve kaymakamın yolladığı araçla yola çıktılar. 1 ay süresince kalacağı hastanedeki yatağına yattığında aklında Nezahat ama daha da çok yeni doğmuş oğlu vardı. İçinde anlam veremediği bir tiksinti, adını koyamadığı bir rahatsızlık, bir çeşit iç sıkıntısı vardı. “Geçer” dedi içinden. O günden sonra hiçbir zaman geçmeyeceğini henüz bilmediği iç sıkıntısını göğsüne alarak uykuya daldı…

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Kâhya, bahçedeki tohumların hepsini yüklediği kamyoneti kullanması için seyisi çağırdı. O sırada Yusuf, camdan olan biteni izliyor diğer yanda da “Bünyamin...” diyordu. “Sence biz neden kavak ağaçlarını bu kadar çok seviyoruz” diye soruyordu.

Bünyamin, her zamanki sessiz, sıkışıp kaldığı kendi hapishanesinde her zamanki gibi hareketsizdi.

Nezahat kapıyı tıklamadan içeri girince sessizlik katmerlendi.

“Yusuf, oğlum. Bak her şey yoluna giriyor. Kavak ağaçları da geldi gördün mü?”

Yusuf’tan yanıt gelmeyince devam etti Nezahat Hanım…

“Ne diyorum biliyor musun? Bu sene kışı bizimle geçirsen diyorum. Burada böyle yapayalnız… Bilemiyorum oğlum… Ben çok üzülüyorum. Bak ameliyatın da çok güzel geçecek inşallah… Niçin bu yalnızlık? Niçin bu kaçış Yusuf? Hepimiz seni çok özlüyoruz. Hem kışları çok soğuk oluyor buraları… Gel sen beni dinle evladım. Gel bu kışı...”

 

Hiddetle sözünü kesti Yusuf;

“Sen ne laf anlamaz bir kadınsın ya hu! İstemiyorum dedim ya. Daha kaç kez söyleyeceğim? Kaç kez sana istemediklerimi haykıracağım?”

 

Sustu…

Göz yuvalarında patlamak üzere birikmiş yaşlarıyla kocaman kocaman ona doğru bakan annesi, gözünde daha da küçülmüştü sanki.

 

“İstediklerini söyle madem sen de Yusuf!” dedi ve bir an durakladıktan sonra;

“Kavak ağacı dışındakileri mesela…” diye tamamladı meramını…

 

Çıktı… Odanın kapısı açık kalmıştı. Yusuf bir tiksintiyle annesinin ardı sıra koşar adım yürüdü ve odanın kapısını kırarcasına kapadı.

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

“Ameliyat iyi geçti” dedi doktor. “Beyninin sağ tarafı tamamen temizlendi. Şuuru henüz kapalı… Lâkin merak etmeyin her şey yolunda. Şimdi yoğun bakım ünitesine alınacak. Yarın kendisini görebilirsiniz” diye tamamladı.

Nezahat Hanım, yetmişine merdiven dayamış kısa ve cılız bedenini doktora yöneltiyordu ki önünden hızla uzaklaşan beyaz bir karaltıyla irkildi. Duyguları ağzında tıkalı kalmış, sözcükler fısıltıyla gözyaşlarına karışmıştı.

 

“Bitti” dedi elini omzuna koyan İshak…

“Bitti karıcığım… Oğlumuz artık sağlıklı olacak. Hezeyanlar, hayaller, hayatımızdaki tüm bu keşmekeş bitti… Biz gitmeden bitti…”

 

Nezahat Hanım, acı içinde kocasına baktı. Hiçbir şey söylemedi. Aksayan bacağının, ayağına düşüp ayakkabısına yansıyan sesi ile gürültülü biçimde uzaklaşan boynu bükük kocasının arkasından baktı sadece. Sadece baktı… Ama hiç konuşmadı.

 

Yıllar yıllar önce bir kez daha aynı hisse kapılmıştı Nezahat… Çok sevdiği ağabeyi Bünyamin’i toprağa uğurlarken. Ne çok severdi onu. Bünyamin, hayatta kalan tek kardeşiydi. O gidince koca konak, esarete düşmüştü adeta. Hapiste ciğeri solmuş, nüfuzlu babasının gücü ise demirden prangaları eritmişti de oğlunun ciğerindeki nemi eritememişti. Zaten evlat acısıyla, o da çok geçmeden göçüp gitmişti gayba doğru. İlelebet ikisini de kaybetmişti Nezahat. Hâl böyle olunca on dokuzuna varmadan evlendirmişlerdi onu… Ailelerine uygun, kendi muhitlerinden İshak Bey ile… Bu izdivaç lanetliydi adeta. Ne düğün günü ne gerdek gecesi yüzü gülmüştü genç kadının. Kadınlık dedikleri ne menem bir şeyse bir türlü hastalıkları da peşini bırakmamıştı. Kaç kez düşük yapmıştı da son sefer gebeliğinde dokuz ay istifra edip son altı ayında yataktan kalkmamacasına anca doğurabilmişti Yusuf’u. Önceleri ebe kadınlar ikiz demişlerdi karnındakine. Karnı da tevekkeli değil, hayli büyüktü hani. Verandada bacaklarının arasından sarkan koca kafasını görünce bir an ürkmüş ama sonra diğer bebeği bekleyedurmuştu da kalfa kadın bebeği alıp poposuna iki şaplak atınca “Hanım koca bir erkek doğurdu” diye avazı çıktığı kadar bağıran hizmetçi kızın sesiyle kafasını kaldırıp bacak arasına bakmıştı lâkin kan ve irinimsi su yığınından başka bir şey göremeyince kalfa kadına dönüp, “Yok mu? Başka yok mu?” diye soruvermişti aniden…

 

Yoktu. Koca kafasının sağ tarafında koca bir kambur taşıyan tombul bebekten başkası yoktu bacaklarında...”

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Ameliyattan 3 yıl önceki kışın başında, yalnız kalmasın diye Afgan bir seyisi köşkün öteberisini alır bahanesiyle Yusuf’un yanına vermeyi nihayet başarmışlardı Nezahatla İshak... Köşkün bağ bahçesinin en dehlizlerindeki tek kavak ağacının dibinde konuşlanmış bir kulübeye de yerleştirmişlerdi. İyi bir adamdı seyis. 30’larında var ya da yoktu. Vatanında çobanlık yaparmış vakti zamanında. Köyünde salgın hastalık yayılınca ailesinin çoğunu kaybetmiş sonunda da bir insan kaçakçısının köye gelip isteyenleri istedikleri ülkelere kamyonlarla götürebileceğini duyurması üzerine o da zaten üç beş tane kalan küçükbaş hayvanını satıp tüm parasını verip Türkiye’ye kaçak girmişti. Henüz on beşinde yoktu göçtüğünde... O gün bugündür de muhtelif işlerde çalışıp karnını doyurmanın yoluna bakmaktaydı. İyiden iyiye eskiyip viraneye dönmüş hâldeki köşkü görünce bir an olsun vazgeçer gibi olmuş ama işi bağlayan aracının sert bakışlarına ailenin sadece 6 ay için kendisine vereceği ücretin miktarı eklenince kalmaya karar vermiş ve hayatının son kararını yaşamak üzere yeni yatağına doğru yol almıştı.

 

Kış sert geçiyordu. Yusuf pek konuşmasa da şömineyi yakmak için odun ikmali yaptığı zamanların bazılarında onunla sohbet ediyordu. Aslında sohbetten ziyade efendisi konuşuyor, Rashid ise sadece dinliyordu.

Bir akşam karla kaplanmış kapı eşiğini temizlemeye durduğu esnada kapı tokmağı şıngardamış içerden Yusuf’un gür olduğunu ilk kez işittiği istekli sesi duyulmuştu.

 

“Rashid!” diye bir nâra patlatmıştı Yusuf...

 

Pek gürültülü biri değildi nazarında efendisi Raşhid’in...

Hatta ona kalsa arada sırada konuştuğu ama kendisinin bir türlü göremediği Bünyamin diye biriyle fısıltıyı andıran konuşmaları dışında hiç konuşmazdı Yusuf...

 

“Raşhid dedim. İşitmiyor musun be adam?” diye ikiledi nârasını Yusuf.

Telaşla elindeki kazmayı bırakıp çizmeleriyle karları ezip içeri girdi Raşhid.

 

“Gel. Otur şöyle bakayım.”

 

Sessizlik çöktü bir an olsun...

 

“Gel dedim otur şöyle... Bak orada şarap var. Al. Bana da getir, sen de iç” dedi Yusuf.

“Aman efendim mekruhtur, haramdır, günahtır” demeye kalmadan Yusuf, ortadaki kütük sehpaya öyle gürültülü bir yumruk fırlattı ki Raşhid o an oracıkta ruhunu teslim edecek sandı.

 

Açık şarabı aldı. Çelik bardaklara doldurdu. Efendisine uzatıp, gösterilen yere oturdu.

 

“Sen” dedi Yusuf... “Kaça kadar okuduydun?”

“Ben” dedi Rashid... “Okumadım efendim ben.”

“Hiç mi?” diye sordu Yusuf...

“Hiç” dedi Rashid...

“Immm… Anladım... Okuman yazman da yok o vakit senin öyle mi?”

“Evet efendim yoktur”

“Immm anladım...”

 

Sustu...

Sustular...

İkinci kadehe, daha doğrusu bardağa geçerlerken Raşhid şömineyi harladı. O sırada Yusuf birden “Sen” dedi... “Sen hiç böyle bir şey gördün mü daha önce?” diye sordu kafasını göstererek.

 

“Sizin oralarda var mıydı böylesi hiç?”

“Yok efendim ben görmedim”

“Imm hiç mi?”

“Hiç” diye karşılık verdi Rashid...

“Hımm” dedi Yusuf...

 

Sustu...

Sustular...

 

“Adını kim koymuş senin” sorusuyla sessizliği ilk bozan Yusuf oldu.

“Bilmem efendim... Ben doğunca kardeşim ölmüş. Adım da ortada kalmış. Bir süre adsız yaşamışım. Sonra ne olduysa Rashid demişler. Anam böyle anlattıydı. Anam da bilmez kimdendir ismim”

“Benim adımı kimse koymamış” dedi, kendisine sorulmamasına rağmen Yusuf.

“Taşa doğmuşum ben. Kafamda bu yumruyla. Taşın kafama değen kısmında Bünyaminlen Yusuf yazılıymış. Aslında bakma sen. Döşemenin her bir zemin taşında bir şeyler yazılıymış. Ürdün’den gelmiş bu zemin taşları. Paşa paşa dedemiz getirtmiş. Her birinde bir şeyler yazar dedim ya iki şey yazar aslında. Bazılarında B ile Y bazılarında Bünyaminle Yusuf.

Kafam da tam Bünyaminle Yusuf taşına düşmüş benim. O zaman ki kalfa -rahmet olsun adına- ‘Hanımım bak Bünyamin yazar burada’ demiş. O ana kadar evdeki tek bir kişi bile yüz yıldır gezindikleri zeminde birtakım yazılar olduğunu fark etmemişmiş... Annem de kanlar içindeki bacaklarının arasından kafasını kaldırıp da kafamın dibindeki yazıyı görünce şaşakalmış. Oracıkta koyuluverilmiş ismim. Kalfa kadın önce ‘İsmi Bünyamin olsun bu bebenin, hanımım’ demiş de annem şiddetle karşı çıkıp ‘yok Bünyamin olmaz. Yusuf olsun madem öyle’ demiş. Böylece adım Yusuf olmuş benim.”

 

Rashid bu yarı zırdeliye benzeyen tuhaf adamı dinlerken midesinin bulandığını hissetti ama korkudan kalkamadı yerinden.

O, midesindeki hengâmeyle derdest halde iken Yusuf bir anda;

 

“Rashid Efendi sen Yusuf ile Bünyamin’i bilir misin?” diye atıldı.

 

Rashid, efendisinin; geldiği günden beri adını sıkça duyduğu lâkin hiç rastlaşmadığı Bünyamin’i sorduğunu zannetti...

 

“Yok Beyim... bilmem... tanımam ben” dedi.

 

Yusuf biraz öfkeli bir ton yerleştirdiği sesini çıkarmak için önce boğazını temizledi sonra çatallı başlayan bir çıkışla;

 

“Nasıl bilmezsin ya hu? Sen Müslüman değil misin?”

“Hâşâ beyim Müslümanım elhamdülillah” diye yanıtladı Rashid.

“Ee nedir o zaman? Nasıl bilmiyorsun?” diye karşısındakini hırpalarcasına üsteledi Yusuf sorusunu…

“Onu biliyorum beyim. Ben şey sandımdı… Sizin…” diyecek oldu ki Yusuf araya girdi…

“Ne sandındı? Benim kardeşim olan Bünyamin’i mi sandındı” diye tamamladı Yusuf en ukalâ, en küstah, en müstehzi tavrını takınarak…

 

Rashid, karşısındaki bu densiz adamı öldürme isteği hissetti içinde. Midesi içinde dolanmaya başladı. Ama sakin kalmayı başararak -neticede ucunda iyi para vardı bu işin ve çoğu gidip azı kalmıştı- dayanmalıydı.

 

“Ha evet efendim. Anladım. Biliyorum onu beyim biliyorum. Hz Yusuf... Hz. Yakup vardı bir de. Babalarıydı. Biliyorum efendim biliyorum. Affınıza sığınırım... Ben... Bi an olsun... Benim midem biraz rahatsızlandı da beyim. Ondan olsa gerektir. Şarap... Şaraptan sanırım. Bünye alışkın olmayınca demek... Kusura kalmayın beyim”

“Tamam, uzatma be adam. Ne çok konuştun. Sus bi sus. Beyim de beyim... Efendine de sı…” diyecek oldu ki “Tövbe estağfurullah töbe töbe…” demekle yetindi.

 

Sustu...

Şarabından birkaç yudum aldı, önündeki yemişlerden attı ağzına iki üç...

Karşısında iki büklüm kalakalmış şekilde oturan otuzlarındaki yaşlı insana baktı. Bu kez de o diğerinden tiksindi.

 

“Yakup evet… Babalarıydı. Aferin… Bu Yakup’un da ikizi vardı bilir misin? Bak çoğu kişi bilmez ha bunu… Hatta kimdir bunlar Rashid Efendi bilir misin? Bunlar İsrailoğulları’dır...”

Bunu söylerken güldü. Sonra devam etti

“Yani, aslında bunlardan sonra gelen herkes İsrailoğulları’dır Rasshiiidddd” dedi, isimdeki ünsüz sesleri bastırarak çakır kafa emarelerini en belirgin haliyle göstererek.

 

“Bu Yakup var ya bu Yakup... Hah işte bu Yakubbbb.” öksürmeye başladı Yusuf.

 

Rashid telaşlandı. Hemen ayağa kalktı. Ayaktayken başı döndü. Midesi yer değiştiriyordu âdeta. Ama direndi. Şöminenin yanında duran güğümü alıp öylece beyine uzattı.

Yusuf güğümü aldı. Kafasına dikti. Sonra da öfke patlamasıyla güğümü fırlattı. Şömine ateşiyle ısınan güğüm; önce hafiften elini, sonra içindeki ılıktan daha sıcak su da genzini yakmıştı.

 

“Salak herif… Sen ne ahmak bir şeysin ya hu! Çekil karşımdan zırtapoz.” dedi, desibeli yüksek fakat bu kez tiz bir tonla.

 

Bağırırken ağzından çıkan tükürükleri ve güğümden dökülen suları silmek için kolunu ağzına götürdü kazağıyla ağzını ve çenesini bir hamlede sildi. Arkasını dönüp sürünmeye benzer bir hâl ile kapıya doğru yürüyen Rashid’e seslendi:

 

“Şüüüüüşşşt... Nereye? Gel otur buraya. Daha sözüm bitmedi.”

 

Sesi duyan Rashid geri döndü. Koltuğa, tünercesine sığıştı.

 

“Bitti mi benim sözüm ha? Bitti mi söyle?”

“Bitmedi efendim” dedi Rashid.

“Bitmedi elbeeeet. Şimdiii... Nerde kalmıştık. Heh... Yakup… Yakup... Bu Yakup Rashidcimm... Bunun bi adı da ‘İsrail’dir. Baaak bunu da pek az insan bilir haaa… Kıymetimi bil herkese anlatmam ben bunları...”

“Eksik olmayın efendim. Var olun…” dedi Rashid, sahte bir minnet gösterisiyle...

“Hee… Şimdi Yakup’un diğer adı İsrail’dir... Ne için? Neden İsrail?”

“Bilmiyorum efendim. Nedendir?”

“Acele etmeee… Du bakalım... Şimdi öğreneceksin. İsrail’dir çünküüü bunun ikizi var dediydim ya...”

“Evet efendim dediydiniz...”

“Sus be adam sözümü kesme de dinle!”

“Yok efendim ne haddi… ...” Tam o sırada Yusuf yine sözünü keserek;

“Bak hâlâ konuşuyor ahmak herif... Sussana be adam!” diye haykırdı.

 

Yusuf tekrar öksürük krizine girince bu kez kendisi şarap bardağını dikledi, bardağı indirirken dilini dışarı çıkarıp garip bir hırıltı sesi eşliğinde kafasıyla beraber dışardaki dilini üç kez salladı. Gözleri far görmüş tavşan misali açılmıştı. Koluyla bu kez şarap artıklarını sildi. Boğazı yanmış göğsüne ateş basmış ama öksürüğü de kesilmişti.

Böylece devam etti.

 

“Ne diyorduk? Bu Yakup ile ikizi birbirini hiç sevmezlermiş. Aralarında hasetlik, bitmeyen bir musibet varmış. Kıskançlık hasebiyle işler ölüm tehdidine kadar varıp birtakım kötü olaylar vuku bulunca bu bizim Yakup, ikiz olarak doğup sonra hasım olduğu karındaşı Ays’dan, gece gündüz kaçmak zorunda kalmış. İşte Ays’dan kaçarak dayısının yanına sığınmak için yol aldığı sırada Yakup, gündüzleri saklanmış ve geceleri bıkmadan usanmadan yılmadan yürümüş. Bundan mütevellit de kendisine “İsrail” denmiştir ki İsrail, aslında geceleyin (Allah'a) yürüyen demektir.”

 

Saatlerdir hatta gerçekte aylardır, tiksinerek baktığı ve yanından ayrılacağı günü iple çekerek beklediği bu kambur kafalı adam, bir anda büyümüştü Rashid’in gözünde... Köşkün ikinci katındaki kütüphanenin tozunu bir kez almıştı da oradan biliyordu bu koca viranede yüzlerce kitap vardı ama ne bilirdi ki bu sefil görünümlü meczup adam o kitaplardan okuyor olsundu.

 

“Adam baya bilge çıktı” diye geçirdi içinden ve karşı konulmaz bir saygı yükseldi içinde.

“Su beyim... Su getireyim mi mutfaktan ister misiniz?” deme isteği hasıl oldu kalbinde... Ama demedi. Şimdi bir şey dese belki yine sinirlenecek “ahmak herif” diye ortalığı kasıp kavuracaktı. Demedi bir şey...

 

İyi ki de demedi zira Yusuf devam etmek için genzini bir kez daha temizledi.

 

“Yaaa Rashid Efendi. İşte bu Yakup’un aslında beraber doğduğu bir ikizi vardır. Hatta ‘Yakup’ ismini de ikiz olduğundan almıştır. Ays önce, Yakup sonra çıkmıştır rahimden. Kardeşinin ardından doğduğu için ona ‘Yakup’ demişlerdir. Ama bunların hangisi büyük meçhuldür zira tek yumurta ikizi mi çift yumurta ikizi mi muammadır. Bilinmez bir meseledir. Bilinen odur ki Yakup sonra çıkmıştır anasının karnından.  Sahi… Sana sorsam… Desem ki bunlar Ays ile tek yumurta ikizi imiş Yakup da sonra doğmuş hangisi büyüktür desem, doğru yanıtı verebilir misin bakalım?

 

“Yok beyim, ben nerden bileyim… Allah’ın işine karışılmaz. Önce doğan, önce doğar sonra doğan, sonra doğar. Ben bilmem beyim hâşâ…”

Yusuf bir kez daha karşısındaki hangi aksan olduğunu bile tanımlayamayacağı türden garip bir lisan konuşan, cahilliğin en üst mertebesindeki bu adamdan olanca gücüyle tiksindi.

Oldu olası, cahillerden de bilgi yoksunu ve bilginin varlığından bihaber biçare olanlardan da daima tiksinmişti Yusuf... Ama bu defa bir başkaydı. Tiksinme derecesi hayli yüksekti ve içinde garip bir şiddet isteği uyandırıyordu.

 

“Salak herif! Sana ne tabii çoook yüce Allah’ının işinden. Onu mu soruyorum ben sana salak herif? Onu mu ha?”

 

Rashid yine ne hata yaptığını anlamayarak kafasını öne eğdi ve içinden “Yok… Ben daha da bir şey konuşmayacağım. Bey bir şey istiyor lâkin ben onun ne istediğini bilemiyorum. En iyisi susmak. Ya susarsam daha çok sinirlenirse? Ben en iyisi her soruya üç kelimelik cevap vereyim. Allah’ın hakkı üçtür en nihayetinde. Allah beni bu deli adamın şerrinden korur elbet. Tamam tamam en iyisi öyle yapayım. Üç kelime… Fazlası yok.”

 

Kafasından tüm bu muhakemeyi yaparken bir yandan da Yusuf’un sorduğu sorunun yanıtını çılgınca bir merakla bekliyordu.

Onun meraklı gözlerle beklediğini hisseden Yusuf, sanki biraz önce asabını bozan, karşısındaki bu tuhaf kılıklı adam değilmişçesine yumuşak bir üslupla:

 

“E sen de haklısın… Nereden bileceksin değil mi? Ben koyunlardan kuzulardan bilirsin belki diye sordum bir an. Ama yani size nedir değil mi hangi kuzu diğer kuzudan büyük diye... Ebat olarak demiyorum anlıyorsun değil mi? Dünyaya geliş olarak, yaş olarak, zaman olarak demek istiyorum? Anlıyorsun?”

 

Rashid bir an duraksadı. Yanıt vermesi gerektiğini fark edip:

 

“Anlıyorum efendim…” dedi

 

İç sesi ise rahatlattı onu… Kafasındaki ses “Oh iyi iyi iki kelimeyle yırttık. Böyle devam Rashid. Unutma ha üç kelimeyi geçmek yok. İlk deneme başarılı. Hatta baya başarılı. İki kelimecik... Sadece iki” diye söyleniyordu kendi kendine. Tam o sırada bu iç istişarenin etkisiyle yüzünde belli belirsiz bir sırıtma peyda oldu.

Yusuf; bu çirkin, cahil adamın karşısında asap mukavemeti gösteremiyordu. Kalkıp yüzünün ortasına koca bi yumruk çakmak istiyordu. Yüzünü patlatmak sonra da belki o düşük kıçına birkaç tekme bile savurabilirdi. Neden olmasındı?

Zihnini bu düşüncelerden sıyırarak sondan bir önceki kez genzini temizledi.

 

“Evet, anladığını biliyorum Rashidcim. Şöyle ki; şayet ikizler tek yumurta ikizi ise sonra doğan yaşça (zamanca) büyük olur zira ana rahmine ilk düşen sonda kalandır. Rahimde ilktir ve arkaya konuşlanmıştır. Bu sebeptendir ki çıkışı sona kalır. Büyüklük böyle bir şeydir Rashid. Hep sona kalmaktır. Suyu bile önce küçüğe veririz değil mi Raşhid? Amma velâkin son sözü söylemek de büyüğe kalır. Büyüklük böyle bir şeydir Rashid. İlksindir ama sonsundur aynı zamanda.”

 

Rashid bu son söylenenlerden pek bir şey anlamamıştı ama Yusuf’un artık kayan gözleri ve yanıt beklemeyen tavrı sayesinde üç kelimeyi geçmeme savaşına girmek zorunda olmayacağı için memnundu.

Bir an sonra başı yana düşüp ağzı açık, salyalı bir hırıltıyla uykuya dalan Yusuf’un kucağındaki şarap bardağını usulca aldıktan sonra hemen yanındaki berjerde serili duran kırmızılı turunculu, alacalı bulacalı tuhaf battaniyeyi üzerine örtüp koşarcasına çıktı köşkün kapısından.

 

Ertesi sabah çok erken kalktı Rashid. Köşkün kapısını açık görünce endişelendi. Hızlı adımlarla içeri girdi. “Beyim, beyim” diye seslendi lâkin ses gelmedi. Yukarı katlara çıkacaktı ki Yusuf köşkün çıkış kapısında göründü. Elinde kaz yumurtaları gözleri kan çanağı… Öylece duruyordu kapı eşiğinde.

Raşhid bu görüntü karşısında tarif edilemez bir korku hissetti.

Yusuf, akşamdan kalma çatallı sesini serbest bırakınca, arkasındaki soğuk; dolanıp ağzının kenarında birikti, duman oldu, süzüldü.

“Ne o? Beni mi özledin Rashid?” yayvan bir gülüş yerleştirdiği ağzında dolanan sözcükleri, fırlattı adeta Yusuf. Sonra da tükürdü. Hem de eşiğe. Kapının köşke giriş yönündeki eşiğine. Tükürdü. Yetmedi, çamurlu çizmelerini çıkarmadan daldı içeri.

 

Rashid şaşkın... Delirmiş bu adam diye düşünen bir yüz ifadesiyle izliyordu efendisini.

 

“Gel” dedi Yusuf.

“İçeri geçelim de otur bakalım koltuğuna.”

Koltuğuma? diye sordu iç sesi Rashid’in... “Koltuğuma? Benim koltuğum? “Böylece yineledi iç ses.

 

“Tabii efendim” demekle yetindi ama.

 

İçeri geçtiler. Şöminenin harlı ateşine su dolu bakır bakraçla yumurtaları koydu Yusuf.

 

“Anlat bakalım Rashid Efendi. Gecen nasıl geçti?”

“İyiydi efendim” dedi Rashid. Allah’ın koruyucu üç rakamını, mıh gibi aklında tutarak.

“Immm... Çok mu?”

“Çok...”

 

Sustu…

Sustular…

 

“Sen” dedi Yusuf… “Sen kavak ağaçlarını sever misin?”

“Pek bilmem efendim” dedi Rashid.

“Aslında hiç bilmem…” diye devam etti.

“Hiç mi?”

“Hiç” dedi Rashid.

 

Sustu…

Sustular…

 

Bir an korku kapladı bedenini Rashid’in. Üç kelimeyi geçmişti yanıt verirken. Geçmiş miydi sahi? Yok yok geçmemişti. Çünkü susmuştu. Sonra ikinci kez ayrı bir cümle kurmuştu. İkisi de üç kelimeden fazla değildi. Yok yok geçmemişti. Rahatladı.

 

“Kavak ağacı yeryüzündeki en özel ağaçtır Rashid” dedi Yusuf.

“Öyle midir efendim?”

“Öyle” diye yanıtladı Yusuf.

“Neden bilir misin? Çünkü kavak ağaçları her şeyi görür, duyar ama susar. Onlar insandır aslında ama kabuklaşmış insanlar... Etli insan çiğdir Rashid. Duyar, görür, konuşur. Ama kabuklu insan, susar...”

 

Rashid hiçbir şey anlamıyordu bu kambur kafalı adamın dediklerinden.

 

Sustu… O sustu, Yusuf devam etti.

 

“Kavak ağacının hikâyesini bilir misin sen Rashid?”

“Yok efendim bilmem” 1,2, 3… Oh bu kez de başarılı…

 

“Hiç mi?”

“Hiç”

“Hımm” diye mırıldandı Yusuf…

“Anlatayım o vakit”

 

Rashid’den ses gelmeyince:

 

“İster misin? Anlatayım mı” dedi Yusuf, kendini onaylatma isteği ile…

“İsterim efendim, anlatınız” dedi Rashid.

“Kavak ağacı, kardeş acısının simgesidir Rashid. Aynı zamanda da kardeştir. Ruhunu dünyaya erdirememiş olan bazı kardeşler; kavak ağacı olur, salınır yeryüzünde. Ama herkes göremez onları. Bazı gözler görür sadece.”

 

Bunu söylerken gözlerini öylesine büyük açmıştı ki Yusuf, Rashid’in ödü kopmuştu. İyi ki bu sohbeti gece yapmıyoruz diye geçirdi içinden. Bu deli adamın ne yapacağı belli olmazdı neticede. Serde manyaklık varsa, meczup kişi dönüşebilirdi bir zırdeliye. Bunu görebilecek kadar yaşamıştı Rashid. O nedenle temkinli olma dürtüsüyle irkildi bir an yerinde...

 

“İnsanlar henüz gezegene düşmeden çok çok önce Phaethon adında bir Tanrı oğlu yaşarmış buralarda. Phaethon’un annesi Klymene, Tanrı soyundan gelen çok güzel bir kızmış ve ailesiyle beraber yeryüzündeki tüm dereler, pınarlar, çağlayanlar, şelaleler, kuyular; tüm tatlı su kaynaklarını besleyen, en büyük ana kaynak olan efsanevî Okeanos Nehri’nin kıyısında yaşarmış.

İşte Güneş Tanrısı Helios da her akşam indiği Okeanos’un sularının kıyısında yeğeni  Klymene’ye kaptırmış gönlünü. Klymene, aynı zamanda Nehir Tanrısı olan Okeanos’un kızlarından biriymiş ve ‘Okeanides’ denilirmiş onlara. Klymene, yaşadığı yasak aşkın meyvesi olan oğluna da babasının anısına ‘ışıldayan’ anlamına gelen Phaethon adını koymuş ve oğlunun gerçek babasını herkesten saklamış. Ta ki Phaethon, babası bildiği Habeş Kralı Merops’a hiç benzemediğini fark edip bir de üstüne; içinde ona karşı tam bir sevgi hissedememesinden şüphelenip annesini sıkıştırıp da gerçeği öğrenene kadar…”

 

Rashid, anlamsız gözlerle dinlediği Yusuf’un deli olduğuna iyice kanaat getirmişti. Ne anlatıyordu bu adam böyle. Saçmalığın daniskası, deli zırvasıydı hepsi de... O, bu düşüncelerin ekseninde dönüp dolaşırken; Yusuf, yumurtaları bakraçtan çıkarmış anlatımına devam etmeye hazırlanıyordu.

 

“Hah nerde kalmıştık. Bu arada al bakalım bu yumurtayı. Kazlardandır. Tavuk değil. Ye ki aklın, elin iyi çalışsın.”

 

Ne diyordu Ya Rabbel âlemin bu adam? Manyaktı bu kesin manyak... Rashid yumurtayı aldı, sessizce soymaya başladı.

 

“İşte bu Phaethon denen arkadaş Rashidcim… Babasının Güneş Tanrısı olduğunu öğrenince tutmuş babasının yurdunun yolunu. Onu gördüğü an sevmiş... Şaşaalı yaşamını, uçan arabalarını görünce büyülenmiş. Tanrı Helios da memnunmuş oğluna kavuştuğuna. Bu nedenledir ki arabalarından birini kullanmak için kendisinden izin isteyen oğluna, bir arabasını istemeye istemeye de olsa vermiş… İşte felaketin başlangıcı da bu olmuş. Phaethon, Toprak Ana’ya öyle zararlar vermiş, toprağın üstünde-altında yaşayan canlara öylesine hazin bir şekilde kastetmiş ki en sonunda Toprak Ana, torunu Zeus’tan yardım istemek zorunda kalmış. Zeus da Phaethon’a ucu ateşli yıldırım oklarını fırlatmış. Saçları, gözleri, tüm bedeni ateşler içinde kalan Phaethon, alevler içinde yana yana Po Nehri’ne düşerek can vermiiiş. O gün güneş sönmüş... Her yer buz tutmuş. Tam tamına 1 gün, güneşsiz kalmış dünya. Ertesi gün ise Phaethon için bitmeyen bir yas başlamış. Kardeşleri, tam dört ay boyunca aralıksız acı acı ağlamışlar mezarı başında. En büyük kardeşi Phaethus, acıdan yere kapanmak istemiş lâkin bir daha hareket edememiş, olduğu yere çakılıp kalmış. Lampeti isimli diğer kardeşi ise Phaethus’a yardım etmek isteyince o da çakılıp hareketsiz kalmış. Bir anda kardeşlerin bacakları kütüğe, kolları ise dallara dönüşmüş. Vücutları kabuk bağlamış, gözyaşları ise taşlaşarak kehribara dönüşmüş. İşte o gün bugündür kavak ağaçları, doğamayan ruhların bedeni olmuştur Rashid... Anlıyor musun?”

 

Rashid anlatıların deli zırvası olduğunu düşünmeyi bırakmış, bu adamın tüm bunları kendisine niçin anlattığını sorgulamaya başlamıştı...

 

“Anlıyorum efendim” dedi duyulmayacak kadar kısık bir sesle...

“Aferin” dedi Yusuf “Anlayacağını biliyordum.”

 

Raşhid, iyiden iyiye korkmaya başlamıştı zira hissettiği şeyler pek de hayra alâmet şeyler değillerdi.

 

“Anlıyorum efendim, anladım” dedi yineleyerek...

 

Yusuf’un gözleri bir anda çakmak çakmak parladı. Bu haliyle oldukça ürkütücü görünüyordu.

 

“Bak” dedi Yusuf fısıldar gibi bir sesle gözlerini tümüyle açarak.

“Biz burada yalnız değiliz. Hiçbir zaman da olmadık.”

 

Rashid iyiden iyiye korkmaya başlamıştı.

Yusuf kafasını okşar gibi yaparak saçlarını düzeltti. Daima ensesine kadar uzun bıraktığı, çoğunlukla ortadan ayırdığı hafif dalgalı gür, yele gibi koyu kahverengi saçlarını…

Bazı zamanlar uzun süre banyo yapmaz, saçları tel tel yağlı yağlı görünürdü. Bugün ise o görünüme kavuşması için yıkanmadan geçecek birkaç güne ihtiyacı vardı saçlarının. Biraz yağlıydı. Ama henüz tel tel değil.

Elini saçlarından çekti.

 

“Ben hayatım boyunca yalnız değildim.”

“Nasıl yani efendim?” dedi artık dayanamayarak ve yüksek düzeyde bir korkuyla Rashid...

“Nasılını niyesini anlatacağım sana. Ama sen de bana yardım edeceksin duyduklarından sonra” dedi Yusuf.

“Yapabileceğim bir şeyse...”

“Yapabileceğin bir şey ve yapacaksın” dedi Yusuf umarsız ama sert bir edayla…

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Yoğun bakım ünitesindeki ilk gecesi çok zor geçti. Sabaha kadarki 10 saat içerisinde toplam üç kez şiddetli sinir krizi geçirdi. “Bünyamiiiiiin Bünyamiiiiiin” diye bağırıyor, sesi hastane koridorlarını çınlatıyordu. İki kez serumunu kopardı, bir kez de yataktan kendini attı. Sakinleştiriciler kâfi gelmeyince Yusuf’u bağlamak zorunda kaldılar. Nezahat Hanım’ın içi oğlu için yanıp kavruluyor, İshak Bey ise nihayet kara kötü günlerden kurtulduğunu düşünüyordu. Çok mücadele vermişlerdi. Evlendikleri günden beri kara bulutlar tepelerinden ayrılmamıştı. Bir dert bitse diğeri başlıyor, başlayan bitmeden yenisinin ayak sesleri cereyan ediyordu. Hele ki oğullarının doğduğu günden itibaren tam 42 yıldır başlarına gelmedik felaket kalmamıştı. Yusuf’un en büyük şansı böyle bir hastalıkla böyle bir aileye düşmüş olmasıydı belki. Nüfuzlu, güçlü, saygı gören bir soydan gelen bu köklü aile, tüm imkânlarını Yusuf’u temizlemek için kullanmışlardı yıllardır. Lise yıllarında kafasına dokunan bir sınıf arkadaşının kolunu, bacağını hususi olarak kırmış, ardından okulun bodrumuna kilitlemişti. Çocuk bulunduğunda aradan tam 23 gün 3 saat geçmişti ve ölmek üzereydi. Yusuf, bu olaydan ailesinin gücü sayesinde hiçbir ceza almadan kurtulmakla kalmamış adı dahi lekelenmeden olaydan sıyrılmıştı.

 

Nezahatla İshak sırf bu olay yüzünden Yusuf ile kısa bir süreliğine bile temasta olup ortadan kaybolan her insan için korkuya kapılmış, son derece detaylı arama çalışmaları icra etmişlerdi. En son 1989 senesinin kışında bir anda ortadan yok olan seyis Rashid için de endişelenmiş aylarca köşkü ve civarını dip bucak aratmışlar, çok şükür ki korktukları başlarına gelmemişti. Yusuf, Rashid hakkında kendisine sorulan sorulara karşılık; Rashid’in bir sabah telaşla salona girip  geçen yaz çalıştığı yerden arandığını, çünkü hırsızlıkla suçlandığını, suçsuz olduğunu lâkin gitmek zorunda olduğunu kendisine söylediğini anlatmıştı. Nezahat ve İshak, önce Yusuf’un bu anlattıklarına ilişkin şüpheye düştüyseler de arama çalışmalarının endişeye mahal vermeyecek biçimde müspet olmasını; anlattıklarının doğruluğunun bir kanıtı olarak kabul etmişlerdi. Hatta Yusuf, Rashid’in parasını eksiksiz vermiş ve gitmesine izin vermişti. Ne iyi bir çocuktu aslında Yusuf… Dışı sert ama kalbi yumuşacıktı. Yaşadıkları kolay mıydı ki ha? Onun yerinde başkası olsa belki çoktan intihar etmiş bile olabilirdi. Sağlam karakterli çocuktu Yusuf… Böyle düşünüyordu Nezahat… Onun Yusufu… Can Yusufu… Canının yongası Yusufu… Nihayet şifa da bulmuştu işte. Artık gün yüzü görecekti güzel Yusufu…

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kalktı… Ellerini arkada; belinde kavuşturarak Rashid’in etrafında çok yavaş adımlarla turlamaya başladı. 1 tam turu rahat tamamlamak için taş duvarla Rashid’in oturduğu tekli antika koltuğun arasındaki mesafeyi, koltuğu Rashidle beraber hafifçe iterek açtı. Akabinde ellerini tekrar arkasında kavuştururak dönmeye devam etti. Aynı anda kafasını sağa doğru eğmiş, dudaklarını büzmüş, sanki bir şey arıyormuş, sanki bir şeyi çözmeye çalışıyormuşçasına ama biraz da alaycı, küçümseyici bir tavırla çıkardığı “hıı… hııım” sesleri eşliğinde Rashid’i inceliyor, arada önünde duruyor, kafasının eğimini sağdan sola çevirip gözlerini korkudan bitap düşmüş adama dikerek bakıyor, sonra düşünceli bir edayla kafasını düzleyip turlamaya devam ediyordu. İlk iki turda Rashid de Yusufla beraber kafasını çevirerek onun bu anlamsız tavafını, oturduğu yerden kalkmadan takip etmiş, bir nevi arkasını kollamıştı ancak tavaf bir türlü bitmeyince dizlerinin üstüne yerleştirdiği iki elini sabitleyip kafası önde bu saçmalığın sonlanmasını beklemeye karar vermişti.

 

“Tamamdır” dedi Yusuf. “Senden iyi iş çıkar.”

“Af buyur beyim ama ne işidir acep?” diyebildi sonunda Rashid.

“Bak Rashid Efendi. Bizim doğduğumuz gün var ya bizim doğduğumuz o gün… Hah işte o mübarek günün akşamında gökler gürlemiş, yer yerinden oynamış da ağaçlar inim inim inlemiş. Babam bizim doğduğumuz gün sakat kalmış. Bizim doğduğumuz gün evdeki bir hizmetli beyin kanamasından hakkın rahmetine kavuşmuş. Beni bi anam sevdi işte bu yüzden Rashid Efendi. Hoş hâlâ da öyle ya... Ama o da eksik severdi.”

 

Rashid, duyduklarına inanamıyor bir yandan da kafasındaki soruların cevabına ulaşmak için önlenemez bir istek duyuyordu. “Biz” dediği kimdi bu manyak herifin. Kimden bahsediyordu? Kendini bu kadar mı önemsiyordu yoksa doğduğu gün evde başka bebekler de mi doğmuştu? Sahi yine ne zırvalıyordu bu adam? Rashid, tüm bu çelişkiler içinde boğuşurken:

 

“Anlıyorum efendim” diyebildi sadece.

“Neyi anlıyorsun be ya hu? Ne anlıyorsun ha?” diye manası çözülemeyecek bir öfke patlaması yaşadı Yusuf yine.

“Hiçbir şey anladığın yok senin ahmak herif! Sen ve senin gibilere bir işe yarasınlar diye fırsatlar verilir onu bile değerlendiremezsiniz siz. Ne anladın lan mesela benim şu anlattıklarımdan? Söyle bakayım! Ha? Ne anladın söyle?”

Rashid, kendisine hakaret edildiğini teğet geçecek derecede korkmuş vaziyetteydi ve anladıklarını toparlayarak efendisine aktarma derdine düşmüştü.

 

“Şey... Efendim... Aslında anladım ama biraz yarım. Sadece şeyi anlayamadım. Acaba doğduğunuz gün köşkte başka bebek de mi doğmuştu? Ben onu pek anlayamadım efendim” dedi nazik ve eğik bükük halde…

“Hayıır Rashid biz doğduk biz! Kardeşimle ben! Bünyaminle ben! Biz doğduk! Bak o da sana bakıyor şu an! 40 yıldır tıkılıp kaldığı hücreden onu kurtarman için bakıyor sana! Ah bilsen kaç kişi beceremedi şu işi!  Ama sen! Sen kotaracaksın bu işi Rashid! Sende o ışığı gördük biz ve kararımız kat’idir. Sen Bünyamin’i çıkaracaksın!”

 

Rashid, o kadar korkmuştu ki bir anda midesi dolanmaya başladı ve adeta batınından çıkıp ayaklarının dibine düşecekmişçesine hareket ediyordu ve sonunda olan oldu, ne yediyse hepsini fışkırtırcasına bıraktı önüne. Rahatlamıştı. Korku içinde, terlemiş kafasını tam kaldırmadan gözlerini yukarı kaldırarak tepesinde dikilmiş öylece duran Yusuf’a baktı. Bir hışımla koltuktan kalkmaya, oradan derhâl kaçmaya, sonsuza kadar bir daha dönmemek üzere o kapıdan çıkmaya çalışmıştı ki Yusuf, kocaman elleriyle tek bir hamlede zavallı adamı iki omuzundan ittirip yerine çaktı adeta…

Lâkin Rashid’in pes etmeye pek niyeti yoktu zira çok uzun zamandır bu ıssız köşkte korku içinde yaşamaktaydı ve nihayetinde kararını vermişti… Buradan hemen bir an önce kurtulmalıydı... Aralarında şiddetli bir boğuşma başladı... Etraftaki kusmuklar ikisinin de ağzına, gözüne, yüzüne bulaştı ama aldırmıyorlardı... Rashid, gücünü son damlasına kadar kullanmaya kararlıydı ve fakat Yusuf da en az onun kadar kararlıydı…

 

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

“Keşke” dedi Nezahat... Feri gitmiş yorgun gözleri dolu dolu kocasına bakarak.

“Keşke birazcık daha anlayışlı olsaydın oğlumuza. O hastaydı... Onun hiç suçu yoktu ki... Sen daima hor gördün onu... Daima işe yaramaz buldun... Oysa benim oğlum bir mucizeydi. O işe yaramaz değildi. Benim oğlum, dünyadaki en güzel çocuktu. Hâlâ da öyle. Sen naptın ama Bey? Sen bir tanecik oğluna hep katı davrandın… Keşke İshak Bey keşke sen biraz iyi bir baba olaydın...”

 

Duydukları karşısında adeta dehşete düşmüştü İshak Bey... Neredeyse yarım asırdır aynı yastığa baş koyduğu ama şu an tanıyamadığı karşısındaki bu kadın, neler söylüyordu böyle! Daha ne yapabilirdi böylesi bir oğul için? Daha ne yapabilirdi? Onu korumuş kollamış, sesini bir kez bile ona karşı yükseltmemişti. Tüm lanetine rağmen ondan kötü diye bahsetmemişti… Doğduğundan beri imkânlarının tamamını oğlunun önüne sermişti. Kâh rezil rüsva olmuştu çevresine kâh sonu gelmeyen densiz sorulara maruz kalmıştı ama o bir gün bile oğlunun da ailesinin de arkasında dimdik kalmaktan geri durmamıştı.  Bu kadın neler söylüyordu böyle? Bir baba olarak daha ne yapabilirdi mucize dediği bu işe yaramaz çocuk için… Evladı maalesef ki gerçekten işe yaramazın tekiydi! Bu da yetmezmiş gibi onlarca insanın sonunu getirmişti… Karşısında duran ve bunca yıldır aslında hiç tanımadığını şimdi, şu saniye fark ettiği bu kadının haklı olduğu tek bir taraf vardı, o da; oğullarının yalnız doğmadığı ve hasta olduğuydu. İshak Bey yıllar yıllar içinde defaatle söylemiş olmasına rağmen ne oğlu ne de karısı kabul etmişlerdi bu gerçeği. Bir türlü doktora gitmemişler, her şeyin psikolojik olduğunu iddia etmişlerdi. Çoğu zaman da tüm bunların müsebbibi olarak da kendisini suçlamışlar, biraz daha şefkat gösterirse Yusuf’un iyi bir çocuk olacağını iddia etmişlerdi. Oysa gerçek tam da kendisinin tahmin ettiği gibi bambaşkaydı… Gerçek çok acıydı... Oğlu gerçekten yalnız doğmamıştı. Kafasında 40 küsur yıldır taşıdığı ikizi, onu delirtmiş ve ne yazık ki kimsenin sayısını dahi bilmediği onlarca masum insanın canına ve bir ailenin felaketine mâl olmuştu... İshak Bey suçlu değildi. Ona kalsa, gerçek suçlu karısıydı. Kaderin önüne geçilmezdi belki ama kaderin işleyişi değiştirilebilirdi. Zamanında ve doğru hamlelerle sonuçlarının vereceği zararlar asgari düzeye çekilebilirdi... Allah akıl vermişti ama bu kıt akıllılar, verileni bile görememişlerdi... Tıpkı kavak ağaçlarını da o ağaçların altındakileri de göremedikleri gibi…                                              



Devamı