• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

Fikir-Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Fikir-Yorum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Taraf Olmak ?



Tarafım yok ey okuyucu! “Bertaraf olmamak için bir taraf seçmen gerek”  diyorsan da tarafımı sadece ve sadece Hakk’tan yana kullanıyorum. Şu anda da aklı başında olan Müslümanların gerçek tarafının Hak olduğuna inanıyor daha doğrusu inanmak istiyorum. Ve biliyorum ki bizi kurtaracak olan “cemaatçi” veya “Erdoğancı” olmak değil, samimi Müslüman olmaktır.

Hafta Sonu Halısaha Maçında Buluşalım mı?

1994 yılında hizmet ile tanışmam nasıl oldu hiç hatırlamıyorum. Hatırımda kalan şimdi nerede ne konumda olduğunu çok istememe rağmen bilmediğim Ramazan Abimin mütebessim yüzü…Bir de bana ders programı yapmıştı elleriyle. O zamanlar “word” var mıydı hatırlamıyorum  ama bilgisayar olan ev parmakla gösteriliyordu. Yaptığı programa şunu yazmıştı “en kötü program bile programsızlıktan iyidir”. Doğru demişsin güzel abim. Şu anda her yıl en az 1 ajanda eskitiyorsam hakkın vardır. Helal et…

Belki de halı saha maçında (t)avlanmıştım. Bunu da hatırlayamıyorum. Çok da önemli değil. Sonuca bakmak lazım. Hiçbir ücret beklemeden saatlerce ders anlatırdı abilerimiz bize, ders aralarında çorapla maç yapar, bazen maklube yer, bazen de film izlerdik. Müstehcen sahneler o an elde ne varsa(dergi veya büyük bir kitap, atlas) kapatılırdı. Bizler de gözlerimizi kapatırdık. Kabul, bazen ben de kitabın kenarından veya ellerimin arasından o sahneyi görmek isterdim. Böyleydi işte. Okuma kampları yapar, hiç anlamadığımız risaleleri okumaya çalışır, Hocaefendinin sohbetlerini hisli bir şekilde dinleyen abilerimize onlar kadar hislenemesek de eşlik ederdik. Namaz sonu tesbihatlar, özellikle sabah namazı sonrası (Allah affetsin) işkenceye dönüşür, bizler bir an evvel bitmesini bekler ve sonra da kendimizi uykunun sıcak kollarına bırakırdık. Geceleri teheccüde kalkan abilerimiz bir anne şefkati ile üzerimizi örterdi. Bir de namazlarda gülme krizi gelirdi. Abimizin beş kere tekbir aldığını bile hatırlarım. Hatta birinde dayanamayıp onun da tebessüm ettiğini…Anlatacak o kadar çok şey var ki. Aradan 20 yıl geçmiş. O zamanki abi(leri)mi de o zaman ki hizmet hareketini de çok özlüyorum. Benim düşüncemde olan insan sayısının da azımsanmayacak kadar çok olduğunu biliyorum…

Hizmet Çemberi Büyüyor

Yıllar geçti ve özellikle 2000’li yıllardan sonra cemaat çok ciddi bir büyüme kaydetti ki şu an sadece yurt dışında 160 ülkede okul var. Yurt içindeki, hadi karşı tarafın dili ile ifade edeyim, “varlıkların” hesabını da yapamıyorum. Basit bir google taraması ile tam olmasa da yaklaşık bir bilgiye sahip olunabilir. Gazeteler, dergiler, televizyon kanalları, radyo kanalları, bankalar… derken neredeyse her sektörde cemaatin adını duyar olduk. Bazen “keşke duymaz olaydık” dediğim oluyor. Başlarda hoşuma giden bu “güç”ten şimdi çok ama çok rahatsızım.

Para ve Siyaset Virüsü Camiaya Giriyor

Sonra öyle bir zaman geldi ki daha öncelerden görmediğimiz “abiler” peydah olmaya başladı etrafımızda. Kontrolsüz güç güç değildir, diye bir reklam sloganı vardı. Ne kadar da doğru. Bu sözü belki de şöyle düzeltmenin tam zamanı; kontrolsüz büyüme büyüme değildir. Başta Hocaefendi ve onun has talebelerini tenzih ederek söylüyorum ama hizmetin başına gelenlerin büyük çoğunluğunun sorumluları bu “abi” apoletini hak etmeden omuzlarına takanlardır. Ve bir de genel bir eleştiri; “ne olursan ol gel” mantığını (her ne kadar Mevlana’ya isnat edilse de) doğru bulmadım. Hizmetin artık büyük bir güç haline gelmesi, yurt dışında da bağlantılarının olması bazı esnafların iştahını öyle kabarttı ki sırf hizmet bağlantısı ile bir dükkânda çalışır durumdayken 2 yılda hatırı sayılır bir “abi” olan birini biliyorum. Duyduklarımın sayısı çok daha fazla. Bu “abiler” o kadar kazanırken hizmete de bir miktar burs verdiler tabii. Ne de olsa kaz gelecek yerden tavuk esirgenmezdi! Burada hizmete burs veren samimi, fedakâr ve diğerkâm Anadolu İnsanını özenle ayırıyor ve Allah hepsinden razı olsun diyorum. Ve bu faslı şöyle kapatıyorum; sinek de küçük ama mide bulandırır be azizim… Çok insanın midesi bulandı.

“Hizmet Fabrikası”ndan çok kaliteli insanlar çıktı. Kendimi bu kaliteliler arasına koyamam ama tanıdığım yüzlerce insan var. Bu insanlar alınlarının akıyla devlette iyi denebilecek yerlere geldiler. Aralarından bazıları O.D.TÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerin mühendislik fakültelerinden mezun olup (derece ile bitirenlerini de biliyorum) ve hatırı sayılır, yüz insandan doksan dokuzunun hayır diyemeyeceği maaşlara hayır deyip, adını ve haritadaki yerini dahi bilmedikleri okullara asgari ücretin yarısına tekabül eden ücretlerle öğretmenlik yapmak için gittiler. Yeri gelmişken, bunca hay-huyun arasında bu “mübarekleri” nereye koyacağız sahi?

 Ancak bir zaman geldi ki bu sefer sadece “hizmet fabrikasından” çıkmış ama ne içi ne de ambalajı kaliteli denemeyecek birileri ambalajlarında sırf “made in Hizmet” yazdığı için tercih edilir oldu. Bazen tek seçim kriteri bu olmuş. Muş, miş, mış…Ama bir de şu var Ateş olmayan yerden duman çıkmaz be azizim! Kul hakkı da büyük vebaldir. Ne Kur’an’da, ne Sünnette, ne Risalelerde ne de Hoca Efendi’nin kitaplarında, vaazlarında kul hakkının yenilmesine en ufak bir cevaz gösteremezsiniz… Hayra giden her yol mubah değildir!

Şefkat Tokadı
Yukarda ifade etmeye çalıştığım şeylerin sonucunda hizmet literatüründe yaygın olarak kullanılan “şefkat tokadı” gecikmedi. Ama maalesef bu sefer tokadı yiyen “bozuk şakirtler” değil hizmetin ta kendisi oldu. Zaten bu özeleştiriyi Hocaefendi ve Hizmete gönlünü vermiş “abi gibi abiler(imiz”) de yaptılar. Üstad Bediüzzaman’dan alıntı ile dediler ki; “Gayrı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir azap (tokat yemek) çekmektir." Keşkeyi şeytan lafzı olduğu için pek kullanmak istemiyorum. Yalnız kanımca keşkeler bir dahaki hatalara engel olabildikleri ölçüde anlamlıdır.

Hatların Karışması

Birisi din hizmeti, diğeri siyaset. Farklı kulvarlar. Ama biri diğerinin hemen yanı başında. Bu kadar içli dışlı olmanın da neticesidir bu olanlar. Metnin içinde atasözlerimizden faydalandık. O zaman durmak yok, atasözlerimize devam. Çok muhabbet tez ayrılık getirir be azizim!

Bu süreçte o kadar çok mümin birbirinin kalbini kırdı ki “yahu ne oluyoruz, ne yapıyoruz, bizler 28 Şubat’ta, askeri darbelerde, başörtüsü yasağında, ezanın Türkçe okunduğu utanç yıllarında, evinde Kur’an bulunanların irticacı olarak fişlendiği zamanlarda hep dayak yiyen taraftaydık. Hep beraber zulme maruz kalan mazlumlardık. Hizmet gönüllüleri size oy verdikleri için birileri tarafından “göbeğini kaşıyan kıllı ayı, bidon kafalı” ilan edildiler. Siz başta ülkeye sonra da hizmete destek oldunuz. Şimdi ne oldu bize? Bunca yıl beraberken, kardeşken, ne oldu bize? Kim hain, kim alçak, kim paralel yapı kurma, kendi eliyle kurulmasına destek olduğu hükümeti yıkma derdinde, kim Amerikan uşağı, İsrail piyonu, kim kâfir?

Allah aşkına insaf! Düşmanlarımıza bile söylemediğimiz lafları nasıl oluyor da kardeşlerimize söylüyoruz? Bize neler oluyor. Tam da İlhan Şeşen zamanı: Neler oluyor bize neler oluyor gülüm? Neler oluyor sana, bana neler oluyor?

3.Çoğul ve Şerli Şahıslar

Yolsuzluk var mı yok mu bilemem, yargının kararını vermesini bekleyeceğiz. Bu kadar fazla savcının, polisin yerinin değişti(ril)diği bir ortamda yargı kararına ne kadar güveneceğiz orası da ayrı muamma.
Bir de şu var, Gezi’de “benim savcım, benim polisim, benim valim”  iken son operasyondan sonra tüm sahiplenmeler bitti. Ve ülke genelinde bir kıyıma başlandı. Ben anlayamıyorum nasıl oldu da tüm bu görevden alınan yetkililer bir anda “kötü” oldu veya çokça zikredilen “paralel yapının” elemanı oldu? Ey devlet büyüklerim, unutmayalım, adalet hepimize lazım.


Başta hizmete çok eleştiride bulundum şimdi de sıra hükümette.
Böyle “inlerine gizlenmiş paralel bir yapı” vardı da bu yapı 11 yıl sonra mı ortaya çıktı? Kabul Türkün Türk’ten başka dostu yok. Hatta bana göre mevcut halimize bakarsak bu atasözünde revizyona ihtiyacımız var. Şöyle ki, artık Türk de Türkün dostu değil ne yazık ki. Şunu da soracağım; hükümete yönelik her türlü eleştiri neden hep dış güçlere, faiz lobisine, şer odaklarına tevdi ediliyor?


Olayın baş aktörü, her zaman olduğu gibi eline kalemi alıp senaryoyu yıllarca çalışarak titizlikle yazan, sonra da yönetmeni, oyuncuları titizle seçen ve Truman Show’da olduğu gibi her şeyi(figüranlar, ışık, ses) gerçek hayattan alan Üçüncü Çoğul ve Şerli Şahıslardır. Asıl beddua edilmesi gereken de sanırım bunlar. Rabbim bunların hidayeti mümkün değilse onları bildiği gibi terbiye etsin.

” Yaşasın zalimler için cehennem!”

 Basın Basın Basın

Ey Zaman Gazetesi, neden dershane sürecinden sonra dilin bir anda sertleşti ve yargı süreci devam ettiği halde, suçlu olduğu kesinleşmediği halde en azından şimdilik masum olan insanları suçluymuş gibi resmettin? Neden manşetlerinde Kılıçdaroğlu ve Bahçelinin demeçlerini öncekine göre daha sık ve daha büyük puntolarla haber ettin? Bilmedin mi ki seni okuyan insanların çoğu bu insanları da ideolojilerini de sevmez? Denize düşen yılana mı sarılmalıydı?

Ve Ey Yeni Şafak, Akit, Sabah, Akşam, v.s hiç eliniz titremedi mi cemaate, Hocaefendiye ağır ithamlarda bulunurken? Bana makalelerinizde ve manşetlerinizde geçen şu kelimelerin karşılığını verin; ihanet, çete, örgüt, kirli oyun, bölen in Gülen out, karanlık odalar? Bunları biz beraberken gerçek anlamda karşı taraf olanlara bile söylemedik, değil mi? Nasıl Müslüman müslümana bu ithamlarda bulunur? Ne yani şimdi bunca okul, bunca yetişmiş insan, paralel devlet kurup, bununla iktidar devşirip muktedir olmak için miydi? Komik olmayın Allah aşkına. Tamam, kabül ediyorum, Hoca efendiden 20 yıl boyunca bir kere dahi olsa beddua duymadım. Ve keşke o bedduayı yapmasaydı. Lakin beddua olarak anılan şey sadece makaslanarak değil başı ve sonu ile alınırsa daha anlaşılır oluyor. Hoca Efendi orada başta kendisi ve arkadaşlarını o “bedduaya” muhatap kılıyor ve sonra da Kur’an’a, Sünnet’e, Modern Hukuka aykırı davranış içinde bulunanlar varsa…. diyor ve bitiriyor. “Beddua” etmesine üzüldük ama şunu anlamak da mümkün değil, neden birileri bu beddua kendilerine yapılmış gibi direk üzerine alınıyor. Alnı ak, gözü pek olan bu bedduadan niye korksun, niye alınsın ki?

“Beddua etmemeliydi”, “Müslüman müslümana beddua etmez”,” yakışmadı”, “olmadı”, “yazıklar olsun” diyen kadar “yolsuzluğun her türlüsüne hayır, yapmışlarsa da zehir zıkkım olsun” diyen yok sanırım. Genelde şöyle makaleler okuduk. “Tamam, yolsuzluklarla mücadele edilsin ama…” Ama’sı ne sormak hakkımız değil mi?

Herkes Evine

Hocaefendi bu toprakların yetiştirdiği ender şahsiyetlerden biridir. Başlattığı hizmet ve aldığı sonuçlar da ortadadır. Ömründe ilk defa “beddua” ettiği için( ki kabul edin veya etmeyin beddua da dinin içinde vardır, Ariflerin diline yakışmaz orası ayrı) böyle harcanmamalıdır. Ona bu yapılanları en basit ifadesiyle vefasızlık olarak görüyorum. Hele yakın zamanda Twitter’da Hocaefendi ile Sincap resmini yan yana koyan “İslamcılar”  ile ona ve dava arkadaşlarına en ağır ithamlarda bulunan “İslamcılar”ı da kamuoyunun vicdanına bırakıyorum. Hizmet cephesinde de benzer durumlar var ama diğer “taraf” kantarın topuzunu daha fazla kaçırmış gibi. Netice değişmiyor ve iki yanlış bir doğru etmiyor. Testlerde yanlışın doğruyu götürmesi şöyle hesaplanır. Dört seçenek varsa üç yanlış bir doğruyu götürür. Beş seçenek varsa dört yanlış bir doğruyu götürür. Ama burada korkarım ki iki yanlış tüm doğruları(mızı) götürecek.

Şimdi bu ülkeyi seven Hocaefendi ve cemaatin has abileri ile yine bu ülkeye son oniki yılda çok ciddi hizmetler getiren sayın Başbakanımız ve arkadaşlarından bir istirhamım(ız) var. Ne olur herkes evine dönsün. Herkes işine baksın.

Hizmet 90’lı yıllarına AK Parti de 2.iktidar dönemime geri dönsün. Hizmet eskiden olduğu gibi kaliteli Müslüman üretmeye AK Parti de siyaset arenasında AK Hizmetler üretmeye devam etsin.
Hizmet Hareketi “çakma abiler” ve “bozuk şakirtlerden”; AK Parti de şakşakçı ve rüşvetçi elemanlarından tiz zamanda kurtulsun.


Yoksa bu yangın o kadar büyür ki kardeşimizi yaksın dediğimiz yangın kardeşimizi de bizi de, ez cümle hepimizi de yakar, kül eder.

Şimdi yaşananların üstüne sünger çekip, geçen güzel günlerin hatırına birbirimize sarılıp, özür dileme, helallik isteme zamanı.

eyüp selimoğlu


Devamı

Sizlere iki sorum var


 
Değerli okurlarım, 

Bu yazıyı okumadan önce aşağıdaki iki soruya cevap vermenizi rica ediyorum. Ancak , salt mevcut bilgilerinizle ve soruyu okuduğunuz an cevap vermeniz gerektiğini eklemek istiyorum.
 

1.Yasin suresini hangi zamanlar ve ne için okuyorsunuz?

2. Yasin suresinde ne anlatılmaktadır?
 

Bu yazıyı, yapılan bir araştırmanın sonuçlarını incelediğimde, yaşadığım şaşkınlık ve üzüntü üzerine yazmaya karar verdim. Ama öncelikle Yusuf İslam'ın oldukça manidar bulduğum bir sözünü sizlerle paylaşmak istiyorum.

"İslamiyetten önce müslümanları tanısaydım, müslüman olamazdım"
 

İslamiyet, öylesine güzel bir din ki ve aslında bu dünyaya müslüman bir ailenin evladı olarak gelmek öylesine bir şans ki; kolay elde edilmiş olan herşey gibi; o da değerinin farkedilememesi ile cezalandırılıyor. Eğer müslüman bir aileye doğmuşsanız, otomatikman müslüman olacaksınız demektir ki; bu, Kur'an-ı Kerim'i çok uzaklarda aramak zorunda kalmayacaksınız anlamına gelir. Çünkü her müslüman ailenin evinde en az bir adet bulunur bu kutsal kitap. Ne büyük bir şanstır bu esasında. Ama ne var ki; insanoğlu, sahip olduğu değerlere hep hoyrat davrandığı için olsa gerek; çoğu müslüman evladı da, bu mucizevi kitabı öğrenmeyi ve müslüman olmayı, namaz surelerini ezberleyip, perşembe geceleri ve cenazelerde Yasin okumaktan ibaret sanmakta.
 

Benim uzun süredir gözlemlediğim ve üzerinde düşündüğüm bu konu üzerine yapılan bir araştırmanın sonuçları, durumun vehametini çok açık bir şekilde ortaya koymakta. Araştırmaya göre; Kuran 'da en çok okunan sureler, Yasin, Mülk ve Vakia.
 

Kuran'ı neden okuyorsunuz diye sorulan sorulara verilen cevaplara baktığımızda ise oranlar şu şekilde karşımıza çıkıyor; cevap verenlerin %89'u ölmüş anne babasının ruhuna göndermek için, % 8 i benim de anne babama okur musun diyen yakınları için, % 2 si de kırk bir Yasin okunurken takip edenlerden oluşuyor. Kuran'ı anlamak için okuyanların sayısı sadece %1.
 

Yapılan başka bir araştırma ise; ilahiyat fakültesinde okuyan 267 kişi üzerinde yapılmış. Sorulan, "İlahiyat fakültesinde Kur'an mealini baştan sona okudunuz mu?" sorusuna, ankete katılanların verdiği cevaplar incelendiğinde ortaya çıkan sonuç çok düşündürücü, zira; sadece %38,9 u okudum cevabını vermiş. Çarpıcı olan bir diğer sonuç ise; evet cevabını vererek bu %38’lik oran içine giren öğrencilerden sadece üç tanesi Kur'an mealini birden fazla okuduğunu belirtmiş.

Kur'an- ı Kerim'in bir kez okumakla anlaşılamayacağı gerçeğinin yanı sıra, Kur'anı öğretmek üzere mezun olacak bu öğrencilerin bu durumda olmaları islamiyet ve müslümanlık için çok endişe verici.
 

Kur'an beni öylesine hayrete düşüren bir kitap ki ; bazen bu kitap için yeterince çaba sarfetmetmediğim için kendime kızmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Kur'an bize geçmiş, gelecek her türlü konuda bilgi vermekte ve henüz bilmediğimiz ve açıklanmamış sırları ayetlerinde apaçık gösterdiği halde yanlış ya da eksik yorumlayabiliyoruz. Örnek verecek olursak;
 

Neml suresi der ki;

"Dağları görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın sanatıdır (bu)." (Neml Suresi, 27/88)
 

Yasin suresi 40.ayette ise;

“Ne Güneş Aya yetişir, ne gece gündüzü geçer. Hepsi bir yörüngede yüzer, gider.” denmektedir.


Ve, Enbiya suresinin 33.ayetinde,

“Geceyi, gündüzü, Güneşi ve Ayı yaratan da O’dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzmektedir.” denir.
 

Oysa Kuran yeryüzüne gönderildiğinde ne dünyanın yuvarlak olduğu, ne de kendi etrafında döndüğü bilinmekteydi. Bilim ilerledikçe bulmacadaki boş kareler yerine oturtuldu ve Kuran'ın verdiği mesajların şifreleri çözülebildi. Kim bilir daha nice bilmezliğimizden mütevellit eksik, yanlış yorumlamalarımız var ve kim bilir birgün Kur'an ın bize şuanda elimize aldığımızda dahi söylemeye çalıştığı şeyleri, sırları başka yollardan çözdüğümüzde anlamış olacağız. En azından bu inanılmaz kitabı gelişmişliğimiz yettiği kadarınca anlamaya çalışsak ne kadar farklı bir dünyada yaşıyor olurduk belki de.
 

Yazımın başında sorduğum iki sorudan ikincisinin cevabını naçizane bilgilerimle cevaplayıp huzurunuzdan çekiliyorum efendim.
 

Yasin suresi toplam 83 ayetten oluşan ve bizlere, ilk üç ayette Kuranın niçin gönderildiğini, devam eden 29 ayette Allah'ı ve islamı insanlığa anlatırken daha önceki resullerin başına gelenler, Hz Muhammet'in görevinde yapması gerekenler ve inanmayanların başına gelmiş ve gelecek hadiselerden bahsederek, 33.ayetten itibaren, Allah'ın varlığını işaret eden evrendeki tüm olan bitenden bahseden ve sonunda da Allahın varlığının ve birliğinin altını çizerek "hepiniz O'na döndürüleceksiniz" diyen, uzun ve oldukça hikmetli bir suredir. Tabii, anlayana, anlamak isteyene.
 

Sevgi ve merhametle kalın.
 

aybike tuba
  • Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52:1(2011), syf. 157


Devamı

Topraktan Gelen Sorular

 
 
                                                                                                Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
     Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir!
                                                   (Necip Fazıl Kısakürek)
Kalemşah'ta son paylaşımımdan buyana neredeyse iki yıl geçmiş! Çok güzel niyetlerle kurduğumuz ve tamamen fedakârlıkla yayın yapan bu siteyi kuran dostuma ve sadece paylaşım için yazan tüm kalemşah yazarlarına teşekkür ederek başlamak istiyorum yazıma. Geçen iki yıllık zaman zarfında yazı göndermedim ama kalemşahı sürekli takip ettim. Üç yıl önceki yoğunluk olmasa da kaliteli yazılar her zaman oldu ve olacak inşallah. Sanırım biraz daha gayret etmemiz gerekecek. İki yıldır yazı göndermememin sebebi okumalarım arttıkça, daha güzel deneme, şiir ve öykülerle karşılaştıkça, yazmaya karşı soğukluk hissetmemdi. Dürüst olmak gerekirse cesaret edemedim. O kadar güzel metinler, şiirler varken, "kötü" yazılarla insanların vaktini de zihnini de yorma dedim kendime. Şu anda ise düşüncemi değiştirmiş bulunmaktayım. Şöyle ki; şekil olarak kötü olsa bile muhteva olarak "iyi" şeyler yazabileceğimi düşünüyorum. İçime kapanıp kitapların dünyasında yazarlarla hasbihal etmek güzel ama güzel şeyler kişi ile sınırlı kalıp başkalarıyla paylaşıl(a)mayınca "çok güzel" olamıyorlar. Bu noktada bir söz düşüyor belleğime, "Sadece kendisi için yaşayan insan değildir!". Tamam, bu sözle içinde biriktirdiği güzellikleri kimse ile paylaşmayan insan değildir gibi bir çıkarım yapmıyorum elbette. Sadece bir hassasiyetten bahsediyorum. Dilimizde ve daha da önemlisi yüreğimizde kullanma sıklığı gittikçe düşen bir kavram olsa da hassasiyete, hassas insanlara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Girizgâhı biraz uzattım sanırım. Konuya geçelim. Önce şiirleriyle tanıdım İbrahim Tenekeci'yi. Samsun'dayken kitaplarım İstanbul'da olduğundan iki şiir kitabını tekrar almıştım. Yazdıklarından iç dünyasını az çok tahmin edebiliyordum. Yıllar geçti, tüm şiir kitaplarını, denemelerini, İtibar dergisinde yazdıklarını ve Yeni Şafak'ta çarşamba ve cumartesi günleri yazdıklarını okuyunca şuna kanaat getirdim: İbrahim Tenekeci ile aynı dünyada yaşıyoruz fakat o bu dünyadan değil! Çoğumuzun gündemini dünyalık "oyuncaklar" işgal ederken, o dağlara çıkıyor, ağaçlarla selamlaşıyor, şehirden ve şehirlilerden uzaklaşıyor.  Şairi şimdi daha iyi anlayabiliyorum; "dağların durduğu böyle anlarda/Yalar yarasını içte bir geyik/Her yerden görülen bir şeyken dünya/Sağa çekip ağaçları seyrettik(Kimsenin Kalbi, İbrahim Tenekeci)
Ekseriyetin her yerden dünyayı seyrettiği bir zamanda sağa çekip ağaçları seyreden bu güzel insan bu günkü yazısında(03.04.2013, Yeni Şafak) bir cümle kurmuştur ki bu cümleye layık olan müstakil bir kitap olduğu halde ben küçük bir yazı ile yetineceğim!
Ekmeğe Çalışırız Fakat Soruların Hepsi Topraktan Çıkar!
Bu cümleyi okudum, sonra dönüp dönüp tekrar okudum ve kendimi sınava çok çalışan ama hiç soru gelmeyecek yerlere çalışan bahtsız öğrencilere benzettim. Sadece kendimi değil, bir çoğumuzu...Ev, araba, akıllı telefon, çocuk, iş, kariyer, beğenilip takdir edilme arzularımız, "ben biliyorum" yanılgılarımız, "o da ne anlar ki" diyerek karşıdakini küçültüp küçülmelerimiz, tevazu süsü verilmiş kibirlerimiz, "hayırlısı olsun" deyip de istediğimiz olmayınca isyan edişlerimiz, hep kendimize yontmalarımız, o tertemiz kalplerimiz(!), “benim kalbim temiz” deyip yapmamız gereken şeyleri yapmayışlarımız, şerde acele edip hayrı öteleyişlerimiz, Filistin’de veya Myanmar’da katledilen yüzlerce kardeşimize son dakikada kaçan bir gol kadar üzülmeyişlerimiz…Listeyi çoğaltmak mümkün. Saydığım şeylerde çok başarılıyız ama toprak konusunda korkarım çoğumuz sınıfta kalacağız. Yazdığım şeyleri “ekmek”le ilişkilendirmek belki en kutsal nimet olan ekmeğe çok büyük bir saygısızlık olacak ama ekmek beni affetsin! Ekmeği dünya ile toprağı da ukba ile eşleştirince her şey netleşiyor. Netleşme deyince aklıma bir şey daha geldi, gözleri çok sağlam olanların birçoğunun aslında hipermetrop olduğunu düşündüm geçenlerde. Hipermetrop yakını görememe olarak tanımlanabilir.  Ama benim kastım yakın değil yakin* azlığı! Gerçek hipermetrop da yakını değil yakini göremeyen sanırım.
Toprağın Altı - Toprağın Üstü
Toprağın üstünde yaşıyoruz, toprağın üstünde toprağın altından gelen mahsulleri tüketiyoruz, toprağın üstünde toprağın altını kirletip duruyoruz ve toprağın altından geldik toprağın altına gidiyoruz yavaş yavaş. Ama çağımızda neredeyse her şey bize gideceğimiz yeri unutturma derdinde. Televizyon, internet, tüketim kültürü, şehvete indirgenen “aşk”lar ve kullanımı günden güne artan antidepresanlar. Hepsinin derdi tek aslında. İnsana gideceği yeri unutturmak…
Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür, demiş büyükler. Dünyalık unutuşların telafisi çoğu zaman mümkündür ama toprağın altını unut(tturul)uşumuz fayda vermeyecek sonsuz pişmanlıklara gebe. Efendimiz(s.a.v) “Ağız tadını bozan ölümü çok hatırlayınız” buyurmuş, Hz. Ömer(r.a) kendisine her gün ölümü hatırlatması için parayla bir çocuk görevlendirmiş sakallarına ak düşene kadar.
Toprağın üstünde toprağın altına kayıtsız olarak yaşayanların ahvalinden şüphe edilir. Toprağın altını unutmayan ve orada değeri olacak şeyleri yapanlardan olmamız duasıyla…
 
*yakin: 1. Sağlam, kesin bilgi. 2. Bir şeyi iyice, kesinlikle bilme(TDK, Güncel Türkçe Sözlük)
aziz kağan güneş


Devamı

Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi’nin İktisadi Açıdan Gelişmesinde Temel Sorun




Demokrasi, bireysel hak ve özgürlüklerin tesis edildiği bir yönetim biçimi olmasının yanında, girişimcilik ve serbest teşebbüs hakkının bireyler ve tüzel kişiler yoluyla tüm topluma aktarımının sağlandığı değerler sistemidir. Bu değerler sisteminin sağladığı özgür girişim ortamının doğal sonucu olarak elde edilecek üretim çıktılarının, toplum içinde harekete geçireceği sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel değerlerin katma değerlerinin çarpan etkisi çok daha yüksek olacaktır. Bu pencereden değerlendirildiğinde, dünyanın önde gelen ekonomilerinin ve bu ekonomileri barındıran demokratik sisteme sahip ülkelerin, hem evrensel insan haklarına saygıda hem de ekonomik kalkınmışlık sıralamalarında üst sıralarda olmaları elbette tesadüfî değildir. Demokrasinin ekonomik gelişme ve kalkınmaya zemin hazırlayacağını söyleyebileceğimiz gibi, ekonomik güç ve kalkınmışlığın da demokratik ortamın sürdürülebilmesinde en büyük destekçi olacağını söylemek mümkündür. Bu nedenle ekonomik hak ve özgürlüklerin belirli bir seviyeye ulaşmaması halinde demokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Bu perspektif ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ülkelerinin ekonomileri konusunda bir değerlendirme yapacak olursak, ilk önce bu coğrafyada temel hak ve özgürlüklerin incelenmesi gerekmektedir. Elde edeceğimiz bulgular, ekonomik durumun açıklanması noktasında bir neden sonuç ilişkisi kurulması açısından yardımcı olacaktır.

On milyon km2’yi aşan büyüklük ve 300 milyonu aşan nüfus yapısıyla Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ülkeleri toplumsal, ekonomik, sosyo-kültürel yapısı, siyasal şekil ve çok sayıda uluslar arası gücü bölgeye çeken petrol rezervleri sebebiyle uluslararası politik gündemin daima ana unsurlarından olmuştur. Ortadoğu sadece bu coğrafya üzerinde var olan kara parçası olmaktan ziyade üç büyük dine son beş bin yıl içinde ev sahipliği yapmış bir yerdir.[1] Benzer kültür, gelenek ve dini değerlere sahip bu ülkeler arasında tarihsel anlamda da benzerlikler söz konusudur. Siyasi anlamda da yine bu benzerliklerin etkisini görmek mümkündür. Söz konusu coğrafyada modern anlamda demokratik yapı ve kurumların varlığından bahsetmek son derece güçtür. Genel olarak katı, dışa kapalı ya da yarı geçirgen, baskıcı, totaliter ve monarşik rejimlerin bölge genelinde hâkim olduğunu söylemek mümkündür. Esasında bu baskıcı ve katı rejimlerin egemen oldukları topraklar üzerinde serbest girişimin önünü açacak esaslara izin vermeyecekleri açıktır. Böylesi bir durumda da ülkeler nezdinde yeterli üretimin yapılmadığı ve buna bağlı olarak yeterli sermaye birikimine ulaşılamadığı ve yoksul halk kitlelerinin bölge coğrafyası içinde sıkça karşılaşılan doğal bir tablo olduğunu söylemek mümkündür.

Bölge ülkeleri her ne kadar benzer sosyo-kültürel değerlere sahip olsalar da, beşeri sermaye ve doğal kaynaklar yönünden birbirlerinden ayrışırlar. Söz konusu ülkeler sahip oldukları doğal kaynaklar ve nüfus açısından üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar sırasıyla;

- Doğal kaynak yönünden fakir, ancak işgücünün bol olduğu ülkeler,
- Hem doğal kaynaklar, hem de işgücü açısından zengin ülkeler,
- Doğal kaynaklar bakımından zengin, fakat işgücünün yetersiz olduğu ülkeler şeklinde sınıflandırılmaktadır. Cibuti, Mısır, Ürdün, Tunus, Fas, Lübnan ve Filistin birinci grupta; Cezayir, İran, Irak, Suriye ve Yemen gibi ülkeler ikinci grupta ve Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği de üçüncü grupta yer alırlar.[2]

Esasında yukarıda ki sınıflandırmanın doğal kaynaklar ve iş gücü arzı açısından getirdiği farklılığının, söz konusu yönetim biçimi ve serbest girişim hakkı olduğunda herhangi bir farklılık arz etmediğini görmekteyiz. Her ne kadar bölge ülkeleri içinde kişisel ekonomik durumun farklılık arz ettiği uç örnekler olsa da, bu durumun kişinin temel demokratik haklarından olan seçme ve seçilme noktasında benzer durumları doğurduğunu görmek mümkündür. Durumu bir örnek ile açıklayacak olursak; kişi başı GSMH seviyesi $2.423 olan Ürdün ile yine aynı şekilde kişi başı GSMH seviyesi $14.619[3] olan Suudi Arabistan vatandaşları açısından yönetime dâhil olma ve yöneticilerin seçimi konusunda temel anlamda bir farklılık bulunmamaktadır. Bu noktadan hareketle ekonomik gelişmişliğin demokratik gelişmişliğin açıklanmasında tek başında bir anlam ifade etmediğini söyleyebiliriz.

Söz konusu bölge 2010 yılı itibariyle 330,9 milyon civarında bir nüfusa sahiptir. Bölgede yıllık nüfus artış hızı II. Dünya Savaşı’ndan bu yana, dünya ortalamasının üzerinde seyretmektedir.[4] Hızlı nüfus artışı beraberinde işgücünde de hızlı bir artışı getirmektedir. Ancak işgücündeki bu hızlı artışa rağmen yeni istihdam alanlarının yaratılamıyor olması 1980’lerin ortalarından bu yana bölgenin resmi kayıtlara göre işsizlik oranının %15 düzeyinde seyretmesine yol açmıştır.[5] Gayri resmi rakamların bu değerin çok üzerinde olduğu düşünülmektedir. Bölgedeki işgücündeki bu artışa karşın, egemen siyasal ve ekonomik yapıların yeni istihdam alanlarının yaratılmasına imkân verecek esnekliğe sahip olmadıkları bilinmektedir. Bu durumun doğal bir sonucu da özel sektör ve teşebbüslerin yeterince gelişmemesidir. Özel sektörün gelişmemesinde ki temel sebep ise yukarıda da bahsettiğimiz temel hak ve özgürlüklere gereken önemin verilmemesi ve serbest girişim hakkının bölge halklarının elinden alınması yatmaktadır. Bölge halklarının sahip olmadıkları serbest mülkiyet ve girişim haklarının yanında, tabana yayılmayan sermaye yeterliliğinin eksikliği de bu anlamda özel sektörün gelişmemesinde önemli bir etken olmuştur. Dış yatırım çekme noktasında ise belirli sektörlerin –ki genel anlamıyla enerji bunların başında gelmektedir- dışına çıkılamamış olması genel anlamda bu ekonomik tablonun değişmemesinin en temel unsurlarındandır. Bölge ekonomilerinin genel anlamda sermaye ağırlıklı üretimden ziyade yer altı zenginliklerine, bunun mümkün olmadığı coğrafyalarda ise emek ağırlıklı düşük getirili sektörler temeline dayanması bölge halklarının fakirleşmesinde büyük rol oynamaktadır. Kaldı ki yer altı kaynaklarının yenilenebilir olmaması ve petrol zengini ülkelerin sanayi yapıları içinde tek sanayi kolunun petrol sanayisi olması içinde bulunulan ironik duruma en güzel örnektir. Doğal kaynak bağımlılığı körfez ülkelerinin, gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi çeşitli mal ve hizmet üretebilme yeteneğinden yoksun olmasına neden olmuştur. Bir Arap bu konuyla ilintili olarak şunları söylemektedir; ‘’Benim babam deveye biniyordu; ben otomobil kullanıyorum, benim oğlum jet kullanıyor, onun oğlu ise tekrar deveye binecek’’[6]. Bu söz bölgedeki petrolün tükenebilir bir kaynak olduğunu ve ayrıca eğer üretimde çeşitliliğe gidilmez ise petrol tükendikten sonra ellerinde hiçbir şey kalmayacağını göstermektedir. Elbette bu çeşitliliğe gidecek yol bahsi geçen temel hak ve özgürlüklerin tesis ve temin edilmesi ile gerçekleşebilecektir.

Kanada kökenli Fraser Institute tarafından hazırlanan Economic Freedom of the World adlı endeks, ülkelerin ekonomik özgürlüklerini beş temel kriterin göstergelerine dayanarak hesaplar. Bu kriterler şunladır: devletin büyüklüğü (harcamalar, vergiler ve girişimde), hukuksal yapı ve mülkiyet hakları, sağlam paraya erişim, uluslararası ticaret serbestliği ile emek, sermaye ve kredi piyasasında düzenlemelerdir.[7] ABD kaynaklı Heritage Foundation’ın hazırladığı endekse göre ise ekonomik özgürlük on bileşenden oluşmaktadır. Bunlar;

· İşgücü özgürlüğü
· Mülkiyet hakları
· Finansal özgürlük
· Yatırım özgürlüğü
· Mali özgürlük
· Hükümet harcamaları
· Ticaret özgürlüğü
· Rüşvet ve yolsuzluktan muafiyet
· Girişim özgürlüğü ve
· Parasal özgürlüktür[8]

Bölge ülkeleri yukarıda da anlatmaya çalıştığımız şekilde bu değerler açısından son derece yetersiz durumdadırlar. Bölge ülkelerinin bahsi geçen ekonomik özgürlüklerinin önündeki engeller ise; hukuksal mevzuat, güçlü bürokratik yapı, ulaşım imkânlarının yetersizliği, iletişim alanındaki sınırlamalar ve bu alandaki altyapı yetersizliği, iktisadi ve siyasi belirsizliktir.

Görüldüğü üzere bahsi geçen unsurlardan müspet olanların söz konusu ülkelerde inşası, menfi olanların ise bertaraf edilmesi ancak demokratik yapı ve kurumların sisteme kazandırılması ile mümkün olacaktır. Kişi hak ve özgürlüklerine saygılı, girişim serbestîsi ve özgürlüğünün doğal bir süreç olarak tanımlanacağı bu demokratik sistem, çarpan etkisi ile tüm halkın refah seviyesini artıracak ve başta adaletsiz gelir dağılımı olmak üzere birçok sorunun ortadan kalkmasında temel rol oynayacaktır.

tolgahan osmanoğlu

[1] Abdurrahman Arslan, “İslam, Ortadoğu, Anglosaksonlar”, Birikim Dergisi, İstanbul 2003, s.33-34
[2] Yrd.Do.Dr. Hamdi Genç, Arap Baharı’nın Dünya ve Türkiye Ticari İlişkilerine Etkileri, MÜSİAD Çerçeve Dergisi, 57.Sayı, S.45
[3] Kişi başına GSMH'ye göre ülkelerin listesi (http://tr.wikipedia.org/wiki/Ki%C5%9Fi_ba%C5%9F%C4%B1na_GSMH'ye_g%C3%B6re_%C3%BClkelerin_listes)[4] The World Bank, World Development Indıcators (WDI) 2011, s. 38.
[5] Yrd.Doç.Dr. Hamdi Genç, a.g.e., S.48
[6] Yrd. Doç. Dr. Harun Öztürkler, Petrol Fiyatlarındaki Dalgalanmaların Körfez Ülkeleri Ekonomileri Üzerindeki Etkileri, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=235
[7] Fraser Institute, Economic Freedom of the World 2011 Annual Report, Canada 2011, s. 5
[8] Yrd.Doç.Dr. Hamdi Genç, a.g.e., S.50


Devamı

Kapitalist/Emperyalist Batı Çökerken




Mahalle'nin cimri ve hırsız zengini iflâs ettiğinde, yoksulun gözleri parıldar. Kendi cebine giren hiçbir şey olmayacağı halde, yoksul, zenginin müflis hâlinden keyif alır. Psikanaliz yahut sosyoloji bu keyfe nasıl bir teori üretmiştir, keyfin süresi ne kadardır; yoksul buna da aldırmaz. Müflis zengin bir daha zengin olsun ya da olmasın; bununla da ilgilenmez. Yoksulun gözlerindeki parıltı, zenginin kendisi gibi 'algılıyor' hâle gelmesinden üremiştir ve hayatında bir an buna şahit olmak bile yoksulun gözlerinin parıldamasına ve keyif almasına yeter, hatta artar. Başkaca kez olmasa da, zaten yoksulluğa alışkın olan için vak’a’nın tekrarına hâcet yoktur.
***
Son Papa, son küresel-kapitalist-ekonomik krizi, İlâhî bir uyarı olarak nitelendirirken mürteci olarak adlandırılmadı. USA Başkanı G.W.Bush, yıkık, çökmüş görüntüsüyle 'ulusun sisteme olan inancının sürmesi isteğini'  yalvarırcasına televizyonlarda canlı yayında dile getirirken de, kimse çıkıp onu küçümsemedi, onun gaflarıyla alay etmedi. Avrupa'nın dev ülkeleri yana yakıla çâre ararken, merkez bankası başkanları, zengin G7’ ler sık sık bir araya gelerek piyasalara para pompalarken de kimse onların bu hâlini karikatürize etmedi. Dünya'nın bütün yoksulları yüzlerce yıllık büyük bir olgunlukla ve sessizce, keyif alarak, gözleri parıldayarak bu kan emicileri izliyorlardı.

***
Biliyorlardı ki; mürteci diyenler, değerlerle alay edenler, Peygamberleri karikatürize edenler hep aynı şımarık zengin züppelerdi. Kendilerinin aldığı bu keyif, borsa endekslerinin kırmızı oklarla aşağı yönlü seyri, brokerlerin canhıraş feryatlarla saçlarını başlarını yolması, bankacıların, emlâkçilerin etekleri tutuşmuş bir şekilde tutunacak 'parasal' dayanak aramaları sürdükçe daha da katmerlenecekti. Velev ki; bu süre bir an, bir ay olsun. O zengin züppeler, işsizlik ve parasızlık korkusuyla yaşamayı tecrübe etmişlerdi artık. Gözlerindeki büyük küçümsemeyle kibrinden geçilmeyen Büyük Devlet Başkanları'nın ağlayan, yerlerde sürünen, yoksulluğun korku uyandıran detaylarını fark etmeleriyle turşuya dönen yüzlerini görmek bir daha nasip olmayacak bir nimet olabilirdi. Yoksulun keyfi işte bu yüzden değerliydi.
***
Belki örtülü operasyonlar parasızlıktan yapılamayabilir, bir sürü yoksul öldürülmekten kurtulabilirdi. Irak’ta, Sudan'da, Somali'de, Pakistan'da, Afganistan'da ve daha birçok yerde akan yoksul kanı durabilir, doğmaya fırsat bulamadan yahut doğduktan hemen sonra gıdasızlıktan ölen bebekler sağ kalan yoksul ebeveynlerinin gözlerindeki bu kısa parıltıyla hayat ışığı bulabilirlerdi. Ukrayna Devlet Başkanı Yuşçenko Parlamentoyu feshedip, erken genel seçimlerin 7 Aralıkta yapılmasını öngören bir kararname çıkardığında, kapitalizmin parasıyla fonlanıp ‘Turuncu’ devrimle seçilip gelen, Ukrayna Başbakanı Yulya Timoşenko-Devrimin Jan Dark'ı-, parasızlıktan seçimin yapılamayacağını beyan ederken de yoksulu sevindirdiğinin farkında değildi. İzlanda adası yaşadığı iflas'tan dolayı internet ortamlarında açık arttırmayla satılığa çıkarılırken, yoksul, bir kaç yoksulla bir araya gelerek bu eski zengin adayı satın alabilmeyi bile umudedebilirdi.




Hüzünlü şarkıların, içli yöresel türkülerin, şiirlerin, sosyal felâketlerin, hastalıkların, ölümlerin, ayrılıkların, kavgaların, iç savaşların tam orta yerinde durup yoksulu can evinden, evinden vuran kapitalizm'in yaşadığı bu kriz, yoksulu keyiflendirmeyecekti de ne işe yarayacaktı başka? Onu daha da yoksullaştıramayacaktı bu kriz. Aksine çalınan her şeyinin artık çalınması güçleşecekti belki de. Tüsiad'ın kadın başkanının krize dair feryatları, aç çocuğuna mama alabilmek için Câmi önlerinde boynunu kırıp utanarak dilenen kadının cılız yardım istekleri kadar bile asil değildi. Hele bu feryatların kendisinin-babasının- şirketlerinin batması riskinden kaynaklandığını da biliyorsanız; yoksulun asil keyfine şapka çıkarmaz mısınız? Yoksullaşacağından korkanın yaşadığı, yaşayacağı travmanın boyutlarına psikologlar bakacaktır kuşkusuz; lâkin yoksul, bu kaygıdan beri kalacağı için keyiflidir. Onun keyfi işte bu yüzden değerlidir.
***
Ama, kimse yoksulun onurlu sessizliğinde aldığı bu keyfin reklamını yapmaz. Bu keyif  paralı alıcısı olmayan bir keyiftir. Paralıların da alamayacağı bir keyiftir.
***
Hindistan ve Çin’de yaşayan yoksulların ,Devletlerinde fazlasıyla bulunan paranın kendilerine çok fazla faydası bulunmadığını bildikleri halde, Batı’nın bu paraya muhtaç olduğunu anlamalarından kaynaklanan bir keyif aldıklarını da kimse inkâr edemez.
***
Türkiye’nin yoksulları, günden güne panikleyen soyguncu zenginlerin avazları çıktığı kadar bağırdıklarında “Ekonomimiz sağlam” diyerek bu paniğe kapılanları küçümseyen hükümetleri olduğu için keyifliler. Sonra bir de, bir vakitler kendilerini soyan Batılı şirketlerin sudan ucuz fiyatlarına müşteri olabilecek nakiti bol şirketlerinin olduğunu duydukları için keyifliler.
***
Zenginlerin kurulu düzenine su taşıyan köşe yazarlarının, “kapitalizm çöküyor” konulu yazılar döşeyerek yoksulu sevindirmeye devam edenleri, yoksulları aldatmakla suçlamaları ve aslında bunun sadece geçici bir kriz olduğunu iddia etmeleri yoksulu daha da keyiflendiriyor. Çökse de çökmese de dizlerinin üstünde sürünen bir “Kapitalizm” yoksulu keyiflendiriyor. Daha da keyiflendirmesin mi? Artık belki bir diğer göreli yoksul, arabasına koyacağı benzini düşünüp endişelenmeyecek eskisi gibi; rahat rahat binip gidecek belki anne-babasının elini öpmeye.
***
Değmez mi?


alper selçuk


Devamı

Televizyon ve Rol Model Kalıplar



 

Televizyon 1930'larda insanoğlunun hayatına bir daha hiç çıkmamacasına girip yerleşti. Öyle ki aileden biri gibi oturma odalarımızın, salonlarımızın ve hatta gelişen teknoloji ile birlikte artık cep telefonlarımızın ayrılmaz parçası oldu. Ona evimizin en güzel yerini açtık, onu dantellerle süsledik, bozulmasın diye azami özeni gösterdik. Gel zaman git zaman bu ilişki tek taraflı olmaya başladı. O ne olursa olsun vermeye biz de ne verdiğine bakmadan almaya başladık. İlkin öyle değildi oysa televizyon ile ilişkimiz. Zaten kısıtlı olan yayın sürecinde eski alışkanlıklarımızın yerini almıştı. Ajansın resimli görüntülü halini veriyordu bize. Daha radyo denen o sihirli kutuya alışamadan televizyonun varlığı allak bullak etmişti zihinleri. İlkin tek tük evlerde, sonradan tüketim çılgınlığının da verdiği güçle biz neredeysek orada yer almaya başladı. Artık o bizleri değil, bizim ona verdiklerimiz ile o bizi izlemeye başlamıştı.

Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı. Aynı anda bir çok insanı o camdan kutunun önünde toplamak imkansız iken, bir spor müsabakası, bir canlı yayın ile bunu başarmak çok sıradan bir hal aldı artık günümüzde. Esasında televizyon sinema ile ikame edilebilecek gelip geçici bir alışkanlık olarak hayatımıza girerken, günümüzde hemen hemen her aşamada onunla içli dışlı olmaya başladık. Eğlenceden, pazarlamaya, sağlıktan, spora bugün bir çok sektör için televizyon bulunmaz bir nimet. Öyle ki görsel ve işitsel uyaranların aynı anda insanlara etki etmesinin temelinde yatan güç televizyonu güçlü kılıyor. Ucuz ve erişilebilir olması da bu gücüne güç katıyor. Tüm bu özelliklerini çok çok iyi değerlendiren toplum mühendisleri de elbette televizyonun kitleleri etkilemek için ne denli önemli bir araç olduğunun farkında. Ve bu farkındalık ile aklımıza dahi getiremeyeceğimiz komplolar düzenliyorlar bilinç altı benliğimize.
Televizyon alışkanlığı modern insanlığın en sık görülen hastalığı. Televizyonun sadece iletişim aracı olmaktan çıkıp bilgilendirme ve eğlendirme imkanları sunması bu anlamda kendisine ayrıcalıklı bir yer edinmesine yol açtı. Jacques Seguela’nın yerinde söyleyişi ile, televizyon artık, insanların günlük gevezeliği haline geldi.[1]

Televizyon hemen hemen tüm toplumlarda en etkin hikaye anlatma aracı haline gelmiştir. Kendi köyümüzden tutun da, dünyanın hiç bilmediğimiz coğrafyalarına kadar her yerden, her insandan  hikayeler, bir çok kanaldan sürekli olarak, evimize konuk olmaya başlamıştır. Yalnız hikayeleri anlatıcıdan bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi, televizyonu da bize anlattıklarından bağımsız düşünemeyeceğimiz bir konuktur bu. Televizyon, anlattığı bu hikayelerle birey yapısının en derin noktalarına nüfuz ettiği toplumlarda “televizyon birey”in meydana gelmesini sağlayarak “televizyon toplum”u oluşturmaktadır. Böylelikle televizyon, temel özelliklerini kendisinin belirlediği bireyler ve toplumlar oluşturma iktidarına sahip görünmektedir. Böyle bir bireyin ve bu tür bireylerden oluşan bir toplumun grupları, davranış biçimleri, etkileşim süreçleri, kurumları, kültürü ve nihayet değerleri tamamen televizyona atfedilmiş ya da doğrudan doğruya ondan kaynaklanmış olacaktır. Bu toplumun bireyleri televizyon ekranında görünen kişiler gibi davranmakta, televizyon diliyle konuşmakta, televizyonun belirlediği gündemi izleyerek televizyonun değer diye nitelediklerini sahiplenmektedir. Elbette bu durum bilinçli bir durum olmaktan uzaklaşmıştır. Televizyon ile birlikte özel yaşam kavramı da esnekleşmiştir. Bireye ait olanla topluma ait olan birbirine geçmiştir; çünkü televizyonla birlikte herkes, aynı özel yaşamın özneleri haline gelmekte, aynı mahremiyeti (!) paylaşmaktadır. Bütün bireyler, tek tip bir yaşam biçiminin içinde, tek tip bireyler olarak yaşamaktadırlar. Televizyon enformasyonu, herkese eşzamanlı olarak iletir. Sır saklamaz, ifşa aracı rolünü ısrarla sürdürür. Tabi bahsettiğimiz aynı mahremiyetin bütün toplumda paylaşılması durumunda, mahremiyetin ne kadar mahremiyet olacağı, televizyonun anlam dünyasını değerlendirebilmek için oldukça dikkat çekicidir.[2]

Televizyon ve Türkiye
Türkiye açısından baktığımızda da durum ilk başta anlattıklarımızdan çok farklı değil. 80’ler sonrasında hızla değişen ve gelişen toplumsal dinamiklerde televizyonun etkisi hat safhada. Bu anlamda televizyon kitlelerin etkileşimi noktasında iletişim görevinden daha fazlasını ifa etmiş durumda. 90’lardan sonra özel televizyonların da sektöre girişi ile yayın içerikleri ve serbestisindeki artış bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir. Devlet eliyle tek taraflı yapılan yayıncılık zihniyetinin getirdiği baskıcı üslup her ne kadar özel yayıncılık anlayışı ile son bulsa da, yeni yapılan programların içeriklerinin toplum tarafından adı konmamış kalıpları yıkması o gün için ufak çaplı sıkıntılar olarak görülmüştür. Zamanla bu tarz yayınlar karşısında izleyicinin tutum ve davranışlarının da yayın içeriği ile aynı yönde evrimleşmesi kötü yayıncılık anlayışını bertaraf etmiş gibi görünse de, 2000’li yılların Türkiye’sine şiddet, cinsellik, güç ve ihtiras temelli sorunlar yumağını miras bırakmıştır.
Ülkemiz maalesef bir çok kötü rekorda olduğu gibi televizyon izleme konusunda da kötü bir rekora sahip. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan bir değerlendirmeye göre televizyon izleme oranın en fazla olduğu ikinci ülke ne yazık ki Türkiye. Günlük 4,5 saatlik televizyon izleme oranı ile Türkiye, ABD'nin ardından ikinci sırada. Aynı araştırmanın diğer çarpıcı sonuçlarına göre ise ortaöğretim çağındaki bir çocuğun televizyon ya da bilgisayar başında geçirdiği süre, okulda geçirdiği süreden çok daha fazla. Ülkemiz televizyonlarının yayın içeriğini şöyle bir göz önüne getirdiğimizde ise tablonun yıkıcı etkisi daha net ortaya çıkmakta.

Ülkemizde televizyon yayın ve içeriklerini düzenlemek ile görevli Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun yaptığı "Televizyon İzleme Eğilimleri Araştırması" nda öne çıkan bulgular ise şu şekilde sıralanmış[3];

- Hafta içi 3 saat olan televizyon izleme süresi %20.5’e, 2 saatlik TV izleme oranı ise %17.2’ye çıkmıştır.
- Hafta içi kadınlar 4,5 saat, erkekler ise 4,1 saat TV izlemektedirler.
- Hafta içi en çok TV izleyen yaş grubunun 41+ olduğu ve 4,5 saate ulaştığı görülmektedir.
- Hafta içi evliler 4,4 saat ile en çok TV izleyen grubu oluşturmaktadır.
- Hafta içi emekli ve işsizlerin 5 saat TV izlediği görülmekte, bu grubu ev hanımı ve çiftçiler takip  etmektedir.
- Hafta içi TV izleme saatleri incelendiğinde %70,9 ile 18:01-21:00 saatlerinin en çok izlenen saatler, %15 oranı ile 12:01-15:00 saatlerinin ise en az izlenen saatler olduğu gözlenmektedir.
- Hafta sonu erkekler 4,6 saat, kadınlar ise 4,5 saat TV izlemektedirler.
- Hafta sonu evlilerin 4,6 saat TV izlediği görülmektedir.
- Hafta sonu TV izleme saatleri incelendiğinde % 68,7 ile 18:01-21:00 saatlerinin en çok izlenen, % 14,8 oranı ile 09:01-12:00 saatlerinin ise en az izlenen saatler olduğu gözlenmiştir.
- Televizyon programlarının izlenme sıklığı verilerine bakıldığında %93,7 ile haberler, %86,2 ile yerli diziler ve %61,8 ile dini programlar sıralanmaktadır.
- Televizyonlarda yayınlanması istenmeyen program türleri sıralaması şu şekildedir: %63 ile kadın kuşak-izdivaç programları, %50,3 ile magazin programları ve %22,7 ile spor programlarıdır. 
- Eğitim düzeyi azaldıkça TV izleme oranının arttığı görülmektedir.

Yapılan araştırmanın sonuçları ironik bir yapıya işaret etmekte. Kısaca özetleyecek olursak;

- Televizyon izleme süresi gittikçe artmakta.
-Aile içinde eğitici ve düzenleyici bir rol üstlenmesi gereken kadınların televizyon izleme süresi erkeklere göre çok daha fazla.
- Ailenin bir arada olma imkanının olduğu belki de tek saat olan 18:00-21:00 saatleri televizyon izleme saatleri içinde ilk sırada.
- Televizyon izleyicisinin her türlü ihtiyacı için televizyonu tercih etmesi. Seçici izleyiciliğin azalması. Özetle televizyonda verilen her şeyin bir şekilde izleyici tarafından kabul görmesi.
- Televizyonda yayınlanmaması istenen program türlerinin rating sıralamasında üst sıralarda yer alması.[4]

Söz konusu araştırma ve sonuçlarını yazımızın ilk kısmındaki değerlendirmeler ışığında tekrar ele alacak olursak, Türkiye’de televizyon izleyicilerinin büyük bir çoğunluğunun, televizyonun verdiğini her ne olursa olsun belirli bir süzgeçten geçirmeden alma noktasında çok seçici davranmadığını söyleyebiliriz. Genel kabul gören rating değerlendirme raporlarında da görüleceği üzere televizyon izleyicilerinin tercih ettiği yayınlar magazinsel ve eğlenceye dönük içeriklidir. Herhangi bir eğitici değeri olmayan, toplumu belli kalıplar içerisinde yönlendirmeye iten diziler de bu iki içeriğin takipçileri tarafından kabul görmekte, onlar tarafından beslenmektedir.
Televizyon bugünkü toplumda hem bireysel, hem de toplumsal yaşamda kendisini gösteren en önemli ve merkezi bir kültürel kurumdur. Televizyon, iç çeliskilerle dopdolu, birbirinden bagımsız ve heterojen metinler üretmektedir. Dolayısıyla bütünlesmis ve tek bir televizyon metninden sözetmek olanak dısı hale gelmektedir. Televizyonun söylemi, izleyiciler için farklı ideolojik ve toplumsal konumlara dayalı olarak farklı iliskiler biçimi üretmektedir.100 Tüm toplum aynı televizyon söylemiyle karsı karsıya olmasına ragmen, toplumun kendisi farklı katmanlardan olustugu için bunları anlayıp yorumlaması da farklı olmaktadır. Televizyon ve kitle iletisim araçları tüm kültürü etkilemekle birlikte özellikle popüler kültür, kitle kültürü ve seyirlik kültür olarak adlandırılan üç kültür tanımında rol oynamaktadır. Toplumda yasarken gördügümüz, duydugumuz ve paylastıgımız seyler genelde toplumun popüler kültürüyle ilgilidir. Çünkü modern toplumda halk kültürü degil popüler kültür, yasadıgımız günlük hayatı olusturmaya baslamıstır. Ülkemizde gösterilen Asmalı Konak, Kurtlar Vadisi, Ekmek Teknesi, Gümüs, Ask-ı Memnu, Ezel vs. gibi bir çok dizi film de milyonlarca insanı televizyon basına toplamış ve bu dizilerde kullanılan mekanlar, aksesuarlar popüler kültürün bir parçası haline gelmiştir.[5] Bir anlamda bu diziler yukarıda açıkladığımız üzere toplumu yöneltme noktasında çok başarılı olmuşlardır.



Televizyon ve Diziler

Tüm dünyada televizyon ile en çok anılan yayın türü hiç şüphesiz dizilerdir. Diziler ülkemizde genellikle tüm aile fertlerinin bir arada ekran başında yer alarak takip ettikleri yayın türüdür. Diziler filmlere nazaran, daha uzun soluklu, arkası yarın tadında, olay ve konu örgüsünün her hafta değişip güncellendiği yapımlardır. Bu özellikleri ile izleyici zihninde yer edinen merak, korku, heyecan gibi duygulardan beslenerek izlenebilirliklerini arttırmışlardır.

Ülkemizde dizi sektörü TRT ile başlamış olup, özel televizyonların açılmasıyla birlikte 90’lı yıllardan sonra hızla atağa geçmiştir. Özellikle 2000’li yıllar ile birlikte yukarıda anılan dizilerin kendi seyirci gruplarını yaratarak, bu izleyicilerin hayatında ciddi anlamda rol model olduklarını düşünecek olursak, hikaye ve olay kurgusunda sektörün geldiği noktayı değerlendirmek mümkündür.

Türk toplumunun kitlesel olarak tanıştıgı ilk televizyon dizilerinden olan “Dallas” dizisi insanların fazla performans gerektirmeyen bir sürece bağlı olarak ulaştıkları görkemli ve pırıltılı yaşam biçiminin öne çıkarmış ve dizi, toplumların değerler dünyasını ve günlük alışkanlıklarını bu yeni hedefte dönüştürecek bir boyutu olusturmuştur. Dallas dizisi, benzerleriyle birlikte para ve onun sağladığı gücü her türlü ilişkiyi meşrulaştıran bir deger olarak ortaya koyan “yeni bir ahlak anlayısı” nı telkin etmiştir. Bütün aile değerleri, tüketim alışkanlıkları ve hatta toplumsal hayatın karakteristik iliski biçimleri bu yeni ahlak anlayısının görünür etkisine girmiştir.[6]

Yine son yıllarda ülkemiz televizyonlarında yüksek rating alan dizilerin içeriğine bakıldığında, yüksek standartlara sahip yaşam biçimi, parasal anlamda bir sıkıntı yaşamayan dizi karakterleri, bu karakterler arasında Türk ailevi yapısına uygun olmayan ahlak dışı ilişkiler, para ve lüks tüketimin bilinç altı öğeler olarak yüksek dozda sunulduğu yapımlar ön plandadır. Bu yapımlar içinde belli bir ahlaki tabandan yoksun, gerek dini gerekse ailevi boyut açısından son derece sakıncalı içeriğe sahip yayınlar maalesef popüler kültür yardımı ile aleni ve sıradan yayınlar haline gelmiş ve izleyicilerin sıklıkla takip ettikleri içerik haline gelmişlerdir. Her ne kadar toplumun büyük bir kesimi tarafından açıkca kabul görmese de, bu durum söz konusu yayın içeriğinin rating sıralamalarında üst sıralarda olmasını engelleyememiştir. Bahsi geçen yayınlar ile toplum üzerinde dezenformasyon yoluyla ahlaki çöküntü ve ailenin temelini hedef alan yıkıcı içerik bilinçli olarak izleyici ile buluşturulmaktadır. Elbette burada amaçlanan ahlaki çöküntünün boyutlarını sadece günümüz ile sınırlı tutmak mümkün değildir. Bir kuşağın bu yönde eğilimler ile edineceği bilgi ve birikim sonraki kuşaklara aktarılacağı için temel alınan esasında toplumun genelini ilgilendiren bir durumdur. Söz konusu bilinçli bombardımana maruz kalan bireylerin er ya da geç toplum içinde kendisini bu bombardımandan korumuş bireyler ile temas edeceği gerçeği bu yayınların en can alıcı noktasıdır. Bu noktadan bakacak olursak bilinçli olarak yapılan ahlaki sistemi bozmaya yönelik yayınlar bugünden çok yarınların ahlaki açıdan kokuşmuş ve düşük toplumunu inşaa etmeye yöneliktir.

Her ne kadar dizilerde yaşananların gerçek hayattan kesitler sunduğuna ilişkin öngörüler sektör içinde seslendirilse de, bir çoğumuzun temel algısı söz konusu diziler ile bizlere dayatılan hayat standartlarının olmasıdır. Bu standartların sürdürülebilir ekonomik bir güce dayanmaması, günü kurtarmaya yönelik, yarından çok bugünü yaşamaya odaklı çarpık bir düzeni amaçlıyor olması bizlere sunulan bu standartın ne denli kokuşmuş olduğunu anlamak için yeterlidir.

Cinsellik, para ve güç triosu arasında sıkıştırılmaya çalışılan bir neslin, dönmekte olan bu çarklardan kurtulmasına yarayacak en temel panzehir elbette vadedilen bu hayat tarzının büyük bir ütopyadan ibaret olmasını anlatabilmekle mümkün olacaktır. Çalışmadan tüketen, sevgiyi tanımadan aşkı yaşıyan, cinselliği sıradan bir insan ihtiyacı olarak gören ve her durum ve şartta ilişki boyutu gözetmeksizin meşrulaştıran bir anlayış, hem bizler hem de gençlerimiz için en büyük tehlikedir. Televizyon vasıtasıyla bu dayatmadan kurtulmanın en kolay yolu televizyon yerine gerçek hayatı ikame etmek değil mi ne dersiniz ?

koray demir


[1] M. R. Sirin, 1998, s.9.
[2] RTÜK Uzmanlık Tezi / Televizyon Dizilerinin Toplumun Milli ve Manevi Değerleri Açısından Değerlendirilmesi; Aşk-ı Memnu Dizisi Örneği / Hüseyin Tuğrul Oktay
[3] http://www.rtuk.org.tr/sayfalar/IcerikGoster.aspx?icerik_id=88e435c1-2a20-4956-92e0-6c3d295ca079
[4] http://www.medyatava.com/rating.asp
[5] Hüseyin Tuğrul Oktay, a.g.e
[6] İ. Dogan, 2009, s. 185-186.


Devamı