• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

Ekonomi-İktisat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekonomi-İktisat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’nin İktisadi Açıdan Gelişmesinde Temel Sorun




Demokrasi, bireysel hak ve özgürlüklerin tesis edildiği bir yönetim biçimi olmasının yanında, girişimcilik ve serbest teşebbüs hakkının bireyler ve tüzel kişiler yoluyla tüm topluma aktarımının sağlandığı değerler sistemidir. Bu değerler sisteminin sağladığı özgür girişim ortamının doğal sonucu olarak elde edilecek üretim çıktılarının, toplum içinde harekete geçireceği sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değerlerin katma değerlerinin çarpan etkisi çok daha yüksek olacaktır. Bu pencereden değerlendirildiğinde, dünyanın önde gelen ekonomilerinin ve bu ekonomileri barındıran demokratik sisteme sahip ülkelerin, hem evrensel insan haklarına saygıda hem de ekonomik kalkınmışlık sıralamalarında üst sıralarda olmaları elbette tesadüfî değildir. Demokrasinin ekonomik gelişme ve kalkınmaya zemin hazırlayacağını söyleyebileceğimiz gibi, ekonomik güç ve kalkınmışlığın da demokratik ortamın sürdürülebilmesinde en büyük destekçi olacağını söylemek mümkündür. Bu nedenle ekonomik hak ve özgürlüklerin belirli bir seviyeye ulaşmaması halinde demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Bu perspektif ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ülkelerinin ekonomileri konusunda bir değerlendirme yapacak olursak, ilk önce bu coğrafyada temel hak ve özgürlüklerin incelenmesi gerekmektedir. Elde edeceğimiz bulgular, ekonomik durumun açıklanması noktasında bir neden sonuç ilişkisi kurulması açısından yardımcı olacaktır.

On milyon km2’yi aşan büyüklük ve 300 milyonu aşan nüfus yapısıyla Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ülkeleri toplumsal, ekonomik, sosyo-kültürel yapısı, siyasal şekil ve çok sayıda uluslar arası gücü bölgeye çeken petrol rezervleri sebebiyle uluslararası politik gündemin daima ana unsurlarından olmuştur. Ortadoğu sadece bu coğrafya üzerinde var olan kara parçası olmaktan ziyade üç büyük dine son beş bin yıl içinde ev sahipliği yapmış bir yerdir.[1] Benzer kültür, gelenek ve dini değerlere sahip bu ülkeler arasında tarihsel anlamda da benzerlikler söz konusudur. Siyasi anlamda da yine bu benzerliklerin etkisini görmek mümkündür. Söz konusu coğrafyada modern anlamda demokratik yapı ve kurumların varlığından bahsetmek son derece güçtür. Genel olarak katı, dışa kapalı ya da yarı geçirgen, baskıcı, totaliter ve monarşik rejimlerin bölge genelinde hâkim olduğunu söylemek mümkündür. Esasında bu baskıcı ve katı rejimlerin egemen oldukları topraklar üzerinde serbest girişimin önünü açacak esaslara izin vermeyecekleri açıktır. Böylesi bir durumda da ülkeler nezdinde yeterli üretimin yapılmadığı ve buna bağlı olarak yeterli sermaye birikimine ulaşılamadığı ve yoksul halk kitlelerinin bölge coğrafyası içinde sıkça karşılaşılan doğal bir tablo olduğunu söylemek mümkündür.

Bölge ülkeleri her ne kadar benzer sosyo-kültürel değerlere sahip olsalar da, beşeri sermaye ve doğal kaynaklar yönünden birbirlerinden ayrışırlar. Söz konusu ülkeler sahip oldukları doğal kaynaklar ve nüfus açısından üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar sırasıyla;

- Doğal kaynak yönünden fakir, ancak işgücünün bol olduğu ülkeler,
- Hem doğal kaynaklar, hem de işgücü açısından zengin ülkeler,
- Doğal kaynaklar bakımından zengin, fakat işgücünün yetersiz olduğu ülkeler şeklinde sınıflandırılmaktadır. Cibuti, Mısır, Ürdün, Tunus, Fas, Lübnan ve Filistin birinci grupta; Cezayir, İran, Irak, Suriye ve Yemen gibi ülkeler ikinci grupta ve Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği de üçüncü grupta yer alırlar.[2]

Esasında yukarıda ki sınıflandırmanın doğal kaynaklar ve iş gücü arzı açısından getirdiği farklılığının, söz konusu yönetim biçimi ve serbest girişim hakkı olduğunda herhangi bir farklılık arz etmediğini görmekteyiz. Her ne kadar bölge ülkeleri içinde kişisel ekonomik durumun farklılık arz ettiği uç örnekler olsa da, bu durumun kişinin temel demokratik haklarından olan seçme ve seçilme noktasında benzer durumları doğurduğunu görmek mümkündür. Durumu bir örnek ile açıklayacak olursak; kişi başı GSMH seviyesi $2.423 olan Ürdün ile yine aynı şekilde kişi başı GSMH seviyesi $14.619[3] olan Suudi Arabistan vatandaşları açısından yönetime dâhil olma ve yöneticilerin seçimi konusunda temel anlamda bir farklılık bulunmamaktadır. Bu noktadan hareketle ekonomik gelişmişliğin demokratik gelişmişliğin açıklanmasında tek başında bir anlam ifade etmediğini söyleyebiliriz.

Söz konusu bölge 2010 yılı itibariyle 330,9 milyon civarında bir nüfusa sahiptir. Bölgede yıllık nüfus artış hızı II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, dünya ortalamasının üzerinde seyretmektedir.[4] Hızlı nüfus artışı beraberinde işgücünde de hızlı bir artışı getirmektedir. Ancak işgücündeki bu hızlı artışa rağmen yeni istihdam alanlarının yaratılamıyor olması 1980’lerin ortalarından bu yana bölgenin resmi kayıtlara göre işsizlik oranının %15 düzeyinde seyretmesine yol açmıştır.[5] Gayri resmi rakamların bu değerin çok üzerinde olduğu düşünülmektedir. Bölgedeki işgücündeki bu artışa karşın, egemen siyasal ve ekonomik yapıların yeni istihdam alanlarının yaratılmasına imkân verecek esnekliğe sahip olmadıkları bilinmektedir. Bu durumun doğal bir sonucu da özel sektör ve teşebbüslerin yeterince gelişmemesidir. Özel sektörün gelişmemesinde ki temel sebep ise yukarıda da bahsettiğimiz temel hak ve özgürlüklere gereken önemin verilmemesi ve serbest girişim hakkının bölge halklarının elinden alınması yatmaktadır. Bölge halklarının sahip olmadıkları serbest mülkiyet ve girişim haklarının yanında, tabana yayılmayan sermaye yeterliliğinin eksikliği de bu anlamda özel sektörün gelişmemesinde önemli bir etken olmuştur. Dış yatırım çekme noktasında ise belirli sektörlerin –ki genel anlamıyla enerji bunların başında gelmektedir- dışına çıkılamamış olması genel anlamda bu ekonomik tablonun değişmemesinin en temel unsurlarındandır. Bölge ekonomilerinin genel anlamda sermaye ağırlıklı üretimden ziyade yer altı zenginliklerine, bunun mümkün olmadığı coğrafyalarda ise emek ağırlıklı düşük getirili sektörler temeline dayanması bölge halklarının fakirleşmesinde büyük rol oynamaktadır. Kaldı ki yer altı kaynaklarının yenilenebilir olmaması ve petrol zengini ülkelerin sanayi yapıları içinde tek sanayi kolunun petrol sanayisi olması içinde bulunulan ironik duruma en güzel örnektir. Doğal kaynak bağımlılığı körfez ülkelerinin, gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi çeşitli mal ve hizmet üretebilme yeteneğinden yoksun olmasına neden olmuştur. Bir Arap bu konuyla ilintili olarak şunları söylemektedir; ‘’Benim babam deveye biniyordu; ben otomobil kullanıyorum, benim oğlum jet kullanıyor, onun oğlu ise tekrar deveye binecek’’[6]. Bu söz bölgedeki petrolün tükenebilir bir kaynak olduğunu ve ayrıca eğer üretimde çeşitliliğe gidilmez ise petrol tükendikten sonra ellerinde hiçbir şey kalmayacağını göstermektedir. Elbette bu çeşitliliğe gidecek yol bahsi geçen temel hak ve özgürlüklerin tesis ve temin edilmesi ile gerçekleşebilecektir.

Kanada kökenli Fraser Institute tarafından hazırlanan Economic Freedom of the World adlı endeks, ülkelerin ekonomik özgürlüklerini beş temel kriterin göstergelerine dayanarak hesaplar. Bu kriterler şunladır: devletin büyüklüğü (harcamalar, vergiler ve girişimde), hukuksal yapı ve mülkiyet hakları, sağlam paraya erişim, uluslararası ticaret serbestliği ile emek, sermaye ve kredi piyasasında düzenlemelerdir.[7] ABD kaynaklı Heritage Foundation’ın hazırladığı endekse göre ise ekonomik özgürlük on bileşenden oluşmaktadır. Bunlar;

· İşgücü özgürlüğü
· Mülkiyet hakları
· Finansal özgürlük
· Yatırım özgürlüğü
· Mali özgürlük
· Hükümet harcamaları
· Ticaret özgürlüğü
· Rüşvet ve yolsuzluktan muafiyet
· Girişim özgürlüğü ve
· Parasal özgürlüktür[8]

Bölge ülkeleri yukarıda da anlatmaya çalıştığımız şekilde bu değerler açısından son derece yetersiz durumdadırlar. Bölge ülkelerinin bahsi geçen ekonomik özgürlüklerinin önündeki engeller ise; hukuksal mevzuat, güçlü bürokratik yapı, ulaşım imkânlarının yetersizliği, iletişim alanındaki sınırlamalar ve bu alandaki altyapı yetersizliği, iktisadi ve siyasi belirsizliktir.

Görüldüğü üzere bahsi geçen unsurlardan müspet olanların söz konusu ülkelerde inşası, menfi olanların ise bertaraf edilmesi ancak demokratik yapı ve kurumların sisteme kazandırılması ile mümkün olacaktır. Kişi hak ve özgürlüklerine saygılı, girişim serbestîsi ve özgürlüğünün doğal bir süreç olarak tanımlanacağı bu demokratik sistem, çarpan etkisi ile tüm halkın refah seviyesini artıracak ve başta adaletsiz gelir dağılımı olmak üzere birçok sorunun ortadan kalkmasında temel rol oynayacaktır.

tolgahan osmanoğlu

[1] Abdurrahman Arslan, “İslam, Ortadoğu, Anglosaksonlar”, Birikim Dergisi, İstanbul 2003, s.33-34
[2] Yrd.Do.Dr. Hamdi Genç, Arap Baharı’nın Dünya ve Türkiye Ticari İlişkilerine Etkileri, MÜSİAD Çerçeve Dergisi, 57.Sayı, S.45
[3] Kişi başına GSMH'ye göre ülkelerin listesi (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ki%C5%9Fi_ba%C5%9F%C4%B1na_GSMH'ye_g%C3%B6re_%C3%BClkelerin_listes)[4] The World Bank, World Development Indıcators (WDI) 2011, s. 38.
[5] Yrd.Doç.Dr. Hamdi Genç, a.g.e., S.48
[6] Yrd. Doç. Dr. Harun Öztürkler, Petrol Fiyatlarındaki Dalgalanmaların Körfez Ülkeleri Ekonomileri Üzerindeki Etkileri, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=235
[7] Fraser Institute, Economic Freedom of the World 2011 Annual Report, Canada 2011, s. 5
[8] Yrd.Doç.Dr. Hamdi Genç, a.g.e., S.50


Devamı

AB Dağılırken…



AB Başkanlığı ve AB Dışişleri Bakanlığı gibi yüksek dereceli tartışmalar gündemdeyken AB’nin dağılmasından söz edebilmek güç gelebilir; fakat aynı tartışmaların geçmişi, derinliği ve yaşanan anlaşmazlıklar dikkatle incelendiğinde ‘Dağılma Olasılığı’nın, birliğin Başkanlık gibi üst bir temsiliyet makamı ile daha da güçlenme olasılığından daha yüksek olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Zor işlerin altından kalkma becerisi gelişmemiş olan Avrupa Birliği ülkeleri-aslında Fransa ve Almanya- Başkanlık görevini, küçük bir ülkenin etkisiz bir liderine devrederek kendi ulusal duvarlarını yükseltmeye devam edeceklerdir. Yüksek profilli bir başkan seçememek, açık bir şekilde Avrupa Birliği’nin güçlendiğine değil, zayıfladığına ve dağılmaya başladığına dair en büyük delildir. AB güçlenmek isteseydi, temsiliyetten daha öte bir AB Başkanlığı çerçevesi çizerdi. Güçlenmeyen birliklerin zayıflaması ve nihayetinde dağılması sıradan bir doğa olayıdır.



En son Çeklerin Lizbon Anlaşması’nı onaylamasının ardından son durum şu(*):

A.Son Fotoğraf:

Avrupa Birliği liderleri, 19 Kasım'da birliğin ilk başkanı ve dışişleri temsilcisini kararlaştırmak için özel bir zirve düzenleyecek. Atamalar, 27 üye ülkenin liderleri tarafından yapılacak oylamada nitelikli çoğunluğun oyu ile yapılacak. Lizbon Antlaşması uyarınca, Avrupa Konseyi başkanı iki buçuk yıllığına atanacak. Görev süresi bir kez uzatılabilecek. Bu görevin oluşturulması ile hedeflenen ise AB'nin başlıca politika alanlarında daha fazla devamlılık ve istikrarın sağlanması. Başkanlık için Belçika başbakanı Herman Van Rompuy'un yanında diğer adayların, Hollanda başbakanı Jan Peter Balkenende ve Lüksemburglu mevkidaşı Jean Claude Juncker olduğu söyleniyor. İtalya'nın orta sağ kanattaki eski başbakanı Massimo D'Alema ise AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi görevi için şansı en yüksek adaylardan biri olarak görülüyor. Bu görevi üstlenecek olan isim aynı zamanda Komisyonun başkan yardımcısı olacak. Lizbon Antlaşması 1 Aralık'ta yürürlüğe girecek. Zirvede kararlaştırılacak üçüncü isim ise, Konsey Sekreteryası'nın Genel Sekreteri olacak. Bu görevi üstlenecek olan isim, 27 AB hükümetini bir araya getiren Konsey'in işleyişinin yönetiminden sorumlu olacak.

B.Sondan İki Önceki Fotoğraf:

Bundan bir süre önce İngiliz tarihinde arka arkaya 3 seçim kazanan tek İşçi Partisi lideri olan Tony Blair, Irak Savaşı yüzünden partisinde çıkan isyan üzerine Haziran 2007`de başbakanlığı Gordon Brown`a devretmek zorunda kalmıştı. Aralık 2007 ‘de Vatikan’ı ziyaret ederek Katolik olduğunu ilan etmiş; muhtemel AB Başkanlığı için kulis yapmaya başlamıştı. Daha sonra BM çatısı altında kurulan Ortadoğu Dörtlüsü`nün temsilcisi olmuştu. O dönemde AB Başkanlığı için Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker, Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen ve Polonya`nın eski Cumhurbaşkanı Aleksander Kwasniewski`nin isimleri geçiyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy, Lizbon`da yaptığı açıklamada Blair`in 'en Avrupa yanlısı İngiliz' olduğuna işaret ederek, AB başkanlığı için iyi bir isim olacağını kaydetmişti.

C. Sondan Bir Önceki Fotoğraf:

Köprünün altından çok sular aktı. Danimarka Başbakanı Rasmussen NATO Genel Sekreteri oldu. Almanya, Blair’e sıcak bakmadı ve Blair devre dışı kaldı. Aslında Blair, ABD`nin 2003 yılında Irak`a girmesine desteği nedeniyle çok tercih edilen bir isim değildi. İngiltere`nin AB`nin ortak parası euro ve birliğin serbest dolaşım alanı Schengen`e dâhil olamaması Blair`in şansını iyice azaltıyordu. AB zirvesinde Blair`in adaylığına en büyük darbeyi kendi siyasi ailesi Sosyalistler vurdu. AB Başkanlığı yerine yine Lizbon Anlaşmasında AB Komisyonunun başkan yardımcılığını da üstlenmesi öngörülen AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi`nin kendilerinden atanmasını isteyen Sosyalistler, Blair`i kendi ailesinden bile destek alamayan bir aday konumuna itti.

Brüksel`de `yüksek profilli` bir başkan görmek istemeyen Almanya Başbakanı Angela Merkel`in de Blair`e yeşil ışık yakmaması, eski İngiliz Başbakanına daha önce desteğini açıklayan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy`yi de tavrını gözden geçirmeye zorlarken, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi`nin kızıl hastalığına yakalanıp zirveye gelememesi, Blair`i en büyük destekçisinden mahkûm bıraktı. Blair`e karşı çıkan AB liderlerinin açıklamalarında Irak savaşına özel atıf yapılırken, Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, "Gelecek nesiller, Irak, Bush ve Tony Blair arasında bağ kurmaya devam edecek",dedi. Blair`in önemli konularda doğru tavır alamadığını ve Avrupa`yı temsil edecek en iyi aday olmadığını söyleyen Asselborn, 'O birleştirmekten çok bölen biri` suçlamasında bulundu. Blair`i desteklemesi beklenen İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ise fikrini değiştirerek Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende`yi tercih edeceklerini açıkladı. Tony Blair`in büyük ölçüde yarış dışı kalmasıyla, uzlaşmacı kişiliğiyle ve düşük profilli yönetim tarzıyla tanınan Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkenende, AB Başkanlığı için en muhtemel isim olarak öne çıktı.

Öte yandan Blair`in en azılı rakibi ve AB`nin Euro grubunun başkanı Juncker ise, Fransa ve İngiltere`nin eleştirilerine maruz kaldı. Le Monde gazetesinin sorularını yanıtlayan Juncker, ``Eğer AB için iddialı bir vizyon ortaya koyacaksa, başkanlık göreviyle ilgileniyorum`` dedi. Tecrübeli politikacı, bu tür bir teklifin gelmesi halinde, reddetmesi için hiçbir nedenin bulunmadığını söyledi. Göreve aday olmayacağını, teklif gelip gelmediğine bakacağını ifade eden Juncker, tek koşulunun bu görevin iddialı bir AB yaratılması hedefine sahip olması olduğunu söyledi.

Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende, Finlandiya`nın eski Devlet Başkanı Paavo Lipponen, Letonya`nın `Demir Lady`si` unvanını alan Vaira Vike- Freiberga`nın adları da kulislerde zikredildi. Daha sonra AB başkanlığı için kulislerde Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel’in adı tekrarlanmaya başladı.

AB Başkanı’nın Birlik İçi Stratejik Önemi:

AB başkanlığına oturacak kişinin, öncelikle, bir AB ülkesinin eski devlet ve hükümet başkanı olması ve AB`nin Hıristiyan Demokratlar ailesine üye olması gerekiyor. Büyük ülkelerin hırslarını, küçük ülkelerin ise hassasiyetlerini kavrayabilecek birisi olması isteniyor. Dönem başkanı İsveç'in başbakanı Fredrick Reinfeldt, "Kilit görevler arasında sağ ve sol siyasi figürler, Kuzey ve Güney Avrupa, büyük ve küçük ülkeler, kadınlar ve erkekler arasındaki dengenin gözetilmesinin pek çokları için önem arz ettiğini" söylüyor.

AB Başkanlığı’nın Küresel Stratejik Önemi:

Başlangıçta ABD’ye karşı oluşturulmak istenen Avrupa Birleşik Devletleri’nin test mekanizması olan AB Başkanlığı, Avrupa Birliği çatısının son basamağıdır.

Analiz ve Sentez:

AB dağılacak mı? Bu sorunun cevabını aramadan önce 26.08.2008 tarihli ‘Euro ve Chopin; 2010'dan Sonra Euro Yok’ başlıklı analizin sonuç bölümüne ve 01.01.2008 tarihli ‘Yahudiler Terk ettiler; Avrupa İçe Kapanıyor’ başlıklı analize bakmamızda fayda var:

“Sonuç olarak; Euro gün geçtikçe Avrupa Birliği vatandaşlarının gözünde itibarını yitirmekteyken, daha doğrusu tüm ekonomik ve sosyal olumsuzlukların sebebi sayılmaktayken fiili olarak da çatırdamış; çöküşün eşiğine gelmiştir. Avrupa Anayasası ile ilgili olumsuz gelişmeler, Avrupa Birleşik Devletleri'ne giden yolun sıradan politikacılar sebebiyle tıkanması ve ortak iç ve dış politikalar üretilmemesi, iç politik unsurların her Avrupa ülkesinde neredeyse bağımsızlık postulatlarına uygun bir ritimde ilerlemesi, AB'nin güvenilirlik katsayısının hızla düşmesi ve hiç beklenmeyen bir şekilde Türkiye'nin yeniden küresel bir güç olmaya başlaması Euro'nun Chopin'in notalarıyla sonsuz istirahatgâhına gönderilmesine aracılık etmektedir.”(1)

“Gerçekler apaçık oysa; Dünya ticaret dengeleri Avrupa aleyhine değişiyor. Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya ve diğer Avrupa ülkeleri teknoloji ihracatçısı olmaktan uzaklaşıyorlar (Silah ve otomotiv satışlarından kaynaklanan ihracat da onlar için yeterli değil-Fransa'nın dünya silah pazarındaki payı yüzde 8'den yüzde 6'ya düştü-). Kuzey Avrupa ülkelerinin ben merkezci ihracatı da Avrupa için bir kazanç değil. İngiltere, Fransa ve Almanya'da işsizliğin artması (%10), sosyal güvenlik kurumlarının çökme tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi, büyümenin yavaşlaması (binde 6), pazar daralması, üretim düşüklüğü ve ekonomik küçülme, teknoloji imalatçısı şirketlerin küresel sermayedarlara satılışı, büyük sermaye sahibi Avrupalı şirketlerin dış yatırımlara yönelmesi, siyasî istikrarsızlıklar, değişen sosyal yapılar, Avrupalı olmayan ırklardaki nüfus artışı, ırkçı ve militarist söyleme sahip siyasetçilerin hızla artması Avrupa Ülkeleri’nin hızla içe kapandığının kanıtlarıdır.(2)

2009 Sonunda İzlenen Manzara:

Avrupa Birliği’ni oluşturan devletler sömürgeci kapitalizmin çöküşüyle çok ciddi ve derin bir bunalımla boğuşuyorlar. Bu bunalım tek boyutlu bir bunalım değil. Yüksek Avrupa kültürü, özgüvenini yitirmiş durumda ve bu özgüven kaybı dolayısıyla marijinal akımlar güçleniyor. Avrupa ülkelerinde Avrupa kökenli olmayan birlik vatandaşlarının can ve mal güvenlikleri, Avrupa Değerleri ve standartlarının aksine gün geçtikçe daha güç sağlanıyor.

Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratlar daha sık ortak nokta bulmaya başladılar ve Yeşiller görece nesnel politikalarını Sosyalistlere ve Hıristiyan Demokratlara benzetmeye devam ediyorlar. Klasik içe kapanma refleksleri hızla güçleniyor. Özgürlükler daha kolay kısıtlanıyor; vergiler yükseltiliyor ve birlik vatandaşlarının hassasiyetleri sürekli canlı tutularak Birlik bilincinin aksine duygusal araçlar daha etkin bir çerçevede kontrol edilerek kullanılıyorlar. Dolayısıyla politik çatışmaların büyük çoğunluğunu kulislerde ve gizlilik derecesi yüksek anlaşmalarla çözmeye alışkın olan Fransa ve Almanya, vatandaşlarının fikirlerine daha çok önem verir gibi görünmeye dikkat ederek, uzlaşmazlıklarını gizlemeye çalışıyorlar. Avrupa Birliği ülkeleri, iç ve dış politik/ekonomik hamlelerini ülke çıkarlarının arkasına sağlayarak, bu tür davranışların birlik içi sorunları arttıracağını bile bile ulusal şirketlerine kaynak temininde bencil davranmaktan çekinmiyorlar. Nüfus artış hızı eksiye düşüyor ve sosyal sigorta fonları yaşlanan Avrupalıların emekli maaşlarını finanse etmekte güçlük çekiyorlar. Birliğin nitelikli iş gücüne olan ihtiyacı gittikçe büyüyor.

Öngörü:

Yakın gelecekte muhtemelen Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende(Bakınız Not) AB Başkanı olarak seçilecek. Bu seçim, Avrupa Birliği’ne güçlü bir koordinatör Başkan seçmeye niyeti olmadığını gösteriyor. Güçsüz ve uzlaşmacı bir kimliğe sahip olan Balkanende, Fransa ve Almanya’nın etkisinde kalacağı için, Avrupa Birliği, şu andaki başkansız döneminden daha farklı davranma şansına sahip olmayacak. Bununla birlikte ulusal ayrışmalar hızlanacak. Avrupa Birliği, AB Anayasası’ında öngörüldüğünün aksine küresel politikalar üretmekte zorlanacak. Uluslararası ticarette Euro’nun mübadele aracı olmaktan çıkması ve ulusal paraların tedavüle çıkmaya başlaması üzerine, AB, dağılmaya ilişkin gayri resmi sorunlarla uğraşmaya devam edecek. Almanya-Rusya ilişkileri güçlenerek sürecek ve bu ikili ilişkiye Fransa dâhil olmaya çalışarak diğer Avrupa ülkelerini kaderleriyle baş başa bırakacaklar. Ancak Fransa, Alman-Rus ilişkilerinde iki tarafın isteksizliği sonucunda üçüncü partner olamayacak. Ekonomisini finanse etmekte ve enerji ihtiyacını farklı kaynaklardan temin etmekte zorlandığından Kuzey Afrika ülkeleri ile ilişkilerini geliştirecek.

Birlikten, önce, ekonomik olarak zarar gören ve Birliğin oluşturduğu ekonomik zincirlerden yeterince beslenemeyen İskandinav ülkeleri ayrılmayı deneyecekler. İngiltere, söz ve güç sahibi olamadığı Başkanlık seçimleri sonrasında ekonomik sorunlarla başa çıkamayacak ve birlikle ilişkilerini kendi ticarî çıkarları nedeniyle sınırlandıracak kararlar almak zorunda kalacak.

Vatikan, Birlik Anayasası’na dâhil edemediği Hıristiyanlık tabanı üzerinde yeterince güç sahibi olamadığını, desteklediği Blair’in seçilmemesi ile kanıtlayarak birlik politikalarının dışında kalacak. Ve bu kaybına karşılık Fransa ile ilişkilerini güçlendirerek ayrışmayı hızlandıracak.

Sonuç:

AB, Başkanı’nı seçerken yaptığı/yapacağı düşük profilli tercihlerden dolayı dağılmaya başladığını göstermektedir. Avrupa, açıkça öngörülebilecek şekilde ortaçağ karanlığına hızla geri dönüyor. Yaşlı küremizi bekleyen en büyük tehlike Avrupa’nın ortaçağ karanlığına geri dönmesi ve savaşçı hormonlarının tekrar aktif hâle gelmesidir. Türkiye’nin enerji koridorlarına hâkim bir konumda bulunması, Türkiye’yi muhtemel bir savaş’tan uzakta tutacak gibi görünse de, Türkiye’nin etki alanlarında çıkabilecek bir savaş Avrupalıların genetik özelliklerini çağrıştırır niteliklerde olabilecektir. Yine de savaş, analizimizde yer alabilecek yakın bir öngörü değildir. Çünkü; Avrupa, savaşabilecek vizyona sahip liderlere sahip değildir.


Not: 19.11.2009 akşamı yapılan liderler zirvesinden Belçika başbakanı Herman Van Rompuy ismi çıktı. Bu isim, seçim üzerinde Almanya'nın mutlak gücünün etkili olduğunu gösteriyor. İngiltere'nin cılız etkisiyle de AB Komisyonu İngiliz üyesi Catherine Asthon AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği'ne seçildi.


(*) Derleme haberler, BBC Türkçe (11.11.2009), Sabah Gazetesi (30.10.2009) Zaman Gazetesi (23.10.2007, 27.10.2009, 31.10.2009), Yeni Şafak Gazetesi(30.10.2009), Türkiye Gazetesi (05.10.2009) ve CNNTürk’ten elde edilmiştir.



seçkin deniz



Devamı

Altının Altın Çağı


Son dönemin klasik başlıklarından biri. Altının altın çağı, ya da altında altın dönem.

Gerçekten öyle mi, yoksa bu "altın" dönem sonradan yaşanması muhtemel bir finans depreminin öncüsü mü? Ya da bahsi edilen "altın" döneme henüz gelmedik mi?
  
“Altın”ın eko-politik yakın tarihine ilişkin bir çalışma..

Altın..Uğruna savaşlar yapılan, zenginliğin ve gücün simgesi. Son dönemde hakkında yaygaralar koparılan, fiyatının "aşırı" yükseldiği iddiaları ortada uçuşan, varlığı bir dert, yokluğu yara sarı maden. Altın, insanlık tarihi kadar eski bir geçmise sahip. Bahsettiğimiz gibi paranın ve gücün sembolü olma özelliğini yüzyıllardır sürdüren değerli bir meta. Altının tarihteki yeri ve kullanımı başka yazıların konusu. Biz son dönem çok dillendirilen "altındaki altın dönemi" irdelemeye çalışacağız.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl bizden sonraki nesiller için incelenecek epey bir konuyu bünyesinde barındırıyor. Özellikle 2000'li yılların geride bıraktığımız ilk 10 yılı baş döndürücü bir hızla geride kaldı. Ekonomik, politik ve sosyal açıdan ciddi kırılımları hep birlikte izledik. Sınırların ve yönetimlerin değiştiği, haritaların yeniden çizildiği, siyasetin tekrar dizayn edildiği, güç savaşlarının yeni bir boyut kazandığı bir yüzyıl bu. Elbette sosyo politilk alanda yaşanan gelişmelerin ekonomik sonuçları da oldu. Hatta öyle ki son dönemde ekonomi alanında yaşanan büyük çaplı gelişmeler biraz da yukarıda bahsettiğimiz sonuçları doğurdu. Dünya hızlı bir gelişim ve değişim süreci yaşarken, gerek bireyler gerekse ülkeler bu değişime ayak uydurma telaşı içinde. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu algısı ile ülkeler arası ilişkiler ve eski ekonomik düzen de bu değişimden nasibini aldı.

Ekonomik ve Politik Olarak Bir Milat "11 Eylül 2001"

Şüphesiz 11 Eylül saldırıları dünya tarihinde bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına sebep oldu. Gerek gerçekleştiği dönem itibariyle gerekse geride bıraktığımız süre içinde yaşananlara bakıldığında bu söylemin doğru olduğunu görmek mümkün. Yukarıda bahsettiğimiz "değişimlerin" çıkış noktası olarak 11 Eylül'ü referans göstermek yanlış olmasa gerek. 11 Eylül'ü irdelemek ve yaşananları bu tarihle ilişkilendirmek kimilerine göre komplo teorisyenliği olsa da, mevcut ekonomik gelişmelerin çıkış noktası olarak bu tarihi alacağız.

11 Eylül saldırıları ABD tarihinde Pearl Harbor saldırılarından sonra kitlesel anlamda ABD kamuoyunda güvensizlik ve huzursuzluk yaratan en büyük olaydı. Günümüz medyasının olayı Hollywood tadında aktarması nedeniyle de ABD tarihinin en büyük travması olarak yerini aldı. Bu travmatik olay dünyanın bir numaralı ekonomik gücüne olan destek ve güveni derinden sarstı şüphesiz. Askeri ve istihbari açıdan dünyanın en önde gelen ülkesinin kendi evinde kalbinden hançerlenmesinin mikro ve makro anlamda yarattığı güvensizlik dalgalarının önüne geçilmesi için adım ya da adımlar atılması gerekiyordu. Bunun için Bush hükümeti saldırıların sorumlularını bulmak ve suçu işleyenleri cezalandırılmak için çoktan düğmeye basmıştı. Bir anda tüm dünyada terörizmin bir numaralı savaşçısı haline gelen ABD, ikiz kulelerin yıkılmasından sorumlu tuttuğu Ladin'in izine ulaşmak ve kitle imha silahları bulundurduğu sebebiyle insanlık adına tehdit yarattığı iddiası ile Irak ve Afganistan'ı işgal edecek süreci başlatacaktı. Elbette uzun soluklu olacak bu harekatlar için ABD hazinesi kesenin ağzını sonuna kadar açtı. İddia edildiği gibi enerji koridorunu kontrol altına alacak olan ABD bir anlamda kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyordu. Her anlamda büyük bir bütçe gerektiren operasyon için Bush hükümeti Federal Reserve ve kongreden de geçer not almıştı. Zaten şahin ağırlıklı olan kabinenin kongre üzerindeki tesiri askeri harcamaların hükümetin istediği gibi yapmasına olanak sağlıyordu. Böylelikle etkileri günümüze kadar uzanan ve hali hazırda bitmemiş bir askeri, ekonomik, sosyo-politik harekat başlıyordu.

11 Eylül saldırıları elbette en büyük darbeyi ABD ekonomisine vurmuştu. Bunun en büyük nedeni tüketim üzerine kurulu olan ABD ekonomisinde tüketici güveninin keskin düşüşler göstermesiydi. Tüketici güveninde yaşanan bu keskin düşüş tüketicilerin harcama noktasında bir kez daha düşünmelerine, haliyle daha muhafazakar bir tavır ile az harcamalarına neden oluyordu. Ancak tüketim hızı ve alışkanlıkları ile tüm dünyanın lokomotifi durumunda olan ABD'de yaşanan bu keskin talep düşüşü, sistemle ilişkili olan tüm dünyayı tehdit altına alıyordu. Azalan talebin canlandırılması için tüketici güveninin yerine getirilmesi ayrıca bununla beraber tüketimi canlandırıcı tedbirler almak gerekmekteydi. İşin moral motivasyon kısmını ABD ordusu giriştiği askeri operasyonlar ile yerine getirmekteydi. Ekonomik canlandırma ise, zaten saldırı öncesinde devam eden Federal Reserve faiz indirimlerinin devam edeceği sinyalinin alınması idi. Bush hükümetinin göreve başladığında %9,50 olan faiz, yıl sonunda %5,00 seviyesine kadar gerilemişti. Bu muazzam düşüş karşısında ABD'li tüketicinin kayıtsız kalması mümkün değildi. Olaylara bir sünger çeken tüketiciler yavaş yavaş evlerinden çıkarak harcama yapmaya, tüketimlerini eski seviyelerine çıkartmaya başladılar. Üstelik faiz oranlarında düşüşün devam edeceği müjdesi bizzat FED başkanı Alan Greenspan tarafından veriliyordu. Öyle ki son 30 yılın en düşük seviyesi olan %4,00 seviyelerine kadar düşüş devam edecekti. Rakamsal olarak çok büyük bir düşüş gibi görünmeyen indirimin yüzdesel boyutu ile değerlendirildiğinde işin rengi daha net ortaya çıkıyordu. Para bulmanın kolaylaştığı, kredilerin ucuzladığı bu post-war evresinde kredi veren bankalardan bu krediyi kullanan tüketicilere kadar herkes fazlasıyla mutluydu. Çarkların tüketim üzerine dizayn edildiği ABD'de hiçbirşey üretmeyen ABD halkı seve seve harcıyor, onlara mal satan tüm dünya ülkeleride kasalarını dolarlarla dolduruyordu. Bu durum özellikle ABD ekonomisinin lokomotifi niteliğinde olan mortgage sisteminin tarihin en yüksek kapasite oranlarına ulaşmasını sağlıyordu. Kredi bulmak eskiye nazaran daha kolay ve daha ucuz olduğu için ev fiyatları artmış olsada, kredi kullanmanın marjinal maliyeti ev almanın maliyetinden çok daha iyi olduğu için o gün itibariyle ABD emlak sektöründe oluşan pembe tablo herkesin gözünü boyamaya yetiyordu. 11 Eylül sonrası güzel bir rüyaya dalmıştı ABD. Ta ki sistemin tıkandığı 2005-2007 arasına kadar.

Yapısal Bir Kriz "Subprime Mortgage"

FED'in piyasalara zerk ettiği bol ve ucuz likidite, hem ABD içinde hem de dünyada pembe tablolardan oluşan halüsinasyonların görülmesine neden oldu. Üretmeden tüketmek dünyanın en büyük problemi haline geldi. Ancak bir yandan oluşan emlak balonunun diğer yandan da askeri operasyonlar nedeniyle devasa hale gelen bütçe açıklarını kapatmak için FED para musluklarını kapatmaya başladığında takvim 2004 Eylül'ü gösteriyordu. Üç senede yarı yarıya düşen kredi faiz oranları amaçlandığı gibi tüketimi canlandırmış ve ekonominin çarklarının tekrar eskisi gibi çalışır hale gelmesini sağlamıştı. Buna karşın düşük faiz bol tüketim sarmalının sürdürülebilir olmadığı anlaşılınca barajın kapaklarını kapatan FED, ilk olarak düşük faizle borçlanan subprime kesimi dolaylı olarak cezalandıracaktı.





Türkçe karşılığı geri ödeme gücü ya da kredibilitesi düşük olan “subprime” kesim, 2001 sonrası yüksek irtifada seyreden ABD ekonomisi için kabus oldu. Normalde kredibilitesi olmayan düşük gelirli bu kesimin kredi olanaklarından yararlanabilmesi, Amerikan bankacılık dehalarının geliştirdikleri parlak ! sistem ile mümkün hale gelmişti. Düzenli bir geliri olmayan bu kesime düşük faiz ortamında sunulan ödeme planları çok cazip fırsatlar sunduğu için emlak balonunun şişmesinde ön ayak olan bu kesim, faizlerin artmasıyla birlikte ödemelerde sıkıntıya düşünce, kredi veren bankaların portföyleri bir anda değeri gittikçe düşen ve değersizleşen konutlarla doldu. Durum bankalar için kaos demekti. Subprime mortgage finansmanı yapan birçok bankanın bilançolarının varlık kısımları hızla değersiz hale gelmekteydi. Buna karşın bu varlıkları finanse ettikleri yabancı kaynakların ödemesi aynen, hatta artan faizler nedeniyle yükselerek ödenmeyi bekliyordu. Aktif değerinde düşüş yaşayan bir çok banka zor durumdaydı.


Artan faizler karşısında tüketicilerin harcamalarını kısıp, ödemelerde güçlük yaşaması, buna karşılık bankaların ellerindeki ipotekli konutların artması gibi ekonomik sonuçlar ekonomiyi uzun yıllar etkisi altına alacak yeni bir durum ortaya koyuyordu; "Resesyon"

Subprime Mortgage Krizinden Küresel Kredi Krizi'ne
ABD bankacılık sisteminin kredi ödeme gücü son derece düşük olan alt gelir grubuna açtığı krediler, kredi faiz oranından etkilenerek ödeme yapamayan halkın bankalara başvurması ile yeni bir boyut kazanıyordu. Kredi borçlarını ödeyemeyen bu kesim bankalara başvurarak kredi borçlarından feragat ediyor karşılığında ipotekli evler bankalarım mülkiyetine geçiyordu. Böylelikle bir anda bankaların bilançosu yüzlerce hatta binlerce konut ile şişmeye başladı. Tabi doğal olarak konut fiyatları hızla geriledi. Konut fiyatlarının gerilemesi banka bilançolarının aktif değerlerini tehdit eder seviyelere gelmişti. Öyle ki birçok ABD bankası bu işlemlerden yazdıkları zararlar nedeniyle ortaya çıkan sermaye yetersizliğini yeni sermaye artışlarıyla gidermeye çalıştılar. Ancak sistemdeki nakit seviyesi buna yeterli halde olmayınca ve finans sisteminin zararının görünenden çok daha yüksek olduğu ortaya çıkınca işin içine devletler girdi. Öncelikle merkez bankaları ortak kararlarla piyasaların ateşini düşürmek ve kasaları boşalan bankalara destek olmak amacıyla faizleri düşürmeye başladı. İlk başlarda bu yöntem işe yarıyor gibi görünse de doymak bilmeyen aç gözlü finans sistemi hep daha fazlasını istedi ve sıfır faiz noktasına kadar merkez bankalarını ve hükümetleri baskı altında tutarak istediğini aldı. Dünya para politikasına yön veren Federal Reserve faizleri 0,25 baz puana kadar çekti. Piyasaların damarlarına direkt enjekte edilen bu likidite geçici bir mutluluk sağlamıştı piyasalara. Sıklıkla dillendirilen resesyon ve ikinci bir dip söylemlerine inat hızlı bir toparlanma içine girdi dünya ekonomileri. Üst üste bir kaç çeyreklik küçülmelerden sonra gelen toparlanma rakamları ileri için umut vadetmemekle birlikte hala tünelin ucunda ışık görünmüyordu. Ama tren artık eskisinden daha fazla risk alarak ve son sürat yola devam etmekteydi. Sırf tünelin ucundaki o ışığı görmek için. Ta ki tren umduğu ışığa değil de benzer sebeplerle yeni bir global krizin fitilini ateşleyen Avrupa gerçeği ile yüzleşene dek.

Küresel Kredi Krizi ve Avrupa

Subprime mortgage krizi ile boğuşan ABD, hastalığa yakalanmadan çok önceleri hastalığı Avrupa'ya da bulaştırmıştı. Hastalığın bulaşma yolu hiç şüphesiz bankacılık sistemi ile olmuştu. Bulaştırma yöntemi, ABD bankalarının subprime kesime yönelik kullandırdığı kredilerin, ABD bankacılık sistemi üzerindeki riskini azaltmak ve bunu yaparken ekstra gelir elde etmek için, bu kredilerden oluşturulan bir havuzda toplanması ve oluşturulan bu kredi havuzunun kontratlar ve tahviller halinde yüksek getiri oranı ile ihraç edilmesi yolu ile olmuştu. Düşük faiz ortamında yüksek getiri vadeden bu riskli ama getiri yönünden cazip ürünler, Avrupa bankaları tarafından çok rağbet görüyordu. ABD bankaları belirli bir ödeme ile risklerine ortak buldukları, Avrupa bankaları da ufak bir risk primi ile yüksek getiriler elde ettikleri için hallerinden son derece memnundular. Lakin bu çarkın faiz oranlarının artmasına kadar gayet güzel çalışsa da, sonradan bankacılık sisteminin bu kazan kazan birlikteliği bir kader birlikteliğine dönüşecekti.

ABD bankacılık sisteminde krediler nezdinde yaşanan kriz, Avrupa'nın satın aldığı tahvil ve kontratlar ile birebir bu coğrafyada da etkisini gösterdi. Bankalar aldıkları yüksek getirili riskli tahvillerin değerlerinin sıfıra inmesi ile büyük kayıplar yaşadılar. Aynı ABD bankacılık sisteminde olduğu gibi Avrupa bankaları da azalan sermayelerine devlet destekleri almak zorunda kaldılar. Bir anlamda kapitalizmin simgesi ve kalesi halinde olan bankacılık sistemine yapılan direkt devlet müdahaleleri ve bu müdahaleler sonucunda devletlerin bankalarda sermayedar duruma gelmesi, liberalizmin ve özel sektör kavramının sorgulanmasına neden olsa da, likidite krizi yaşayan batı bu durumu göremeyecek kadar aciz durumdaydı. Öyle ki hergün bir büyük bankanın kurtarılması haberleri artık sıradan bir hal almıştı. Elbette bütün bu operasyon dünyanın önde gelen merkez bankalarının koordinasyonunda ve "düşük faiz" kalkanı ile gerçekleştirilmekteydi. Piyasalara merkez bankaları tarafından enjekte edilen bu büyük meblağlar, amaçlandığı gibi nihai tüketicinin cebine gitmiyor, adeta büyük bir yangına atılan bir kova su gibi, bankaların devasa sermaye açıkları karşısında buhar olup uçuyordu. Bankacılık sistemi büyük bir kara delik gibi devasa kayıpları ile herşeyi yutuyordu. Öyleki bankalara sağlanan devlet desteklerinin sürdürülebilirliği tartışılırken, ardı ardına gelen siyasi krizler yaklaşmakta olan çöküş senaryosunun habercisi olacaktı.

2011 Biterken.. ABD ve Avrupa

2011 yılı ekonomik krizin kabuk değiştirirek siyasi bir kriz haline geldiği yıl olarak hatırlanacak. Avrupa'nın sorgulanmayan ya da sorgulanamayan borç yapısı, AB üyesi ülkelerin birlikten aldıkları paylarda azalmama olmaması için başvurdukları hileler, birlik nezdinde sürekli halının altına süpürülen pislikler iyiden iyiye su yüzüne çıktı 2011'de. Avrupa Birliği'nde hiçbirşey artık eskisi gibi olmayacak. Son AB liderler zirvesinde İngiltere'nin alınan mali kararlara ilişkin şerhini açıkca dile getirmesi, nispeten küçük birlik ülkelerinin Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin kurtarılmasına ilişkin alınan kararlara mesafeli durması birliğin kurulduğu günden bu güne kadar yaşadığı en sıkıntılı günleri geçirmesine neden oldu. AB'nin hangi konuda birlik olduğu soruları cevap arayadursun, birliğin sadece Almanya-Fransa ikilisinin maddi desteği ile yürümeyeceği gerçeği artık yadsınamaz bir gerçek. Kaldıki AB'nin motoru konumunda olan Almanya ve Fransa'nın sanayi üretimlerine ilişkin belirsizlikler 2012 ve sonraki yıllar öncesi AB'yi bekleyen en büyük tehlike. İşsizlik ve ekonomik büyümede sınıfta kalan AB üyesi ülkeleri çok zorlu bir 2012 bekliyor olacak. Yunanistan ve İtalya kıyılarına vurarak hükümetleri değiştiren tsunami, 2012 ve sonrasında daha çok koltuk alacağa benziyor. Bir birliğin var olması için olmazsa olmaz nitelikte olan güven ve istikrardan çok uzakta olan AB'nin güçlü bir liderliğe de ihtiyacı olduğu çok açık. Birliğin çökmesi ya da parasal birliğin içeriğinin değiştirilmesine yönelik olası senaryoların korkutucu sonuçları zihinlerde yerini almışken, hiç bir liderin hem kendisini hem de ülkesini bu enkazı kaldırmak için ortaya atmayacağı malum. Enkazın bu haliyle ortada kalması da yeni sorunları beraberinde getirecektir. AB'nin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş yolları başka bir yazının konusu. Ancak AB’nin içinde bulunduğu ekonomik açmazın dünya ekonomisinde büyük bir belirsizlik oluşturacağı kesin. Daha uzunca bir sürede bu belirsizlik etkisini sürdürecektir.



Avrupa siyasi ve ekonomik açmazlarla uğraşırken, başkanlık seçimleri ABD için yeni yıldaki belirleyici unsur olacak. Görev süresi boyunca ekonomik alanda vaatlerini yerine getiremeyen Obama yönetiminin, seçim öncesi seçmen nezdinde notu pek parlak değil. Son dönem tüm dünyada yankı bulan "Occupy Wall Street" hareketini de düşünecek olursak ABD halkının mevcut ekonomik politikalardan ne denli memnun olduğu ortada. Selef Başkan Bush'un 2008 seçimleri öncesi nihai tüketici nezdinde attığı adımları hatırlayacak olursak, ABD yönetiminin popülist bir refleksle gevşek para politikasını sürdüreceği ve vergi indirimleri, harcama çekleri gibi genişlemeci politikaları sürdürme ve bu ve benzeri politikalara ek yapma ihtimali bulunmakta. FED'in son toplantı notlarından da görüldüğü gibi 2013 ortasına kadar faizler mevcut seviyesini koruyacak. Bu durum az önce söylediğimiz olası hükümet politikalarını destekler nitelikte.

Ve Altın..

Buraya kadar dünyanın bugün içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi durumun nedenlerini ve mevcut son durumu özetlemeye çalıştık. Mevcut duruma neden olan sebepler ve bu sebeplerin neden olacağı sonuçlar ileriye yönelik tahminlerde yardımcı olacaktır. Özellikle şunu göz ardı etmemek lazım ki altın fiyatlarında son dönemde gözümüze sokulan yükseliş sadece bu yıl yaşananlarla ilişkili değil. Özellikle geride bıraktığımız on yılda yaşananlar altın fiyatlarındaki artışın temel nedenleri. Ancak son on yılı bir kenara koyacak olursak, altın fiyatlarının tarihsel gelişimine baktığımızda Bretton Woods sistemi ve sistem sonrası fiyat hareketlenmesi göze çarpmakta.


Bretton Woods sistemi, altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiş ve dünyada bağımsız devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaştıkları bir sistemdir. Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve bu sebeple doların değerinin düşmesidir. Bretton Woods sisteminin terkedildiği 1971 yılında 40$ olan altın fiyatları, sistemin terkedilmesiyle iki yıl gibi kısa bir sürede iki katına çıkmıştı (97$). Sistemin terkedilmesiyle birlikte sürekli yukarı trendini sürdüren altın fiyatları, görece bir kaç düzeltme yılı haricinde sürekli yükseldi dersek yanılmış olmayız.

Son on yıl içindeki gelişmeler paralelinde altın fiyatlarının 250$'dan 1900$'a kadar yükselmesinde etkili olan nedenleri, yukarıda yazdıklarımız ile maddeler halinde özetlemek istersek;

-          Sınırlı rezerv olmasına karşılık tüketimi sürekli artan petrolün, artan fiyatları sebebiyle ortaya çıkan enflasyon.  (2003 yılı brent petrol fiyatı 28$, 2011 Aralık fiyatı 106$)
-          2001 ve sonrasında uygulanan genişlemeci ve gevşek para politikalarının yaratacağı enflasyon korkusu.
-          Artan dünya nüfusu ile birlikte ihtiyacı karşılayamayan tarım ürünlerinin fiyatlarında süregelen düzenli artış ve bu artışın yine enflasyon yaratacağı beklentisi. (Amerikan tipi buğday 2004 yılı 295$, 2011 yılı 650$)
-          Merkez bankalarının rezerv, nihai tüketicilerinde tüketim amacıyla altında meydana gelen talep artışı.
-          Eur/usd paritesinde avro lehine yaşanan yükseliş (2000 yılı eur/usd 0,8227 – 2008 yılı eur/usd 1,60)
Buraya kadar yükselişteki asıl etkenin enflasyondan kaçınmak amacıyla altına yönelim olduğunu söylemek mümkün. Yakın gelecekte enflasyona neden olan bu gelişmelerin ortadan kalkma ihtimalinin olmadığını düşünecek olursak herşeyin sabit kalması halinde bile altın fiyatlarının yukarıdaki beklenti ve gelişmelerin ışığında artacağını söyleyebiliriz.
Subprime mortgage ve kredi krizi sırasında altın fiyatlarında yaşanan yükselişe bakacak olursak;
-          Açıklanan devasa kurtarma paketlerinin yarattığı likiditeye bağlı hiperenflasyon korkusu.
-          Merkez bankalarının ve yatırımcıların “güvenli liman” özelliği ile altına yönelimleri.
-          Küresel piyasalarda para birimlerinin daha güçlü olmasını amaçlayan Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin yüksek montanlı altın alımları.
-          Gelişmekte olan ülkelerin rezerv para olarak dolar ve avro yerine değerli madenlere ve özellikle altına yönelmeleri.
-          ABD’nin izlediği küresel askeri stratejilerin olası bir çatışmaya dönüşeceği korkusu.
-          Küresel faizlerin daha uzun süre düşük tutulacağı beklentisi.
-          Avro bölgesine ilişkin dağılma senaryolarının varlığı.
Görüldüğü üzere mevcut konjonktürün değişmesi için atılan adımlar şimdilik yetersiz kalmış durumda. Küresel istihdam rakamlarının gelecek için umut vadetmemesi, ekonomik büyüme rakamlarının dünya genelinde iyileşme göstermemesi, emlak piyasasına ilişkin belirsizlikler, ve kriz söyleminin henüz gündemden düşmemesi yatırım aracı olarak altını hala cazip kılan faktörler. Elbette kesin bir dille yükselişin belirli bir noktaya kadar süreceğini iddia etmek yanlış olur. Ancak dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortamın düzelmesine ilişkin en ufak bir emare olmaması, bu belirsizlik ortamının hiç kuşkusuz altın talebinin yüksek seyretmesini, buna paralel olarak fiyatların yükseliş eğilimini koruyacağını söylemek mümkün. Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu kredi riski krizinden ve ağır ülke borçlarının yarattığı çevirme sorununundan kurtulmak için avroyu dolar karşısında devalüe etme çalışmaları her ne kadar altın fiyatları için bir olumsuzluk olarak görünse de, doların dünya parası özelliğini ne kadar daha sürdüreceğinin tartışılmasıyla bu durum göz ardı edilebilir. Dünyanın yeni bir para sistemine ihtiyacının dillendirildiği bir ortamda altının tahtının sallanması şimdilik uzak bir ihtimal gibi durmakta. Ortadoğu’da yaşanan arap baharı, Amerika-İran-İsrail geriliminde Rusya’nın İran'dan yana taraf olması, AB’de iflas riski taşıyan ülkelerin birlik içindeki belirsiz durumları ekonomik dar boğazın bir müddet daha aşılamayacağını gözler önüne sermekte. Yaşananların ekonomileri derin bir resesyona itme ihtimalinin belirmesi ile altın fiyatlarında yaşanacak sert düşüşler ileri dönem için alım fırsatı doğuracaktır. Unutulmaması gereken altın fiyatlarında yaşanan yükselişin sadece son dönem ile ilgili ve sınırlı olmamasıdır.
tolgahan osmanoğlu





Devamı

Yasemin Ayaklanmaları ve Mumya Diktatörler; Aslında Neler Oluyor?


“Kendini yakmak, Kuzey Afrika’daki gençliğin hissettiği derin acıyı yansıtıyor. Gençler durum üzerinde hiçbir kontrolleri olmadığını hissediyor ve isyan ediyor.” Pierre Vermeren, Sorbonne Üniversitesi

Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda on sekiz gündür bekleyen mısırlılar, otuz yıllık başkanlarının -dünyanın neredeyse tüm kanallarının canlı yayınla verdiği, ancak banttan yayınlanan- konuşmasını gecenin bir yarısı (10.02.2011; 23: 20) ellerinde ayakkabılarını sallayarak dinlerlerken, televizyonların akşamdan kalan altyazılarında hâlâ ‘CIA Başkanı: Mübarek bu gece istifa edebilir’ cümlesi kayıp gidiyor; Mübarek ise, ‘yabancı diktasını asla kabul etmeyeceğini’ söylüyordu.(1)  

Müslüman, Hıristiyan, Liberal, Solcu ve bilumum tüm farklı düşüncelerden binlerce mısırlı, Arap dilinin o gök gürültüsü gibi kısa ve bıçak gibi keskin haykırışlarıyla, Mumya Diktatör Hüsnü Mübarek’e "Erhal" (Git) diye bağırıyordu.

Her yıl Amerika Birleşik Devletleri’ nden iki milyar dolar hibe alan, son hastalığında bütün İsraillilerin -neredeyse topluca- ölmemesi için dua ettiği Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, olağan organizatör ABD’nin, istifa baskılarına karşı ‘yabancı diktası’ perdesine tutunmuştu ve onurdan bahsediyordu. ABD ve İsrail’le sıkı işbirliği hâlinde, Filistinlileri eksiksiz olarak otuz yıl Gazze Şeridi’nde abluka altında tutan Mumya Diktatör, bir cesetten farksız yüzünün kıvrımsız, duygusuz hatlarını kıpırdatmadan, konuşmasını -yaşarken hiç yapmadığı kadar- ‘Mısır’ı ve Mısırlıları Allah’a emanet ederek’ sona erdiriyordu. Bir de ‘Mısır’da doğduğunu ve Mısır’da ölmek istediğini’ sıkıştırıyordu cümlelerinin arasına.

Yetkilerinin bir kısmını  en derin adamı Ömer Süleyman’a devretmişti. Ancak ertesi gün mısırlılar tahrir meydanında kalmaya devam edeceklerdi.  Ve aynı gün, 11 Şubat 2011 Cuma günü, saat 18: 06 ‘de tahrir meydanında sevinç çığlıkları yankılanıyor, bayraklar sallanıyordu. Ömer Süleyman, ‘Mübarek’in görevden ayrıldığını ve görevini ordu’ya devrettiğini ilan etmişti. Tarih, lidersiz bir halkın böylesine yetkin bir karşı duruşuna ilk kez şahit oluyordu. Mısırlılar, Mumya Diktatör Hüsnü Mübarek’i benzersiz bir yöntemle tarihe gömerek, bir kez daha tarihe geçecekler; artık diğer Mumya Diktatörler muhteşem saraylarında kâbus dolu gecelerle baş başa kalacaklardı.

Mübarek’in ABD ve Mısır Ordusu’nun baskısı ile görevinden ayrılması, Irak’ın işgâli ile başlayan BOP ve GOP projelerinin de -iddiaların aksine- iflası anlamına geliyordu. İflâs’ın sebebi çok basitti; BOP ve GOP neo-con organizatörlerin eseriydi ve bu eser İsrail’in korunmasız kalmasından daha çok, yaşadığı bölgeyi istikrarlı diktatörlerle çevrelemeyi planlıyordu. İsrail’in, Fas’tan Hindistan’a kadar uzanan bir coğrafyada planladığı tüm organizasyonlar tarihin çöplüğüne gömülüyordu.

Tunus’ta, 17 Aralık 2010’da, Muhammed Bouazizi adlı üniversite mezunu bir pazar esnafının, pazar arabasına el konulması ve onun da kendisini yakması ile başlayan, protestocuların kendilerine şiddet gösteren polislere ülkelerinin milli çiçeği olan yasemini vermeleriyle adını Yasemin Ayaklanmaları’na dönüştüren, oradan Cezayir’e, Mısır’a, Ürdün’e, Yemen’e sıçrayan bu ateş,  aslında ‘Filistin Ateşi’ idi. Bütün yoksul Arapların iki yüzyıllık ezilmişliğine ve aşağılanmışlığına karşı bir başkaldırıydı.  Zengin Arapların davası değildi bu dava; cemaatlerin ve grupların da. 14 Ocak 2011 Cuma günü ülkesini terk ederek -kendisine kucak açan tek ülke- Suudi Arabistan’a kaçan Tunus Diktatörü Zeynel Abidin Bin Ali bu başkaldırının ilk korkağıydı.

Tunus ‘taki ayaklanma Cezayir’e de sıçramış (8 Ocak 2011);  ancak dikta yönetimince kontrol altına alınmıştı. Buna rağmen Sorbonne Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Merkezi Başkanı Burhan Ghalioun, “Bu olanlar bulaşıcı hastalık trendinin bir kanıtı”, derken, aynı üniversiteden Pierre Vermeren, “Kendini yakmak, Kuzey Afrika’daki gençliğin hissettiği derin acıyı yansıtıyor. Gençler durum üzerinde hiçbir kontrolleri olmadığını hissediyor ve isyan ediyor” diyordu. (2) Gerçek tamamen buydu. Kendini yakmak, Kuzey Afrika’daki gençliğin hissettiği derin acımanın yansımasıydı ve gençler durum üzerinde kontrolleri olmayan babaları ve dedeleri gibi olmak istemiyorlardı; isyan ediyorlardı.

Fransa’da, İspanya’ da, İngiltere’de, İtalya’da her gün aşağılanan ve 11 Eylül 2001’den sonra ABD’de neredeyse ‘istenmeyen ırk’ ilan edilen Arapların top yekûn isyanıydı bu isyan ve herkesin din ve fikir ayrılıklarını evde bırakarak sokağa çıkmasını gerektirecek her türlü baskı ve tedhiş yaşanmış ve şiddet an be an tecrübe edilerek 2011’e gelinmişti. Bu İran tipi bir ayaklanma değildi; bu Ukrayna tipi bir ayaklanma da değildi; renkli devrimlerle, Soros’la bir ilişkisi de yoktu bu ayaklanmanın. Kendine özgü ve kendi gerçeğini yaşayan spesifik bir ayaklanmaydı bu.  Örneğini, Türkiye’nin 2002’de başlayan büyük değişiminden alan bir ayaklanma.

ABD’nin, İsrail’in ve bütün Avrupa Birliği’nin çaresiz kaldığı, herkesin kendi çıkarlarını nasıl koruyacağını hesaplamaya başladığı bir ayaklanmayı anlamak ve anlatmak çok kolay değildi elbette. ABD ve AB Mübarek’in gitmesini istiyordu? Türkiye Mübarek’in gitmesini istiyordu. İsrail ve neo-con Amerikalılar Mübarek’in gidişi ile çaresiz durumda kalmışlardı. BOP ve GOP uygulaması değilse neydi bu ayaklanma? İran tipli, din eksenli bir ayaklanma da değildi. O halde neydi Yasemin’in rengi? Yaseminin bilinmesinin ve etkili olmasının önündeki engelleri yıkan, Arnavutluk ve Kazakistan’da halkı sokağa iten veya tiranlar üzerinde baskı kuran kimdi/kimlerdi?(3)

Kavramsal siyâsî ve diplomatik analizlerin kör kaldığı veya bilerek ve isteyerek kör bırakıldığı bu tür dönemlerde – örneğin Fransız İhtilâli, Ekim Devrimi, İran Devrimi, Berlin Duvarı’nın yıkılması,  11 Eylül, Gül devrimleri, Türkiye’nin 2002 sonrası yaşadığı/yaşattığı sessiz/seçimli devrim, 1 Mart, One Minute- gerçeği görmek bazen zorlaşabiliyordu. Ancak; küresel para savaşlarının(4) izini süren gözlerden kaçamayacak bazı ayrıntılar vardı.

Kuzey-Güney Kore soğukluğunu ısıtan ABD, Güney Kore’yi, koşulları kendi aleyhine olan bir serbest (!) ticaret anlaşmasına zorla sürüklemişti ve böylece sular durulmuştu. ABD’nin Güney Kore’ye yapacağı ihracat, ABD Başkanı Obama’nın ifadesiyle, ‘en az 70 bin ABD’li işsize iş kapısı açacak’tı. Olması gereken bir savaş tehdidiydi, sadece.

Mısırlılar ile Mumya Diktatör arasındaki 18 günlük kriz süresince Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ı Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkası Barack H. Obama ve Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton arasında sayısız görüşme, solungaç solunumluların popülarize ettiği ‘BOP-GOP Projeleri gerçekleşiyor’ propagandası ile yaftalansa da, geniş altyapılı bir gerçekten daha başka bir şeyi yansıtmıyordu. Yeni dönem Türkiyesiz olamıyordu. Pulitzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh’e göre: "Türkiyesiz Plan Artık İmkânsız"dı.(5)

Peki, Türkiyesiz plan artık imkânsız olduğuna göre, Mumya Diktatörleri tarihin çöplüğüne gönderen gelişmelerin önünü açan, Mübarek’in gidişini  ‘Mısır halkının mutluluğunu paylaşıyorum’  diyerek kutlayan Alman Merkel’in ve türdeşleri Fransız Sarkozy’nin, İngiliz Cameron’un, İspanyol Zapatero’nun kanlarındaki heyecanı ateşleyen, beyinlerindeki serotonin hormonunu salgılayan neden neydi?

Bu neden Tunusluların ve Mısırlıların mutluluğu veya özgülüğü ile ilişkili bir neden olamazdı. Çünkü; Mumya Diktatörler tamamen ABD ve AB’ nin eserleri idiler; diktatörlerin varlıkları onları mutlu etmeye yetmişti, geçmişte; ama şimdi gidişleri daha mutlu ediyordu.

Dolar’ın ve Euro’nın yaşadığı kalp yetmezliği, altın üretimini  %4 arttırarak küresel bir hamle yapan Çin’in AB tahvillerine yatırdığı dolarları/euroları korumaya alması ile daha da tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. 925 milyar Euro’luk istikrar fonu ile FED’in bastığı 600 milyar dolar karşılıksız para, Avrupa ve Amerika ekonomisini altüst etmeden önce, gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerini balon özellikleriyle gezdi, geldi, alabildiklerini aldı, kalabildiği yerlerde kaldı; arta kalan Euro ve dolarlar iç piyasada patlayacak bir balon olarak kabarmadan önce klasik kanala girerek köklerine geri dönmek zorundaydılar. ABD ve AB geçmişine dönecek ve ihracat yaparak, işsizliği ve finansman sorununu çözerek ayakta kalacaktı.

Güney Kore zokayı yutmuştu; ancak yeterli değildi. ABD’nin ve AB’nin ihraç ürünlerini satın alacak yeni ülkelere ihtiyaçları vardı. Öncelik ABD’ye aitti ve Avrupa Birliği, ABD’nin stratejik saldırılarından korunmak amacıyla, Kuzey Afrika’ yı kasıp kavuran Yasemin Ayaklanmaları’na destek vermekten başka bir seçeneğe sahip değildi; belki de kendisi de bu fırsattan yararlanabilirdi.  ABD, CIA’in -abartarak verdiği verileredesteğinde- satın alma güçlerini ölçtüğü ülkelerde ayaklanmalara destek veriyordu (Cezayir ayaklanmaları kontrol altına alındı, Seçkin Deniz) . Mumya Diktatörlerin, halka, tüketmek amacıyla vermediği para doğal olarak tüketime gidemiyordu; ancak bu paraya demokratik bir ülkenin vatandaşı hükmedebilirdi. İletişimin gücü tüketimin boyutlarını genişletecek kadar etkiliydi.


Ülkelerin CIA 2010 tahmini gelirleri ile Dünya Bankası’nın 2009 yılı kişi başı gelirleri arasında neredeyse iki katına  varan farklar vardı: CIA listesinde(6) 229 ülke arasında Türkiye 12300$’lık kişi başı geliriyle 94. Sıradaydı ve tuhaf bir şekilde bu tahmin gerçeklerle pek ihtilaflı değildi. Ancak diğer ülkeler için durum pek de dürüstçe değildi ve gerçekten açıklayıcıydı. Spekülatif CIA raporları Irak’ın canına okumaya yetmişti; bu raporlar Yasemin Ayaklanmaları’nın başarıya ulaşmasını kontrol etmek için neden kullanılmayacaktı ki? Şimdi ülkeler bazında CIA verileri ile Dünya Bankası verilerini karşılaştıralım- bu arada okumalar kısmında vereceğimiz linklerden Türk ve Dünya Basını’ nın bu tür verileri nereden devşirdiklerini de düşünmek isteyebilirsiniz- .

CIA listesinde 126.sıradaki Cezayir’de kişi başına düşen tahmini 2010 geliri: 7400$ $,  ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 4420$(7); 83. sıradaki Libya’da 13800$,  ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 12020 $(8) ; 136. sıradaki Mısır’da  6200$, ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 2070$(9);  141.sıradaki Ürdün’de 5300 $, ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri, 3980 $(10);  147. sıradaki  Fas’ta 4900$, ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 2770$(11), 151.sıra Suriye’de 4800 $, ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 2410 $(12); 173.sıradaki  Yemen’de 2600$, ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 1060$(13);  113.sıradaki Tunus’ta 9500 $,  ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 3720$(14); 82.sıradaki Lübnan’da14200$,  ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 8060 $(15); 123.sıra’daki Arnavutluk’ta  8000$,  ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 4000$(16); 92.sıradaki Kazakistan’da 12500 $, ancak Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen 2009 geliri 6920$(17).

Yukarıdaki karşılaştırmalar ve ülkelerin özel sosyal dokuları ve diğer sosyolojik, psikolojik, siyâsî ve coğrafî özellikleri dikkate alınarak basit bir soru sormak gerekirse,  ayaklanmaların başarıya ulaşma şansının en yüksek olduğu ülkeler hangileri olur? Ve hangi ülkeler, nüfusları ve ekonomik değerleri itibarı ile en iyi müşteri olabilir?

 Ve neden müşteri?
Özgürlükler ülkesi Amerika Birleşik Devletleri’nde devlet fon yetersizlikleri dolayısıyla geridönüşssüz sosyal harcamaları kısmak zorunda kalıyor, belediyeler iflas ediyor; borç krizi mahalli idarelerde ilk etkilerini göstermeye, şehir idareleri ve ekonomileri batmaya başlıyordu. Şimdi trajik (!) haberlere bakalım:
Michigan Belediyeler Birliği Başkanı Summer Hallwood Minnick, “Bu duruma düşebilecek birçok şehir var. İş günlerini dörde düşürüyorlar. Parkları, yaşlı merkezlerini kapatıyorlar. Küçük bir darbe onları yere serebilir” diyor. Chicagolu hukuk firması Chapman & Cutler’dan belediye iflas uzmanı James E. Spiotto, 1937′den beri yalnızca 600 şehir, ilçe, kasaba ve özel vergi bölgesinin iflas için başvurduğunu, son 30 yıldaysa bu sayının 250′den az olduğunu belirtiyor. Bazı eyaletlerde belediyelerin iflas başvurularını düzenleyen herhangi bir yasal süreç yokken Georgia eyaletinde bu girişim açıkça yasaklanıyor. Son iki yılda 15 kadar belediye iflasını istedi. 2011′deyse bu kaderi paylaşan kentlerin sayısı artabilir. Sadece 5,5 kilometrekarelik bir bölgeyi kaplayan Hamtramck’te gündem kamu çalışanlarının maaşına ve emeklilik ikramiyesine odaklanmış durumda. Bu durum ABD’de birçok belediyenin karşılaştığı duruma benziyor. Başkan Cooper, belediyede çalışan 75 polis memuru ve itfaiyecinin yanı sıra 240 kadar da emekli ve emekli eşi olduğunu ifade ediyor. Emeklilik planından faydalananlarla ilgili olarak, “Onlar lüks diyebileceğimiz bir sigorta paketinden yararlanıyor. Biz daha mütevazı bir paketi savunuyoruz” diyor. Son zamanlarda Hamtramck yerlilerinin korktuğu başka bir ihtimal daha var: İflas veya borçlarını ödemekten tamamen vazgeçmesi yüzünden kentin ortadan kaldırılıp Detroit şehriyle birleştirilmesi. Bir kafenin ortağı olan Shannon Lowell, “Artık verecek bir kuruşumuz kalmadı. Daha ne yapalım? Ölmek üzere olan anneannemizden mi para isteyelim?”, diye soruyor.(18)

Vallejo Amerika’nın ilk iflas eden şehri, 2008 yılının Mayıs ayında iflasını resmen bildirdi. Batan bir şirket gibi şehir idaresi iflas masasına devredildi. İflas masası hem alacaklılara kısmi ödemeler yapmak için çaba gösterirken, diğer taraftan da Belediye reisini ve meclisi şehir ekonomisini düzeltmeleri için kontrol altında tutuyor. Geçen hafta iflas masası hakimi Belediye’ye bir mektup göndererek, şehir idaresinin giderlerini nasıl temin edeceğine ve borçlarını nasıl ödeyeceğine dair yıl sonuna kadar ayrıntılı bir plan göndermelerini talep etti. Vallejo idaresinin bozulan yollarını tamir edecek, parklarını temizleyecek ve itfaiye giderlerini karşılayabilecek parası yok. Sekiz itfaiye şubesi kapatıldı, polis sayısı 160’dan 95’e düşürüldü. Yalnızca çok tehlikeli bir durum olduğunda polis müdahale edebiliyor. Üç liseden biri kapandı, büyük alışveriş marketi Wal-Mart şehri terketti. Şehir sakinleri kendi şehirlerini ‘Atlantis’e benzeterek ‘biz onun kardeş kentiyiz, onun gibi suların derinliklerine battık’ diyorlar. Amerika’da borç batağına saplanan Vallejo kentinin yanında aynı şekilde iflas yolunda hızla ilerleyen başka şehirler de var. 400.000 nüfuslu Colorado Springs’de elektrik borcunu ödeyemeyen belediye caddelerin sadece üçte ikisini aydınlatabiliyor. Honolulu şehrinde okul masrafları karşılanamadığından çocuklar eve daha erken gönderiliyor. ABD’nin güneyindeki Clayton County’de geçen ay sonu belediye otobüs işletmesi tamamen durduruldu. Batının kırsal kesimindeki küçük belediyeler asfalt yolların giderlerini karşılayamadıklarından çakıl yollarla idare ediyorlar. (19)
Özgürlükler ülkesi ABD’nin üretime, ihracata ve doymamış müşterilere ihtiyacı vardı. Ve bu müşteriler yüzlerce yıldır ezilmiş ve sömürülmüş, ekonomik değerleri yüksek Kuzey Afrika ülkeleri ile ülkesinin parasını kullanamayan Ortadoğu ve Orta Asya Ülkeleri idi. Yasemin Ayaklanmaları bu yüzden başlatılmalı- belki-, bu yüzden desteklenmeliydi. CIA Başkanı Leon Panetta, Mumya Diktatör Mübarek’e bu yüzden baskı kuruyordu. Direnen Mübarek örneği de planlı bir uygulamaydı; henüz sıraları gelmeyen Mumya Diktatörlerin korkmasını ve güvenini kaybetmesini istemiyordu ABD.
Türkiye-ABD stratejik işbirliğine geri dönelim ve basit bir habere bakalım. ABD Dışişleri Bakanlığı ekonomi, enerji ve ticari faaliyetlerden sorumlu Bakan Yardımcısı Jose W. Fernandez, 27 Ocak 2011’de Türkiye’nin Ortadoğu İhracat Merkezi konumundaki Gaziantep’teydi;  Gaziantepli işadamlarını ABD’de yatırım yapmaya çağırıyor ve 'Buraya gelmemdeki en önemli amacım, Türkiye ve ABD arasındaki ekonomik ilişkileri daha da derinleştirmek ve genişletmek'' diyor, ''Türkiye ve ABD'nin benzersiz ve çok özel ilişkisi olduğunu, bunun örnek bir ortaklık teşkil ettiğini''  ve ‘bu bölgedeki şehirlerin Türkiye'nin Ortadoğu'ya açılan pencereleri olduğunu’ söylüyordu.(20) Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’ya açılan pencereler Türkiye’deydi. Hem ticarî olarak hem de siyasî olarak. Erdoğan Arap ülkelerinin kahramanıydı ve çevresindeki birçok ülke ile sınırları kaldırmıştı.

Yerküre yeni bir stabilizasyona zorlanıyor ve bu kez, gerçekten büyük küresel bir kaos var. Mavi gezegenin bu kaosu kolaylıkla atlatabilmesi mümkün; ancak hiç de kolay değil.

seçkin deniz

Okumalar:
3-

Alıntılar:
1-    1-  http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1091836&title=mubarek-yetkilerini-kismen-suleymana-devretti
2-     2- http://www.milliyet.com.tr/cezayir-de-aclik-isyani/dunya/haberdetay/08.01.2011/1336575/default.htm
3-     3-    http://bugun.com.tr/haber-detay/140808-kazakistan-da-erken-secim-sinyali-haberi.aspx ,http://www.hurriyet.com.tr/dunya/16977765.asp http://www.kanalturk.com.tr/haber-detay/39391-arnavutluk-ta-isyan-50-olu-haberi.aspx
4-     4-  http://www.kalemsah.com/2011/01/kuresel-kur-savaslar-abdnin-dunyaya.html  
5-     5-  http://www.timeturk.com/tr/2011/02/09/abd-nin-gizli-anketinden-erdogan-cikti.html
6-     6-  https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/rankorder/2004rank.html
7-      7-  http://data.worldbank.org/country/algeria
8-       8-  http://data.worldbank.org/country/libya 
9-        9- http://data.worldbank.org/country/egypt-arab-republic
10-    10-  http://data.worldbank.org/country/jordan
11-    11-  http://data.worldbank.org/country/morocco
12-     12- http://data.worldbank.org/country/syrian-arab-republic
13-     13-  http://data.worldbank.org/country/YE
14-   14-   http://data.worldbank.org/country/tunisia
15-     15-  http://data.worldbank.org/country/lebanon
16-      16-  http://data.worldbank.org/country/albania
17-      17- http://data.worldbank.org/country/kazakhstan
18-       18-  http://www.turknorthamerica.com/2011/01/amerikanin-en-umutsuz-kenti/
19-     19-   http://online.wsj.com/article/SB10001424052748704029704576087970322686568.html   
20-         20-  http://www.samanyoluhaber.com/s_500088_abdli-bakan-yardimcisi-gantepi-inceledi.html        http://www.gaziantepgundem.com/haber_detay.asp?haberID=5498




Devamı