• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

Yazı Dizisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yazı Dizisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Düşlerin İsyanı XVIII




Mahi Azadecuy’un inekleri sağılmayı beklerken, Büyük Rumulus geceyi televizyonun karşısında geçirmek zorunda kalmıştı. Elleri iki yanına sarkmış bir halde, gözleri ise buğulu ve kamaşmış gibi piyano odasında bitmeyen şarkıyı dinlemeyi sürdüren RAMSES, portakalların yeni çiçek açtığı mevsimde kocasının onu döllemesini bekliyordu.
-V-
"İyi aşçısın!", dedim, "Allah var yukarda!"
"Teşekkür ederim Finamek!", demişti aşçı. Gözleri sürekli resimdeydi, başka bir hayal diğeriyle yer değiştiriyordu sanki. Elimdeki bulaşık yemek kabını lavaboya bıraktıktan sonra yüzüne baktım, aynadaki yüzünü incelerken yine o kapının açılacağını, beni karanlığına çekecek yerde bu sefer.. o kapıdan salona doluşacaklar, ben de, öyle çaresiz yerimde sus-pus onlara baka kalacaktım. Belki beni de çağıracaklardı karanlıklarına, bensiz Düş Senaryosu’nun bir tadı tuzu olmadığını bildiklerinden, belki de dalgınlıklarına geldiği için, "Haydi, buyur bakalım!" diyeceklerdi.. "Önce seni görelim bir!" diyeceklerdi.. Ben hep bakardım, bakakalırdım.. karanlık olurdu mekanları, puslu ve tozlu bir havada konuşmayı severlerdi, üzerime gelmemeleri için yalvardım. Annem ferah ve geniş salonda piyano çalardı, kuyruklu piyanonun melodilerine takılan hayallerimi toparlamam için bir kadın eli uzanırdı, sonra akrep bacakları uzanırdı, sonra Şehrinaz gelirdi, daha sonra Kiyanüs’ü görürdüm, burada ne işin var senin der gibi bakışlarını suratımın ortasına yapıştırıp beni ezmek için elinden geleni yapardı.. sonra sinsi bakışlarıyla Dehhak Döngel, her zamanki masum ve saf pozlarını takınmış elini uzatırdı Şehrazat’a, bense kapının bir köşesinde onlara bakmakla yetinirdim. Bir cüce için bunlar bile çoktu. "Otur oturduğun yerde!", derdi Kiyanüs. "Otursun oturduğu yerde!”, derdi Dehhak Işık. "Oturmalı oturduğu yerde!”, derdi Feridun Bey.. Aşçı Kadın’ın gözleri sürekli resimdeydi, bir şeyden anladığı yoktu, direnip durmaktaydı eski korkularıyla birlikte, içinden bir şeylerin çekildiğini söylemek istiyordu aslında, yok olduğunu.
"Ne haliniz varsa görün, ama beni rahat bırakın!", dedim, "Anladınız mı?”
Beni duymadılar bile. Sözlerim orada kaldı, dışarı çıkamadılar, ama bölündüler, sonra zamanın tozuna karıştılar, iksir olup burnundan getirdiler Kendirev Bey’in. Büyük H. Hala, kuruntularında boğulmuş bir kadındır, dedim siz ona bakmayın öyle, akşam çaylarını hep ben verirdim, yaşlılığının ve kurnazlığının altına gizlenirdi. Sonra aklıma yeni bir şey gelmiş gibi bakır güğümlerini çalacaklarından korkuyordu, dedim, bir gün korkusunun altında kalıp öleceği günü o kadar sabırsızlıkla bekledim ki, ama damadı boğazlayarak icabına baktığı gece, yüreğime su serpti serpeceği kadar. Kendirev Bey’in Enver paşa bıyıklarında operet düet kesildiler başına, bıyıklarını uzadıkları zaman ayarlayarak keserdi bu yüzden. Ayarlanmış bir yürek nasıl çarpar, dedim, pırpırlanır şuramda, dedim, aşçı beni anlıyordu sanki, ona açılmasam ölecektim sanki, bulaşık tabakların çıkardığı seslerle bölünen bir kasaptım artık, kıyıya vuran dalgaların sesine kulak vererek -sanki benim için bir umut ışığıydı- kapıyı sonunda bulacak, aydınlığa çıktığımda da, -ancak derin bir soluk aldıktan sonra- "Hayır, bakın!", diyecektim barışık sesimle, "Sizlerin düşündüğü gibi olmadı? Bakın, iyice bakın ve görün!"
"Zavallının birisin sen!", dedi Şehrinaz.
"Kim, ben mi?”, dedi Kendirev.
"Yok, ben!”, dedi Kiyanüs.
"Yanılıyorsunuz!”, dedi Dehhak Döngel.
"Kör Baykuşlar güruhu!”, diye bağırdı Kiyanüs.
"Alayınızı da buraya nasıl topladılar ki?”, dedi Dehhak Döngel, "Bilmem ki!”
"Üç gün önce onu rüyamda görmüştüm! " dedim, "Bana hep gülüyordu!”
-Sayıklar bir haldeydim.-
"Örümcek Kadını mı?” diye sormuştu Aşçı. Bulaşık kapları bir kenara bırakmış, bana bakıyordu, açılmamı ve içime girmeyi bekleyen o kadına her şeyi anlatmak için sızlanan bir uyuz it gibiydim, benim böyle durgun ve sessiz olduğuma bakmayın siz diyecektim.. içimde ne fırtınalar kopar. O fırtınalarda yönünü şaşırmış bir insandım, aradığım insanı bulduğumda rahatlayacak, siz ne diyorsunuz kendim olacaktım, kendim.
-Yüzümde o gülümseme yine belirmişti.-
"Eve geç geleceği rüyada gizlenmişti" dedim,
"Karın mı?” dedi Aşçı.
"Evet!", dedim, sonra yürüyüp akrep resimlerinin yanında kırık aynadaki yüzüme baktım, Aşçı kadını unutmuş gibi "Ne kadar budala birisiyim!”, dedim, "Niye anlamadım bunu, daha önceden!”
Güldüm. O da güldü.
"Hayat hiç de rüyalardaki gibi değil!”, dedi Aşçı kadın, "Ne de filmlerdeki gibi!”
"Cenneti arayan insanın masalı!”, dedi Şekerci, "Cennetin kapısını çalıp, sonra tekrar geri dönen insanın!”
"Nasıl?”, dedim, "Siz ne diyorsunuz?”
"Bu günü yaşamanın aritmetiği!”, dedi Şekerci.
"Bu günü yaşamak mı demek istiyorsunuz?”
"Hu, hu!”, dedi Aşçı Kadın..
Gülüştüler. Saatime baktım "Benim gitmem gerek!", dedim, "Gecikirsem Kiyanüs canıma okur sonra!”
Yemekhane’ den çıktım, yürüdüm. Kulaklarımdaki uğultu sürmekteydi, caddenin karşısına geçerken neler çektim. Dev blokların arasında sıkışıp kalmış caminin gölgesi kaldırıma vurmuştu.. marketin büyük tabelasına, marketin armasının olduğu sağa sola salınan beyaz bayrağa, onun yanındaki ay yıldızlı bayrağa baktım, sonra başımı çevirip geniş caddeden sel gibi akıp giden taşıtlara baktım, Dehhak Döngel’e güldüm, Kiyanüs’a güldüm, sonra kendime güldüm.. Büyük giriş kapısından içeri girdiğimde çatırtıyı duyabiliyordum. Nesnelerin değişmeyen dünyalarına burnumu soktum ve bekledim bir fare gibi, önümde açılan dünyada gölgemin içine hapis olup çıkmak istemedim bir zaman ki, devinimlerindeki çatırtıyı daha iyi duyabileyim. Gözümü aldırdığım her şey kulaklarımdaki çatırtıya ekleniyordu. Her şey camdandı sanki, nereye elimi uzatsam kırılıp dökülecekmiş gibiydi, yanımdan gelip geçen insanların rüzgarı çarpıyordu yüzüme.. ter ve buğuya karışmış tenlerinin sıcaklığı yayılıyordu yüzümde, çözülüp açıldıkça sıcaklıkları daha bir çekilmez oluyordu.. ter ve buğu. Her şey camdandı, bir camın içindeydi gördüğüm şeyler, çatırdayarak dönüyorlardı, çatırdayarak dönüyordu her şey... Pürmaye'nin sesiyle kendime geldim, durdum sesleri dinledim, tezgahın arkasında çalışan Pürmaye’yi gördüğümde iğrenip kenara çekildim, "Hayır!", dedim, "Onu buradan götürün!”
"Bir kilo kıyma istiyorum beyefendi!", demişti yaşlı kadın..
"Tamam!", dedim, "Duyduk herhalde!”
Yüzüm belli belirsiz aynada silinip gitmekteyken dört bir yandan kuşatıldım, beni kuşatmışlardı, çatırtı sürüyordu, dedim, kulaklarımın içinde duyuyor musunuz?
"Aynalar olmasın hayatımızda!”, dedi Dehhak Döngel, hemen Kiyanüs atladı, "Kendinizi yaşamıyorsunuz demektir bu!”
Kadın hala oradaydı, gitmemişti. Siyah şapkasının ucunda o çiçekler... Siyah Şapkalı Kadın gözlerini bana dikmiş sanki beni soyuyordu, gündüz gözü soyundurulan bir kasap dedim, çok aksi olur, Pürmayenin bile komiğine gitmiş gibiydi, durmuş bize gülüyor, sonra da o ıslak kırmızı et parçasını göstermez mi? Mavi dudakları olan bir kadın beni soyundururken ne yapabilirdim Kiyanüs’üm,dedim, beni çok sevdiğini söylüyordu, sırf benim için bu gün alttan bir şey giyinmemiş, her şeyini göreyim diye! "Ben evli bir adamım?." dedim, "Olsun, daha iyi ya!”, dedi Siyah Şapkalı Kadın, "Ben de evli bir kadınım! Ne var bunda?”, dedi, "Bir şey anlayamadım!” Küçük kız gözlerini kapının anahtar deliğine dayamış bize bakıyordu, şempanze de burnunu uzatmış zıplıyor, anlamsız sesler çıkarıyordu. "Yeter!", diye bağırdım, "Bize bakıyorlar!” Ama kadın diretiyordu, üzerine abandığımda o kadar
direnmeme karşın iyi gelmişti, "Yeter, yeter! ", sesleri çığlık gibi yükseliyordu odanın içinde dedim,
"Ustacığım!", dedi çırak.
"Evet!", dedim, "Ne var yine?”
"Et!”, dedi.
"Ete ne oldu?”, dedim ben de.
"Kadın bir kilo kıyma istiyordu!", dedi çırak.
"Pürmaye nerede?”, diye bağırdım. Müjgan perdenin aralığından başını uzatmış, bana bakıyordu. Gözleri korkunçtu.
"Ne bakıyorsun?”, dedim, "Ne var?”
"Bu günlerde herkese bir şey oldu!", dedi, "Markettekiler bir tuhaf!” Sonra perdeyi çekti, beni Pürmaye’ yle baş başa bırakan Müjgan’a öfkem bilendi, "Salak!", dedim, "Kendini bir halt sanıyor!” Rüyanın karelerini bir araya getiremiyordum, asıl sıkıntım buydu, ne zaman, nerede, nasıl? Böyle olduğunu anımsayamıyordum bile. Her şey o rüyadan sonra başlamıştı, belki de o rüyanın içindeydim hala, sürmekteydi, bitmemişti, belki de bitmeyecek olan bir rüya görüyordum, bir gün bu rüyadan uyandığımda kendi gerçeğime dönecektim...
"İyi misin Finamek!”, diye sordu Kiyanüs.
"İyiyim, İyiyim!" dedim, "Birazdan gelirim, merak etmeyin siz!" Uzattığı sigarayı aldım, yaktım, bir dumanların havada savruluşuna, bir ona baktım.
"İç, iç; çekinme!", dedi, "İyi gelir!”
"Bir şey söylemezsiniz değil mi?”, dedim.
"Kime?”, dedi.
"Feridun Bey’e!”
Sanki kendisinin Feridun olduğunu bildiğimi bilmiyormuş gibi güldü. "Yok, yok!", dedi, "Rahatına bak sen usta!”
Sevindim, yüzüm ışıdı, "Sonra görüşürüz!", diyerek Kiyanüs Büyük Kapı'dan girip gözden kayboldu. Şadırvanın başında kala kaldım, yüzümde aynı acı sürüyordu anlaşılan, Takunyalı yüzüme bile bakmadı, takunyalarını sürüyerek yanımdan vurup geçti, sigarayı içmeyi sürdürdüm ne güzel.....

-VI-
"Pazar günü seni kütüphaneden alacağız, demişlerdi de inanmamıştım!" ,diye yazmıştı günlüklerin ortasında Cendel, "Bütün hayatım hep böyle yanılsamalarla, incinmişliklerle gelip geçmişti de durup bunları Şehrazat’a anlatamamıştım!"
"Başarılı bir akrebin, ya da Akrep Resimleri" adlı koleksiyonunda akreplerin anlatıldığı atölyeden çıkarılmalarına sessiz kalmayan yüzü pudrayla peçeli kadın, bayıla bayıla anlattığı akrepleri düşünmeden yapamadığım o yıllara gittiğimde, eski cenaze törenine katılmak için yolculuk hazırlıklarımı neredeyse tamamlamış sayılırdım.", diye yazmıştı Cendel, "Mezar, tapınak, kilise, cami, saray, kutsal anıtlar.. ne ararsan vardı bu resimlerde. Mısır ve Maya Kral mezarlarını andıran gömütlerde o zamanın insanları hakkında, yaşayışları ve giyim kuşamları Şehrazat’ı oldukça etkilemiş olmalıydı.. Pompei, Knesos Sarayı’ndan, Kapadokya Kaya Kilisesi’nden söz etmişti.. duvar resimleriyle uğraştığını o zamana kadar bilmiyordum tabi ki, o zamanın insanları için birer aynaydı bütün bunlar!", diye yazmıştı Cendel. "Yarı silinmiş akrep görüntüleri içinde -belki de silinerek yok edilmeye çalışılmışlardı, bilemiyorum.- isyanın, öfkenin, umudun, başkaldırının, sevinçlerin birer yansıması olan Akrepleri piyasaya çıkarması için hemen hemen ömrünün yarısını verdiğini söylediğinde durup Şehrazat’a bir şey söyleyememiştim!", diye yazmıştı Cendel..
"İmgelemimi sürekli bu akrep resimlerine çarpıp durduğum günlerde Şehrazat’ın olumsuzluk olarak nitelendirdiği kurmacadaki aksaklıklara rağmen, akreplerin varlığı bende hep sürecekti sanki.. Senaryonun yazılar ve resimlerle kaplanmasına nedense önlem olarak bir şey düşünemiyordum.", diye yazmıştı Cendel.
"Hayatın özünü akreplerle yakalamış insanı anlamaya çalıştığım günler fazla uzak sayılmazdı, hem üstelik o zamanlar Şehrazat ile aram iyiydi, ne kadar duyarlı bir kadın olduğunu düşünerek ne hayallere daldığımı bir ben bilirim!", diye yazmıştı Cendel.
"Hayallerim büyüdükçe senaryonun serüveni de değişti, daha içinden çıkılmaz bir serüvene iteklendi, artık Şehrazat’ta ılımlı ve yumuşak yaklaşımını yitirmeye başlamıştı o günlerde, benden gizlemeye çalıştığı başka şeyler vardı, akreplerin resmine daha da yakınlaşmaya başladığını sanıyordum.", diye yazmıştı Cendel.
 "Aramızda görünen duvarların yanı sıra görünmez duvarlar da vardı, bunlardan biri iletişimsizlikti biliyorum.", diye yazmıştı Cendel.
 "Şehrazat ve Şehrinaz, bu iki kadın da, bana az çektirmediler!", diye yazmıştı Cendel.
 "Bunları sonradan okuduğumda yaşadığım onca sıkıntının neye yaradığını bile bilemiyordum artık, bunları da cesaretsizlikten yazdığımı düşündüm ister istemez.", diye yazmıştı Cendel.
 "Genç Satranççının bir gün çaresizlikten oyun parkında kendini kestane ağacına asacağını nereden bilebilirdim.. satranç üzerine yazdığı şiirleri destanlaşıp kahvehanede dilden dile dolaştığı zamanlarda, gençler arasında büyük bir şöhret elde etmek de yaramamıştı ona, anlaşılan!", diye yazmıştı Cendel. "Brahms'ı daha çok sevdiğini söylediği o gece -Pazartesi Gecesi- Güneş Sineması'ndan birlikte çıkmış evlere gidinceye kadar kalabalık olmayan caddede başım önümde, onunsa -onun değil, o vitrinlere bakmayı pek severdi- bakışları hep uzaklarda, bilmediğim, bana söylemediği başka yerlerde birlikte yürümüştük.. İNEK ADASI adlı yabancı macera türünde bir film izlemiştik, hayatına kıyacağını kafasına ne zaman koyduğunu kestiremezdim, taş evlerindeki sessizliği bir daha unutabilir miyim!”,diye yazmıştı Cendel.
 "Erotik filmler, yetmedi pornografiye kaçılan filmlerin gösterildiği sinemada.. görüntülerin beyaz perdeye yansıması için sabırsızlıkla beklediğimiz dakikalar nasıl da bitip tükenmek bilmezdi. Aynalarda sevişen kadınlara bakmaya gittiğimiz günler, akreplerin bacakları daha da büyümüşlerdi sanki. Akreplerin cehennemi sevmesi kadar daha doğal ne olabilirdi ki, hem üstelik şimdi bir sessizliğe gömülmüşlerdi!”, diye yazmıştı Cendel.
"Kadınlar ve edebiyat dışındaki en büyük tutkum Kör Baykuşlar’dı.", diye yazmıştı Cendel. "Çocukluğumda annem bana hep Kör Baykuşlar’la ilgili masallar anlatırdı o uzun kış gecelerinde! Okul yıllarımda arkadaşlarım bendeki bu Kör Baykuş tutkusunu anlayamazlardı hiçbir zaman, onları sevmediğim gün hayatımın sonu olacağını biliyordum!", diye yazmıştı Cendel..
"İstasyon Çay Bahçesi’nde dönmeyen yolcularıyla Şehrazat’ı, kompartımanların gri camlarında eriyen gölgesiyle düşündüm ve aşk dedim yüreğimde yatışmayan giz o yerdedir, sonra çıplak kadına baktım, hafif alaca karanlıkta trenin çelik rayların üzerinde süzülerek geçişine bakarken, salıncakta sallanan küçük bir kız çocuğu oyuncak tavşanını istiyordu.. sonra -vermediği için herhalde- annesine ağladığını görmüştüm.. Küçük kızın oyuncak tavşanına iğneler saplayan o insanı da gördüm. Resimdeki kadının yanağındaki beyazlığa döndüm ve puslu beyaz aynada kaçıp giden talihlerine ağlayan genç kızların sihirli aşk oyunlarına fazla bakamadım ve aynı kayıtsızlığımı hiç bozmaksızın geri çekilmeyi başardım.", diye yazmıştı Cendel..
"Demir yollarında bir ömür tüketen o insanlarla aramda yakın bir bağ vardı sanki.",  diye yazmıştı Cendel.
 "Çocukluğum tren yollarında geçmişti benim, İstasyon Çayevinde oturup trenlere bakar, onlarda belli belirsiz bir oyunun izini görürdüm.. Gidip ve bir daha dönmeyecek olan yolcular belleğime kazınmıştı, sabırsızlıkla beklediğim o saniyeler, evet evet o dakikalar, dahası o saatler şimdi bir bir uçup gitmişlerdi. Başka yerlerde, başka şeylerde yeni bir kimlikle ortaya çıkacakları geleceklerini sabırsızlıkla beklemeye koyulmuşlar gibi gelirdi bana daha çok.", diye yazmıştı Cendel.
 "Hayat belki de bir oyundu, çocukken demir yollarında oynadığım oyunları belki bu yüzden hiç unutamıyordum.", diye yazmıştı Cendel..
"Eylül ayının üçüncü günü saat iki sularında Şehrazat geldiğinde senaryonun sonunu nasıl noktalayacağına sanki görür gibi olmuştum.", diye yazmıştı Cendel.
*** *** ***
"Evimiz! Bir anda onlardan bir kaçı basıverse  ne  yapardı diye soruyordu karısı Şehrazat.. Cemşid Ulu, cama dayalı yüzünün o bölümünü ezen puslarında takılı kalmış kameramana sanki ateş püskürmekten yorulmuş.. Hasırlı, diyordu, efsunlanmıştı, senaryoda nerelere kadar gitmiş, sonra nerelerden dönmüştü, hepsini yazılı bir halde pusulayla masanın ürerinde unutmaları hiç de iyi bir şey değildi, belki de canları sıkılmıştı, diyordu Mahi Azadecuy, canları sıkıldı ve, kendilerini oynamaktan usanarak karanlıklarına döndüler. Olamaz mı?, diye soruyordu karısı.. Cemşid Ulu'nun başka şeylerle meşgul olduğunu sandığı için. Sonra Mozart'ın 40. Senfonisi çalıyordu teypte.. Hafiften bir yağmur çiselerken.. Bir an senaryoyu 40. Senfoni'nin iniş çıkışlarına göre yeniden düzenleme düşüncesine kapılıyordu. O sırada Zenci burnunu uzatıyordu camdan, daha sonra da cam siliniyordu.. Yurttaş Keyn -örgüttekiler ona bu lakabı uygun gördükleri için adı Yurttaş Keyn kalmıştı Ofis Müdürü’nün.- görünüyordu sahnede.. ilk başta neresi olduğunu çıkaramayacak kadar bulanıktı her şey, insan kalabalığıyla karşılaştığı için ihtilal olduğunu sanıyordu, daha sonra derinden derine içine çekip de dumanlarını çelik pencereli, dar odaya savurduğu havana purosunu, ofis masasının ürerinde duran akrep başlıklı kül tablasına söndürüyordu. Gazeteci’nin getireceği haber, dünyalarını bir anda değiştireceği için yazar kılıklı herifle unutulmaz bir yüzü olan kadın aynı sabırsızlığı göstermiyorlardı onun kadar.  Genelevi patronu Neriman da İ. ilinde tetikçi tarafından kurşunlanacağından habersiz olmasına karşın içindeki sıkıntıyı anlayamıyordu doğrusu. Pencereden dışarıya baktığında Yurttaş Keyn ile bir an göz göze geldikleri sahnede Gazeteci Y., haber vermek için bir telefon kulübesi aranmakla vaktini geçirmekteydi. Bir Başka Sevgili'nin saçlarına bakıyordu Yurttaş Keyn ve de öldürülmeyi hak ettiğini düşünüyordu, bu alemde ihaneti ancak kan temizlerdi temizlese temizlese. Diğerlerinin de yüzleri bir belirip bir sönüyordu. Bitirilmemiş öykülerin, senaryoların, düşsüzlükten yarım kalmış hayatlarının ezikliğiyle ona gelmişlerdi, artık bu sevdadan geri dönmesini istediler ondan.. sorduğu apartmanda böyle kimse zaten ne oturmuş, ne de öyle biri gelip gitmişti. Senin söylediklerin ancak filmlerde olur demişti uzun burunlu kapıcı, hem de Amerikan Filmleri’nde diyerek kestirip atmıştı, onu yarı yolda bıraktıklarından habersiz. ‘Uzun Burunlu Adamın Yalnızlığı’nı da kapıcıdan esinlenip yazmak istemişti belki bir  zamanlar, diye geçirmişti içinden; niye olmasındı ki? Cemşid Ulu'nun anlattıklarına tıpa tıp uyuyordu adamın ölçüleri, sonra o burun Jenerö de Bacaktan -ismini bile doğru düzgün söyleyemiyordu- beri öyle güzel işlenmemişti biz de, bu günlere de mi kalacaktık, diye dert yanmıştı yaşlı nine -sonra adının Müjgan Hala olduğunu öğrendi.. çalınan güğümlerini arar dururmuş bu zamana kadar- Allah’ın yarattığına da mı yakıştırılırmış. Daha ileride VALİDE SULTAN Sokağı’nda oturan yaşlı çifte sorabilirmiş eğer onların söyledikleriyle tatmin olmamışsa VANI EFENDİ Sokağı’nda bir ara halaları oturmuş. Mülen Ruj’la ise isim benzerliği olan başka biri.
"Dehhak, çabuk kalk!"
"Finamek.. Finamek!”, diye bağırıyordu bir kadın, sonra yine yanıt alamayınca öfkelenip, "Bak bir daha söylemem!”, diyordu. Tiz bir kadın sesiydi bu daha çok.
"Bu son Finamek!"
"Hadi, çabuk ol biraz!", derken, o, hala kendi kendisiyle cebelleşen bir insan hüviyetinden sıyrılmış bile sayılmazdı. Güneş puslu camlarda ışıklarını kıyıya köşeye bulaştırmak için uğraşıp duruyordu sanki. Sonra sesler çok yakından gelmeye başladı..
"Geç kalacağız yoksa!", yazıklanmayı içinde barındıran, duygusuz değildi her şeyden önce.
Rüya Hanım pencereden onlara bakıyor, gidecekleri yer o kadar uzak sayılmaz, ama yine de endişeli görünüyordu. Annesini, o sevgili insanı, o yaşlanmış olsa da yüzünden hiç ışığın eksik olmadığı annesini, camdan onlara bakıp endişelenen insanı gözleri arkada kalmasın diye mi?
"Ardı arası Titreyen Göl.. Bizi merak etme sen anne! Nietzsche'den sonra insan sokağa terkedilmiştir.", sözlerini sarf etmiş, daha sonra da karısına dönüp, bunları söylemem gerekiyordu, demişti..
Aşkı bitirmem gerekiyordu artık, demişti..
ANETTA'NIN GÖZYAŞLARINI bitirmem gerekiyor, demişti.. Bu gece her şey bitmeli, demişti benim Şehrinaz’ım. Ona baktıkça yazma isteği daha da büyüyor, kendini tamamen yazıya vermek istiyordu. Oysa kapıda bekleyenler silahlı değildi, bu sefer silahlı gelmeyi uygun görmemişler, rahatlıkla odasından içeri girmişlerdi, Albay'ın da bunda bir parmağı olabilirdi, yer altı dünyasının nasıl işlediğini, kesilen raconlar.. ahkamların rengini belirlemiş, etiketlenerek raflara gerisin geri konmuşlar, onları bekliyorlardı, çıkmalarını ve hesaplaşmayı. Kabadayılardan biri ölecekti mutlaka, bir leşin izi sürülerek, koku almaya hassaslaşmış burunlar onlara kandil de yakılmaydı artık. Beyrut’tan getirilmiş öyle köpeklerin, takipçileriyle hesaplaştıkları mekan Otopark seçilmiş, arabaların farları bile söndürülmemiş naylondan bir dünyaydı bu, ey Ernüvaz.
Ağzı alışmıştı buna, senaryolardakinden daha bezdirici değildi her şeyden önce. Gerçek hayat yıldızlarının fikri alındıktan sonra senaryo sürecekti.
Senaryolara kanıp hayatlarını değiştirenler, yalınayakları hiçbir zaman anlamayacaklardı; okunan ezanların bir anlam ifade etmediği sokaktan geçtiler gündüz gözü ve onlara iyi gözle bakılmadığı bir mevkiden, yerlerinin değiştirilmesi için pazarlığa oturanlar bile vardı.. ışık arkalarındaydı, zehirlenmeye devam ediyorlardı ,esrar çekenlerin yüzlerinde yalınayakların ruhuna okunması, okunan Fatihalar, İhlaslar bari boşa gitmesin, diye devlet sivil bir örgüt kurdurmuş, sivil örgütün ele başıları kurumlaştıktan sonra, kartvizit şeklinde reklam panolarına kimliklerini açıklamaktan dünya mutluluğu içindeymişler.. gelen haberlerin yüzde kaçının doğru olduğu bilinmese de, kadınlarını boğazladılar onlar. Ve tabutlarda sakladılar nüfuslarını. Karım, Bu adamların kılığını hiç beğenmedim ben, diyordu yalnız şövalyeye; onlardan ne kötülük gelebilirdi ki üstelik, bazen karısını hiç anlamadığı fikrine kapılıyor, ütülüyordu. Işıkları kapatın da keyfimize bakalım ,dedi evin reisi, görmüş geçirmiş bir beyefendi kumaşıyla sözünü dinletemiyorsa, bu evde ne işim olabilir benim? Der demez kapıyı çarptığı gibi adsızlar kahvehanesinde alıyordu, soluğunu.
Anne yine mustarip, anne yine yorgun, anne yine mecalsiz dişlerini sıkarak kanaat getiriyordu oğullarına; oğullarını ondan koparan yalınayaklara; Allah hepsinin belasının versin, diyordu, evlerinden barklarından edilmişlerdi onların yüzünden, köyleri boşaltılmıştı, yakılıp yıkılanları şimdikilerin anlayacağı bir dile sokamıyordu yönetmen, filmlerdekinden daha canlı oluyordu. Filmler hiç bitmiyordu bu yüzden, hiç son yoktu filmlerdekinden..
Dehhak Döngel, koltuğa yaslanmış, düşünen pozlarda, her şeyi böyle elinin altından kaçırmakla işin sonu nereye varır acaba?, diye soruyordu kalbine ve yüreğinden yükselen sese bu sefer kulak vermek istiyordu, karısı da ona hak verecek, devam et, diyecekti, her şeyi daha iyi bilensin, ey Döngel, zaman da sensin, ahir de ey Döngel. Taunları ona söyleten biri vardı, o ondan suretini alıyor, sonra dağıtıyordu, bonkör bir zengindi etinin. Sonra onu yatırıp boğdular, üstünden kaç yıl geçti, leşini bir uçurumun kenarına geldiğinde siyah şevrolet, kayalıklardan aşağı bırakmakta bir an olsun çekinmek nedir, buna benzer bir duygu damarlarında fişlenmedi, etiketlenip gösterilmedi, tüketilmediği için belki şanslıydı, şanslı numaraya ne çıktığı bile umurunda olmadan uçuruma gelenlerin arasında onun da adının geçip geçmediğini bilmek istedi yalnız  Yurda Tapan Sokağı'nda oturan Gazeteci’nin, isim değiştirerek içlerine kadar sızma şansını yaratan sistemin,sonra ondan faydalandığı kadar faydalanıp da fosası çıkınca nasıl yok ettiklerini Kara Paracılar’dan dinlemiş olmalıydı Cemşid Ulu. Kirpikleri kara bir esmer güzelinin cüzdanından çıkanlar, hurdaya dönmüş Mercedes' in tarihinde Kara Leke olarak kalmış daha neler olacaktı kim bilir? Böyle bir son olmazdı, böyle bir film. isimler yazılmaya başladığında ben size söyleyebilirdim nasıl bir sonla biteceğini filmin ilerisi ne kadar karanlık olsa da, bu sokağa sapmışlardı bir kere.. bu cadde ölüm için biçilmiş bir kaftandı. Siyah Cadillac'ın yanında duran kadın ona aşık, hem de kara sevdalıydı. Filmleri daha bilmeyenler bile vardı, o aşkları daha hiç yaşamamış olanlar.. Belki de onun için kocalarının gözlerine büyük bir iştihayla saldırdılar, yokluklarından. Onlardan gelen ölümle doğdular.. Bahçıvan Dadaruh’la oradaydılar, perdenin önünde. Dadaruh bahçedeki gülleri sularken susuz geçen o yazı, filmin altyapısı olarak verildiği festivalde yüzünün akıyla çıkacaklarını düşünmenin ne kadar budalaca bir şey olduğunu düşünmüş, ama icraatta bir şey olmadığından iki yakası bir araya getirilmemiş düşlerinden de artık bıkmış, ayın on dördünde alacağı maaşı kurtarayım bari, diye dertlenmekteydi. Hafızın kabrinde yatan bir gülün ömrüne biçilemeyecek zamanı ardıllarından öğrenip suyun başına geldiklerinde, o devi iki kılıç darbesiyle öldüren cesur yürekliyi de göreceği uykusuna doyamadan uyandırmışlar, ona hadi görelim bakalım marifetini de vazgeçelim yakana yapışmaktan, diyen cüceler önde, o arkalarında gidip, dere tepe gitmiyorlardı. Küçük kızla -Finamek’lerin ölen küçük kızları Sevgi olmalı- Küçük Prens'in görünmelerine daha bir saatten fazla zaman vardı. Cüce Gaye’ye bir ders vermek, hem de haddini bildirmek için üşenmeden kalkıp gelmişlerdi buraya kadar.
"Finamek.. Finamek!"
Korkudan çok, artık uyanmasını, karşılık vermesini bekleyen karısı Şehrinaz'ın sesiydi. "Kiyanüs seni istiyor!"
Uykumun derinliklerinden çıkmaya çalışırken gözlerimin önüne o yaratıklardan bir kaçı gelerek bana ağırlık vermek istediler, ellerinden geleni yanlarına koymayacakları belliydi, tüylü ve ıslaklıkları mide bulandırıcı bir zamana kapı olunca kulaklarından boşalan suyu da unuttum, canavar kılığındaki heybetinden kan kustururdu insana ve camekana dayalı dili onu daha da kamçılamış gerçeğinden ayırt edilmez bir duruma sokmuştu onu ve ileri atılmak için Mabet’in kapılarının bir an önce açılmasını bekliyorlardı karanlığın içinde.. kulaklarımda yankılanıp durmuştu karımın öfkeli sesi ve beni daha kucaklayıp öpememişti bile. Şiddete gönlü vardı, şiddete gönlü yoktu.. buna kendi bile şaşırıyordu.. Rüya Hanım da karanlıkta durmuş ona bakıyordu. Gözlerimi açtığımda görüntülerin içinde bir tek annemin sureti kalmıştı geriye. Gecenin bu saatinde telefon mu olurmuş? Eski konsülün karşısında durmuş büyük babaya bir şeyler anlatmaya çalışan Cüce’nin olayları büyüttüğünden şikayetçiydi. Bakışlarını Kasabın ıslak gözlerine çeviriyordu. Kasap ağlamış, gözyaşlarından kristaller meydana gelmişti. Yaşını başını almış bu insan, belki de mavi yüzlü çocuğun soyundan geliyordu. Dualar okudular ve kenara çekildiler,  huşu içerisinde ölülerine ağladıkları tören havası da rüzgarla yerle bir oldu, onları bir daha böyle acıyla sınamaması için rablerine sığındılar, yakardılar.. daha fazla aşağılanmasınlar, horlanmasınlar, diye bir kapı açılmalıydı onlara! Bu kadar asır horlandıkları yeterdi.. Rüya Hanım beyaz tüllerin içinden sarılmış perdeyi aşarak bana yöneldiği bir gece vakti Mabet'in kapıları kapalı ve gökyüzünde dolunay vardı, çakallar kirli kirli ulumaktaydılar.. gökdelenlerin boşluğunda uzanıp yatan ölülere hadlerini bildirmek için mektuplar taşınıyordu.. karanlık mahzenlerde büyük bir gizlilik içinde yazılmıştı mektuplar. Kazanılacağını düşündükleri insanlar için bir davetiyeydi.
"Alo?", dedim.
"Rahatsız ediyorum Finamek Bey!”, dedi.
"Yoo, buyurun!” dedim.
"Bizim çıkardığımız işçilerden biri.." dedi.
"N'olmuş ona?” dedim.
"Eve gitmemiş!"
"Yaa!"
"Evet, Finamek!”, dedi Kiyanüs.. "Evet ,"Depo'da ben intihar edeceğim diyormuş. Evet, tam da üstüne bastınız, evet evet beni mahvettiniz diyormuş.."
"Kim!”, diye sordum. "MİHRİ MAH!” dedi.
"Ayın kızı? Peki, peki hemen geliyorum!", dedim.
Şehrinaz'ın meraklı ve korkulu bakışları karşısında "Benin hemen gitmem gerekiyor.", dedim, yataktan inip, elbiselerimi giyinmek için gar dolaba doğru yürüdüm. Gözlerim babamın resmine ilişti bir an. Bu titiz adam sanki bana oradan bakıp gülüyordu. Her şeyi ölçüp biçen, - ustalığından gelen bir alışkanlıktı bu herhalde- tuvalete bile ölçe biçe girerdi. Gençlik resmini çerçeveletip astığımız zamandan bu yana ne çok şey değişmiş bu evde, dedim kendi kendime ve karım Şehrinaz daha fazla pirelenmesin diye, Kiyanüs’ün çağrısına boyun eğen benden daha fazla ürkmesin diye, ona bütün sırrını fısıldamayı düşündüm Mabet’in, ama bu onu daha çok işkillendirirdi; olmadık düşüncelere kapılıp vesveselere boğulurdu sonra gecenin bir vakti. Aşağı kata inerken annesi hala dikkat etmesini söylüyordu Cemşid Ulu’ya da, o senaryonun gitmeyen yönlerini açığa kavuşturan bir dedektif edasına bürünmüş Mahi Azadecuy'dan uzak durmayı planladığım geceye gittim yeniden.. Ofiste gece yarılarına kadar çalışan Yurttaş Keyn’in aklı hala o kadındaydı, diye düşündüm.. Genelevi Patronu Neriman'ın yanından ayrılırken Gazeteci Y.'nin nerede kaldığını düşünen us kaçkını ötekini, yazar bozuntusu herifi de yanlarına alıp gittikleri ve kuracakları gizli örgütün mafyayla bağlantısını araştırmaya kalkışan kocası Cemşid Ulu için Şehrazat da çok kaygılanmıştı, diye düşündüm. Kaygısını dağıtabilecek bir anahtar bile verilmemişti ona, diye düşündüm. Ve.. Nissan'ı çalıştırırken "Bu da mı gelecekti başımıza?", dedim, "Prens Muşkin, Küçük Prens, şimdi de Ayın kızı!”


Devamı

Düşlerin İsyanı XVII



-III-
Şehrazat’ın  İÜ Ofisi’ne uğradığımda kapıda beni sekreter kız karşıladı.. Şehrazat'ı sordum, "İçeride!" dedi, "Misafirleriyle birlikte!” Ofiste terleyen Zenci imgesi bir çakıp bir söndü belleğimin karanlık koridorluğunda.. Siyah odayı düşündüm.. yatak odasının siyah renkteki örtüsünü, Siyah Jaguarı, Siyah Kedi'yi düşündüm.. Yatak odasındaki aynaları düşündüm.. Yatakta biz dört kişiyizdir, sözlerini düşündüm, hayalin saçları uzadı, artık onsuz bir dünyayı düşünemiyordum. Bir köşeye ilişip oturdum, misafirlerinin gitmesini bekledim. Göz göze gelmemeye çabaladım onların yanında. Ne ise ki çabuk gittiler..
"Ne içersin?”
"Nescafe!" dedim.
"Tamam!" dedi Şehrazat, "Sekreter kıza söylerim şimdi!” O tarihlerde 99.. Ağustosu olmalıydı... yazdığı senaryodan dolayı başını bile kaşımaya fırsat bulmadığı günlerde, başı dertte gibiydi, her şey bir anda hippi saçına dönmüş, ikisi de birbirinden kaçıyordu. Mersa Filmcilik’ten aldığı yeni senaryo teklifine sıcak bakmıyordu, soluğu dışarıda aldığında daracık merdivenleri birer ikişer atlayarak alt kata geldiğinde, daha doğru düzgün soluklanamadan senaryoyu başlatan ilk vurucu cümleyi bulmanın coşkusuyla Cağaloğlu Yokuşu’nu nasıl indiğini, karşıya geçerken Galata Köprüsü’nden bu sefer yaya olarak yürümeyi tercih edişindeki psikolojiyi iyi vermediğinden şikayetçi olmayı sürdüren Şehrazat.. yumuşamamakta, katiyen bundan ödün vermeyeceğini defalarca sözcüklerin üstüne bastırarak tekrarladığı günlerin birinde.. Ferzenizm’in nasıl okunacağını, safça bir niyet taşımasını hiç anlayamadığını kavga gürültü ortamında günün gelişen dikeyliğine yaymayı başarmıştı ki, Cendel, ona hak vermiş, bir köşede bunları düşünüyordu. Şehrazat haklıydı, düşüncelerinde. Korku Senaryosu deyince neden hemen Sadık Hidayet ve Kör Baykuş’u aklına getirdiğini yeterince açıklığa kavuşturamamasındandı tek kaygısı.
"Akrepler cezalandırılmalıydı!", derken bir aynanın içindelerdi sanki. Akrep yüzleriyle kaynaşan görüntü yağmuru birbirinin içine girerek içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Ne yaparsa yapsın burayı
düzeltemeyeceğini bildiği için belki de kendini rahat bırakmış, onlara bakıyordu. Kayalıkların arasına gireni sabırsızlıkla bekleyen koyu mavi renkteki akrep içlerinde hemen o göze geldiği için, buralara kadar geldiğine göre aradığı şey öyle kolay kolay göz ardı edilemeyecek bir şey olmalıydı. Kasabın mağaranın girişinde karşısına çıkması onu da etkilemiş, kayalıkların arasını uygun bulmuştu gizlenmek için Ş., Aynı rüya karesinde Cendel, Ferzenizm’in öyküsünü Mihri Mah’a anlatırken Ernüvaz ikisine bakmaktaydı. Cendel, uzak bir hayale açılan kapıdan yürüyerek çocukluğuna kadar gitmiş gibi görünüyordu. Rüyanın yine aynı karesinde Şehrazat.. -o aşka inanmış kadın kılığında- kapatıldığı yerden çıkıyor.. "Neden beni onların eline terk ettiniz?", der demez Cendel’i omuzlarından sarsmaya başlıyordu. Sayfiye gibi bir yerdeydiler. Çıplak bacakları kumlara batmıştı. Onu bu halde hiç görmemişti. Beyaz tüller içinde unutulmuş bir kadından konuşmuşlardı. Annesinin kurmaya çalıştığı bir masal dünyasında dilini yitirmiş bir kadın daha, ona öyle geliyordu ki, akreplerin bir karabasanıydı. Puslu aydınlığın içinde sahilden uzaklaşıp mağaraya kadar yaklaştığında, yarısı akrep, yarısı kadın vücutlu olan yaratıkla karşılaşmıştı. Katlanılması güç bir acı çekmekteydi. Palmiyelerin serinliğini aranır oldukları bir Ağustos sıcağında bunalmış, gövdelerini sere serpe sulara bırakmaktan bir an olsun çekinmemişlerdi. Ellerini çekiştirirken öfkesini almış bir kadın olarak, şimdi yine loş karanlığa karışıp gidince duygulanmıştı Cendel. Sonra yine rüyanın başka bir karesinde Akrep yüzleriyle kaynaşan görüntü yağmuru değişik bir renk alıyordu.
Pazartesi akşamı Düş Kahvehanesi’nden çıkarken, dışarısı oldukça sessiz ve sakin görünmekteydi. Cendel’in aslında gecenin bu güzelliğinden faydalanabilmek adına özgünlük arayışını sürdürdüğü o akşam, -canla başla Düşname üzerinde çalıştığı diğer akşamlarda da sürekli aynı kadını sayıklamasıyla- görüntü yağmurunun giderek nasıl lekeli beyazlıklara yol aldığını görmüştü sonunda. Ernüvaz, tedirgin ve kaygılı bir yüzle O’na bakıyordu. Korkularına yenilmiş miydi nedir? En sonunda. Onun korkusu neydi peki? Korku tarihiyle uğraşan bir insanın tedirginliği neden kaynaklanabilirdi? Onu üzen ve iki ayağını bir pabuca sokan şey yakında anlaşılacak mıydı? Eski evin yoluna saptığında yüzündeki kaygı hala daha okunabiliyordu.
"Sıkıntılı bir insan ne kadar itici görünürdü göze?”, dedi Şehrazat.
"Evet!", dedim, "Mihri Mah da senin gibi düşünmüştü aynen!”
"Hangisi?”, diye sordu Şehrazat, "Senaryodaki mi yoksa?”
"Hayır!", dedim, "Öteki!”
Sanki yanımdaydı, yine sayıklamak halime dönecektim, boşluk kapanacak gibi değildi. Şehrazat, masmavi gözlerinde kaybolup gittiğim, derin ve donuk bakışları olan kayıp sevgili, Şehrinaz, bana denizin derinliklerini gösteren bütün zamanların kadını, unutulmaz bir yüzü olan kadın, her şeyim, taptığım insan gelip karşımda duracak, artık ne yapmamı istiyorsun, diyecekti, kör müsün? Bir kadın siyah giyinikken ağlayacaktım, onu kırdığım için bana ne kadar kızsa azdı, akreplerin kayalıklarda yürüyüşüne bakan ve korkan kadını gözlerimin önüne getiren hayallememin nerede son bulacağı belli değildi sanki. "Her insan gibi senin de korkuların var!”, diyordu, "Korkağın birisin!” Yüzü karanlıkta kaldığı için ayırt etmekte zorluk çekiyordum. Sahil kenarında Akrep şamatasına kapılan Pürmaye’nin ıslığı geliyordu, bilmediğim bir şarkının hüzünlü melodileri dökülüyordu kulağıma. Bir kadın ağlıyordu, sonra bir el dokununca dalgınlığım gitti, Şehrazat bana bakıyordu.
Onlar da buradalar, diyemedim; Mihri  Mah’a bakıyordum, anlamlı bakışlarla beni süzmekteydi, sırf senin için demek istedim hayalimdeki kadınla konuşmaktansa Şehrazat'ı senin için buldum, onunla konuşuyorum şimdi. Aslında bunların hepsini sana anlatmak isterdim ey güzel İnsan?
"Kim!”, diye sordu Şehrazat,
"Ne zaman, ne mekan, ne de çağ izin vermişti aşkımıza!”, dedim, Şehrinaz, Şehrazat bana bakmayı sürdürüyordu hala.
"Bilmiyordum!”, dedi,
"Boş ver!”, dedim bende,” Çok uzun bir hikaye anlaya¬cağın.. Senaryoya dönelim biz!”
Gülümsedi. Sonra..
"Peki öyle olsun!”, dedi, "Sen nasıl istersen!”
"Cendel artık her şeyi bilmenin rahatlığı içerisinde eksikli senaryoyu tamamlamaya karar verdiğinde.", dedim, "Kişilerden ve mekanlardan sıkılmış bir yüzle, gecenin sessizliğini dolduran uzaktaki hayallerini bir dengede tutmaya çalışan insan hüviyetine bürünmüş, sabahın bir an önce olmasını beklerken görmüştü kendisini. Dahası Kendirev’ in, kitaplarla dolu odasını! " Akrep Resimlerini görmüştü.
Hayali Ayna'nın karşısına geçip, olanları, daha doğrusu olacakları düşünmeden yapamayan bir Kendirev'i düşlemiş; sonra aynadakileri, Mihri Mah’ı, onları çocukluğunda böyle nasıl gördüğünü ve nasıl canlandırdığını merak etmeye başlamıştı. Eski zaman rüyalarını yerle bir eden son uyanışta kalan görüntüleri seçebilmişti yine de. "Dön, bak!", diyordu kadın.. dönüp bakıyordu o da, kadına inanarak. Yine en çok bu aynayı sevdiğini söyleyen kadın onu bulmuşken hemen bırakmak istemediğini belli edince.. Cendel ister istemez boyun eğmek zorunda kaldığı, sonra çetin bir sınavdan geçtiği yanıltmacasını da o tarihlerde yaşayan Mihri Mah’ın biraz daha yaklaşacağını, aslında böyle bir fırsatı kaçırmaması gerektiğini düşündü. Halası bir tavus kuşu gibi pustuğu aynanın karanlığında, ona, daha çok sırrını ele verecek öykülerden birini anlatmak istiyordu. Boş bir kağıt bulup bunları yazsa ne kadar iyi olacaktı kim bilir? Daha sonra ışıksız, kıpırtısız aynanın karşısında daha fazla ileriye gitmemesi için Mihri Mah’ı uyardığı akşamı görmüştü. Uzun sessizliğini bozmaya karar verdiğinde ağzından sadece.. "Kör Baykuş.... KÖR BAYKUŞ!", sözlerinin döküldüğü o Perşembe Akşamı bu rüya karesinde yerini alınca , rüyaların arasındaki uzaklık böylece kapanmış oluyordu bir yerde. Suların karanlığındaydılar, sanki debelendikçe dibe, sonu gelmez dipsizliklere savrulacakları korkusuyla ikisi de birbirine kenetlenmiş, yarı çıplak bir halde duruyorlardı. "Beni hep rüyalarda görmek istedin!”,  diyordu Mihri Mah. "Gördüğün bendeki insan ben değilim!", karşılığını veriyordu o da, "Ben başka bir insanım, bunu belki de korktuğum için yaptım… Evet, ne tuhaf değil mi? Giderek yazmaya çalıştığım senaryonun kahramanına benzemeye başladım Şehrinaz. Ben sanki o insan değilim? Evet, evet... Giderek Kör Baykuş’taki gence benzedim!"
Aynanın karşısında derinliğe doğru çekilirken görüntüler.. akıntıyı durduramadığı bir çalkantıda, anafor önüne kattığı şeyleri savurmayı sürdürürken.. sahil kenarında baş başa vermiş titrek mum ışıkları altında, yine o şarkıyı dinledikleri uzak kış mevsimine özlemi dile getiren kadının hüzünlü ve derin bakışlarından kaçamadığı bir anda, o kadının sesi sanki kendi kulaklarında da yankılanmaya başlamıştı. "Beni hiç tanımıyorsun, gördüğün insan aslında ben değilim!”, diyerek boynuna sarılıp ağlayan Cemşid’di mutlaka.
Mihri Mah, her zamanki donuk bakışlı gözleriyle sürekli ileriye, hep İlerilere bakmakta olduğunu söylemekten çekinse de o sahne gözlerinin önünden hiç gitmiyordu. "Her şey bir rüyaydı, her şey bir
yalandı!", derdi, Kendirev olsa! Daha sonra rüya karesinden çıkıp yanlarına geldiğinde Ürkünç Sevgili Ferzen, rüya yatağının ağzını genişletip bahara süründüğünde, işte emzirilen denizin kenarında bir yara ağzı gibi açılarak büyüyen bir saatin içindelerken.
“İn, beynimin cidarlarından artık, ey Senaryo!!”,  diyordu kadın. Her insan gibi Yemenici de rüyaların işlediğini, sahile çekilen rüyaların, yıllar önce yaşanmış rüyaların, kendi üzerlerine kapanan rüyaların homurtusuna kulak tıkayıp, yüzleri eskiten rüyalarında, çocukların sahilde denizi kolaladıklarını anlatmaya başlamadan önce.. hayatının müziğini biriktiren rüyalarla mutluluk perisi güler yüzlü bir kadından daha söz ediyordu Ernüvaz. Nigar Hanım, "Akreplerin evimde işi ne?”, diyordu, "Hangi odanın kapısını açmaya kalkışsam ayaklarını görüyorum!”

-IV-
Reyonların arasında salman çiğ ışıklara doya doya bakarken, gözümün aradığı bir şey vardı sanki. Raflarda dizili olan binlerce kalem mal ilk önce parmaklarımdan geçerek bilgisayara yüklenirken -barkodlarına göre kodlanmıştı kısacası, gece yarılarına kadar sürmüştü bu kodlama –yoksa fişleme mi demeliydim, tüketim köleleri için ürünleri fişleyen bir muhbir, arsız bir muhbir- işlemi.. kollarımın neredeyse kopacak hale geldiklerini, sonra parmaklarımın uyuşarak hantallaştıklarını düşündüm. Yoğun tempoda çalıştığım günleri düşündüm.
Ve o ışıkla nasıl boğulduğumu ve artık bir daha eski halime dönemeyeceğimi de. Dünyamın nasıl çatırtılarla tuz buz oluşuna, bir seyirci gibi, duyarsız kalıp donuklaştığımı düşündüm.
Belki bir daha kendimi bulamayacağım o kayboluşun içinde öfkeye kapılarak önüme çıkan her şeyi yakıp yıkmayı planladığım geceleri de. Karımı uyutur uyutmaz, Senaryo-Odası'na dönüp bir şeyler yapmanın kaygısıyla her yolu denemiştim, en sonunda sözcüklere sığınmaktan başka çarem kalmamıştı. Yüzümde mutluluk pırıltıları, gülerek sözcüklere yönelip o ışığı boğmaya çalıştığım geceleri de düşündüm.
Sözcüklerin tılsımıyla yeni bir dünyayı kurmayı başarmam o kadar zor değildi. İstediğim gibi at oynatabilirdim. Taksitlere boğulmuş hayatımdan ancak böyle sıyrılabileceğim düşüncesiyle nasıl çocuklaştığımı ve artık kendinden geçmiş bir insan halinde mutlulukla sözcüklere sarıldığım günleri de düşündüm.
Sonra kurulmuş bir robot gibi sadece bilgisayar ekranında sıralanan malların rakamlarına, isimlerine ve fiyatlarına yönelmiş acınacak durumdaki bir insanı -ayrıca oynamayı da öğrenmiş bir insanı- hayal etmiştim mesela. Kadın odaya girdiğinde, eli ayağı birbirine dolaşan Yurttaş Keyn'in yapacak bir şeyi yoktu güzelim, dedim, ama bunu ne karıma, ne de Şehrazat’a anlatabildim. Kadın, Yurttaş Keyn'in yanağından bir makas alarak ofiste canlı bir hava yaratmayı planlamıştı belki de, dedim.. Genelev Patronu Neriman'ın İ. Şehrindeki evinde geçirdikleri geçen yazı düşünüyordu kadın belki de diye düşündüm ve güldüm..
Karım sigarasını daha bitirmemişti, beni böyle kıskıvrak yakalamasını ve köşeye sıkıştırmasını istemediğimden; “Ne olacak?”, dedim, “Neriman haklıydı o kadar dolar, bir buçuk milyon dolar, dedim dile kolay karıcığım, o kadınların sırtından kazanmıştı..” Karımın canı sıkkın gibiydi, bunu sigara içişinden bile çıkarabilirdi insan.. Ona yöneldim, onun olmak istedim, ama karım acele ediyorsun, diyerek benden kaçtı, sırtını duvara yaslayıp ‘Gecenin Öteki Yüzü’ filmindeki kadın gibi sigara içmeye başladı. Hüzün ve melankoli iç içe geçmiş, sonra da derin bir çerçeve oluşturmuştu bu yüzde. Artık yalnızca o ışıkla var olabiliyordum, her şey ışıktan doğuyor ve ışık sönünce her şey bitiyordu, bir an için.. karanlığa gömülüyordu dünya ve içindekileri.
Mabetteki hüznü bu yüzden daha çok seviyordum. Belki de hayatımın ışığını bulacaktım, bu ışık bana yol göstermeliydi, bir kapı bulmalı ve aydınlığa çıkmalıydım. Aradığım şeyin ne olduğunu bile bilmiyordum aslında. Işığı mı arıyordum? Işıksız yapamayan bir tek ben miydim, bunun kaygısını çekenleri bulacak mıydım, onlarla tanışma fırsatı doğacak mıydı? Hem onlarla nerede tanışacaktım? Böyle bir pusula elime geçmediğinden karamsarlığım daha da artıyordu. Her işte olduğu gibi, bunda da ne kadar titiz davranmaya çalışsam da ipin ucunu kaçırıyordum bir yerde. Kaygılarım bir yumak olup beni ezip geçiyordu. Kaygılarımın altında kalıp boğuluyordum.
Karım Şehrinaz o zaman balkonda oturuyordu, o sırada doğrusunu söylemek gerekirse ona nasıl açılacağımı bile bilmiyordum. Ya beğenmez ise ben ne yapardım, hem üstelik o kadar uğraşım boşa gitmiş olacaktı. Yenildiğimi görmemeliydi, böyle bir şeyden hiç kuşkulanmamalıydı, o kadar milyonu alacak Tetikçi’ nin köşeye sıkıştığı anı düşündüm.. ona o kadar yardımı dokunmuş insanı vurmasını istediklerinde kapana kısılmış bir fare gibiydi, ben de sevgili karıcığım benim şu anda aynen onun gibiydim, diyecektim ki son anda "Biliyor musun?”, diyerek konuya girmenin daha uygun olacağını düşündüm, ne olursa olsun böyle bir durumda yine de ölçülü olmayı elden bırakmaması gerekirdi insanın..
"Evet!", diye karşılık vermişti Şehrinaz, oldukça sıcaktı ses tonu. "Evet, seni dinliyorum hayatım!"
"Bütün senaryo kahramanlarını bir uzay gemisine bindirip uzaya göndermeyi kurgulayan Cemşid Ulu gördüğü rüyaya aldanmıştı aslında! O sabah işe gitmek için dışarı çıktığında ona ilham kaynağı olan karısını düşünüyordu. Her şey uyarında gitmekteydi. Kutsal bineğini çalıştırıp trafiğe karıştığında aklından çıkmayan senaryonun bölümlerini bir an önce yazıya aktarmak için sabırsızlanıyordu. Her bölümde senaryo yeniden yazılıyormuş gibi bir havaya kapılmıştı!"
Durup beni büyük bir ciddiyetle dinleyen rüyalı kadına bakmıştım, etkilenmişti; anlattıklarımın etkisi altında kalan Şehrinaz, giderek daha da güzelleşiyordu. Sanki hiç zamanım kalmamıştı, odanın havasında tuhaf bir gerginlik yaşanmaktaydı da ne o ne de sevgilisi dönüp birbirlerinin yüzüne bir daha bakmadan ayrıldıkları sabahı, ondan önceki geceyi, çatı katında yaşananları bir bir gözlerimin önüne getirip, o hüzne ben de katılmak istediğimden belleğimdekileri ilk önce bir hizaya sokmam gerektiğine inandım, kenara çekilip ve bekledim, karşımda duran kadın gerçekten de güzeldi.. Ona bir başka gözle bakmaya başladığımda, bana inanması için her şeyi göze alabileceğimi onun yanında da odada ikimizden başkası yokken yüzüne karşı haykırmak istedim, sonra başa döndüm, senaryonun en başına dönerek her şeyi baştan anlatmaya koyulmam o kadar zamanımı alsa da buna değdiğini, senaryonun örtülü yüzünü kaldırdığımızı söyledim, bundan daha güzel dünyada başka neyin olabileceğini fısıltılı sesimle yine ona sordum, yine ondan bir yanıt bekledim gecenin bir vakti. Sanki senaryoyu yeniden yazıyormuş gibi bir heyecana da kapılmadım değil hani!
"Eee?!", demişti Şehrinaz, "Sonra?”
"E'si..”, demiştim ben de, "Cemşid Ulu! Her şey onun başı altından çıkıyordu, kendine yetmeyen bir insandı, kafasında bir sürü senaryo kurgusu dolaşıp duruyordu insanlar arasında, bunları en sonunda kağıda dökmeye karar verdiğinde yeni bir zaman dilimi açılmıştı önlerinde.... Mabette karar kılması da bir rastlantı sonunda olmuştu. Çalıştığı iş yeri de büyük bir Mabet sayılırdı –sayılırdı ne çağın Mabetleri avm’ler değil de nedir?- onun için.. Aslında bunların hepsi Ferzenizm’de geçiyordu."
Karım daha ben yeni ısınmıştım ki imalı imalı "Bunların hepsi Ferzenizm’de mi geçiyor?” diye sormuştu.
"Evet!", demiştim, "Ne var bunda?” Cemşid Ulu’nun yazmaya çalıştığı senaryoyu düşünüyordum, karımın neden öyle baktığını, her şeyin neden böyle ayaklanıp üstüme geldiğini.. Gölgeleri yüzüme vuruyor, onlardan artık kaçamayacağım bir yere kadar gelmişlerdi, beni bekliyorlardı, son anda yeni bir ipucu daha ele geçirdiğim için, "Aslında senaryo, korku ve kaygı üzerine kurulmuştu!”, demiştim, "Bir Market Klasiği olacaktı...Gözde kahramanlarımdan biri de cüce bir kasaptı... Ona ısınmaya başladığımda, sonra Cemşid Ulu devreye girmişti, hesapta olmayan kişiler de vardı, bunlardan biri de Mahi Azadecuy ve Müjgan’ın şizofren kedisi?."
Bunların hepsi geçen hafta olmuştu. Kendimi tamamen senaryoya kaptırmıştım, karım senaryonun çok karışık olduğunu söylemişti, daha şimdiden bocaladığını, hiç bir şeyin yerli yerinde durmadığını, çekilemeyecek  filmler listesine katılacağını, anlatım dilinin de hiçbir şeye benzemediğini, bunlara bir çözüm getirmemi, yoksa..
Saat altıya geliyordu. Nemli Bilgisayar odasından dışarı çıktığımda Kiyanüs'le göz göze geldik. Bakışları sertti, korku saçıyordu; umursamaz göründüm. A Kasası’ndaki kız da ikimize bakıyordu. İşte senaryonun ilk satırları dedim, ama siz ne anlarsınız? Ben bittim Mahi Azadecuy, beni de sonunda yutmayı başardı bu çark.. Ona sarıldı, dedim, onu kucakladı. Artık beni kimse durduramazdı, coşmuştum, imgeler birbiri ardına gelerek beni o bilinmezlikte kıstırıvermişlerdi. Gözlerimi bir kamera gibi üzerlerine çevirdiğimde hepsi kaçacak bir delik aranmıştı, benden korkuyorlardı, korkularına yenilmiş insanların arasında dolaşmaktan mutluydum, odanın kapısını açık bırakıp karanlık holde kulaklarımda yine ölüm melodisi adımlarım da aynı tempoya uyum göstermiş bir halde yürümeye başladım.. sonra aklıma gelen düşünceleri sırasıyla kaydedince, ortaya yeni bir senaryo harikası çıkmıştı, büyülenmiş bir halde sözcüklerin yüzüne baktım, yine onlardan ilham aldııımmm.. filmlerden daha sıcak kucaklamak istedi sevgili karısını, ışık onları yutmadan Mağara Arkadaşları'nın karşısında filmlerden daha gerçek bir öpüşle dudaklarını taçlandırmak istediği karısına bunları anlatamamanın burukluğuyla geri döndü, buraları olmadığı için ne yapacağını bilemeyerek acılar içinde kıvrandı ve yine ona dönerek sevgili karısını bu sefer gerçekten de filmlerde kinden daha sıcak kucakladı, dakikalar süren bir öpüşle öptü onu. Umutsuzluğun neden kaynaklandığını bir nebze de olsa öğrenmiş, artık alacağını almış bir yolcu gibi orada donup bekledi bir zaman, onun gönlünü de yapmıştı, kendi kan ağlarken yeni bir film yolculuğuna hazırlanması gerektiğini fısıldadı kulağına ve bir kere daha dondu. Birkaç saniye geçmedi ki içeriye iri cüsseli, elleri kan içinde, yüzü gözü kan revan içinde diğer KASAP girdi ve buradan yürürlerse onlara Mabet'in kapısının açılacağını söyledi.
Gözlerine inanamayan sanal gerçeği birbirine karışarak aynı kanaldan akıp bir düzlüğe çıktılar, bunun hoş bir uydurmaca olduğunu söyledi sevgili karısına ve üzülmemesini, onu buradan kurtaracağını, bir gün bu karanlıktan çıkarak aydınlık gelecekte, birlikte mutlu bir çift olarak yürüyeceklerini, o günün çok yakın olduğunu fısıldadı kulağına ve karısı o karede donmuş bir haldeyken, Kasabın arkasından o da çıkmıştı dışarı. Onları kim bilir nasıl bir sürpriz bekliyordu. Gangster filmlerindeki gibi filmlere inanmış bir Kasapla- yolculuk yapmak sıkıcı olmayacaktı, KASAP hemen kılık değiştirmiş, kötü rollerdeki insanlara dönmüş olduğunu, karanlık sokağa saptıklarında öğrenecekti. Cemşid Ulu ve bir kere daha filmlere kandığı için ne kadar budala ve saf olduğunu haykıracaktı kendi yüzüne karşı ki utansın ve bir daha böyle bir işe kalkışmasın.
Rüyanın boşluğu onları çarpmıştı... Ona kuşkuyla bakanların yanı sıra, bu adam böyle ne yapıyor diyenler bile vardı, kendini düşünmüyorsa, hiç olmasa gül gibi karısını düşünse ya.... Senaryocu vicdanına ne oldu Cemşid Ulu? İnandığımız onca değeri ne yapacaksın, söyle bakalım saplantılı peygamber.... Raskolnikof olmalıydı.. içlerinde bir o bu kadar cesareti kendinde bulabilirmiş gibi geliyordu ona, daha çok. Mahi Azadecuy'i başından savar savmaz böyle bir şeye niyetlenmesi, hiç de hoş karşılanacak bir şey değildi aslında. Prens Muşkin burnunu cama dayamış, pusların arasında seçebildiği kadarıyla görünen sokağa bakmaktaydı. Birazdan bu sokakta cinayet işleneceğinden haberi olmadığı için tasasız görünmekteydi. Kış aylarından birinde eski bir aşk hikayesinin cinayetle noktalanacağı öyküyü okuduğunu pek sanmıyordu. Katil zanlısı, limana inen dar sokağın başında göründüğünde elinin iki de bir nagant marka silahına gitmesini ve parmak uçlarının kaşınmasını hayra yormak istiyordu. Üç kuşağın görme şansı yakaladığı eski bir nagant’tı bu!
Hatıralar yumağıyla sarılı tarihinden nefretle söz eden bir kadın, kalabalığı yararak yanlarına geldiğinde iş işten geçmiş olacaktı . Ona hiçbir zaman iyi bir anı bırakmadıkları için soyunun lanetini boynunda bir arma olarak taşımaktaydı. Kaçınılmaz sona yargılanmıştı artık. Yer altı dünyasında silahı ilk çeken ve tetiğe dokunan kapanırdı. O hiçbir zaman kaybetmemişti, şimdi de kaybetmeyecekti. Kadın camdan çıktı ve onu boğdu, bir kadında boğuldu kasap. Mabet’in tavanları onun yasıyla inledi durdu, kırk gün kırk gece. Alkarılarına gün doğmuştu, uykularında boğazladıkları düşüncelerini, hayallerini, rüyalarını kana kana içtiler ve gümüş kupalarda kendi kanlarını tokuşturup bir parodilik aşk dilenciliği yapan aşağı mahallede Cemşid Ulularla, Siyahların başı derde girmişti. Kadın, dünyanın olduğu gibi sistemlerin de başını döndürmüştü. Bir kadına bulaşmanın faturası da büyük olmuştu. Bir kadına gitmeden önce imajını düzmeliydi ağır makam işçileri. Aşk Makamı’ndan başarıyla diploma almak için Gül Kardeşliği'ni unutmaları gerekiyordu her şeyden önce. Araba ve Cazibe ikilisi, tarihte kan dökülmedik yer bırakmamıştı. Umut yine yalınayaklardan kan istiyordu. Verecekleri kan kalmamıştı. Ve ben resim yaptım ve ben hüzün çizdim ve ben, o kalplere ışığı yerleştirmek için yedi gün yedi gece çalıştım, Mabetlerinizi sıkı tutasınız diye! Sahipsiz kalmış bir rüya coğrafyası kalmasın diye, yalınayakları size kardeş kıldım. Babil sizin sonunuzu hatırlayacaktı. Gözyaşının miladı belirsizdi, anlatılanlar birbirini tutmuyordu. Cam şişelerin birini de - sakarlığı üstündeydi o gün sanki - elinden düşürüp kırınca geriye yalnızca bir tane cam şişe kalmıştı.. ağlama şişeleriyle dolu rafta boşalmıştı, günlerdir düşündüğü, ama bir türlü işin içinden çıkamadığı şey, sır perdesinin altında kalmıştı asırlarca. Umutsuzluğunu yenecek bir şeyi de yoktu. Gezgin'in –Adı Ferzende'ydi- rüyalarına kadar gelebilmişti en sonunda.. kırılan şeyin tarihini tutmaktan söz etmişti. Çağın kapıları kapalıydı bu gibi şeylere. Aslında bir yeryüzü sürgünüydü o, kendini böyle nitelendirmesi hiç de hoş bir şey değildi. Yağmurun Efendisi'nden sonra Ferzende'nin sahneye çıkışı, aklını başından almış gibiydi. Kirlenmeyen bir o kalmıştı, çünkü. Arkadaşlarının çoğu onu terk etmiş, yalnız bırakmışlardı. Oysa o hale bir ütopyacıydı, ütopyalara inanıyordu, bir gün mutlaka rüyalarının gerçekleşeceğine inandığı için İspanya’ya Düşlerin Tarihi'ni yakmaya gidecek ve herkesi şaşkına çevirecekti.
"Bunlara iyi bak!", dedikten sonra rüyanın içine girip kayboldu Gezgin., Yedi gün yedi gece hiç durmaksızın onu aradı, Mabet yasa büründü, Kara Ekim'den söz edenler haklı çıkmışlardı.
AKREPLİ AYNALAR RESMİ, bütün bunları bir kere daha ortaya koyduğundan dona kalmıştı Cemşid Ulu.. yüzünü resimlerden çevirirken, boşlukta salınan gölgelere tutunmak işine gelmemişti bu sefer. Mabet'in girişinde ana baba günü gibi, mahşeri andıran kalabalıkta 'Mağara Arkadaşları' birbirlerini tanımakta güçlük çekmediler hiç. Kasap’la göz göze geldikleri sahnede, anlamadığı tınılar geniş helezonlar çizerek kulaklarında ötmeye başladığı bir akşam vaktiydi, neredeyse Mabet'in kapanış saatiydi, Cemşid’in orada durmuş onlara bakmasını iyiye işaret olarak görmediği için, tok sesiyle gürlemişti Kiyanüs. Sonra yine rüyanın başka bir karesinde "Ben Şehrazat Ulu!", diyerek kendi yerini alıyordu birinci gölge.. sonra "Ben Şehrinaz Taşkın!", diyerek öteki giriyordu içeri,"Ben Müjgan Çopur!", deyip yerine oturanı Cemşid Ulu'da tanımıyordu. Peki "Ben Anetta Jakop!", deyip de geçip giden? Kiyanüs reyonların arasından çıkıp geldiğinde bir an sessizlik olmuştu, duvar sessizliğiyle herkes birbirine bakıyor, sanki birbirlerinin yüzünde derin kuyular eşiyorlar, yakınlıklarını bir kat daha artırmak için yarış ediyorlardı. Daha fazla ileri gitmelerini istemediği için, bu insanların Mabette ne işleri olduğunu soruyordu. Cemşid Ulu'nun şaşkın bakışları karşısında Kiyanüs’ün geri manevra yapacağını düşünmek safdillikten başka bir şey olamazdı.
"BANA İLİSKİN HER SEYİ GEREKSİZ BULDULAR!", sözleri mırıltıyla çıkmıştı ağzından Cemşid Ulu'nun.. Kiyanüs ters ters ona bakmıştı, söylediklerinden hiçbir şey anlamadığı ortadaydı. Yazmak istediği senaryonun, bilim kurgu senaryosunun ülkeye ne getireceğini, hem ülke insanını ne kadar ilgilendireceğini düşünüyordu. Böyle bir şeyle ülkesine ne gibi bir faydasının olacağını bile bilmiyordu. Şekerci de aynı fikirdeydi ve ona katılıyordu. "İnsanımızın duyarsızlığını neden kaleme almıyorsun da.. Hollywood vari bilim kurgu gibi şeylerle ilgileniyorsun?”, dediğinde ona ne diyeceğini bilemedi. Belki de doğru söylüyordu. Türk intelijansiyasının yıllardır sorun haline getirdiği bu paradoksu çözmeden hiçbir şey yapılamazdı aslında. Bizim ülkenin insanı, neyi daha çok severse onu tutup yapmak kolaycılığına da düşmek istemiyordu. Bizim insanımız sürekli horlanmış ve aşağılanmıştır. "Bunu yazsana!", diye ona çıkıştığında, Cemşid Ulu susmaktan başka bir şey yapmadı. "Peki insanımız neden duyarsız bu konularda?"
"Aşağılanmak neden hoşuna gidiyor?”
"…!”
"Yıllarca aşağılanmaktan neden huzursuz değil, neden olmadı ya da? Hiç düşündünüz mü?”
"..."
"Niye düşüneceksiniz ki?”
"Kimsenin sanatı düşündüğü falan yok artık..., sanat kaygısından çok, nasıl kısa zamanda bilinen biri olurum, zengin olurum düşüncesiyle bunlar rafa kaldırıldığı için bizim dünyamız anlatılmadı."
"Hep yukardan baktılar bize...Birer sürüngenmişiz gibi.. Horlandık.. yetmedi kimliğimizle oynandı.. Böyle olmak zorundasınız dendi.. kölelerin ruhu olmazdı, rengi siyah olanların yapacakları tek şey beyaz adama hizmet etmekti.. tarihi bile bize böyle öğrettiler....kendimizi tanımamız için bir de Doğuculuk diye bir şey attılar ortaya.
"Açlıktan kimse ölmez!”
"Bunları niye kimse yazmaz?"
"İdeolojik kalıplara uymadığın için, böyle yüzüstü bıraktılar seni. Kimse yayınlamaya yanaşmadı yapıtlarını. Çünkü hepsine küfrediyordun. insanını satmışlardı onlar.. hem de hiç acımaksızın.. sense buna göz yummadığın için hep sürgün kaldın.. yersiz yurtsuz ve göçebe.. seni canından çok sevdiğin halkın da anlamadı, hep acı çekecektin bu yüzden. Baban halkın küçük bir örneğiydi.. hep gülümseyerek baktı sana. Sen onu nasıl aşağı ve kibirli ilkel biri olarak gördünse, o da seni bir yabancı, ayrık otu gibi uyumsuz ve batılı ajanı gibi gördü. Böyle bir ajanlığa soyunduğunda eski ve köklü bilgilerini yenilemek adına her şeyi çarpıtmakla koyuldun işe.. baban son kozundu senin.. bir mirasyedi gibi davranmak olsa olsa çarpık psikolojinin güzel bir örneği olabilirdi ancak!"
Cemşid Ulu'nun gözleri kararmıştı, dengesini yitiren bir ip cambazı gibi yalpalamaya başlamış, sonra da bütün görüntüyü yitireceği kısa sürecek bilinç körlüğünü o anın içinde yaşamıştı. Oysa rüyanın alt katmanlarına yolculuğun başladığından habersizdi. Bir el dokunmuş ve yapacağı bir şey olmadığından karanlığa savrulmuştu bilinci. Belleğini toparlayıp kendine geldiğinde, gözlerinin altı ve üst kapakları feci halde sızlamaktaydı. Gözlerini açıp yumması biraz sızıyı hafifletmiş, o da rahat bir soluk almıştı. İçindeki kuşkuyu yenemiyordu. Bir bityeniği olmalıydı bu işte, ama neydi uğursuzluk gibi başının etrafında dolanan şey? Çıkartamamıştı daha. Bu kadar tecrübeden sonra korkusuzca ileriye atılmaktan çekinmemişti. Rüyanın alt katmanlarına yolculuk daha şimdiden kimi sürprizlerle doluydu. Bunu Cemşid Ulu duyumsayabiliyordu. Karanlığa gözünü aldırıp gözlerini kamaştıran ışığa doğru yöneltince her şey daha da ortaya çıktı. Belirginlik kazandı. Her şeyi daha net görebiliyordu. Sanki sayısız göze sahipti, ya da gözü  sayısız göze bölünerek sinema projektörleri gibi sayısız çerçeveye ışık gönderiyor, ışık çemberleri etrafında yanıp sönen dünyalara gark oluyordu. Mabet'i aydınlatan ışıkların çoğu söndürülmüştü, bir tek ortadaki sütunlardan asılan ışıldaklar söndürülmemişti, ‘Mağara Arkadaşları’ bu ışıldakların altında kümelenmişler, seslerini çıkarmadan karşılarındaki Kiyanüs’e bakmaktaydılar. Kürsünün sahibi Kiyanüs'dü, o anın sahibi yine Kiyanüsdü ve ondan sorulurdu her şeyin hesabı.
"KAYIP BİLİNÇ VE BİR DE TARİHLE BAŞIMIZIN DERTTE OLDUĞU BÖYLE BİR MABET TOPLANTISINA SİZ KONUKLARIN ÇAĞRILMASI BİZLERİN GÖREVİDİR!" diyerek konuşmasına başlayan Kiyanüs’ün usta bir hatipten kalır yanı yoktu; hiçbir zaman da olmayacaktı sanki. Yıllar ona insanlara karşı nasıl hitap edileceğini öğretmişti, ne zaman susulacağını, nerede bir aslan gibi kükreneceğini biliyordu. Söylediklerinin insan üzerinde etkili olması için ses tonunu kimileyin yumuşatıyor, kimileyin de sertleştiriyordu. ‘Mağara arkadaşları’yla başka türlü başa çıkılamayacağını bildiğinden her zaman karşılarında sert olması gerektiğini de biliyordu. Sakalı ele vermek istemiyordu bu yüzden. Biraz yumuşasa, her şey hippi saçı gibi karışacak, düzeni ihmal edenler türeyecekti mantar biter gibi. Onlara savaşmış bir kumandan edasıyla dolaşıyordu Mabet'in seyirlik yerlerinde. Burada her gün insanlar, Büyük Kapı'nın açılmasıyla insanları seyire çıkardı. Seyirlik Yerler’in, insanların en çok dolaştıkları alanlar olması hasebiyle, kontrol altında tutulması gerekiyordu.
Günün birinde zaman tüneline girmiş gibi dönen dairelerin yanından akan görüntülerle girdaba nasıl girdiğini anımsamadığı eski rüyalarından birine atlayan kamera, bir yerde durmak nedir bilmiyordu. Böyle bir şans alınmıştı elinden.. insanlar üstüne hücum ediyorlardı. Aynı sahnede iki görüntünün birbirine karışmadığı sarmalda, gözlerini ovuşturarak uyanmaya çalışan da ondan başkası değildi. Büronun pencerelerinden, öğle üzeri olduğu için, güneş ışıkları dik geliyordu. Cemşid Ulu hızını alamamış, -SENARYO KAHRAMANI ONU KIZDIRMIŞ OLMALIYDI Kİ- bağırıp çağırmaktaydı. KASAP ise sesini çıkarmıyordu, bir bakıma yokluğunun tadını çıkarıyordu. Cemşid Ulu burnundan soluyarak masasına oturduğunda, yeni hinlikler peşindeydi.. Ona daha başka ne yapabilirdi? Bunları düşünüp tartıyordu usunun terapisinde.
Kasap, canlandığında yokluğunun tadını epeyce çıkarmış ve bundan  artık  usanmış gibi, bir an önce  ne olacaksa olsun anlamında yüzünü buruşturup kalmıştı koltukta. Cemşid Ulu, şeytan görsün yüzünü der gibi, ona bakmaktaydı. Birdenbire gözüne o sırada ne göründüyse:
"Senin Tarihin Bile Yok!" diye bağırmaya başlamıştı,
"Anladın mı beni şimdi?”
"Sana söylüyorum budala!"
Dehhak Döngel, Şehrazat’ın şiirsel bacaklarında göz jimnastiğine çıkmış çılgın bir kayıp avcısı gibiydi. Büyük Rumulus hasta bir halde görünüyordu, diş ağrısından geceleri uyuyamadığı gibi gözleri açıkken gördüğü rüyalar o kadar iç açıcı şeyler değildi.
"Tarantula nedir?”
"Bu biber de çok acıymış!", sözleri eşi RAMSES'in mutfakta patavatsız şeylerin olduğu haberini vermekteydi. RAMSES'in "Yaktı bacaklarımı!”, sözleri kulağına çalınırken, Büyük Rumulus’ un kaşları çatılmıştı, kuşku dolu bakışlarını aynı bacaklara yönlendiren bir bilincin sakatlığı tarihsel bir anı noktalamış oluyordu böylelikle.
"Şimdi ben size sorarım bunun hesabını!", sözleriyle Mutfak Kavgası'na neden olan olay da o geceye ait bir şeymiş gibi belleklerden silinmeyecek bir yankı yapmıştı. Daha buna benzer bir sürü şey anlatılabilirdi, anlatılıp Şehrazat’ın bacakları kurtarılabilirdi.
"Tarihim yokmuş da ne demek oluyor?”, diye Kasap, Cemşid Ulu'nun üzerine yürümeye başladığında diğer sahne kopmuştu.
“Yani hepsi sizin bir uydurmanız mı?”
"Rüya aldatıcı mıydı?
"...!”
"O kör noktayı aşabilseydim, her şey hallolmuş olacaktı!”
"Sana çaresizlik içinde ne kadar ileri gittiğimi söyleyeyim mi Nestanka?”, sözleri kulaklarında çınlamaya başladığında, hepsini Uzay Gemisi’nin alıp almayacağını düşünüyordu Cemşid Ulu. Mahi Azadecuy’un buna karşı geliştirdiği tavır hiç de iyi anılacak bir şey değildi. Tipik bir Amerikalı tavrı. Cemşid Ulu, "Bizim Mabet'i, Amerika'nın arka bahçesi olduğunu sanmaya devam ediyorlardı galiba!”, diyordu. Büyük Rumulus'un dişlerini nasıl fırçaladığını da anlatmak zorunda bırakılacağı kaygısı, başına bela olmuştu.
"Ya siz?”, diyordu Dehhak Döngel, "Rahatlık batıyor size, biz evvelsi…"
"Siz evvelsi akınlarda çocuklar gibi şendiniz", diyordu Cemşid Ulu, " Tunayı bin atlılarla geçerdiniz.. Dıgıdık... dıgıdık.... Viyana kapılarına kadar! Dıgıdık..."

cemal çalık


Devamı

Düşlerin İsyanı XVI





Bölüm Yedi

Bize hatırlatın bunu
İnsanlar kadar zalim olduğumuzu
Aragon

-1-
"Arı vital'ler geldi mi?”, dedi.
"Evet efendim!”, dedim.
"Bilgi İşlem Merkezi ne niye gönderilmemiş?”
"Şehrazat Hanımla göndermiştim.”
"Snop deodorantlar?”
"Birlikte gönderdim!"
"Hımm.. arı vital'lerin barkodunu okuyun!"
"Okuyorum!", dedim ben de, "8690 764 710 868 efendim!" Durdum, kendime, geleceğime dair işaretlerin kodlandığı sayfalarda benim olmayan yüzümle durdum, boğuntu geçmemişti, "Şehrazat’ı bulun, muhasebeye gönderin!”, buyruğuyla kapattı telefonu.
"Baş üstüne efendim!", dedim ben de.
Almacı yerine koyduktan sonra yanıma yöreme bakındım, bu sessizlikte kafasını dinlemek isteyen bir insandan çok, kötü haberi Şehrazat’a nasıl bildireceğini düşünen bir insana benzemekteydim. Kafamı çevreleyen ışık halesi toz bulutuyla birleşerek devasa bir kütle halinde bana doğru geliyordu, hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum. Aslında iyi bir insandı Şehrazat, ama biraz sakar ve de unutkandı. Bunları affetmeyen bir dünyada soluklandıklarını nasıl olmuştu da unutuvermişti; aklım bir türlü almıyordu bunu.
Bilgi İşlem Merkezi'nin çiğ ışığı altında belki eskilerden.. belki o yıllara giden bir ışığı, belki bir işareti boşuna aranıyormuş gibi bir havaya kapıldığımdan.. belki umutsuzlukla, belki içimde kıpırdayan son bir umutla, belki yüreğimin sesine kulak verip de hayal kırıklığı yaşadığım eski günlerin getirdiği bir avuntuyla, yine aynı hayale sarılmaktan başka çarem kalmamış gibi, hep o resme baktım.. bu sefer söylenildiği gibi değildi. Karşımda duran eşimin resmine uzun uzun bakarak, belki de kendime bir çıkış kapısı bulmaya, bulduktan sonra da o kapıdan yürümeye hazırlanıyordum.
Ne güzel ışığa kavuşacaktı. Belki de burayı bu yüzden seviyordu. Ama hırsızları, yol kesicileri aynı çatı altında buluşturan ışığı gördü. Her çeşit insanın boy gösterdiği müşteri kalabalığımla Mabet'in Kapısı, açılmayı bekliyordu.. huzursuzluk arttıkça artmıştı.. reyonların arasında gezinenler eski kolağalarının çekilişiyle meydanı boş bulanların istilasına uğramıştı. Teftişçiler 'racon kesen' aletlerini ön plana alıcı yatırımlarını yapmakta geç kalmamışlardı. Karanlık bir ışık, yolu tıkamakta, insanları yanıltmak için her türlü cambaz numarasına baş vurmakta.. bunda başarılı olduğu gibi, çoğu insanın gönlünü bağlamayı ilke edinmiş mantıklarının ulaşabileceği son noktaya gitmeyi göze alabilmekte.. karanlığın dört başı mamur olması için, bütün çabaların gemilerce karadan yürütüldüğü bir karnaval gecesinden görüntülerin insanlara ulaştırılmasında yarış içerisinde olanların soluklarını kesmekte.. ruhlar birbiriyle kolaylıkla kaynaşmaktaydı buhurdanın içinde. Korkularına yenilmiş bir güruhta aynı kapıdan içeriye doluşurken, göz göze gelmekten çekinseler de, aynı kan bağıyla birbirlerine bağlanmışlardı.. bir çeşit birbirlerinin 'sürdürümcüleriydi örneğin. Yaşlı Adam, küçük kızıyla gelmişti.. burnunda ağır bir eter kokusu, bileklerinde direksiyon sallama yorgunluğu, ayaklarında pedal hızı karıncalanması, yaşlı gövdesinde uyuşukluktan doğan kaşıntı. Huşu içinde durdular ve reyonlara saldırmak için parolanın söylenmesini beklediler. Ayaklarını yerden kesen baş dönmesinin ilk işaretiyle gözleri, raflarda hazır bekletilen günlük ve de özenle hazırlanmış mallardaydı. Çocukluk Nostaljisi Bandosu'ndan sonra, Mızıkayı Hümayun’un son darbeleriyle surlarda delikler açılmaya başlamıştı Sabah müziği Beethoven ağırlıklı olmalıydı.. dans halinde ellerin uzanışı bir melodinin ritmine uyum gösteremediği taktirde, tüketim cinleri tarafından efsunlanıp tarihin çöplüğüne yollanmakta göz yummamalıydı hiç kimse. Ağabey herkesi hizaya getirirdi. Mabet'in Müşavir Katibi’ne danışılıp da tez haber sorulsaydı, her şey göz hizası kadarınca mücriminden hesap sorulma vakti aşardı. Kulak Sağaltım Merkezleri’nde Çalışanlar -yerel istasyonların da desteklediği bir senfoni seferberliğiydi bu hiç kuşkusuz, babalarımızın hiç alışık olmadıkları bir sesti karanlık fonu yırtan- seçimlerini iyi yapıyorlardı.. pop starları iştihayla sürüyorlardı önlerine ve onların tüketilmesi korkunç bir haz damarı açıyordu.. ta ki kulak kanallarından dökülerek ruh kapakçıklarına vurana değin karısının gözleriyle karşılaştığında, hayalin görüntüsünden bir kırıntı bile kalmamış sayılırdı. Sonra çekinerek gözlerini duvar saatine çevirmişti.. Gerçekten de saat iki'de durmuştu. Yoksa hala düşün etkisinde miydi? Can sıkıntısıyla ona bakan kadının gönlünü almayı denerken, aksilik gibi şimdi birde durmuş saatle ilgilenmesi gerekiyordu. Bütün aksilikler üst üste gelmişti. Bütün bunlar aralarında doğan gerginliğin boşluğunda büyüyerek çoğalmış, bir çığ gibi gelişen sıkıntının kaynağı oluvermişti bir çırpıda.
Oysa filmlerden söz açıldığında, Şehrazat dayanamaz lafa karışır, gittiği filmleri ona anlatmaktan ve üzerinde tartışmaktan o kadar büyük bir mutluluk duyardı ki.. bu gibi konuşmalar.. hayatın böyle olmadığını -daha önemli şeyler de vardı mutlaka. Bu gibi şeyleri.- demeye getirmese de sözünü, onda hoş etkiler bıraktığından olacak yine filmlerden söz açsın, diye beklediği bir an.,. Şehrazat’ın soğuk yüz ifadesiyle karşılaşınca, kendini kaybeder gibi olmuştu.
"Kırmızı tuğladan örülü davarlarda kan lekeleri henüz daha silinmemişlerdi!", demişti."Sonra üstelik Mabet'in kapısı kapalıydı!” Kasaphanenin ışıklarını söndürmeyi unutmuşlardı. Kemerli küçük penceresinde beyaz ışık günün sefasını sürüyordu sanki.. elinde bıçak etlerle uğraşan Kasap, durup yüküne bakmış, sonra sinirli hareketlerde bulunarak ona sanki gözdağı vermek istemişti. Yabancı, kesilmiş kadın bacağını görünce, aklına gelen ilk şey yıllar önce yakmaya çalıştığı bir öyküydü. O da yine bilim kurguyu andırmaktaydı, bilim kurgu uçları vardı o anlatıda da! Başrollerde kasap vardı. Bu herif de kadınları kesip biçmeyi seven tabiatta biriydi.. artık bunu o kadar ileri götürüyordu ki kurbanlarını bütün şehre çekilmiş bir kıyma halinde yedirerek insanları zehirliyordu. Daha sonra kadın etiyle beslenen insanlarda bir virüs boy gösteriyordu. Salgın bir hastalığa neden oluyordu bu virüs.
"Yok daha neler!", diyerek gülümsedi.
"Caddenin köşesindeki siyah Jaguar dikkatini çekmişti.. İçindeki kadın gülümsüyordu, ona bakarken. Senaryoya başladıktan sonra böyle düşler görmeye başlaması sanki çok normaldi. Bazı yerlerde kendi kuruyor, kurduğu gibi olması için canla başla çabalıyordu. Kendini artık tanıyamaz bir hale geldiğini karısına da söylediği gün. Şehrazat, ona sanki acıyarak bakmış, sonra da bir şey yapamamanın -artık ona bir şey yapamayacağını bilişin tedirginliğiyle evden çıkarken.. o gün nöbeti olduğu için eve geç kalabileceğini söylemişti. O yüzü, o bakışları gözlerinin önünden çekilmiyordu bir türlü. İnsanın içine işleyen bir etkisi vardı, Cemşid Ulu'yu çaresiz bırakmışlardı ve kime nasıl açıklayacağını bilemediği bir şeydi bunlar!"
Telefonun zili bir kurtarıcı gibi gelmişti o an bana ve düşünmeden almacı elime aldığımda, "Şehrinaz, canım!", demiştim, ama telefondaki ses Şehrinaz'ın değildi, bir başkasınındı. Sonra düzeltmek için "Karımdan bir telefon bekliyordum da, kusura bakmayın!", diyerek telefonu kapamıştım. Çıldıracak gibiydim, öfkemden ne yapacağımı bilemedim. Nasıl böyle bir hataya düştüğümü anlayamıyordum. İyi ki odada Kiyanüs yoktu. Oysa o gün her şey yolunda gitmekteydi, senaryonun büyük bir kısmını yazmıştım; Şehrinaz'ın çekinmesi, her defasında isteksizliğini belirten yapmacık hareketleri gözümden kaçmasa da ancak orada soluklanabiliyordum.
Birbirlerini tamamlayan üçüzdüler diyecektim ki.. o sahne yine açıldı, mavi toz kitlesi savrulup bir topak oldu, daha sonra açılıp saçıldılar.. İlk gördüklerim beni hiç de şaşırtmadı, yazdığım şeylerin resimleşmesi diyecektim ki.. Müziğin eşliğinde Mihri Mah ve kızı plajın haki renkteki kumları üzerinde güneşlenirken, sanki kendi anılarına dalmışlar gibi o an çevreden bütün bağlarını koparmışlar, kendilerini yalnızca o müziğe vermişlerken.. ben de, artık yazmaya ara verip onlara bakmaya başlamıştım. Şehrinaz'ın gözleri sanki üzerimdeydi, gitmeyen bir şeylerden söz ediyordu, bir şeyler ters gitmekteydi.
Telefonun zili çaldığında bu sefer açıp açmamakta bir tereddüt yaşamış.. -Şehrinaz olabilirdi belki, ama öbür seferki gibi yine aynı manzarayla karşılaşmak istemiyordum -ya başkasıysa?- ama bu saatte beni niye arasınlardı ki? Saate baktığımda daha saat beş bile olmamıştı.. Karım beni hep beşi çeyrek geçe iş çıkışı arar, ben de , onu eve bırakmak için Nissan'a atladığım gibi, soluğumu karımın yanında alırdım- ama işkillenmenin yersizliğine hükmederek sağ elimle almacı kaldırmış.. resmi ve gayet ciddi bir poz takınarak, "Alo, buyurun!", demiştim , "Burası Düşler Marketi!” Telefondaki Ses,” Yok canım!”, diyordu, “Benim! Evet, karın Şehrinaz?
Böyle bir şakayı kaldıramayacak kadar moralmen çöküp zayıf düştüğüm bir anda, karımın verdiği kötü haberle iyice yıkılmış, ama ona ne diyeceğimi bilememiştim ilk başta. "Hafta sonu sen tek gidersin artık!", demişti Şehrinaz, "Ben gelemeyeceğim, kan almaya gidiyoruz!" Belli etmemeye çalışarak "Tamam!", demiştim, "Peki Hayatım! Hayır… Neden üzülecekmişim?”, sözlerinden sonra elimde olmadan telefonu kapamış, boy boy aynalardan geçilmeyen yalıtılmış bir odada kaygılı yüzüme bakmış, sürekli bakmıştım. Bu bakış beni öyle bir etkilemiş olmalıydı ki; hayallerime artık söz geçiremez bir uyuşukluğun içine düşmüştüm. O akşam rüyamda süt içerken görmüştüm karımı, ince tınılı sesiyle "mayıs ayların gülüdür” , şarkısını mırıldanıyordu. Boşlukta bir yerlere bakarken -bahçenin sessizliğini de garipsemiş olmalıydı, rüya oldukça ilginçti- uyandığımda karım sabah kahvaltısını hazırlamakla meşguldü. Yanına gittiğimde;
"Ne tuhaf değil mi?”, diye sormuştum karım Şehrinaz'a da.. o da, bir şey anlamadığı için sessiz kalmıştı. Dayanamayıp "Rüya!", demiştim, "Oldukça ilginçti."
Kendi kendime konuşuyormuş gibi karımın sırtı bana dönükken rüyayı anlatmaktan vaz geçmemiştim. "..sonra suya düştüğümde.. annem, beni kurtarmak için bir tek o yardım elini uzatıyordu... boğulacaktım neredeyse.. ama boğulmadım işte, boğulmadım...."
Uzun zamandır orada duran bir gölgeydim sanki. Cinayet haberleri, intihar, şiddet, kan ve ölümle ilgili şeylere bakılırsa ülkeyi bir kan gölüne çevirmek isteyen karanlık güçler yeniden atağa kalkmış olmalıydılar. Rüyamda medyum kadın da aynı şeyleri söylemişti. Son günlerde dergilerde sıkça adı duyulan kadının rüyadan nasıl çıktığını görememiştim.. beni şaşırtmak için yapmıştı bunu belki de. Medyum Kadın çok ciddi ve kaygılı sesiyle ülkeyi karanlık güçlerin ele geçirdiğini savlamakta, buna hiç kimsenin çözüm getiremeyeceğini bildiğinden herkesi kara kara düşünmeye çağırıyordu. Sonra Şekerci' nin kahkahalarıyla rüya ortasından ikiye bölündü. İkindi üzeriydi; Depo' da bildik afişlerin ve Akrep resimlerinin ortasında kalakalmış iki şaşkın insanı küçümsemiştim. Şekerci, Şehrazat'ın karşısında durmuş ona bakıyor, sesini çıkarmıyordu. Onları neden rüyada gördüğümü bilmiyordum, aralarında bir adımlık bir mesafe vardı ve birbirlerinin soluklarını duyacak kadar çıt bile çıkmıyordu. Beni gördüklerine sevinmemişlerdi. Çok uygunsuz bir zamanda mı gelmiştim? ikisinin arasında gelişen bir diyaloğa elimde olmadan engel mi olmuştum? Yok, değilse, niye konuşmuyorlardı, suratlarını asmışlar, bir an önce gitmemi bekliyorlardı.
"Benden ne gizliye bilirler ki?”, demiştim, "Onlar benden hiçbir şey gizleyemezler!"
Şehrinaz bundan bir şey anlamamıştı, ama kuşkulanmamış olacak ki üstünde de durmamıştı. O sorularıyla başını döndüren kadın gibi bakmıştı yalnızca, sokak kapısına varmamışken daha, arabanın içinde beyaz bir kuğu gibi kurulup ileriye bakan karımın yüzünde hala uyku mahmurluğu vardı. İşe geç kalmak istemiyordu.
***  ***  ***
Eprimiş yüzlü rüyalar kimi yerde tulua kaçarken, kimi yerde ise siyaha gömülüyorlardı. Bazen her şeyin biteceğini düşünüyordum.. kaybolacaklarını, yok olacaklarını... buna benzer şeyler geçiyordu aklımdan ve durup kendime bakıyordum, onca insanın içinde.. sararan yüzüme, göz kapaklarımın altındaki mor halkalara! Marketin girişinde yakasındaki rozeti düzeltmeye çalışan insanı da bir ana benzetmiştim, iyi bir div olamazdı ondan. Otoparktan çıkarken, bekçinin suratındakiler her şeyi açığa vurmuştu, her şey beni karanlığına çekmeye çalışıyordu sanki. Bekçinin gözü büyüdükçe rüyadakilerin yüzü de belirmeye başlıyordu. Şehrazat kapının girişinde durmuş Şekerci'nin yüzüne bakmaktaydı, benim orada olduğumu fark etmemişlerdi bile. Uzun zamandır orada duran bir gölgeydim. Cinayet haberleri, şiddet, kan ve ölüm haberlerine bakılırsa, ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyen karanlık güçler yeniden atağa kalkmış olmalıydılar. Medyum Kadın da fikirlerime aynen katıldığının üstüne basıyordu, son günlerde dergilerde sıkça adı duyulan insan ülkeyi karanlık güçlerin ele geçirdiğini, ama bunun daha ne kadar süreceği hakkında ise bir bilgi vermediğinden özür diliyordu. Kürt Şehmuz , kadının karşısında durmuş ona bakıyor, sesini çıkarmıyordu. Yer altı dünyasına gireli şunun şurasında iki saat oluyordu, gönüllü bir tutsaklığı üstlenmişti. Kürt Şehmuz’un gözlerindeki uçurum büyümekteyken, kadın uzaklara dalıp gitmişti. Unutulmaz Bir Yüzü Olan Kadın, Siyah Jaguar’dan inmiş, kapıcıya doğru yürümekteyken, üzerindeki krem rengi pardesü dikkatini çekmişti. Fransız filmlerinden kalmış yüzleriyle o ince, kırılgan, şiirsel yüzlü kadınlar gibiydi. Bir yüzü rüyaydı onların, bir yüzü gerçek. Dalgalı saçlarıyla bir gizemi barındırıyordu bu yüz. Onlara kolay ulaşılamazdı bu yüzden, insanı farklı dünyalara sürüklerlerdi.
"Bu şehre yeni geldim!", demişti, "Akşama doğru işlerimi bitirir bitirmez arabayı almak için yine gelirim!”
"Tamam!”, demişti Kürt Şehmuz, "Lafımı olur!”
Sonra kadın kendi boşluğuna dalarak, kör bir hayal gibi çekip gitmişti sanki. "Tıpkı bir rüya gibi!”, demişti Kürt Şehmuz da, kadın da "Yine neyin var?”, diye karşılık vermişti ona. Bekçi Şehmuz gözlerini boşluğa dikmiş, orada oyalanıyor, yapıp yeniden bozuyor, belki de rüyasını unutmak için her çareye baş vurabileceğini göstermek istiyordu ona. 
Saatlerin gong çalışıyla yerinden fırlamış, kuşkuyla etrafını sürmekte, daha henüz korkusunu yenemediğinden, korkmuş bir insanın kaygısıyla, eşyanın tanıdık bir hüviyete bürünmesini sabırsızlıkla beklemekteydi. Yoksa çıldırabilirdi.. zaten bu bir anlık bir hadise değil miydi? Ölüm gibi? Uyanıp uyanmadığından bile emin olamıyordu. Işığı söndüren el bu sefer yakmasını beceremeyecek kadar hafıza körlüğü yaşamaktaydı. Çıplak bir kadın, yanı başında ona korkmamasını söylüyor.. bir yandan da elini sımsıkı tutarak eşyadan iyice kopmamasına yardımcı olmak istiyordu. Ama gözlerinin üzerine ağır bir yük binmiş, midesi kazınır gibi olmuş, daha sonra o siyah top kütle bir fırfır gibi hızla dönmeye başlamış, daha sonra tamamen kendini yitirerek oluğu yere çöküvermişti. bayılmış olmalıydı, ikincisinde bu sefer duvar saatinin ding- dong'una uyanmış, bulanık bir ışıkla gözlerini kükürtsü aydınlığa aldırıp öyle beklemişti. Biçim almaya başlayan rüya çerçevesi ona trajik bir film sahnelerini çağrıştıran – bir şehir katilini arıyor’u anımsatıyordu, ilgi kuramasa bile- görüntülerle bezenmiş, soluğu kesilmişti Cemşid Ulu'nun. Umutsuzluğa kapılmamıştı hiç. Bir bakıma rüyanın farkında oluşu ona şimdi bambaşka bir duygu yaşatmakta, içine girdikçe duygunun baş döndürücülüğüyle bir kez daha kendinden geçmekte, her şeyi oluruna bırakmaktaydı. Yeşil pencerede Şekerci, her zamanki saflığıyla bana bakmaktaydı. Dilsizliği bir numaraydı, numara yaptığına inanıyordu. Gözlerindeki uçurum büyümekteyken Hasırlı’daki çocuğun laneti ona da bulaşmış gibi geliyordu. En çok ona üzülüyordu zaten- kuru çölün ortasında gözpınarları kurumuş o insanlara acımamak elde değildi, yas törenlerini her yıl yazın ortasında siyah giysilere bürünerek kutluyorlardı. Zincir darbeleriyle sırtlarında yara açılması sanki hiç umurlarında değildi Kerbela, onların yas tuttuğu bir törendi. Gözyaşının Miladı bununla bitmiyordu ki-.. gözyaşlarının büyüsü nerede yatıyordu acaba? O kadar insan kurban edilişlerinin kefaretini gözyaşlarıyla ödüyordu. Şehrazat ufaklara dalıp gitmişti Soyunun laneti sanki onunda yüzünde okunmaktaydı. Bir peri kadar güzel kadın, gözyaşlarıyla kutsadığı oğluna düğün hediyesi olarak kanlı duvağını göndermiş, ilk kan Kabil'le dökülmüştü. Bir inanışa göre de harfler arasındaki kardeşlik te Babil Kulesi’yle bozulmuştu.
Sonra yine rüyanın başka bir karesinde Cemşid Ulu, "Onları ben çağırmadım!", diyordu Kiyanüs’e, "Kendileri geldiler!" Kiyanüs de, "Bunlara inanacağımı mı sanıyorsunuz Bey?", diyordu. Sonra yine rüyanın başka bir karesinde, otopark bekçisi Kürt Şehmuz hala ona bakmaktaydı da, Cemşid Ulu,
"Şapşal, ne var bakacak!”, diye ateş püskürüyordu. "Yüzümde ne var?", sözleri yankılanırken seslerden önce insanlar, eşyanın biçimi bozuluyor,  kara bir delik onları yutuyordu. Sonra yine rüyanın başka bir karesinde,Dehhak Döngel, marketin girişindeki Büyük Kapı’nın önünde mal boşaltan personele talimat verirken görünüyordu. "Onları oraya koyun!", diyordu, "Hayır, hayır.... Çocuklar! Onları demedim ben size... Reyonların arasında boş koli kalmasın, doluları da gözüm görmesin, çabuk kaldırın… Kara Murat... Kara Murat nerede!” Müjgan, ona bakmadan yanından toz olmanın yolunu aranırken, Cemşid Ulu gülümsüyordu. Müjgan canlanmış, ona bakıyordu. Müjgan camdan cama bakıyordu. Müjgan, Müjgan olmayı öğreniyordu. Kiyanüs bilgisayar operatörünü görünce her zamanki gibi;
"Bu gün nasıllar beyefendiler?, diye sormuş "Kartondan aslanlar gibiyiz.." tekerlemesini de eklemeyi unutmamıştı. Sonra o bildik kahkahalarından biri yankılanıyordu meydanlık yerde.
Sonra yine rüyanın başka bir karesinde "Yeşil ışık yandı, geçebiliriz Kiyanüs’üm! ", diyordu Cemşid Ulu...
"Sıra bende mi?”, diye karşılık veriyordu Kiyanüs.
"Evet!" karşılığını veriyordu Cemşid.
"Mancınıkla işimiz yok, kalmadı!", diyordu Kiyanüs.
"Evet, kalmadı!," diyerek yanıtlıyordu Cemşid.
"Kapandı!”, diyordu Kiyanüs.
"Berlin'in üzerine gidiyoruz!", diye atlıyordu Cemşid.
"Düşünsene bir; Ortaçağ’da yaşamıyorum artık!”, diyordu Kiyanüs.
"Şimdi durup dururken neden bunu söylediniz, Albayım?”, diye şaşkınlığını belirtiyordu.
"Senin yaptığın tam bir ortaçağlı insanının yapacağı şey de ondan!", diyordu Kiyanüs.
"Nedenmiş o?”, diye inat ediyordu Cemşid.
"Dün akşam olanlardan söz ediyorum!”, diyordu Kiyanüs,
"O kadarını anladık!”, diyordu Cemşid. Sonra fırsat bu fırsat.. "Feridun Bey bir derebeyi olsaydı, sen de o kadar borç para isteseydin, vermediğinde ne olacaktı peki?”, diye soruyordu Kiyanüs. Cemşid, ben ne bileyim anlamında burun büküyordu. Sesine düşünceli bir ton vererek, "Sen de dün akşam olduğu gibi -Peki öyle olsun efendim, deyip, sonra da yanından hiçbir şey olmamış gibi çekip gitseydin!", diyordu Kiyanüs, "Daha sen odadan çıkar çıkmaz hiç kuşkum yok bunda. Evet, eminim ki aklına hemen şunlar gelecekti. Şimdi ne yapar acaba? Ekinleri ataşe verebilir mi? O kadar ürünü yakıp yıkabilir isterse!”, düşünmesiyle kuşkuları daha da beslenip, palazlanacak ve onu yutuverecekti oracıkta. Bunun gibi şeyler..." Sonra durup yüzüne bakıyordu Cemşid Ulu'nun da onu hiç böyle düşünceli görmediği için, salt gittiği yerlerden geri dönmesi için diyelim. "Yoksa anlamadın mı hala?”, diye sorguluyordu Kiyanüs.
"Hayır!", diye karşılık veriyordu Cemşid Ulu.
"Şimdi bu çağda düşündüğümüzde?", diyordu Kiyanüs,
"Evet!”, diyordu Cemşid Ulu. Sonra.. "-Peki öyle olsun, deyip, sonra da çekip gitmenizi ele alalım!”, diyordu Kiyanüs,
"Peki öyle olsun!”, diyordu Cemşid Ulu. biraz bekledikten sonra.. "Bu çağa göre hiç de yakışık almayan bir tavırdı.",diyordu Kiyanüs, Cemşid Ulu hiçbir şey anlamamış gibi yüzüne bakarken.,. "Benim anlatmaya çalıştığım şey kısaca buydu!", diyordu Kiyanüs.
"Ne bileyim.Tehdit edebilirdiniz!”, diyordu Kiyanüs, sonra o bildik tok kahkahalarından birini atıyordu; “Hahhahha!”, diye. Uzun bir sessizlikten sonra arabasının lastiklerini patlatmak, camlarını kırmak gibi…", diyordu Kiyanüs, sonra yine peşine tok kahkahalarından birini daha patlatıyordu.. “Hahhahha!”, diye..
Durup, Cemşid Ulu'nun yüzüne bakıyordu; o karanlıkta gözlerini Kiyanüs’e dikmiş bekliyorken.
"Şimdi böyle davranmak gerekiyor!", diyordu Kiyanüs. "Hahhahha…hahhahha!"
Uzun bir sessizlikten sonra, "Viyana'da kaldık!", diyordu Cemşid Ulu. "Marş, marş!", diyordu Kiyanüs. "Ben komut veriyorum!", diyordu Cemşid Ulu. "Çocuklar nasılsınız?”, diyordu Kiyanüs. "İyiyiz Kiyanusum.. Kartondan aslanlar gibiyiz!", diyordu çocuklar...
"Hehheh!..hee!"
"Kihkih... kih! "
"Kale düşmek üzere, dikkat et Cemşid Bey!", diyordu Kiyanüs.
" Bak bu sefer işin bitik!", diyordu da, " Plevne’ye benzemez bu iş!" diyordu da, "Kaç etti ?”, diye soruyordu Cemşid. "Bununla üç!", diyordu Kiyanüs. "Yine öndesin!", diyordu Cemşid. "Hehheh... hee!", diye gülüyordu Kiyanüs. "Kihkih... kü!", diye gülüyordu Cemşid.
Gülümsemiş, sonra kırbacını çimmelerinde şaklatmış, daha sonra oyuna dönmüştü Dehhak Döngel. SAVAŞ OYUNLARI son günlerde çok hoşuna gidiyordu, gitmesine ya..
"Kiyanüsüm! ", diyordu Cemşid Ulu. "Evet!" diyordu Kiyanüs. "N'olacak şimdi?”, diye soruyordu Cemşid. "Mavi yakalı askerlerin durumu çok berbat!" diyordu Kiyanüs, "Dökülüyorlar!"
"Beyaz yakalılarınki çok mu iyi sanki?”, diyordu Cemşid Ulu, "Ben olmasam.."
"İdare ediyoruz!", diyordu Kiyanüs.
"Sizinkiler kaleyi iyi kuşatmışlardı ama…", diyordu Cemşid Ulu.
"O kadar kayıptan sonra Cemşid Bey!", diyordu Kiyanüs, "Herhalde yani!" Sonra yine..
"Hehheh... hee! " diye gülüyordu da, "O kadar insana bir kale!”, diyordu Cemşid Ulu. "'Değer miydi sizce?” sorusuna. "Yine ben kazandım Cemşid Bey!", diyordu Kiyanüs. Sonra yine..
"Hehheh… hee!", diye gülüyordu.
"Evet, siz kazandınız Kiyanüsüm!", karşılığını veriyordu Cemşid.
Bu dalgınlıkla 19 numaranın düğmesine dokundum, almacı sağ kulağıma götürüp karşı tarafın telefonu açmasını bekledim. Karşı taraf "Alo buyurun Finamek Bey?", yanıtını verince. "Şehrazat Hanım orada mı?”, dedim, "Feridun Bey muhasebeye uğramasını söyledi.. Evet.... Ben de üzüldüm... Yazık oldu!"

-II-
"Gösterişsiz hiçbir şeyimiz yok artık!”, dedim, "Gösterişlerden hoşlanıyoruz!”
Şehrinaz hiç konuşmadan yüzüme bakıyordu, şimdi bu da nereden çıktı, der gibi iğneleyici bakışlarını yorgun yüzümde dolaştırırken, kenara çekildim. Aynalardan kaçıyorum.. hep o Cüce Kasap yüzünden. Odanın kapısını açık bırakmıştım. Arkamdan Şehrinaz bağırdı: "Nereye gidiyorsun Finamek?”
"Hiç, hiç!" dedim, "Şimdi dönerim!"
Kapıyı usulca kapayıp kendimi sokakta bulmanın keyfîni sürdüm, kıyıya indim, kıyıda yürümeye başladım, uzaktan kulağıma müzik sesleri geliyordu, bu günlerde modaydı, her yerde çalıyorlardı dedim, ne olacak? Sonra kıyıda yürüyen bir gölgenin peşini bırakmak istemeyen Siyah Pelerinli Kadın’ı gördüm..
Dalgaların sonsuz çağrışımlarına eklenen akreplerin burunları.. havada ay saatinin yaklaştığını duyurmak için böyle davrandıklarını yaşlı adam söylerken, siyah pelerinli kadının uzaklara baktığını gördüm..
Kimi zaman bundan çok mutlu, kimi zaman da bundan çok korkmuş bir halde yürürken, o insanı, ikinci kez mağaranın ağzında gördüm..
Şekerciye benzeyen yaşlı adamın yanında bir de balık etlisi kadın durmaktaydı; ona ne anlattığını bilmiyordum, ama kolunu uzatmış, işaret parmağıyla bir yer gösterdiğini gördüm..
Şehrinaz'ı şaşkın bakışlarıyla onlara bakarken, aynı lanetlik müziğin kulaklarımda yankılandığı ve karımın beni sinir etmek için orada bulunduğunu söyleyen Kiyanüs’ün kucağındaki beyaz tavşanları da gördüm..
Kapının girişinde duvara yaslandırılmış mankeni de gördüm..
Reyoncu kız, "Adı, Müjgan olsun bundan böyle!”, dediği hasır şapkalı mankenin markette adının nasıl Müjgan'a çıktığını da gördüm..
"Müjgan Müjgan mıydı, Şehrazat Şehrazat? Pürmaye Pürmaye miydi? Gave Gave miydi? Finamek, Finamek; Cemşid Cemşid miydi? Ya Cendel.. Ya Mihri Mah.. Azadecuy.. Dehhak Dehhak mıydı?", dedim, "Hayat belki de bir oyundu! Filmlerdeki gibi kahramanları vardı, kameramanı ve yönetmeni!”
Sonra..
Şehrinaz'ın gözlerini düşündüm. Gerçekten de sinema tarihinde unutulmaz sarışınlar arasına girmiş o kadının gözlerini andırmaktaydı. Afişteki hali bile ona düşsel bir kadın imajı vermeye yetip de artıyordu. Şimdi de düşsel kadın imgesini yakalamış, peşini bırakmak istemiyordu sanki. Bu imgeye yerleşen kadını ne kadar kıskansam azdı. O kadını evde daha çok Büyük Baba’nın sevdiğini, hiçbir filmini kaçırmadığı halde anlaşılmaz bir ifadeye sahip bakışlarından etkilenen o insanı, sonra günlerce süren yalnızlığını, yemeden içmeden kesildiği o günleri anımsadım. Babaanne’nin bundan hep dert yandığım, adını bile doğru düzgün söyleyemediği kadının yüzünden - insanı etkileyen dişi ilahenin gözleri yüzünden- kocasının bu hale düştüğünü ailede aslında bilmeyen yoktu. Büyük babadan çekindikleri için sessiz kalmışlardı. Hatta kendine gelmesini ve eski haline döner dönmez ona kavuşmanın coşkusunu yaşayacakları anı nasıl da sabırsızlıkla beklediklerini, Şehrinaz anlatmasa hiçbir zaman öğrenemeyecektim.
Greta Garbo'yu seviyor, efsaneleşmiş Merline'i biraz abartılı buluyordum nedense. Babasının kuşağını etkilemiş bir insanı, o kuşağın neredeyse taptığı kadını asaletli bulamıyordu. Beyaz perdenin o yıllarda böyle bir insanı yıldızlaştırması, sanki kaçınılmaz gibi görünmüştü. Büyük Baba’ya hak vermeden duramadım. Şehrinaz artık düşsel bir kadını oynayarak o bakışlarıyla herkesi her zaman etkilemeyi başaracaktı, diye düşündüm ki.. silkinip kendime gelmek istedim hemen.. kendine gel, dedim Finamek, -yok kendine Gel Cemşid, yoksa kendine gel Gave mi demeliydim?- hangi yüz yılda yaşıyoruz biz? Ya anlattıkları doğruysa, dedim, hepimiz mahvolduk demektir, dedim.. Kiyanüs’ün bir de kulağına gittiğini bir düşün dedim sanki karşımda biri varmış gibi onunla dertleşiyor, bana bir akıl fikir vermesi için bekliyordum. Sonra dün akşam anlattıklarını düşündüm. Filmin en ilginç bölümlerinden birini anlatıyordu.. Havale teyzenin akşam kahvaltısını hazırladıktan sonra yanıma gelmişti Şehrinaz.. bir kadın kaprisi sezmiyor değildim hani, hareketlerinden.. Film anlatmak istediği zamanlar sokulgan bir kedi gibi davranır.. beni olmadık zamanlarda böyle kışkırtan kadını, dün akşam anlattıklarıyla ölçmeye çalışmam hiçbir fayda sağlamayacak gibiydi.
"Ne yapıyorsun orada?”, diye sormuştu Şehrinaz.
"Hiç, hiç!", demiştim ben de.
Karımın ne zaman geldiğini bile fark edememiştim. Yüzü asık ve düşünceliydi. Belirsiz bir noktaya bakakalan beni uyandırmıştı, Şehrinaz bu soruma ne yanıt vereceğini bilemiyormuş gibi şaşkın ve çaresiz görünüyordu.
"Nerede kalmıştık?”, demiştim ben de.
"Kasabın, Şekerci’nin insanlardan bir sır gibi sakladığı şeyi öğrendiği gün yıkıldığı bölümde kalmıştık!”, demişti Şehrinaz.
"Kasabın öğrendiği şey neydi?”, diye sormuştum ben de. "Anlatacaklarım seni şok edecek!”, demişti Şehrinaz. Susunca iyice meraklandım, sessizlikten korktum da.
"Şekerci aslında bir tarikat üyesiydi!”, demişti Şehrinaz, Çalıştığı yerde bunun için sevilmiyordu belki de. Onu seven hiç kimse yoktu.. taa ki o kız karşısına çıkıncaya kadar!"
"Bu sahne çok ilginç!”, demiştim, "Hadi hadi anlatsana!"
"Sabırlı ol!”, demişti Şehrinaz, "Önce loncayı anlatmam gerekir!”
"Nedenmiş o?”
"Her şeyi daha iyi anlayasın diye!”, demişti Şehrinaz, "Budala!”
"Yıllardan beri süre gelen bir sırrı da vardı tarikatın!”  " Düşünsene bir... yıllardan beri süre gelen bu sır.. evet ,evet, Şekercinin yüzünde cisimleşmiş gibi ona bakan bir daha bakmaya çekinirse, Kasabın yerinde sen olsan ne yapardın?”
"Ben mi?”, diye sormuştum ürpertiyle. Gözlerim gözlerinin içine değiyor, her şeyi öğrenmek aşkıyla yanıp yakılan bir insan olduğumu ona göstermek istiyordum. Aynalar bir şey göstermiyordu, aynalar siyah toz kütlesiyle örtülmüştü, aynalar yalandı şimdi! Sonra bana söz hakkı tanımadan daha, "Şekercilik mesleği yasaklandığında!”, demişti Şehrinaz, "Bunlar tabi ta Anadolu'nun kaos zamanında olan şeylermiş, Cemşid! Sakın yanlış anlayıp da birbirine karıştırma emi? Atalarının Orta Asya'da şeker kamışıyla uğraştığı yine ona çocukluğunda anlatılan şeylerin arasında yer almaktaydı ki; Şekerci bunları hiçbir zaman unutamıyor, içini de kolay kolay kimseye açamıyordu çalıştığı yerde. Lanetlenmiş adam işte o yasak loncanın üyelerindendi, aynı zamanda okumuş, entelektüel ve de eski Tiroçkist'lerden olan Şekerci, bu sırrını bir gün çok sevdiği, yürekten bağlandığı o insana açınca hayatının en büyük hatasını yapıyor!”
"Nasıl?”, demiştim ben de.
"Sırrını açıkladığı insan onu basit bir insan gibi görüyor ve onunla alay ediyor, yaptığı şeylerin üstüne gülmekle kalmayıp, çalıştığı yerde herkese anlatıyor sırlarını ve Şekerci bitmiş, son bulmuş bir dünyanın insanı olarak iyice kahroluyor, o güne kadar bir çocukla konuştuğunu ve onu anlamadığını, aralarına yabancı bir dilin girdiğini fark ediyor. Ne yapacağını bilmez bir halde dönüp dolaşıyor artık çalıştığı yerde!”
"Oysa onu ne kadar çok sevmiş!”, demiştim ben de, "Ona ne kadar çok değer vermiş!”
"Gözlerinin önüne getirsene bir!”, demişti, "Şekercinin geldiği lonca o tarihlerde yasaklanıyor, Padişah’ın Fermanı’yla! O yıllarda loncanın ele başları bir gemiyle Mısır'a sürgüne gönderiliyorlar... Ama ele başları bir yolunu bulup İran'ın kuzeyine nasıl gittikleri sırrını filmde de koruyor!”
"Bunların hepsini o insana mı anlatıyor Şekerci!”, diye sormuştum.
"Evet!”, demişti Şehrinaz, "Genç reyoncu kız, vakit buldukça Şekerci'nin yanına gidiyor, aralarında güzel bir diyalog başladığı için Şekerci içini açmakta bir sakınca görmüyor tabi ki. Kadınları çeken bir büyü var onda, bir sır, belki de lanetlenmişliğin verdiği bir etki yüzüne vurmuş. Kasap da daha ilk görür görmez bundan çekiniyor, Karısı Ş.,'nin ona kapılmasından korkuyor, bir zaman gelecek ki Kasabı bu kaygısı yiyip yutacak!”
"Ne zaman?”, demiştim, "Ne zaman yiyip yutacak?”
"Filmin ilerleyen dakikalarında göreceğiz.. bakalım!”, karşılığını vermişti Şehrinaz.
Belki de o sır onu da kurtaracaktı, diye düşünmüştüm, rahat bir soluk alması için hepsi bu sırla sırlanmış olabilirlerdi?
"Neyin var Finamek?”, diye üsteleyince Şehrinaz.. "Hiç, hiç!", demiştim ben de, "Bir şeyim yok.... İşine bak sen!" önce Cemşid demişti, sonra sanki o an da Finamek demiş gibi.. bu kadın beni çıldırtmak için gönderilmiş biri olmalı. Büyücü Şehrinaz!
Yürüdüm, bir sokak kalmıştı, son anda fikir değiştirip sahile indim, kayaların oraya doğru yürüdüm, güneş gözümü alıyordu, insanlar seyrekleşmeye başladı, sonra kayalıkların tepesinde Kiyanüs’ü gördüm.. Yine her zamanki gibi heybetliydi, kır düşmüş saçlarını rüzgar savuruyordu, daha da yaklaştığımda elindeki kırmızı karanfilleri gördüm, dalgındı, beni bile fark edemedi, göz göze geldik, gözleri ıslaktı, demek ki önceden ağlamıştı, dedim, ağlamaklı haldeki Kiyanüs’e şaşırmamak elde değildi, kırmızı karanfillerden birini kokladıktan ve de dudaklarının arasında ne söylediği anlaşılmayan sözler sarf ettikten sonra denize fırlatıyordu, o esnada bakışlarındaki parıltı insanı etkileyecek kadar vardı..  koklayıp öptükten sonra denize attığı karanfilleri..  suyun yüzünde bir zaman oyalanan karanfilleri sonra dalgalar alıp götürüyordu. Çok sonra beni fark etmişti. Bundan kimseye söz etmemem için sert bir bakış fırlatmıştı. Döndüm, ters istikamette yürümeye başladım, başımda yine aynı dert, Kiyanüs hiç de göründüğü gibi biri değildi, sert mizacının altında yumuşak kalpli bir insan yavrusu dururmuş da haberimiz yokmuş bunca zamandır! "Dünya böyle tuhaf rastlantılarla doludur!", dedim, "Şehrinaz! İşte bak! Kiyanüsümüz da taş kalpli birisi değilmiş!” Kendi kendime konuştuğum için, caddenin kalabalığında bana bir çatlakmışım gibi bakanlara dilimi çıkardım, "Bööü!", yaptım ki beni rahat bıraksınlar.

cemal çalık


Devamı