• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

koray demir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
koray demir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Televizyon ve Rol Model Kalıplar



 

Televizyon 1930'larda insanoğlunun hayatına bir daha hiç çıkmamacasına girip yerleşti. Öyle ki aileden biri gibi oturma odalarımızın, salonlarımızın ve hatta gelişen teknoloji ile birlikte artık cep telefonlarımızın ayrılmaz parçası oldu. Ona evimizin en güzel yerini açtık, onu dantellerle süsledik, bozulmasın diye azami özeni gösterdik. Gel zaman git zaman bu ilişki tek taraflı olmaya başladı. O ne olursa olsun vermeye biz de ne verdiğine bakmadan almaya başladık. İlkin öyle değildi oysa televizyon ile ilişkimiz. Zaten kısıtlı olan yayın sürecinde eski alışkanlıklarımızın yerini almıştı. Ajansın resimli görüntülü halini veriyordu bize. Daha radyo denen o sihirli kutuya alışamadan televizyonun varlığı allak bullak etmişti zihinleri. İlkin tek tük evlerde, sonradan tüketim çılgınlığının da verdiği güçle biz neredeysek orada yer almaya başladı. Artık o bizleri değil, bizim ona verdiklerimiz ile o bizi izlemeye başlamıştı.

Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı. Aynı anda bir çok insanı o camdan kutunun önünde toplamak imkansız iken, bir spor müsabakası, bir canlı yayın ile bunu başarmak çok sıradan bir hal aldı artık günümüzde. Esasında televizyon sinema ile ikame edilebilecek gelip geçici bir alışkanlık olarak hayatımıza girerken, günümüzde hemen hemen her aşamada onunla içli dışlı olmaya başladık. Eğlenceden, pazarlamaya, sağlıktan, spora bugün bir çok sektör için televizyon bulunmaz bir nimet. Öyle ki görsel ve işitsel uyaranların aynı anda insanlara etki etmesinin temelinde yatan güç televizyonu güçlü kılıyor. Ucuz ve erişilebilir olması da bu gücüne güç katıyor. Tüm bu özelliklerini çok çok iyi değerlendiren toplum mühendisleri de elbette televizyonun kitleleri etkilemek için ne denli önemli bir araç olduğunun farkında. Ve bu farkındalık ile aklımıza dahi getiremeyeceğimiz komplolar düzenliyorlar bilinç altı benliğimize.
Televizyon alışkanlığı modern insanlığın en sık görülen hastalığı. Televizyonun sadece iletişim aracı olmaktan çıkıp bilgilendirme ve eğlendirme imkanları sunması bu anlamda kendisine ayrıcalıklı bir yer edinmesine yol açtı. Jacques Seguela’nın yerinde söyleyişi ile, televizyon artık, insanların günlük gevezeliği haline geldi.[1]

Televizyon hemen hemen tüm toplumlarda en etkin hikaye anlatma aracı haline gelmiştir. Kendi köyümüzden tutun da, dünyanın hiç bilmediğimiz coğrafyalarına kadar her yerden, her insandan  hikayeler, bir çok kanaldan sürekli olarak, evimize konuk olmaya başlamıştır. Yalnız hikayeleri anlatıcıdan bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi, televizyonu da bize anlattıklarından bağımsız düşünemeyeceğimiz bir konuktur bu. Televizyon, anlattığı bu hikayelerle birey yapısının en derin noktalarına nüfuz ettiği toplumlarda “televizyon birey”in meydana gelmesini sağlayarak “televizyon toplum”u oluşturmaktadır. Böylelikle televizyon, temel özelliklerini kendisinin belirlediği bireyler ve toplumlar oluşturma iktidarına sahip görünmektedir. Böyle bir bireyin ve bu tür bireylerden oluşan bir toplumun grupları, davranış biçimleri, etkileşim süreçleri, kurumları, kültürü ve nihayet değerleri tamamen televizyona atfedilmiş ya da doğrudan doğruya ondan kaynaklanmış olacaktır. Bu toplumun bireyleri televizyon ekranında görünen kişiler gibi davranmakta, televizyon diliyle konuşmakta, televizyonun belirlediği gündemi izleyerek televizyonun değer diye nitelediklerini sahiplenmektedir. Elbette bu durum bilinçli bir durum olmaktan uzaklaşmıştır. Televizyon ile birlikte özel yaşam kavramı da esnekleşmiştir. Bireye ait olanla topluma ait olan birbirine geçmiştir; çünkü televizyonla birlikte herkes, aynı özel yaşamın özneleri haline gelmekte, aynı mahremiyeti (!) paylaşmaktadır. Bütün bireyler, tek tip bir yaşam biçiminin içinde, tek tip bireyler olarak yaşamaktadırlar. Televizyon enformasyonu, herkese eşzamanlı olarak iletir. Sır saklamaz, ifşa aracı rolünü ısrarla sürdürür. Tabi bahsettiğimiz aynı mahremiyetin bütün toplumda paylaşılması durumunda, mahremiyetin ne kadar mahremiyet olacağı, televizyonun anlam dünyasını değerlendirebilmek için oldukça dikkat çekicidir.[2]

Televizyon ve Türkiye
Türkiye açısından baktığımızda da durum ilk başta anlattıklarımızdan çok farklı değil. 80’ler sonrasında hızla değişen ve gelişen toplumsal dinamiklerde televizyonun etkisi hat safhada. Bu anlamda televizyon kitlelerin etkileşimi noktasında iletişim görevinden daha fazlasını ifa etmiş durumda. 90’lardan sonra özel televizyonların da sektöre girişi ile yayın içerikleri ve serbestisindeki artış bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir. Devlet eliyle tek taraflı yapılan yayıncılık zihniyetinin getirdiği baskıcı üslup her ne kadar özel yayıncılık anlayışı ile son bulsa da, yeni yapılan programların içeriklerinin toplum tarafından adı konmamış kalıpları yıkması o gün için ufak çaplı sıkıntılar olarak görülmüştür. Zamanla bu tarz yayınlar karşısında izleyicinin tutum ve davranışlarının da yayın içeriği ile aynı yönde evrimleşmesi kötü yayıncılık anlayışını bertaraf etmiş gibi görünse de, 2000’li yılların Türkiye’sine şiddet, cinsellik, güç ve ihtiras temelli sorunlar yumağını miras bırakmıştır.
Ülkemiz maalesef bir çok kötü rekorda olduğu gibi televizyon izleme konusunda da kötü bir rekora sahip. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan bir değerlendirmeye göre televizyon izleme oranın en fazla olduğu ikinci ülke ne yazık ki Türkiye. Günlük 4,5 saatlik televizyon izleme oranı ile Türkiye, ABD'nin ardından ikinci sırada. Aynı araştırmanın diğer çarpıcı sonuçlarına göre ise ortaöğretim çağındaki bir çocuğun televizyon ya da bilgisayar başında geçirdiği süre, okulda geçirdiği süreden çok daha fazla. Ülkemiz televizyonlarının yayın içeriğini şöyle bir göz önüne getirdiğimizde ise tablonun yıkıcı etkisi daha net ortaya çıkmakta.

Ülkemizde televizyon yayın ve içeriklerini düzenlemek ile görevli Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun yaptığı "Televizyon İzleme Eğilimleri Araştırması" nda öne çıkan bulgular ise şu şekilde sıralanmış[3];

- Hafta içi 3 saat olan televizyon izleme süresi %20.5’e, 2 saatlik TV izleme oranı ise %17.2’ye çıkmıştır.
- Hafta içi kadınlar 4,5 saat, erkekler ise 4,1 saat TV izlemektedirler.
- Hafta içi en çok TV izleyen yaş grubunun 41+ olduğu ve 4,5 saate ulaştığı görülmektedir.
- Hafta içi evliler 4,4 saat ile en çok TV izleyen grubu oluşturmaktadır.
- Hafta içi emekli ve işsizlerin 5 saat TV izlediği görülmekte, bu grubu ev hanımı ve çiftçiler takip  etmektedir.
- Hafta içi TV izleme saatleri incelendiğinde %70,9 ile 18:01-21:00 saatlerinin en çok izlenen saatler, %15 oranı ile 12:01-15:00 saatlerinin ise en az izlenen saatler olduğu gözlenmektedir.
- Hafta sonu erkekler 4,6 saat, kadınlar ise 4,5 saat TV izlemektedirler.
- Hafta sonu evlilerin 4,6 saat TV izlediği görülmektedir.
- Hafta sonu TV izleme saatleri incelendiğinde % 68,7 ile 18:01-21:00 saatlerinin en çok izlenen, % 14,8 oranı ile 09:01-12:00 saatlerinin ise en az izlenen saatler olduğu gözlenmiştir.
- Televizyon programlarının izlenme sıklığı verilerine bakıldığında %93,7 ile haberler, %86,2 ile yerli diziler ve %61,8 ile dini programlar sıralanmaktadır.
- Televizyonlarda yayınlanması istenmeyen program türleri sıralaması şu şekildedir: %63 ile kadın kuşak-izdivaç programları, %50,3 ile magazin programları ve %22,7 ile spor programlarıdır. 
- Eğitim düzeyi azaldıkça TV izleme oranının arttığı görülmektedir.

Yapılan araştırmanın sonuçları ironik bir yapıya işaret etmekte. Kısaca özetleyecek olursak;

- Televizyon izleme süresi gittikçe artmakta.
-Aile içinde eğitici ve düzenleyici bir rol üstlenmesi gereken kadınların televizyon izleme süresi erkeklere göre çok daha fazla.
- Ailenin bir arada olma imkanının olduğu belki de tek saat olan 18:00-21:00 saatleri televizyon izleme saatleri içinde ilk sırada.
- Televizyon izleyicisinin her türlü ihtiyacı için televizyonu tercih etmesi. Seçici izleyiciliğin azalması. Özetle televizyonda verilen her şeyin bir şekilde izleyici tarafından kabul görmesi.
- Televizyonda yayınlanmaması istenen program türlerinin rating sıralamasında üst sıralarda yer alması.[4]

Söz konusu araştırma ve sonuçlarını yazımızın ilk kısmındaki değerlendirmeler ışığında tekrar ele alacak olursak, Türkiye’de televizyon izleyicilerinin büyük bir çoğunluğunun, televizyonun verdiğini her ne olursa olsun belirli bir süzgeçten geçirmeden alma noktasında çok seçici davranmadığını söyleyebiliriz. Genel kabul gören rating değerlendirme raporlarında da görüleceği üzere televizyon izleyicilerinin tercih ettiği yayınlar magazinsel ve eğlenceye dönük içeriklidir. Herhangi bir eğitici değeri olmayan, toplumu belli kalıplar içerisinde yönlendirmeye iten diziler de bu iki içeriğin takipçileri tarafından kabul görmekte, onlar tarafından beslenmektedir.
Televizyon bugünkü toplumda hem bireysel, hem de toplumsal yaşamda kendisini gösteren en önemli ve merkezi bir kültürel kurumdur. Televizyon, iç çeliskilerle dopdolu, birbirinden bagımsız ve heterojen metinler üretmektedir. Dolayısıyla bütünlesmis ve tek bir televizyon metninden sözetmek olanak dısı hale gelmektedir. Televizyonun söylemi, izleyiciler için farklı ideolojik ve toplumsal konumlara dayalı olarak farklı iliskiler biçimi üretmektedir.100 Tüm toplum aynı televizyon söylemiyle karsı karsıya olmasına ragmen, toplumun kendisi farklı katmanlardan olustugu için bunları anlayıp yorumlaması da farklı olmaktadır. Televizyon ve kitle iletisim araçları tüm kültürü etkilemekle birlikte özellikle popüler kültür, kitle kültürü ve seyirlik kültür olarak adlandırılan üç kültür tanımında rol oynamaktadır. Toplumda yasarken gördügümüz, duydugumuz ve paylastıgımız seyler genelde toplumun popüler kültürüyle ilgilidir. Çünkü modern toplumda halk kültürü degil popüler kültür, yasadıgımız günlük hayatı olusturmaya baslamıstır. Ülkemizde gösterilen Asmalı Konak, Kurtlar Vadisi, Ekmek Teknesi, Gümüs, Ask-ı Memnu, Ezel vs. gibi bir çok dizi film de milyonlarca insanı televizyon basına toplamış ve bu dizilerde kullanılan mekanlar, aksesuarlar popüler kültürün bir parçası haline gelmiştir.[5] Bir anlamda bu diziler yukarıda açıkladığımız üzere toplumu yöneltme noktasında çok başarılı olmuşlardır.



Televizyon ve Diziler

Tüm dünyada televizyon ile en çok anılan yayın türü hiç şüphesiz dizilerdir. Diziler ülkemizde genellikle tüm aile fertlerinin bir arada ekran başında yer alarak takip ettikleri yayın türüdür. Diziler filmlere nazaran, daha uzun soluklu, arkası yarın tadında, olay ve konu örgüsünün her hafta değişip güncellendiği yapımlardır. Bu özellikleri ile izleyici zihninde yer edinen merak, korku, heyecan gibi duygulardan beslenerek izlenebilirliklerini arttırmışlardır.

Ülkemizde dizi sektörü TRT ile başlamış olup, özel televizyonların açılmasıyla birlikte 90’lı yıllardan sonra hızla atağa geçmiştir. Özellikle 2000’li yıllar ile birlikte yukarıda anılan dizilerin kendi seyirci gruplarını yaratarak, bu izleyicilerin hayatında ciddi anlamda rol model olduklarını düşünecek olursak, hikaye ve olay kurgusunda sektörün geldiği noktayı değerlendirmek mümkündür.

Türk toplumunun kitlesel olarak tanıştıgı ilk televizyon dizilerinden olan “Dallas” dizisi insanların fazla performans gerektirmeyen bir sürece bağlı olarak ulaştıkları görkemli ve pırıltılı yaşam biçiminin öne çıkarmış ve dizi, toplumların değerler dünyasını ve günlük alışkanlıklarını bu yeni hedefte dönüştürecek bir boyutu olusturmuştur. Dallas dizisi, benzerleriyle birlikte para ve onun sağladığı gücü her türlü ilişkiyi meşrulaştıran bir deger olarak ortaya koyan “yeni bir ahlak anlayısı” nı telkin etmiştir. Bütün aile değerleri, tüketim alışkanlıkları ve hatta toplumsal hayatın karakteristik iliski biçimleri bu yeni ahlak anlayısının görünür etkisine girmiştir.[6]

Yine son yıllarda ülkemiz televizyonlarında yüksek rating alan dizilerin içeriğine bakıldığında, yüksek standartlara sahip yaşam biçimi, parasal anlamda bir sıkıntı yaşamayan dizi karakterleri, bu karakterler arasında Türk ailevi yapısına uygun olmayan ahlak dışı ilişkiler, para ve lüks tüketimin bilinç altı öğeler olarak yüksek dozda sunulduğu yapımlar ön plandadır. Bu yapımlar içinde belli bir ahlaki tabandan yoksun, gerek dini gerekse ailevi boyut açısından son derece sakıncalı içeriğe sahip yayınlar maalesef popüler kültür yardımı ile aleni ve sıradan yayınlar haline gelmiş ve izleyicilerin sıklıkla takip ettikleri içerik haline gelmişlerdir. Her ne kadar toplumun büyük bir kesimi tarafından açıkca kabul görmese de, bu durum söz konusu yayın içeriğinin rating sıralamalarında üst sıralarda olmasını engelleyememiştir. Bahsi geçen yayınlar ile toplum üzerinde dezenformasyon yoluyla ahlaki çöküntü ve ailenin temelini hedef alan yıkıcı içerik bilinçli olarak izleyici ile buluşturulmaktadır. Elbette burada amaçlanan ahlaki çöküntünün boyutlarını sadece günümüz ile sınırlı tutmak mümkün değildir. Bir kuşağın bu yönde eğilimler ile edineceği bilgi ve birikim sonraki kuşaklara aktarılacağı için temel alınan esasında toplumun genelini ilgilendiren bir durumdur. Söz konusu bilinçli bombardımana maruz kalan bireylerin er ya da geç toplum içinde kendisini bu bombardımandan korumuş bireyler ile temas edeceği gerçeği bu yayınların en can alıcı noktasıdır. Bu noktadan bakacak olursak bilinçli olarak yapılan ahlaki sistemi bozmaya yönelik yayınlar bugünden çok yarınların ahlaki açıdan kokuşmuş ve düşük toplumunu inşaa etmeye yöneliktir.

Her ne kadar dizilerde yaşananların gerçek hayattan kesitler sunduğuna ilişkin öngörüler sektör içinde seslendirilse de, bir çoğumuzun temel algısı söz konusu diziler ile bizlere dayatılan hayat standartlarının olmasıdır. Bu standartların sürdürülebilir ekonomik bir güce dayanmaması, günü kurtarmaya yönelik, yarından çok bugünü yaşamaya odaklı çarpık bir düzeni amaçlıyor olması bizlere sunulan bu standartın ne denli kokuşmuş olduğunu anlamak için yeterlidir.

Cinsellik, para ve güç triosu arasında sıkıştırılmaya çalışılan bir neslin, dönmekte olan bu çarklardan kurtulmasına yarayacak en temel panzehir elbette vadedilen bu hayat tarzının büyük bir ütopyadan ibaret olmasını anlatabilmekle mümkün olacaktır. Çalışmadan tüketen, sevgiyi tanımadan aşkı yaşıyan, cinselliği sıradan bir insan ihtiyacı olarak gören ve her durum ve şartta ilişki boyutu gözetmeksizin meşrulaştıran bir anlayış, hem bizler hem de gençlerimiz için en büyük tehlikedir. Televizyon vasıtasıyla bu dayatmadan kurtulmanın en kolay yolu televizyon yerine gerçek hayatı ikame etmek değil mi ne dersiniz ?

koray demir


[1] M. R. Sirin, 1998, s.9.
[2] RTÜK Uzmanlık Tezi / Televizyon Dizilerinin Toplumun Milli ve Manevi Değerleri Açısından Değerlendirilmesi; Aşk-ı Memnu Dizisi Örneği / Hüseyin Tuğrul Oktay
[3] http://www.rtuk.org.tr/sayfalar/IcerikGoster.aspx?icerik_id=88e435c1-2a20-4956-92e0-6c3d295ca079
[4] http://www.medyatava.com/rating.asp
[5] Hüseyin Tuğrul Oktay, a.g.e
[6] İ. Dogan, 2009, s. 185-186.


Devamı

Mahsun K. – Bir New York Komedisi !


Amerikan filmlerindeki aksiyon sahnelerini aratmayan bir giriş, aynı filmlere özgü diyalog ve repliklerle, “acaba yanlış bir filme mi geldik” sorusunu aklımdan alan şey, koltuklarına yerleşmekte geç kalan izleyiciler oldu. Oysa bu soruyu belki de yarım saat içinde ikinci soruşumdu kendime. Son dönemin en çok beklenen filmi olmasına karşın salonun boşluğu karşısında hayret edişime. Öyle ya, arama motorlarında bile “new” ibaresi yeterli oluyordu filmin isminin tam olarak ekranınızda görünmesi için. İşte öyle bir film “new york’ta beş minare.”

Mahsun Kırmızıgül: “Ülkenin ve Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’ın en tanınmış sanatçılarından biri. Başarının zirvesinde çok büyük kazançlar elde ederken o yüzünü ülkenin görmezden gelinen sorunlarına dönen ve bu önermeye sahip filmler yapan bir ismi”. Kendini böyle tanımlamış resmi sitesinde Mahsun Kırmızıgül. 2007 yılında beyaz perdenin en beklenmedik transferi olarak sinema salonlarını dolduran isimlerin karşısında endamı arz eder. Peş peşe iki filmi ile de kendinden beklenmeyen bir gişe başarısı elde eder. Sinema anlatımı ve kullandığı dil yetkin ve yeterli bulunmasa bile yıllar içinde “türkücülükten” yönetmenliğe yaptığı geçiş ile adından söz ettirmeyi bilir ve sonraki çalışmaları için izleyiciden belli bir krediyi hanesine yazarak yoluna devam eder. İşte bu kredi ile çektiği son filmi ile karşımızda bu sefer Mahsun. Filmi bu yönüyle sorgulamak gerekmekte.

Filmin temas etmeyi istediği ama bir türlü ele avuca gelmeyen, yakalanamayan bir konusu var. Hep yazılıp çizildiği üzere “ılımlı İslam vurgusu”. Konu başlı başına bir derya, bir film ile anlatılamayacak kadar geniş ve engin. Buraya kadar mantıklı geliyor bir sinema filminde bunun yeterince açıklanamayacağı. Ancak filmin gizlenmiş “ana hikayesi” için neden böyle bir girişin yapıldığı ve seçildiği sorusu ile ayrılıyorsunuz salondan. Elbette soru işaretleri sadece bununla sınırlı değil. Ilımlı İslam teması etrafında dönerken konuyu açmaya ve açıklamaya çalışılırken girilen tali yolların neredeyse hemen hepsi çıkmaz yol olarak kalıyor zihinlerde. Kimi ya da kimlerin liderliğini üstlendiğini anlayamadığınız Ali Sürmeli tarafından canlandırılan bir hoca karakteri, ılımlı İslam konusunu anlatmaya çalışırken neden değinildiğine anlam veremeyeceğiniz bir ülkücü yemin töreni sahnesi ve filmin en başında ilgiyi maksimize etmek için kullanılan ancak karşılığının olmadığını düşündüğüm sözüm ona “aşırı dinci” bir yapılanma. Özellikle filmin ılımlı islamın batıya anlatılması amacıyla yabancı ülkelerde ülkemizi temsil ödevi yüklenmesi durumu göz önünde alındığında, çatışma sahnelerindeki kişi ya da kişilerin Türkiye gerçeği hakkında yanlış bir izlenime sebebiyet vereceği gerçeği unutulmamalı. Bu bile başlı başına bir soru işareti ve üzerinde düşünülmesi gereken bir ayrıntı.

Bu gözlemlerle ilk yarıyı geride bıraktığımızda ise skor tabelasında Beklenti:0 – Mahsun:1 yazmaktaydı. İkinci yarı için temponun biraz daha artmasını bekleyerek koltuklardaki yerimizi alırken filmin hem ülke/kıta hem de konu değiştirerek iki oyuncu değişikliği ile daha dinamik bir dil ile bizlerin isteğine karşılık vermeyi amaçladığını görüyor ve ümitleniyoruz. Ama ne yazık ki ilk yarıdaki konu ve kurgudaki kopukluk çok geçmeden burada da kendini hissettiriyor. Filmin ilk yarısında bolca kullanılan New York siluetinin kurtaramadığı ilgiyi diri tutma girişimlerinin yerini bu defa ortaya çeşni niyetine her fırsatta görmeye alışık olduğumuz semazenler, İstanbul’dan cami manzaraları ve benzerleri alıyor. Ama onlarda ilk yarıda olduğu gibi verilmek istenen ama bir türlü verilemeyen o mesajı vermekte yeterli olamıyor. Sizde ikinci yarıda iyice emin oluyorsunuz senaristin dersine iyi çalışmadığını ve görselliğe dayanan ama zihinsel “önermeler” in yetersiz olduğu basit bir kurgu ile karşı karşıya olduğunuza ve bırakıyorsunuz kendinizi dalgaların kendisine.
Filmin sonlarına doğru yönetmenin artık klasikleşen tali yoldan ana yola çıkış şeklinde konuyu bağlamak istediği yere getirme çabası karşısında çoktan gardınız düşmüş ve dikkatinizin dağıldığı gerçeği ile yüzleşiyorsunuz. Filmin kahramanlarının yine güneyli olması dikkatlerden kaçmadığı gibi, siz de yeni soru işaretleri üretiyorsunuz kendi kendinize. Filmde neden Bitlis vurgusu var, Bitlis ve Bitlis’den çıkan ünlü simalar ile ilgili bir yerlere verilmek istenen bir mesaj mı var gibi sorular bunlardan sadece bazıları. Ancak konumuz polemik yaratmak değil sadece fikirlerimizi paylaşmak olduğu için onlar bu yazının konusu dışında kalıyor.

Film bittiğinde skor tabelasında Mahsun’un bizim beklentilerimiz karşısında 2-0 lık üstünlüğünü görmüş oluyoruz. Ancak Mahsun’un kendi yarattığı kredinin de yine kendisi tarafından hanesine eksi yazılarak yok edildiğini de. Filmle ilgili olumlu yönlerde var elbet. Ancak konu bütünlüğüne ve anlatım tekniğine faydası olacak detaylar olarak görmediğim için anlatma gereği görmüyorum. Çekim teknikleri ve kullanılan mekanlar elbette farklı bir hava yaratmış ancak bütün bunlar bir filmde anlatılmak istenen konunun ve verilmek istenen mesajın kendisini direk etkileyebilme gücüne sahip olgular değil. Elimizde son dönem Türk dizi sektöründe fenomen olmuş tipik yeni nesil Türk polisiyesi ile yine Türk filmi tadında bir tragedyanın uzun metrajlı karışımı durmakta. O yüzden görsellikten geçen ancak senaryo, konu seçimi ve kurgudan sınıfta kalan bir yapımdan bahsediyoruz. Anlatılmak istenen çok konunun olduğu, bunların ufacık temaslarla anlatıldığının sanıldığı ancak kıyısından bile geçilemediği bir “patchwork” çalışmasını andırıyor “new york’ta beş minare”. Öyle ki anlatım tarzı ve işleniş şekliyle bir seri filmi beklentisi içine girmenize sebep olurken, bu anlatımdan nasıl bir devam filmi çıkacağı soru işareti ile bitiyor. Yönetmenin bu film ile ortaya koymayı amaçladığı "yönerme" nin belirsizliği ise tam bir muamma. Aynı bu yazıda kullanılan anlatım gibi kurgusu eksik, çatısı olmayan ve baştan savma. Sırf gitmeyenler ne demek istediğimi anlasınlar diye.

koray demir


Devamı