• Televizyon ve Rol Model Kalıplar

    koray demir

    Televizyon hiç şüphesiz modern çağın kitle iletişim araçları içinde en başarılı olanı...

  • Sosyal Medya ve Dijital Ayak İzimiz

    tolgahan osmanoğlu

    Sosyal medyanın hayatımıza bu denli girdiği günümüzde, gündelik hayatta attığımız her adımı paylaşma ihtiyacı duyar olduk...

  • Unutmak Mümkün Değildi Unutmamak İçin Yazdım

    bilge dilek yıldız

    Ben artık diye başlayan her cümle içinde değişimi barındırır...

  • Ölüm

    nasuh numan

    Her canlı ölümü tadacaktır.*Ankebut 57*

  • 05:50 Uykusuzlukla Hiçbir İlgisi Olmayan Kamu Spotu

    cansu şengün

    Kırılıp döküldüğün anlardaki maskeni yırtmamaya ne dersin?

  • Üç noktalar koymaz bana

    handan güler

    Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı.

seçkin deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seçkin deniz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Dua, Matematiksel Bir Zorunluluktur



Teorem:

"Dua, insanı güçlü kılan tek şey değildir; en büyük şeydir." 


İspat: 

A- Giriş:  

Önce tümevarım yöntemini izah etmem gerekir. Tümevarım yöntemi, ardıl basamaklar sonucunda herhangi bir genel geçer kuralın, genel geçer kural olduğunu kanıtlamaktır.

Somut olarak; eğer 1'den 10'a kadar ki sayıların toplamı için ((10) (10+1))/2 =55 sonucunu veren bir kurguyu genellemek gerekiyorsa,  n(n+1)/2 genel kuralının ispatlanması gerekir.  Bunun için de üç adım var:

 i) n=1 için kuralın doğru olduğunu göstermek,
ii) n=k için bu kuralın doğru olduğunu kabul etmek,
iii) n=k+1 için bu kuralın doğru olduğunu ispat etmek


B- İspatın Adımları; 

i) İnsan, gücünün yettiği her şeyi yapabilir.
ii) İnsanın, gücünün yettiği herhangi bir şeyi - imkan koşulu dikkate alınarak- yapabildiğini kabul edelim.
iii) İnsanın imkan koşulu zorlandıkça, imkansıza ulaştıkça, gücünün yeteceğini ispat edebilir miyiz?


C- Analiz:

İşte sorun burada başlıyor...

 iii. adımda insanın her şeye gücünün yeteceği iddiasını kanıtlayamayacağız, kanıtlayamayınca da insanın gücünün her şeye yetmeyeceğini kabulleneceğiz.


D- Sonuç:

Bu durumda, "Tümevarımın ilk iki adımında kolaylıkla kanıtlayabildiğimiz şeyler, insanı güçlü kılan tek şeylerdir." diyeceğiz ve "Dua, insanın imkansıza karşı kendisini yaratan güçten aldığı en büyük şeydir "  ya da  "Dua, insanı güçlü kılan tek şey değildir; en büyük şeydir." hükmünü kabulleneceğiz


E- Değerlendirme:
Tümevarım, akıl yürütmenin en sağlıklı yoludur. Dua bir yardım talebidir. Duanın insanı güçlü kılan tek şey değil, en büyük şey olduğunu başka türlü izah etmek de mümkündür.

seçkin deniz


Devamı

AB Dağılırken…



AB Başkanlığı ve AB Dışişleri Bakanlığı gibi yüksek dereceli tartışmalar gündemdeyken AB’nin dağılmasından söz edebilmek güç gelebilir; fakat aynı tartışmaların geçmişi, derinliği ve yaşanan anlaşmazlıklar dikkatle incelendiğinde ‘Dağılma Olasılığı’nın, birliğin Başkanlık gibi üst bir temsiliyet makamı ile daha da güçlenme olasılığından daha yüksek olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Zor işlerin altından kalkma becerisi gelişmemiş olan Avrupa Birliği ülkeleri-aslında Fransa ve Almanya- Başkanlık görevini, küçük bir ülkenin etkisiz bir liderine devrederek kendi ulusal duvarlarını yükseltmeye devam edeceklerdir. Yüksek profilli bir başkan seçememek, açık bir şekilde Avrupa Birliği’nin güçlendiğine değil, zayıfladığına ve dağılmaya başladığına dair en büyük delildir. AB güçlenmek isteseydi, temsiliyetten daha öte bir AB Başkanlığı çerçevesi çizerdi. Güçlenmeyen birliklerin zayıflaması ve nihayetinde dağılması sıradan bir doğa olayıdır.



En son Çeklerin Lizbon Anlaşması’nı onaylamasının ardından son durum şu(*):

A.Son Fotoğraf:

Avrupa Birliği liderleri, 19 Kasım'da birliğin ilk başkanı ve dışişleri temsilcisini kararlaştırmak için özel bir zirve düzenleyecek. Atamalar, 27 üye ülkenin liderleri tarafından yapılacak oylamada nitelikli çoğunluğun oyu ile yapılacak. Lizbon Antlaşması uyarınca, Avrupa Konseyi başkanı iki buçuk yıllığına atanacak. Görev süresi bir kez uzatılabilecek. Bu görevin oluşturulması ile hedeflenen ise AB'nin başlıca politika alanlarında daha fazla devamlılık ve istikrarın sağlanması. Başkanlık için Belçika başbakanı Herman Van Rompuy'un yanında diğer adayların, Hollanda başbakanı Jan Peter Balkenende ve Lüksemburglu mevkidaşı Jean Claude Juncker olduğu söyleniyor. İtalya'nın orta sağ kanattaki eski başbakanı Massimo D'Alema ise AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi görevi için şansı en yüksek adaylardan biri olarak görülüyor. Bu görevi üstlenecek olan isim aynı zamanda Komisyonun başkan yardımcısı olacak. Lizbon Antlaşması 1 Aralık'ta yürürlüğe girecek. Zirvede kararlaştırılacak üçüncü isim ise, Konsey Sekreteryası'nın Genel Sekreteri olacak. Bu görevi üstlenecek olan isim, 27 AB hükümetini bir araya getiren Konsey'in işleyişinin yönetiminden sorumlu olacak.

B.Sondan İki Önceki Fotoğraf:

Bundan bir süre önce İngiliz tarihinde arka arkaya 3 seçim kazanan tek İşçi Partisi lideri olan Tony Blair, Irak Savaşı yüzünden partisinde çıkan isyan üzerine Haziran 2007`de başbakanlığı Gordon Brown`a devretmek zorunda kalmıştı. Aralık 2007 ‘de Vatikan’ı ziyaret ederek Katolik olduğunu ilan etmiş; muhtemel AB Başkanlığı için kulis yapmaya başlamıştı. Daha sonra BM çatısı altında kurulan Ortadoğu Dörtlüsü`nün temsilcisi olmuştu. O dönemde AB Başkanlığı için Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker, Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen ve Polonya`nın eski Cumhurbaşkanı Aleksander Kwasniewski`nin isimleri geçiyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy, Lizbon`da yaptığı açıklamada Blair`in 'en Avrupa yanlısı İngiliz' olduğuna işaret ederek, AB başkanlığı için iyi bir isim olacağını kaydetmişti.

C. Sondan Bir Önceki Fotoğraf:

Köprünün altından çok sular aktı. Danimarka Başbakanı Rasmussen NATO Genel Sekreteri oldu. Almanya, Blair’e sıcak bakmadı ve Blair devre dışı kaldı. Aslında Blair, ABD`nin 2003 yılında Irak`a girmesine desteği nedeniyle çok tercih edilen bir isim değildi. İngiltere`nin AB`nin ortak parası euro ve birliğin serbest dolaşım alanı Schengen`e dâhil olamaması Blair`in şansını iyice azaltıyordu. AB zirvesinde Blair`in adaylığına en büyük darbeyi kendi siyasi ailesi Sosyalistler vurdu. AB Başkanlığı yerine yine Lizbon Anlaşmasında AB Komisyonunun başkan yardımcılığını da üstlenmesi öngörülen AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi`nin kendilerinden atanmasını isteyen Sosyalistler, Blair`i kendi ailesinden bile destek alamayan bir aday konumuna itti.

Brüksel`de `yüksek profilli` bir başkan görmek istemeyen Almanya Başbakanı Angela Merkel`in de Blair`e yeşil ışık yakmaması, eski İngiliz Başbakanına daha önce desteğini açıklayan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy`yi de tavrını gözden geçirmeye zorlarken, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi`nin kızıl hastalığına yakalanıp zirveye gelememesi, Blair`i en büyük destekçisinden mahkûm bıraktı. Blair`e karşı çıkan AB liderlerinin açıklamalarında Irak savaşına özel atıf yapılırken, Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, "Gelecek nesiller, Irak, Bush ve Tony Blair arasında bağ kurmaya devam edecek",dedi. Blair`in önemli konularda doğru tavır alamadığını ve Avrupa`yı temsil edecek en iyi aday olmadığını söyleyen Asselborn, 'O birleştirmekten çok bölen biri` suçlamasında bulundu. Blair`i desteklemesi beklenen İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ise fikrini değiştirerek Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende`yi tercih edeceklerini açıkladı. Tony Blair`in büyük ölçüde yarış dışı kalmasıyla, uzlaşmacı kişiliğiyle ve düşük profilli yönetim tarzıyla tanınan Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkenende, AB Başkanlığı için en muhtemel isim olarak öne çıktı.

Öte yandan Blair`in en azılı rakibi ve AB`nin Euro grubunun başkanı Juncker ise, Fransa ve İngiltere`nin eleştirilerine maruz kaldı. Le Monde gazetesinin sorularını yanıtlayan Juncker, ``Eğer AB için iddialı bir vizyon ortaya koyacaksa, başkanlık göreviyle ilgileniyorum`` dedi. Tecrübeli politikacı, bu tür bir teklifin gelmesi halinde, reddetmesi için hiçbir nedenin bulunmadığını söyledi. Göreve aday olmayacağını, teklif gelip gelmediğine bakacağını ifade eden Juncker, tek koşulunun bu görevin iddialı bir AB yaratılması hedefine sahip olması olduğunu söyledi.

Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende, Finlandiya`nın eski Devlet Başkanı Paavo Lipponen, Letonya`nın `Demir Lady`si` unvanını alan Vaira Vike- Freiberga`nın adları da kulislerde zikredildi. Daha sonra AB başkanlığı için kulislerde Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel’in adı tekrarlanmaya başladı.

AB Başkanı’nın Birlik İçi Stratejik Önemi:

AB başkanlığına oturacak kişinin, öncelikle, bir AB ülkesinin eski devlet ve hükümet başkanı olması ve AB`nin Hıristiyan Demokratlar ailesine üye olması gerekiyor. Büyük ülkelerin hırslarını, küçük ülkelerin ise hassasiyetlerini kavrayabilecek birisi olması isteniyor. Dönem başkanı İsveç'in başbakanı Fredrick Reinfeldt, "Kilit görevler arasında sağ ve sol siyasi figürler, Kuzey ve Güney Avrupa, büyük ve küçük ülkeler, kadınlar ve erkekler arasındaki dengenin gözetilmesinin pek çokları için önem arz ettiğini" söylüyor.

AB Başkanlığı’nın Küresel Stratejik Önemi:

Başlangıçta ABD’ye karşı oluşturulmak istenen Avrupa Birleşik Devletleri’nin test mekanizması olan AB Başkanlığı, Avrupa Birliği çatısının son basamağıdır.

Analiz ve Sentez:

AB dağılacak mı? Bu sorunun cevabını aramadan önce 26.08.2008 tarihli ‘Euro ve Chopin; 2010'dan Sonra Euro Yok’ başlıklı analizin sonuç bölümüne ve 01.01.2008 tarihli ‘Yahudiler Terk ettiler; Avrupa İçe Kapanıyor’ başlıklı analize bakmamızda fayda var:

“Sonuç olarak; Euro gün geçtikçe Avrupa Birliği vatandaşlarının gözünde itibarını yitirmekteyken, daha doğrusu tüm ekonomik ve sosyal olumsuzlukların sebebi sayılmaktayken fiili olarak da çatırdamış; çöküşün eşiğine gelmiştir. Avrupa Anayasası ile ilgili olumsuz gelişmeler, Avrupa Birleşik Devletleri'ne giden yolun sıradan politikacılar sebebiyle tıkanması ve ortak iç ve dış politikalar üretilmemesi, iç politik unsurların her Avrupa ülkesinde neredeyse bağımsızlık postulatlarına uygun bir ritimde ilerlemesi, AB'nin güvenilirlik katsayısının hızla düşmesi ve hiç beklenmeyen bir şekilde Türkiye'nin yeniden küresel bir güç olmaya başlaması Euro'nun Chopin'in notalarıyla sonsuz istirahatgâhına gönderilmesine aracılık etmektedir.”(1)

“Gerçekler apaçık oysa; Dünya ticaret dengeleri Avrupa aleyhine değişiyor. Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya ve diğer Avrupa ülkeleri teknoloji ihracatçısı olmaktan uzaklaşıyorlar (Silah ve otomotiv satışlarından kaynaklanan ihracat da onlar için yeterli değil-Fransa'nın dünya silah pazarındaki payı yüzde 8'den yüzde 6'ya düştü-). Kuzey Avrupa ülkelerinin ben merkezci ihracatı da Avrupa için bir kazanç değil. İngiltere, Fransa ve Almanya'da işsizliğin artması (%10), sosyal güvenlik kurumlarının çökme tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi, büyümenin yavaşlaması (binde 6), pazar daralması, üretim düşüklüğü ve ekonomik küçülme, teknoloji imalatçısı şirketlerin küresel sermayedarlara satılışı, büyük sermaye sahibi Avrupalı şirketlerin dış yatırımlara yönelmesi, siyasî istikrarsızlıklar, değişen sosyal yapılar, Avrupalı olmayan ırklardaki nüfus artışı, ırkçı ve militarist söyleme sahip siyasetçilerin hızla artması Avrupa Ülkeleri’nin hızla içe kapandığının kanıtlarıdır.(2)

2009 Sonunda İzlenen Manzara:

Avrupa Birliği’ni oluşturan devletler sömürgeci kapitalizmin çöküşüyle çok ciddi ve derin bir bunalımla boğuşuyorlar. Bu bunalım tek boyutlu bir bunalım değil. Yüksek Avrupa kültürü, özgüvenini yitirmiş durumda ve bu özgüven kaybı dolayısıyla marijinal akımlar güçleniyor. Avrupa ülkelerinde Avrupa kökenli olmayan birlik vatandaşlarının can ve mal güvenlikleri, Avrupa Değerleri ve standartlarının aksine gün geçtikçe daha güç sağlanıyor.

Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratlar daha sık ortak nokta bulmaya başladılar ve Yeşiller görece nesnel politikalarını Sosyalistlere ve Hıristiyan Demokratlara benzetmeye devam ediyorlar. Klasik içe kapanma refleksleri hızla güçleniyor. Özgürlükler daha kolay kısıtlanıyor; vergiler yükseltiliyor ve birlik vatandaşlarının hassasiyetleri sürekli canlı tutularak Birlik bilincinin aksine duygusal araçlar daha etkin bir çerçevede kontrol edilerek kullanılıyorlar. Dolayısıyla politik çatışmaların büyük çoğunluğunu kulislerde ve gizlilik derecesi yüksek anlaşmalarla çözmeye alışkın olan Fransa ve Almanya, vatandaşlarının fikirlerine daha çok önem verir gibi görünmeye dikkat ederek, uzlaşmazlıklarını gizlemeye çalışıyorlar. Avrupa Birliği ülkeleri, iç ve dış politik/ekonomik hamlelerini ülke çıkarlarının arkasına sağlayarak, bu tür davranışların birlik içi sorunları arttıracağını bile bile ulusal şirketlerine kaynak temininde bencil davranmaktan çekinmiyorlar. Nüfus artış hızı eksiye düşüyor ve sosyal sigorta fonları yaşlanan Avrupalıların emekli maaşlarını finanse etmekte güçlük çekiyorlar. Birliğin nitelikli iş gücüne olan ihtiyacı gittikçe büyüyor.

Öngörü:

Yakın gelecekte muhtemelen Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende(Bakınız Not) AB Başkanı olarak seçilecek. Bu seçim, Avrupa Birliği’ne güçlü bir koordinatör Başkan seçmeye niyeti olmadığını gösteriyor. Güçsüz ve uzlaşmacı bir kimliğe sahip olan Balkanende, Fransa ve Almanya’nın etkisinde kalacağı için, Avrupa Birliği, şu andaki başkansız döneminden daha farklı davranma şansına sahip olmayacak. Bununla birlikte ulusal ayrışmalar hızlanacak. Avrupa Birliği, AB Anayasası’ında öngörüldüğünün aksine küresel politikalar üretmekte zorlanacak. Uluslararası ticarette Euro’nun mübadele aracı olmaktan çıkması ve ulusal paraların tedavüle çıkmaya başlaması üzerine, AB, dağılmaya ilişkin gayri resmi sorunlarla uğraşmaya devam edecek. Almanya-Rusya ilişkileri güçlenerek sürecek ve bu ikili ilişkiye Fransa dâhil olmaya çalışarak diğer Avrupa ülkelerini kaderleriyle baş başa bırakacaklar. Ancak Fransa, Alman-Rus ilişkilerinde iki tarafın isteksizliği sonucunda üçüncü partner olamayacak. Ekonomisini finanse etmekte ve enerji ihtiyacını farklı kaynaklardan temin etmekte zorlandığından Kuzey Afrika ülkeleri ile ilişkilerini geliştirecek.

Birlikten, önce, ekonomik olarak zarar gören ve Birliğin oluşturduğu ekonomik zincirlerden yeterince beslenemeyen İskandinav ülkeleri ayrılmayı deneyecekler. İngiltere, söz ve güç sahibi olamadığı Başkanlık seçimleri sonrasında ekonomik sorunlarla başa çıkamayacak ve birlikle ilişkilerini kendi ticarî çıkarları nedeniyle sınırlandıracak kararlar almak zorunda kalacak.

Vatikan, Birlik Anayasası’na dâhil edemediği Hıristiyanlık tabanı üzerinde yeterince güç sahibi olamadığını, desteklediği Blair’in seçilmemesi ile kanıtlayarak birlik politikalarının dışında kalacak. Ve bu kaybına karşılık Fransa ile ilişkilerini güçlendirerek ayrışmayı hızlandıracak.

Sonuç:

AB, Başkanı’nı seçerken yaptığı/yapacağı düşük profilli tercihlerden dolayı dağılmaya başladığını göstermektedir. Avrupa, açıkça öngörülebilecek şekilde ortaçağ karanlığına hızla geri dönüyor. Yaşlı küremizi bekleyen en büyük tehlike Avrupa’nın ortaçağ karanlığına geri dönmesi ve savaşçı hormonlarının tekrar aktif hâle gelmesidir. Türkiye’nin enerji koridorlarına hâkim bir konumda bulunması, Türkiye’yi muhtemel bir savaş’tan uzakta tutacak gibi görünse de, Türkiye’nin etki alanlarında çıkabilecek bir savaş Avrupalıların genetik özelliklerini çağrıştırır niteliklerde olabilecektir. Yine de savaş, analizimizde yer alabilecek yakın bir öngörü değildir. Çünkü; Avrupa, savaşabilecek vizyona sahip liderlere sahip değildir.


Not: 19.11.2009 akşamı yapılan liderler zirvesinden Belçika başbakanı Herman Van Rompuy ismi çıktı. Bu isim, seçim üzerinde Almanya'nın mutlak gücünün etkili olduğunu gösteriyor. İngiltere'nin cılız etkisiyle de AB Komisyonu İngiliz üyesi Catherine Asthon AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği'ne seçildi.


(*) Derleme haberler, BBC Türkçe (11.11.2009), Sabah Gazetesi (30.10.2009) Zaman Gazetesi (23.10.2007, 27.10.2009, 31.10.2009), Yeni Şafak Gazetesi(30.10.2009), Türkiye Gazetesi (05.10.2009) ve CNNTürk’ten elde edilmiştir.



seçkin deniz



Devamı

Tersinir Önermeler ve Ayrılıkları Yutkunarak Derinleştirmek


Tersinir önermelerin insanların mevcut algılama/değerlendirme mekanizmalarını sarstığını, oluşan sarsıntının insanları en hızlı, en sıcakkanlı tepkilere zorlamasının, "mantıksal zemini" olmayan "heyecan yoğunluğu" yüksek sözel ve fiziksel tepkiler oluşmasına zemin hazırladığını- insanları kışkırttığını- kabullenmek gerekiyor. Ancak bu kabullenme, tersinir önermelerin ve bu önermeleri üretenlerin temel gerekçelerini anlamak adına, duygu yoğunluğu yüksek, mantıksal zemini çürük analizlerin öne alındığını ifade etmez. Varılan noktada sorulması gereken soru ne olmalıdır?"Tersinir önermeler mi kışkırtıcı, yoksa tersinir önermelerin alışılagelmiş kalıpları zorlaması mı?"

Tersinir önermeler olayların farklı boyutlarının analiz edilmesi adına üretilmektedirler. Kabullerin derinleştirdiği karanlıkların derinliklerine bu tür-tersinir önermeler-dikey burguların saplanmasıyla açığa çıkan, ancak başlangıç koşullarında oluştuğunu bildiğimiz negatif algı ve tepkilerin, gerçekte geçmişin koruyucu kalkanlarıyla korunmakta olduğunu bize anlatacak ve bu kalkanların sarsıcı darbelerle delinmesi gerektiğini düşünmemizi sağlayacaktır. Kanıksanmış/kabullenilmiş ve tabulaştırılmış her şey gibi, dokunana ağır bedeller ödetmeyi hedef seçmiş olan bir yaklaşım, insanlara ayrılıkları yutkunarak derinleştirmeyi önermektedir ve bu yaklaşımın kötü niyetli olduğu apaçıktır.


Tersinir önermelere yüklenebilecek olan sorumluluk veya suç, diğer önermelerin sağladığı sosyal faydaların sürmesi adına tepki verenlerin kullanabileceği bir araç olabilir. Onlara göre; derin ayrılıkların veya çatışmaların,sessizlik ya da tepkisizlik zemininde yakaladığı "ölü ritim" geçmişten gelen olumsuz yüklerin sürekliliğine katkıda bulunmaktan ziyade,farklılıklardan kaynaklanan çatışmaları engellemektedir. Oysa kolayca önerilen ve gerçekte sanıldığından çok daha fazla zarar veren "ölü ritim", sorgusu yapılmamış bir çok olguyu, olayı her an patlamaya hazır birer "bomba" olarak canlı tutacak ve bu tavrın sonrasında taraflar arasında ayrılıklar yutkunarak derinleştirilecektir. Yani önerilen tutum eski çıkarların sürmesini sağlamaya yöneliktir, denebilir.

Ayrılıkların derinleşmesi, -bilinenin aksine- farklılıkların tartışılmasıyla sürmez. Farklılıkların tartışılması karşılıklı sınırların belirlenmesini ve beklenti ya da isteklerin "makul" seviyelerde tutulmasını sağladığı gibi, ayrılıkların derinleşmesini de (engelleyemese bile) belirli bir aralıkta tutar..Asgarî müştereklerin tesbiti farklılıkların tartışılmasıyla mümkün olabilir. Karşılıklı farklılıkların insanlara dayattığı "daimi pozisyonlar" ın sağlığı ,farklılıkların analizi ve kabuller mekanizmasının mantıklı işleyişi ile ciddi bir şekilde bozulmalı,ayrılıkların derinleşmesi engellenmelidir.Kuşkusuz hedef ittifak oluşturmak ise,gerçekleşmesi en gerekli ve en önemli olan da budur.


Olumsuz yüklerden beslenen yapıların veya yapılanmaların, tersinir önermeleri hoş karşılama olasılığı bu sebeple neredeyse sıfırdır. İnsanlar tarihin hiç bir döneminde çatışan yönlerini saklayarak barışı ve işbirliğini sağlamayı başarabilmiş olmadılar; bundan sonraki dönemlerinde de başarabilecek değillerdir. Özellikle egemenlik alanlarındaki çatışmalar insanların tutum ve pozisyonlarını sürekli sorgulamaya zorlamaktadır.


Tersinir önermelerin, mevcut tutum ve pozisyonların tümünü sürekli olarak sorgulanmasını sağlayan özelliği, "konuşarak anlaşmak" zeminine taşınmayı kolaylaştırır. Eski sorulara verilecek cevaplar da nihayetinde çoğunlukla eski olacağına göre, yeni cevaplar için yeni sorular sorulmak zorundadır. Bu düzlemde tersinir önermeler, çatışmayı değil,anlamayı; ayrılıkları derinleştirmeyi değil,ayrılıklardan kaynaklanan derin sebeplerin ayrılıkları derinleştirmesini engellemeyi hedefler. İnsanların içlerinde tuttukları sorular, cevaplanmayacak olan sorulardır. Cevaplanmayan soruların da katı tutumları sağlamlaştırdığı aşikârdır.


seçkin deniz


Not:  Tersinir önerme; alışılageldik önermelerin tersini üreterek, sorunu  mevcut durumundan bulunabileceği daha başka bir duruma taşıyarak elde edilen önermedir..  Örnek: ayrılıkları susarak derinleştirmek ya da konuşarak asgari müşterek bulmak.


Devamı

Eleştiri Ve Siyâsî İktidar


Eleştiri, bir katkıdır; onun olumlu ya da olumsuz olması katkı olması gerçeğini değiştirmez. Olumsuz, yıkıcı/dışlayıcı eleştirinin akla getirdiği hususların tümü karşı değerlendirme ve yeni yorumlarla usta ellerde olumlu bir eleştiri olarak dönüştürülebilir.

Akıllı bir düşmanın eleştirilerinin açıkça "olumsuz" olmaması ile niyetinin olumsuz olması arasında bu tarz bir katkıda bulunmamak ilişkisi vardır. Yine bu tür eleştirilerin de ters determinist yaklaşımlarla olumlu katkıya dönüştürülmesi mümkün olabilir. "Düşmanının övdüğüne dikkat et,yerdiğini yap" anlayışı ile "düşmanın seni övse de-övmese de,yerse de-yermese de onun sözlerini duy;inanma, ama sakladıklarını anlamaya gayret et, hamleler yap" anlayışı arasında çok büyük derinlik farklılıkları vardır. İlki sıradan ve kolayca yönlendirilebilen bir anlayıştır, ikincisi ise her türlü manevra ve niyeti "fayda"ya eviren, yönlendiren bir anlayıştır. Buna göre bilgi ve algı donanımı yüksek dostun acı hatırlatmalarına/uyarılarına eleştiri dense bile,cehâletle mücehhez bir dostun eleştirilerinin içeriği acı değil, zarar vericidir. Dostun niteliği bu hususta önemlidir. Söyledikleri de katkıda bulunmak amacını taşımak zorundadır. Zira; düşmanın eleştirilerinde bile katkı numuneleri aramak mümkünken cahil dostun eleştirilerinde katkı zerreleri bulmak neredeyse imkansızdır.


Yorum için ana malzemelerini yönlendirilmiş/kasıtlı iletişim kanallarından, dedikodu merkezlerinden tedârik edenlerin unuttukları en önemli husus, onlar iyi niyetli olsalar bile yapacakları yorumlar dolayısıyla verecekleri zararın boyutlarını hesaplayamamalarından doğan sorumluklarının büyüklüğüdür. (Elbette yönlendirilmemiş iletişim kanallarının varlığından bahsetmek safdillik olacaktır,ancak sezgilerin, zekâ'nın ve aklın insana verdiği güç,ayrıştırmayı ve doğruyu tesbit edebilmeyi kolaylaştıracaktır.)

İktidarları eleştirmek, iktidarların etki alanındaki herkes için en doğal haktır. Hatta çok uzak ülkelerin insanları bile eğer üretilen dış politika unsurlarından zarar görmüşlerse veya umdukları faydayı bulamamışlarsa eleştirme haklarına sahiptirler. Zira burada esas mesele bireylerin fayda beklentileridir; bireylerin niyeti ve beklentileri -niyetlerin ve beklentilerin içeriği veya türü ne olursa olsun- gerçekleşmediği takdirde etkilenenin eleştiri yapması doğaldır.


İktidarlar toplum tarafından eleştirilirler ve bu eleştiriler seçimli sistemlerde seçim dönemlerinde "oy/rey/tercih "olarak somut tepkilere dönüştür. Diğer sistemlerde ise eleştiriler uzun bir süreçte daha farklı ve şiddetli tepkiler halinde ortaya çıkabilir.


Bireylerin veya bireylerin farklı amaçlarla oluşturdukları gurupların, siyâsî iktidarlar üzerinde kurdukları baskılar analiz edildiğinde de temel eleştirel kıvrımların bireylerin veya ait oldukları gurupların hayat anlayışlarına hizmet eden teşekküller/haklar ve eylemler doğrultusunda oluştuğu görülür.


Türkiye, iktidarlar, beklentiler ve iktidarlara yöneltilen eleştiriler açısından çok renkli bir öz geçmişe sahiptir. Ne yazık ki; bu özgeçmiş bireyler ve guruplar açısından olumsuz gerçekleşmelerle doludur. Bireyleri ve toplumu farklı ideolojik kaygılarla dönüştürmeye çalışan azınlıkların önde tuttukları ve iktidar eliyle dayattıkları bireysel ve gurupsal beklentiler, ülkenin büyük çoğunluğunun değerlerini ve beklentilerini "çöpe" atmayı gerektirmiştir. Çoğunluk, "çöpe" atılan değerlerini ve bu değerlerle ilgili beklentilerini asla unutmamış ve her fırsatta açıkça ifade etmiştir. Ancak seçilen iktidarların çoğunluğun beklentilerine uygun politikalar üretmesi mümkün olamamıştır. Siyâseti egemenlik aracı olarak görenlerin, kendilerini seçenlerin seçme gerekçelerini sadece seçilme dönemlerinde önemsemeleri halkın siyâsî iktidarlara güvenini zedelemiş, dolaylı olarak da iktidarlar bireylerin ve gurupların beklentilerine kısa-orta-uzun vâdelerde cevap verecek politikalar üretmiş olsalar bile kendilerini anlatmakta âciz kalmışlardır (Menderes, Özal örneklerinde olduğu gibi).


Türkiye'deki "siyâsî iktidar" gerçeği, iktidârın farklı-legal yada illegal-erkler arasında paylaşıldığını göstermektedir. Halkın bu gerçeği farketmesi de çok uzun zaman almıştır. İktidâr'ın seçtikleri siyasetçilerin elinde olmadığını anlama ferasetine sahip olan halk, beklentilerini sınırlamayı öğrenmiş ve daha uzun vâdeli bir "derin hedef" belirlemiştir. Bireyleri,kişisel beklentilerinin gerçekleşmemesi isyana sürüklememektedir. Çünkü; nelerin gerçekleşmeyeceğini acı tecrübelerle öğrenmişlerdir. Ve beklentilerini daha güzel bir geleceğe (veya hayale) ötemeleye karar vermişlerdir. Bu sebeple geçim kaygılarıyla ve sefâletle süren bir "çalışma dönemi" sonrasında hakedilen "emeklilik" döneminde yaşadıkları/yaşayacakları sefâlete çâresiz boyun eğmelerini,uluslararası anlaşmalarda ve anayasada "sağlam"a alınan kişisel hak ve özgürlüklerinin ellerinden alınmasına tepkisiz kalmalarını açıklamak mümkün olmayacaktır.


Türkiye, her bireyin kolayca anlayabileceği politikaların sahnelendiği bir ülke değildir. Her birey iktidarları eleştirme hakkına sahip olduğu halde, bilgi sahibi olmadığı ancak sadece sonuçlarından haberdar olabildiği durumlar ve eylemler hakkında "haksız " eleştiriler yapma hakkına da sahip değildir.Şüphesiz "eleştiri hakkı" sınırlanamaz,ancak söz edildiği gibi cehaletle mücehhez bireylerin niyetleri ne olursa olsun yapacakları eleştiriler hadlerini aşabilir ve istemedikleri zararlar vermelerine neden olabilir. Eleştiri yapma hakkı,doğru bilgi sahibi olma, sezgilerini, zekasını ve aklını kullanabilme özellikleriyle beraberken anlam kazanabilir ve fayda sağlayabilir.


Türkiye'de siyâsî iktidar sahiplerinin "niyetleri" esastır. Karşılaşılan olumsuzlukların tümü haklı gerekçelere sahip olabilir; iktidarlar tarafından ötelenmiş birey beklentileri aşırı baskı oluşturmuş olabilir; ancak "idâre etme" bir sanattır. Ve hiçbir sanat kısa vâdelerde icrâ edilemez.

seçkin deniz 


Devamı

Kaynak-Keşif Algoritmalarında İlerleyen Çığ: Bilgi


"Bilgi herhangi bir insana topyekun olarak verilmiş değildir. İlk insan'ı ve son elçi'yi analizin kapsamında değerlendirmezsek, bilginin yerkürenin ömrü ve insanın varoluşu süresince yaşadığı keşif seyri, bize ardışık buluşlar dizini olarak görünecektir..."

Herhangi bir bilgi avcısı kendisinden önceki "doğru" tesbit edilmiş ve kanıtlanmış kanunları/yasaları bilmeye mahkumdur; aksi halde yapacağı herhangi bir keşfin kanıtlanabilirliği mümkün olmayacak ve yeni "doğru" sonuçlara ulaşmak imkansız olacaktır. Buna bağlı olarak,bilgi'nin herhangi bir insanın hakimiyet alanında olamayacağını görmüş olmamız gerekir. Zaten bunun böyle olduğu bilinmektedir...
 
Vurgulamak istediğimiz temel şey, binlerce bilgi avcısının evreni ve insanı anlamak adına yapageldiği çalışmaların hepsinin sonuçlarına bakarak değerlendirme yapmak zorunda olan modern çağın insanına, bilindiği sanılan hangi bilginin gerçeğe yakın olduğunu anlatabilmektir. Kuşkusuz insanın keşfettiğini düşündüğü bilgiler, evrenin ve varoluşun temel yasalarını tam olarak yansıtma gücünden yoksundur. Az önce belirtildiği gibi, tam yansımadan söz edebilmek için bilginin tümüne vakıf olan bir insan var olmak zorundadır. Her bilgi avcısı farklı bilgi birikimine ve bilhassa içsel/dışsal ön koşullara sahip olduğundan söz edilen anlamda bütünlük arz eden sonuçlara "insan"ın kendi başına ulaşması imkansızdır ve doğal olarak da gerçeğin insanca bilinen bilgilerle insan idrâkına tam olarak yansımasından söz edilemez...

Modern çağ, önceki çağlara göre daha katı olan bilimsel bilginin kabul çerçevesinden ve iletişimin gücünden yararlanan ve göreliliği kavramış bulunan bilgi insanını, evrensel gerçeğin yakınlarına ulaştırmaktadır. Önceki çağlarda çoğunlukla ön koşullarla insanlık hafızasında depolanan bol kusurlu bilgi, şimdi ön koşulları önemsemeyen bilgi avcılarının ürünü olmakta ve bu yeni bilginin kusurları azalmaktadır. Kusurlar azaldıkça da bilgi, evrensel gerçeğin yansımasına aracılık edebilmektedir...

Yaratıcı, son elçisiyle evrensel gerçeğe ait kesin bilgileri göndermiştir; ancak önkoşullar, insanın evrensel gerçeğin yansımalarını görmelerine engel olmuşsa da, insanın bilgiye olan ilgisi ön koşulların istenmeden de olsa ortadan kalmasını sağlamıştır. Son mesajı anlayabilmek için, insanın bugüne kadar keşfettiği ve bugünden sonra keşfedeceği bilgilerin tümüne vakıf olmak gereklidir. Bu sav, keşfe konu olan bilinen bilgi için kanıtlanmış örneklerle rahatlıkla desteklenebilir. Keşfedilecek bilginin verecekleri keşfedilmiş olan bilginin verdikleri gibi olacaktır. Bugün son ilahiîmesaj dünden daha iyi kavranabiliyorsa ve kavramak bir ödülse insan bu ödülü keşfettiği bilginin gerçeğe yakın olmasına borçludur...

Muhakkak ki; bir tek insan, bilinen bilginin tümüne hâiz olamaz; ama bilinen bilginin tesbit edilen sonuçları insanlığı topluca gerçeğe yönlendirecektir. İnsan biliyorsa, bildikleri onu gerçeğe yakına götürmeli,i nkardan uzaklaştırmalıdır. Bundan ötesi iblis'e hizmet eder.

seçkin deniz


Devamı

Aydın Bunalımı; Kast Göçerliği ya da Yapısal Bozukluk


Türkiye büyük bir "aydın bunalımı" yaşıyor. Bu bunalım çok farklı analizlerle anlaşılabilir ve çözümlenme düzlemine indirgenebilirse -ki; bunu yapacak olanlar da kesinlikle "aydın" kavramıyla taltif edilmemiş, bilge kişiler olacaktır- sosyolojik bir çok sorun kendi çözüm mekanizmalarını üretecek ve onları geliştirecektir. Sorunların kendi çözüm mekanizmalarını üretmesi gerçeği, doğru soru ve doğru cevapların analizlere kılavuzluk, denetleyicilik yapmasıyla mümkün olabilecektir. Türkiye ne yazık ki; doğru soru sorma "bilgeliği" ne ulaşabilmiş yeteri kadar nitelikli "insan"a sahip değil.

Bir ülkeyi ilgilendiren sorunların tümü için doğru çözümlere, doğru sorulara verilebilen doğru cevapların, ülkenin bireyleri için kılavuzluk edebilme gücüne sahip olmasıyla ulaşılabilir. Küresel egemenlik kaygısı/hülyası taşıyan ülkelerin sahip oldukları en aslî güç gerçekte sadece budur. Doğru soru sorabilen "bilge" kimliklerin ülkelerin mevcut gerçeğiyle gelecekteki gerçeği arasına koydukları genişleme-derinleşme-yükselme merkezli geçiş ilişkilerini anlamak, sorunların kendi çözüm mekanizmalarını ürettiğini fark etmeye yardım edecektir.


Muhakkak ki; hiç bir toplum tüm unsurlarıyla gelişkin ve "bilge" bir yapıda olmamıştır. Ancak bir toplumun "aydın bunalımı" yaşamaması için onun tüm unsurlarının gelişkin ve "bilge" olması gerekmiyor. Gerçek ile algılanan arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaya hedeflenmemiş bir yapısal bozukluk varsa ve bu yapısal bozukluğun adı " aydın" ise, herhangi bir yakın zamanda o toplum için etkili ve kılavuz olabilecek güçte "bilge" insanların var olması imkansızlaşacaktır. Fakat belirtildiği gibi bu büyük sorun da yakın olmayan bir zamanda kendi çözüm mekanizmalarını realize edecektir.

Türkiye'de yaşanan "aydın bunalımı" tipik gelişmiş ülke algoritmalarından biri değildir, aksine kendine özgüdür. Zira hiç bir gelişmiş ülkede bu tür algoritmalar iki yüz yıl sürmemiştir. Büyük bir sosyolojik travmadan sonra herhangi bir ülkenin kendi "bilgelerini" ürettiği bilinen bir gerçektir. O bilgelerin, kendi zamanlarından bir önceki zamanda "aydın bunalımı" yaşayan "kast göçerleri" nden ders aldıkları da aynı tarihsel gerçeğin içindedir. Bu tür dersler doğrudan vakâlardan veya vakâların yansımalarından alınmış derslerdir. Bir sonraki zaman için "tarih" olagelen her bir neden-sonuç ilişkili vakâ, "bilgelerin" doğumunda etkin rol oynar.


Türkiye'de 1800'lü yıllarda başlayan ve büyük bir telaşla süren "münevver olma" hayali, çok sonra İttihat-Terakki altyapılı bir "bunalıma" dönüştü. Cumhuriyet, ittihat ve terakki bunalımını aynı çekinik duygularla sürdürdü. Bilgeliğe dönüşmekte asla etkili olamayacak olan "kast göçeri aşağılık kompleksi", münevverlikten , " gücün beğenisi"ni esas kabul eden "aydın müsveddeliği" ne geçişi hızlandırdı. "Aydın" hızla kategorize edilmiş olan "kast göçerleri" ne sıkıştırılmış bir etiket olarak ikram edildi. Bu sebeple çok büyük iki yıkım (savaş)dan çıkmış olan bir halkın kendi sorunlarından kendi çözüm mekanizmalarını kuracak fırsatı olmadı.


Kasıtla kısıtlanmış "aydın" baskılı üretim merkezlerinde "Bilgeler" de doğmadı. Belki de yeteri kadar sayıda doğmadılar veya kılavuzluk edebilecek güce ulaştırılmadılar. Bu çalışmaların hepsi de Türkiye'de "aydın bunalımı" nın sürmesini sağladı. "Aydın" kavramının yaşadığı anlam kaymaları sorgulanırken,"aydın" nitelemesiyle taltif edilmiş kişilerin söz konusu kavram üzerinde oluşturdukları tahribata da değinmek gerekebilir.


"Aydınlar" kendi durağan, dar, uyuşuk, uşak alışkanlıklarının sosyolojik genlere sirayet etmelerini sağlayacak kadar güçlü oldular. Her farklı düşünce bu salgından nasibini aldı, her gurup kendi "bunalımlı aydınını" ortaya çıkardı. Onu, onları destekleyerek bilgelerin doğmasını engelledi. "Aydın" kavramı ile kavramın kendi gerçel /özgül kimliğini oluşturmasının öyküsü bu şekilde gelişti...


Türkiye'de "aydın bunalımına" katkıda bulunanların hepsi, diğerlerini "kast göçeri" olarak suçlamaya devam etmektedirler. Rasyonel anlamda,"asgarî müşterekler" nesnellikle az da olsa ilgili aydınları bir araya getirebilmelidir. Bu maalesef başarılamadı.


Aydın bunalımı, bu ülkede kıyamete kadar sürecek değildir. Kılavuzluk edecek bilge kıtlığı bu ülkenin hızla ilerlemesini engellese de, doğru soru sorabilip doğru cevap bulabilenlerin de ilerleyebilecekleri kendi özel yolları olacaktır. Bu da başka bir algoritmadır. Sorunlar kendi çözüm mekanizmalarını bu tâli yoldan gerçekleştirmeye alışkındırlar. "Aydın bunalımı" bu tâli yollardan gelip büyüyen bilgeler eliyle kıyamete kadar cehaletin içine, geldiği yere gömülecektir. Eşya'nın doğası, insanın dünya macerası bunu gerektirir. Takdir Allah'tandır.

seçkin deniz


Devamı

Doğu, Batı ve Aşağılama Nöbetleri



Yerküre'nin geçmişi ve yerkürede yaşayan insanların, toplumların ve ülkelerin birbiriyle ilişkisi tarihte yer bulabildiği kadar görünür haldedir, biz insanlar için. Ülkeler, sistemler ve yönetim modelleri, insanları derinden etkilerken, insanların duygusal tarihleri de söz edilen ilişkilerden etkilenerek var olmuştur. Buna sosyoloji veya psikoloji bazlı yaklaşımları ve analizleri inceleyerek, medeniyetler arasındaki farkları ve ilişkileri mukayese ederek bakmak mümkündür.

Batı'nın İskender-Roma imparatorluklarıyla var olmaya başlayan medeniyet kurgusu, diğer dünya medeniyetlerine göre çok geç tarihlidir. Ve bu döneme kadar, Amerika kıtasındaki eski medeniyetler dışında ,batı, kendine özgü değerler kompozisyonu oluşturamayacak kadar temelsiz, birey-aile-toplum düzeneği ile ürememiş fertler bileşimidir. Sosyal dokuda güdülerin hakim olduğu bir ilişkiler ağı var olmuştur; savaşlar ve acımasız katliamlar bu durumu daha da kalıcı hale getirmeye devam etmiştir.

Ve nihayet yönetim şekilleriyle mücadele, batının medeniyet ve kültür değerlerinin oluşmasını sağlamaya başlamıştır. İngiltere de çok yakın tarihli (1215) Magna Carta, özüyle kendisini görünür hale getiren bir kültür ve medeniyet zemini için gerekli koşulların tarihsel siftahı olmuştur...

Söz edilen döneme kadar batı, vahşi ilişkiler ağıyla sarılı topluluklardan oluşmaktaydı. Ve buna göre yönetim şekilleri de aynı niteliklere sahipti; medeniyetlerin insanlık tarihine kadar uzandığı mekanlar, yerkürenin doğu ve orta kısımlarındaydı. Bu sebeple batının insanları güç ve zenginlik anlamına gelen doğuyu, sürekli aşağıdan bakarak gözlediler. Doğu, batıyı ilkel görerek aşağıladı...

Medeniyetler ve kültürler arasındaki ilişkilerin ticaretle başladığı ve savaşla devam ettiği gözününe alınırsa, kuşkusuz aç ve vahşi olan daima tok ve medeni olana saldıracaktı. Fransa kralı 14. Lui ve Papa sosyalgenlere işlemiş olan bu "aşağılıklık alışkını" duyguları özenle işleyerek, zengin doğuyu yıkmayı ve aşağılamayı hedef seçtiler. Bundan önceki saldırıların çoğu, bilfiil vahşi duyguların tatmininden başka bir nedene bağlı değildi. Amaç hakimiyet ve zenginlik elde etmekti; ancak "aşağılama" hedefi söz edilen dönemde (17 yy.da) özellikle seçildi...

Uzun ince bir yol hedefi sabırla işlendi. Batı'nın topyekun saldırısı öncelikle "doğu medeniyetlerinden ve kültüründen aşırarak geliştirdiği her şeyi, doğudan saklayarak geliştirme" stratejisine uygun olarak ilerledi.; kiliseler, bu sebeple, çok özel din adamları dışında kalan insanlara "kapılarını kapattılar"; sıradan dinadamları bile bu bilgiye ulaşamadılar. Ve doğu nifaklarla meşgul edilip yavaş yavaş çökertilirken, Batı kendi medeniyetini kurmaya başladı. Bundan dolayı rönesans ve reformlar ile sanayi devrimi sırlarla dolu bir geçmişe sahiptir...

Güç ve zenginlik mevcut olamayandı ve batı bunu elde etmek için önce gücü elde etti. Zenginlik ise, güçle beraber sömürge düzeniyle elde edildi; bu çok kolaydı. Zengin doğu kendi medeniyetleri içinde eskidi; zengin doğu kültürü, insanların vahşi ve ilkel güdülerine hitap edilerek geçmişe itildi. Serüven tersine döndü; geçmişinden kopan tüm doğu, eski batı gibi ilkel ve vahşi insanlardan oluşmuş birer insan toplulukları oldular. Batı ve batılılar zengin ve bilgili olurken, doğu ve doğulular fakir ve cahil oldular. Dolayısıyla aşağılama-aşağılanma yön değiştirdi. Kanıtlar görmek isteyenler için yeterince açıktır...

Batı'nın aşağıladığı doğu, elbette sonsuza dek bunu hazmedecek değildi; ancak bazen sebepler birleşerek sonuçları üretecekleri zaman "tek sebep" sonuçları hızlandırır.

Mistik doğu dinleri pasif insan modelleri üretirler; oysa İslâm, aktif insan modelini öngörür. Batı'nın en önemli hedefi İslâm ve müslümanlardı; halen öyle olduğu artık matematiksel olarak da kesindir. Ve Batı en son yapmaması gerekeni yaptı; müslümanların peygamberlerine saldırdı onunla alay etti.

Sonuçları sebebiyle bu hata, kuşkusuz batı için çok kötü, doğu içinde çok iyi bir hataydı. Ve artık doğu özellikle İslam Dünyası, Batı'nın sömürü ve aşağılama devrinin sona erdiğini kavramıştır. Amerika kıtasının batılılarca keşfinden sonra başlayan doğuyu somut olarak "aşağılama dönemi" 21.yy da sona erecektir. Ve batı hızla çürümüş medeniyetinin içinde boğulmaya devam edecektir. Yaşlı batılıların "insanca endişelerle" doğuya yerleşme ve orada ölme gerekçelerini dikkatle irdelemek bize daha küresel bakma fırsatı verecektir...

seçkin deniz


Devamı

Evlilik


“…Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz…” -Bakara 187-

Stratejistler ne der bilmem; ama insan hayatının en stratejik kararları ‘evlilik’ konusunda alınan kararlardır. Evlilik kavramını şirket ortaklıklarında bile kullanan insanlar, ülkelerin birbirleriyle ilişkilerinde de bu kavramı kullanmakta bir beis görmüyorlar. Hatta evlilik kavramını kullanarak ilişkilerin ciddiyet düzeyini belirleyebiliyor, birçok devletin biraraya geldiği birliklerde ayrılmaz bütünleşmeyi vurgulayan katolik nikâhı’ndan bile bahsedebiliyorlar. Evlilik, ciddi bir kurum olduğu için ciddi koşullar barındırır. İnsanların böyle hayatî bir konuda karar verirken titizlenmelerini de bu sebeple doğru anlamak gerekir.

Mevcut evliliklerden her hangi birinde doğmuş ve büyümüş bulunan insanın gözlemlediği ve analiz ettiği ilk evlilik örneği, ebeveyninin evliliğidir. Genellikle ferdin, evlilikle ilgili hayal standartları bu ilk örnek incelenerek elde edilmiştir. Sonraki örnekler, masallardan, kitaplardan,dizilerden ve fimlerden devşirilmiş; elde edilen görsel ve zihinsel deneyimler ilk örnek dışında, yakın akraba/komşu evliliklerinde denetlenmiştir.

Müstakbel bir eş olarak çocuk, masalların gerçeküstü söylevlerine farkında olmadan kapılıp giderken, gerçek, ebeveynin evlilik içi ilişkilerinde kendini, kendi çıplak doygunluğunda umarsızca tanıtmaktadır. Fert, evlilikle ilgili kanaatlerini bu dual algılamanın bulanık sularında oluşturmaya devam eder. İlk gençlik dönemlerinde evliliğe dair tepkilerin bir kısmı evliliği tümden dışlayıcı, diğer bir kısmı da ideal evliliği önceleyici/sağlayıcı doğrultularda sürüklenir.

Çocukluğun dual algı mahkumiyeti ve gençliğin teklifsiz dışlayıcılığı ya da idealistliği erken yetişkinlik dönemlerinde evlilikle ilgili karar alma süreçlerinde taban olarak kullanılır. İki genç insanın evlilik kurumunun inşâsı aşamalarında aşması gereken iki büyük sorun yumağı vardır; korkular ve beklentiler. Bu iki sorun evliliğin erkek ve kadın kısmında birçok kişisel birikim çukuru veya kişisel hayal zirvesi oluşturmuştur. Gözlenmiş ve izlenmiş örneklerin taraflarda bıraktığı olumsuz tortular, haklı veya haksız bir konumda karşılıklı korkuların oluşmasına ve korku patlamalarının her an tetiklenmesine sebep olmaktadırlar. Buna karşılık diğer bir sorun yumağı da karşılıklı beklentilerin oluşturduğu kişisel hayal zirvesidir. Bu zirve, olumsuz örneklerin tersinirliğinden üretilmiş kişisel olumlulayıcı ve tamamlayıcı özellikler taşımaktadır. Ve karşılıklı hoşgörü-kabul meknizmasına ihtiyaç duymaktadır. Buna karşılık beklentilerin, sırtlarında taşıdıkları dayatma gücü, hayal zirvesinin kişisel olmaktan öteye gidememesine neden olabilecek ve oluşması kuvvetle muhtemel tıkanıklığın korkuları besleyen birikim çukurlarına yeni yıkım artıkları bırakması gibi riskler ortaya çıkabilecek, böylece kişisel hayal zirvesi olumlayıcı/tamamlayıcı olmaktan daha fazla olumsuzlayıcı/ eksiltici sonuçlar doğuracaktır.

Evlilik, erkek ve kadın için ruhsal ve fiziksel bir bütünleyicidir. ”Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz” Standart koşullar altında gerçekleşmiş bulunan evliliklerin en önemli özelliği budur. Erkek ve kadın ruhsal ihtiyaçları ile birlikte fiziksel ihtiyaçlarını da tamamlayabilecekleri meşru bir çerçeve elde ederler. Evliliğin karşılıklı birer örtü niteliğini görecek eşleri biraraya getiren sosyal bir kurum olması, örtüsüz fertlerin yaşayacakları ve çevrelerine yayacakları negatif istekleri ve davranışları ortadan kaldırmaya yöneliktir. İdeal olmayan evlilikler bile kurumsal ağırlıkları dolayısıyla asli iki üyeyi karşılıklı kontrol mekanizması içerisinde tutarak sağlıklı toplumlar oluşturmak ve sağlıklı çocuklar yetiştirmek için kullanılabilir olmaktadırlar.

Günümüz insanının evlilik kurumuna bakışı gün geçtikçe farklılaşmaktadır. Din, sözkonusu kurumun gerekliliğini ve sürekliliğini vurgularken, bilişsel düzeyde dinden uzak kalmayı tercih eden fertler evlilik dışı birliktelikleri normal olarak algılamaktadırlar. Evlilik dışı birlikteliklerin artmasındaki en önemli etken evlilik kurumunun bağlayıcılığıdır. Son zamanlarda önemi hızla artan evlilik sözleşmeleri, bu bağlayıcılığı sınırlandırmakta, hatta eşlere farklı kişilerle birliktelikler yaşanmasına izin verecek hükümleri içerecek esneklikte olabilmektedirler. Çıkar sözleşmeleriyle anlam kayması yaşayan evlilik kurumu, sosyal bir kurum olmaktan çok ekonomik bir ortaklık haline gelmektedir.

Evlilik kurumunun geldiği son nokta gençleri haklı olarak endişelendirmektedir. Karşılıklı tanıma koşullanmasıyla evlilik kurumuna yaklaşan eğitimli genç, yeterli olup olmadığına emin olmadığı sorgulama gücünü sağlıklı birşekilde kullanamamakta, kendi oluşturduğu kanaatleri yeterli sayarak karşısındaki insanı kabul etmekte/sorgulayıp dışlamakta; deneyimli yetişkinlerin olumlu/olumsuz tenkitlerini gereksiz bularak tanıdığını sandığı kişiyle evlenmekte veya onu reddetmekte cesur davranmaktadır.Yine aynı şekilde deneyimli yetişkinlerin önerdiği ve seçtiği kişileri yeterli bulan/bulmak zorunda kalan eğitimsiz gençlerin herhangi bir sorgulama hakkını kullanmamaları da travmatik bir durumdur. Ne var ki; istatistikler boşanma oranlarının üniversite mezunu çiftlerde daha yüksek olduğunu kanıtlamaktadır. Kuşkusuz görücü üsulü ile gerçekleşen evliliklerde görülen boşanma oranı düşüklüğü, evlilik kurumunun ideal bir şekilde yürüdüğü anlamına gelmemektedir. Bu daha çok, evliliğin insan üzerindeki durgunlaştırıcı ve sonrasını düşündürücü yapısının gücünü ve aracıların oluşturduğu koruma kalkanına sahip evliliklerin daha uzun ömürlü olduğunu gösterir.

Birbirini tanıyarak evlenen çiftler aracıların oluşturduğu koruma kalkanından mahrumdurlar. Yeni söylemde evlilik psikolojisi ve bu psikolojiyi denetleyen ombudsman psikoterapistler, görücü usulundeki daimi koruma kalkanını oluşturmak üzere konumlanmış ve insanlar modern çağda yeniden aracılara muhtaç hale gelmişlerdir. Hatta bu türden kurumlar evlilik öncesi uyum merkezleri adı altında bir nevi görücülük üsulünü yeniden kullanıma sokmaya çalışmaktadırlar. Evlilik okulları, ebeveyn okulları, milyonlarca yıllık insanlık tarihinde yeni tip aracı kurumlar ve kişiler olarak eğitimli insanları evlilik kurumunun saygın şemsiyesi altına toplamaya gayret etmektedirler. Ezeli ve ebedi kaide değişmemektedir:” Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ailesinden bir hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin. İki taraf düzeltmek isterlerse, Allah da onları uzlaştırır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdardır” (Nisa 35)

İnsanların ürettiği ve Medenî hukuk adını verdikleri hukuk sistemleri kadının veya erkeğin haklarını korumak üzere her gün kendilerini geliştirmek zorunda kalmakta, yüksek yargı kararları, birer ictihat olarak kanun yerine geçip kadın ve erkeğin uzlaşması üzerine farklı seçenekler üretmektedirler. Fakat Kur’an :”.. . Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler…”(Bakara 228) demektedir. Önce insan’ı sadece erkekten ibaret sayan, sonra birer lütuf bahşeder gibi süregiden zamanda kadına bir insan olarak kullanabileceği esnek hak aralığı ikram eden ve bundan sonrasında ortaya çıkan dengesizlikleri ortadan kaldırmak için erkeklerin haklarını düzenleyen insan, yetersizliğini gizleyememektedir.”Eğer bir kadın kocasının, kendisine kötü davranmasından, yahut yüz çevirmesinden endişe ederse, uzlaşarak aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Uzlaşmak daha hayırlıdır. Nefisler ise kıskançlığa ve bencil tutkulara hazır kılınmıştır. Eğer iyilik eder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” (Nisa 128)

Tüm tahriflere rağmen evlilik kurumu insan merkezli olmaktan uzaklaştırılamamakta ve varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Ne yazık ki; gençler, ebeveynlerine ait buldukları evlilik şeklini beğenmezken, kendilerinin üretebildikleri bir şekle henüz sahip değiller. İtiraz ettikleri, kader merkezli evliliklerle,irade merkezli evlilikler bağlamında yeterli kanaatlere ulaşabilmiş de değiller. Görücü üsulu evliliklerle, karşılıklı tanıma ile başlayan evlilikler arasında açığa çıkan büyük boşluk gençleri yeni tür korkulara sürüklemektedir. İnsan’ın ,kaderi’nde ne yazıldığını bilmemesine rağmen, yaptığı tercihleri kader’e yüklemesi çok ilginç bir tezat oluşturmaktadır. Bu tezat, kendi iradesiyle karar veren insanın kader dışında bir gerçekleşmeyi sağlamaya gücü yetecekmiş gibi bir anlam kaymasını da barındırmaktadır. Görücü üsulü zemininde gerçekleşen evlilikler kader dahilinde; seçerek, anlaşarak gerçekleşen evlilikler kader dışında gibi algılanmaktadır. Oysa kader, insanın bilerek düşünce ve davranışlarını ona uydurmaya /uydurmamaya çalıştığı bir program değildir. Kader, sadece Allah tarafından bilinir ve zamana tabii olan insan, aklı ve iradesiyle karar vermekle mükelleftir. Evlenme üsullerinin bu tarz bir değerlendirme zemini bulması geçmişte yapılan saptırmalardan kaynaklanmaktadır. Allah’ın insan irâdesi’nin alanına koyduğu evlilik kararının, insanlar tarafından yanlış konumlandırılan kader’e yüklenmesi, rıza dışı evliliklerin meşrulaştırılması gibi ahlâk ve İslâm dışı gerçekleşmelerden dolayı insanların algılarına sürülmüş kara bir lekedir. Elbette; Allah, yarattığı her şey üzerinde hüküm ve bilgi sahibidir. O’nun bu sınırsızlığı, sorumlu tutulacağı alanlarda insanı kendi iradesi dışında davranmaya zorlamaz. İnsan’a kendi irâdesi ile yüklenen sorumluluklar dolayısıyla ödül ve ceza sistemini vaadeden Allah, insan iradesi üzerinde bu tarz bir baskı kurmamıştır. Zirâ Allah âdildir.

Yeni nesil müslüman genç erkeklerden ve genç kızlardan birçoğu yaşadıkları toplumların/devletlerin fertlere tanıdıkları hakları kısıtladıkları- eğitim-öğretim hakkı,çalışma ve giyinme hakkı- üzere bir sıkıntı yaşadıklarını vurgulamaktadırlar. Onların şikayetlerinde haklı oldukları kanunlar,yönetmelikler ve uygulamalarla sabittir. Kanun koyucular ve kanunlara uyulup uyulmadığını denetleyen yargı ve kolluk sistemi kadınlara dayatılan kıyafet tiplerini hukukî bulurken demokratik davranmayarak anayasal anlamda tutarsız davranmaktadırlar. Dayatılan ve meşrulaştırılan kıyafet tiplerine gore insanların özel/iş hayat alanlarını daraltan ve eş seçimlerinde, medeni hukuk’un sağladığı hakları kullanamayan bazı tesettürlü kızlar ve kadınlar ile yasaklanmış kıyafetleri giyen eşlere sahip olmakla işlerini kaybetmek riskinin tetiklediği kaygılar taşıyan erkeklerin özgür iradeleri bizzat sistem eliyle sınırlanmaktadır. İnsanları inandıkları değerlere göre davranmaktan dolayı cezalandıran sistem laik bir sistemden daha çok dayatmacı ve din karşıtı bir sistem olarak yerinde durmaktadır. İnsanlar eş seçimlerinde yaşadıkları ruhsal ve fizyolojik,sosyolojik sorunlardan sonra bir de ideolojik sorunlarla boğuşmak zorunda kalmaktadırlar. Medenî hukuk sistemi, yazılı olmayan ilkel hukuk normlarını yazılı hâle getirerek medenî özelliğini kazanmış olmamaktadır.

Aynı sistem, resmî tek,gayrî resmî çok eşliliği de medeni-çağdaş bulmaktadır. Eşlerin anlaşmış olmaları hâlinde tek eşliliği, birlikte yaşama formülasyonuyla çok eşliliğe dönüştürmekte ve resmi eşten başkasıyla yapılan ‘cinsel eylemi’ suç saymamaktadır. Buna karşılık büyük sosyal sorunlar oluşturan bu tür düzenlemelerin neden olacağı sosyolojik ve psikolojik travmaların önüne geçebilecek Kur’an ile verilen ruhsatı çağdışı kabul etmekten çekinmemektedir.”Eğer, yetim kızlar hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur” (Nisâ 3) Sistem sağlık,ekonomi vb sorunlarla birliktelikleri sağlıklı birşekilde yürümeyen eşlerin resmi kurumlar nezdinde ayrılık işlemlerini onaylamadan başka bir eş ihtiyacını giderecek yasal düzenlemeleri yapmamakla birçok zarar verici ve yıkıcı olayların müsebbibi olmaktadır. İnsanları tek eşliğe mahkûm ederek onların sahip oldukları hakları sınırlarken sistemin öngürdüğü şey evlilik kurumunun sağlığıdır ve birden fazla eş, erkek için sorunlar yumağı olmaktadır. Muhakkak ki, birden fazla eş bir ruhsattır, emir değildir:”Nefisler ise kıskançlığa ve bencil tutkulara hazır kılınmıştır”,diyen Allah,” Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, kadınlar arasında adaleti yerine getiremezsiniz. Öyle ise büsbütün gönül verip ötekini askıda kalmış kadın gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir”.( Nisa 129) şeklinde uyarılarda bulunarak tek eşliliğin adalet sağlanmasında uygun olduğunu bildiren 3. Ayeti tamamlayıcı bir ayetle insana seslenmektedir. Ve Allah, verilen ruhsatın keyfiliğini tavsiyelerde bulunarak insan irâdesinin yürütme aralığında daraltmıştır. Ancak, mevcut eşle yaşanılabilecek sıkıntıların giderilmesine de –diğerlerini boşama şartı olmadan dörde kadar eş almak- izin vermiştir.

Kadınların ve genç kızların zihinlerine hâkim olan eşitlik algılarına aykırı gibi duran ve onları, erkeklere daha fazla hak tanındığı şeklinde yanılgılı düşüncelere sürükleyen yukarıdaki ayetler, insanı yaratan Allah’ın insanın yaşayacağı sıkıntıları biliyor olmasından kaynaklanan bir ruhsattan bahsetmektedir. Bu ruhsatın içeriği farz/emir değildir. Aile içi problemlerin köklerine de ışık tutan Allah, düşünceleri modern-çağdaş algılarla sınırlanan müslüman genç kızların ve kadınların anlamakta zorlandıkları evlilik gerçeklerine dikkat çekmekte ve tavsiyelerde bulunmaya devam etmektedir: “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamaktadırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. Başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. onları dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür”( Nisa 34)

Yaşanan sosyal gerginliklerin bireysel gerginliklerden beslendiğini gören insanoğlu, artan boşanmaların, evlilik içi şiddetin vardığı ölümcül boyutların ve evlilik içi iki başlılıktan kaynaklanan faciaların istatistiklerini kolaylıkla tutabilecek ve inceleyebilecek teknik donanıma ve imkanlara sahip olduğu üçüncü bin yılın başlangıcında bu ayetin neden indiğini anlamakta zorluk çekmeyecektir. Allah,eşinin itaatsizliğinden dolayı öfkelenen erkeği üç aşamalı bir yola sürüklemektedir. İtaatin ve itaatsizliğin sınırlarını çizen Allah, itaat gerçekleştikten sonra başka yol aramamayı emrediyor ve tersi durumda boşanmaya izin veriyor: “Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme sürelerini bitirdikleri zaman, ya onları iyilikle tutun yahut iyilikle bırakın. Haklarına tecavüz edip zarar vermek için onları tutmayın. Bunu kim yaparsa kendine zulmetmiş olur. Sakın Allah’ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”(Bakara 231) Modern çağ, ayrıldığı için öldürülen kadınların cesetlerini saklayamadığı halde Allah’ın koyduğu sınırları anlamakta güçlük çekmeye devam ediyor; kadının dövülmesine dair üçüncü aşama ruhsatını öne çıkararak bu ruhsatı eleştiriyor ve riyâkârca, masum bir varlık olarak telakki ettiği erkeğin kadını öldürme, tecâvüz etme veya tehdit etme gibi ileri derece vahşete kadar gidemeyeceğini tasavvur ediyor. Sonra da tasavvur etmediği gerçekleşmelerle karşı karşıya gelince, erkeği cezalandırmak için yeni kanunlar ihdas etmekten utanmıyor. Herşeye rağmen Allah’ın ayetlerini kuşkuyla karşılayan müslüman kadını ve erkeği Allah: “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”( Ahzâb 36) diyerek tekrardan uyarıyor. Görüldüğü üzere evlilikle ilgili temel problemler eş seçmekle sınırlı değildir.

Bazı müslüman genç kızların, kendilerinde bulunduklarını vehmettikleri üstünlükleri dolayısıyla, evlenmeyi düşündükleri veya kendilerine evlilik teklifinda bulunan erkeklerle ilgili kanaatleri de eş seçimi döneminde önemli sonuçlar doğurmaktadır. Yüksek öğretim yaparak belli bir meslekle iş hayatına atılan veya evde bekleyen genç kız/genç erkek, kendisine denk olmadığını düşündüğü genç kızı/erkeği dışlarken, hiç şüphesiz evlilik kurumunu çocukluğunda dinlediği masallar çerçevesinde algılıyor, kişisel hayal zirvesinde görünüyor olacaktır. Ve göründüğü bu yerde, “Allah’ın, kiminizi kiminize üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri arzu edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan, O’nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”(Nisâ 32) ayetinin dikkat çektiği yerleri tefekkür etmek zorundadır. Doğru bir mantık yürütme de kşisel hayal zirvesinin yeri elbette vardır, ancak gerekçeler yeterli değildir. Evlilik uyumlu bir birliktelik ise, birlikteliğin mesleki ve diploma boyutu, hem erkek için hem de kadın için aynı derecede önem kazanır. Denklik kurgusunun temelinde yer almayan ‘sevgi’, denkliği bozan temel unsurdur. “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rum 21) Ayet, sevgi ve merhamet temeline oturttuğu evliliği başka hiçbir kıstasa gerek duyurmayacak kadar net birşekilde ortaya koyuyor. Ve evlilikte oluşacak olan uyumlu birlikteliğin ana hedefi olan huzur’u bu iki temel koşula bağlıyor.

Allah’ın, yarattığı erkeği ve kadını sevgi ve merhamet hisleriyle birbirine bağladığına dikkat edilirse, eş seçiminde, başka hiçbir kriterin esas için yeterli ve gerekli olmadığı anlaşılabilir. Ne fayda ki; erkek ve kadın güzellik, yakışıklılık, kariyer ve zenginlik gibi ardıl ayrıntıları iki esas kriterin yerine koymakta acelecidirler. Kültürel format faklılığı kadını ve erkeği, birbirinden farklı korkular ve beklentilerle yüklemiştir. Birikim çukurları ve kişisel hayal zirvesi, mahur bir ‘aşk’ dalgasıyla birbirini yutabilir olsalar da, geçici körlüklerin sona ermesi ile daha şiddetli çukurlar ve zirveler oluşacaktır. Sorunlu evliliklerde veya eş seçim dönemlerinde ortaya çıkan sonuçlar genellikle bu çerçevededir. Oysa sevgi ve merhamet her bir kültür modunda mevcutturlar ya da insanın kültürün etkileyemediği derinliklerinde saklı durmaktadırlar. Geçici körlükler sona erdiğinde ayakta kalan sevgi ve merhamet ise geride sorun olarak değerlendirilebilecek erkek ve kadın sebepleri kalmayacaktır. Birlikte yanyana ve ileriye doğru bakmak,ancak sevgi ve merhametle mümkün olabilecek, bu iki büyülü his diğer alt sorunları silip süpürecektir.

Not: Evlilik, sevgi ve merhamet gibi temel değerlerin işlendiği Dustin Hoffman ve Emma Thompson’un oynadığı ‘Son Şans Harwey-Last Chance Harwey’ adlı filmin izlenmesini tavsiye ederim.

seçkin deniz


Devamı

İlk Çığlık: Bir Soykırımın Göbeğindeyim

 
 
İlk Çığlık: ” Bir Soykırımın Göbeğindeyim(*)" ve Gezegenin Tercümanı Olmak
 
“Cesaret de büyür mü?” Rachel Corrie (*) 
 
“Bugün yerküre başarılı olup olmayacağı kuşkulu ,ama umut dolu, yeni bir ‘barış için savaş’ deniyor; insanlar bireysel olarak tavır alıyorlar ve tüketim tercihlerini değiştirerek eli kanlı savaşçıları besleyen damarları kurutmayı seçiyorlar. Eski tür stratejiler tarihin derinliklerine gömülüyor. Bilgiye ulaşmada sınırların kalktığı yeni yüzyıl yeni mücadele araçlarını gerektiriyor. Yeni savaşlar insanlığın gelişimine paralel olarak, fiziksel güçlerden değil, sözlerin ve tercihlerin gücünden beslenecekler.” Seçkin Deniz
 
İsrail’in Gazze’de çocukları, kadınları ve diğer sivilleri öldürdüğü 27 Aralık 2008 saldırısının devam ettiği günlerde, sözümona ateşkesi görüşmek için İsrail’e gelen BM Genel Sekreteri Ban Ki- Mon’un İsrailli yöneticilerle yediği yemekte attığı kahkahalar Dünya’nın kulaklarını tırmalarken aynı zamanda Gazze’deki BM binaları ve okulları da bombalanıyordu. Ki; BM Sekreteri, BM Güvenlik Konseyi’nin güç bela(ABD’nin İsrail’in baskısıyla ancak çekimser kalarak zımnen desteklemesiyle) aldığı saldırıları durdurma kararını hiçe sayan İsrailli yetkililerle görüşmek üzere ayaklarına gittiğini de unutmuştu. Ban Ki-Mon Tipik bir Siyonist çembere alınmışlık duyarsızlığıyla olayları izliyor ve büyük bir zavallı olarak ‘Aşağılık Sessizliğin Resmi’ne karikatür karakteri olarak giriyordu. Karikatürlerde O artık ABD, AB ile birlikte Gazze’deki kan gölünü izleyen Dünya kafalı bir karikatür karakteriydi. Gezegen için BM Genel Sekreteri en iyimser bakışla da olsa artık bir tercüman değildi, bir hak savunucusu değildi.
 
Yunanistan’ın Devlet Televizyonu Net TV, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 29 Ocak 2009 tarihli Davos’taki Gazze konulu oturumda İsrail ‘in Nobel Barış Ödüllü Cumhurbaşkanı Peres’e “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyerek verdiği barış dersinden hemen sonra: “Aslında Başbakan Erdoğan gezegenimizdeki çok kişinin söylemek istediklerini dile getirdi” şeklinde basit ve sâde bir dille yayın yaparak özelde kendilerinin genelde Dünya’nın bir türlü liderler düzeyine çıkamayan hissiyâtını aktardı(1). Bu tepki kendi tarihsel derinliği ile de çok anlamlıydı. Üstelik Yunanistan’da aylardır süren bir iç karışıklık vardı ve onlar bu tepkileriyle, kendi sorunlarına rağmen Gazze’yi izlediklerini, Gazze’ye dair duygular/düşünceler geliştirdiklerini de kanıtlıyorlardı. Hatta daha önce Yunanistan’ın başkenti Atina’da İsrail’in Gazze operasyonunu protesto gösterileri yapılmıştı. Yunanistan Parlamentosu’nun da bulunduğu Sindagma Meydanı yakınındaki Roma Kapısı’nda toplanan göstericiler, saldırıları kınayan sloganlar atmışlardı. Gösteriye Yunanistan Kamu Çalışanları Konfederasyonu (ADEDY) ile İşçi Sendikaları Federasyonu’nun (GESEE) yanı sıra, Yunanistan-Filistin Dostluk Derneği, Yunanistan Müslüman Birliği, ‘Özgür Gazze’ Hareketi ve sol organizasyonlar katılmışlardı.(2)
 
 
Mısır, İran ve diğer Arap Ülkeleri’nin halkları da bu tercümanlığı desteklerken, Başbakan Erdoğan, aslında Davos’taki bu tepkiden çok önce Gazze’deki soykırıma karşı çıkan ama seslerini duyuramayan her dinden insanın da ortak sesi oluyordu. Başbakan’ın son ‘Davos Çıkışı’ önceki çıkışlarını bütünleştiriyor ve bir ‘son vuruş’ konseptinde Dünya’nın birçok insanının duygularına tercüman olarak vicdânî/zımnî bir seçim sonucunda tercümanlık temsiliyeti/sıfatını hak etmesini sağlıyordu. . Vicdânları örselenmemiş insanların verdikleri ânî tepki, gezegenin gelişmeleri sessizce izlediğini, daha önce de İsrail’i devlet terörü yapmakla suçlayan Başbakan’ın verdiği beyânlarla aslında Davos’taki tepkisinin bir refleks olarak ortaya çıkmadığını, Dünya’nın O’nu empati/sempati duyarak izlediğini gösteriyordu.
 
 
Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta ki Gazze konulu oturumda, BM Genel Sekreteri, Arap Birliği Genel Sekreteri ve İsrail Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu ortamda ABD Başkanı B.H.Obama’yı ‘Kimsesizlerin Kimsesi’ olmaya davet etmesi ve çirkin Davos tertibi sonrası İstanbul’da 30 Ocak 2009 saat 03.00 te İstanbul Atatürk Havalimanında, kendisini karşılamaya gelen binlerce kişiye “Biz kimsesizlerin kimsesi olmaya devam edeceğiz” demesi, onun yeni ve büyük bir hedef belirlediğini, yerel bakıştan küresel bakışa dümen kırdığını ortaya koyuyordu. Obama’nın davetine icâbet edip etmeyeceğine dair herhangi bir beklenti içinde olmadığının da ilânı demekti bu. Ve Başbakan bakışının temeline ‘insânî’ figürler dışında hiçbir şey yerleştirmeyerek de, büyük bir siyâsî nezâket gösteriyordu; Son Siyonist-Haçlı seferlerinde İslâm’a hakaret eden, şiddete mübarek Kur’an ayetlerinden zorlama-uydurma deliller getirerek (Davos’taki Gazze konulu oturumun moderatörü David İgnatus’un romanından senaryolaştırılan ‘Yalanlar Üstüne’ adlı filmde bu sahneler ustalıkla canlandırılmakta ve şiddet, şiddeti üreten ABD’nin aksine Müslümanların üstüne yıkılmakta, yapılan bazı(!)yanlışlıklar (!),bazı CIA ajan ve yöneticilerinin hatası olarak lanse edilirken terorist(!) Müslümanlarla ayetler üzerinden derin(!) tartışmalara girilmektedir) Müslüman avı başlatan zihniyetin tersine, insanlar ve Devletler sebebiyle hiçbir dine haksızca yüklemelerde bulunmuyordu. O’na göre zaten insânî olanın kesin sınırlarını belirleyen sadece ve yalnızca ‘İlâhî’ olandı. İnsanların hislerine tercüman olmak için de en gerekli ve yeterli olan da buydu.
 
 
Türkiye’nin bölgesel ve küresel sorunlarda arabulucu olmaya çalışmasını, ‘Kendi kendine gelin güvey olmak’ seklinde sınıflandırarak küçümsemeye çalışan yerli-yabancı Anti-Erdoğanist topluluğun fertleri, Batı Medeniyeti açısından da yüz kızartıcı olan, Davos’taki diplomatik rezâleti değerlendirirken, İsrail’in kazanç hânesine yazmak üzere, Başbakan’ı ‘Öfke Nöbeti’ içinde olmakla suçlar ve onu tedavi olması gereken bir hasta telakki ederken kendi kör kibirlerinde boğulduklarını ve gezegen tarafından yalnızlaştırıldıklarını fark edemiyorlardı. Nitekim az sonra Başbakan Davos’u terk etmeden önce helikoptere binerken İsrail Cumhurbaşkanı özür dilemek üzere Başbakanı telefonla arıyordu ve oynanan oyun Siyonizmin ve taraftarlarının hezimetiyle sona eriyordu. Gezegen, olanların tümünü canlı yayınlarla şeffâflığın semboli hâline gelen Başbakan Erdoğan’ı izleyerek öğreniyordu. Ve içinde vicdan taşıyan her dünyalı büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla onu alkışlıyordu. Erdoğan, yıllardır Dünya Liderleri’nin gündemine giremeyen bir soykırımı hiç kimsenin “Ben duymadım”, demesine imkân vermeyecek şekilde haykırıyordu. Bir şey daha ekliyordu Erdoğan, “Davos benim için bitmiştir”. Bu cümle gezegende yaşayan diri vicdanlılar için şu demekti: ” Küresel hegemonya devri sona ermiştir, sizlerin tercümanı olan ben bunu da ilan ediyorum”. Ve herkes bunu doğru anlamıştı. Gezegende tarih tekerrür ediyor; bir devir kapanıyor, bir devir açılıyordu. Nitekim Başbakan 31 Ocak 2009 tarihinde de Topkapı da ‘Panorama 1453 Tarih Müzesi’nin açılışını yaparken, nostaljik bir duruş ve duyuşla yeni bir çağ daha açıyordu.
 
 
Başbakan'ın tavrı duygusal mıydı? Bazılarınca duygusallıkla diplomasiyi ayırt etme girişimi olarak algılanan bu çaba, bu onurlu duruşu “Öfke Nöbeti, Öfke Kontrolsüzlüğü” gibi saçmalıklarla kirletmeye kalkışmaktan; İngiltere, Almanya, İtalya, Amerika ve İsrail'le aynı pencereden bakmaktan başka bir şey değildir (Bakınız Die Velt, The Times, Seçkin DENİZ). Ve yalan söylemektir. Diplomasi, masumları katledip haklı görünmek demek değildir. Bazen diplomasi Başbakan Erdoğan'ın yaptığıdır. Başbakan yeni bir vizyona sahiptir ve bu vizyona uygun yeni kavramlar ve kurallar koyuyor, eline silah almadan ve herhangi bir nükleer bombanın düğmesinde parmağını tutmadan yeni eylem türleri geliştiriyordu. Zaten haksızlık üreten ve bu haksızlıkları saklayan/koruyan eski söz ve tavırlarla yeni şeyler söylemek imkânsız değil midir? Erdoğan yeni şeyler söylüyordu ve gezegendeki insanlar bu yeni şeyleri duyduklarını, onu tebrik ederek ve alkışlayarak duyuruyor, onu seslerinin temsilcisi olarak seçiyorlardı. Tarihte ilk kez insanlar kendilerinden olmayan başka bir insana böylesine destek veriyorlar; onu bir kahraman gibi coşkuyla karşılıyorlardı.
 
 
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, Güvenlik Konseyi, Avrupa Birliği, Arap Birliği ,Rusya-Bağımsız Devletler Topluluğu, Çin, Japonya ve özelde Dünya’nın tüm devletlerinin sessiz kaldığı Filistin’deki soykırımı seslendirmeye çalışanlar yok muydu? Evet, vardı ve Erdoğan onlar var oldukları halde varlık seslerini duyuramadıkları için onların da tercümanı oldu. Erdoğan’ı tercüman yapan onlardı; onların duyuramadıkları, duyurmaktan korktukları/korkmadıkları seslerinin Türkçeleşmiş haliydi. Vatikan, Küresel bazı sivil toplum kuruluşları, Siyonizm karşıtı Yahudiler, vicdân sahibi Hıristiyanlar, İran’ın Ayetüllahları, Araplar ve daha yüzlerce, binlerce, milyonlarca insan Filistinlilerin seslerini yüksek yerlere ulaştıramamalarına karşılık, bunu başarabilen Başbakan Erdoğan’ı ‘Tercüman’ olarak ilan ediyorlardı. O’nu ezilen halkların sesi olarak alkışlıyorlardı. Başbakan Erdoğan, 2003’te Gazze’de Filistinli bir doktor’un evini yıkmaya gelen İsrail buldozerinin karşısında durarak ölüme meydan okuyan ve cesaretiyle ölüme gitmeyi göze alan Amerikalı Genç kız Rachel Corrie’ye bir vefa borcu ödüyordu; insanlığın vefa borcunu. Dikkat ediniz; aşağıda incelediğimizde görülebileceği gibi, Başbakan Erdoğan’ın bu tepkisinde odaklanan yaklaşımlar Başbakan’ı doğal bir sözcü hâline getiriyor.
 
 
Özgür Avrupa’nın özgür ülkelerinin seçilmiş özgür liderleri çıkarlarından kaynaklanan korkuları gereği( En zengin 500’ün 137’si Yahudi) suspus oturur ve izler; İngiltere, Almanya, İtalya, Danimarka Hükümetleri nezdinde İsrail’e destek verirken; Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen, İsrail ve Hamas'a şiddete son vererek acil ateşkes sağlanması konusunda çağrıda bulunmuş, "Anlaşmayı bozan Hamas'tır. Hamas, İsrail'e roket atarak çatışmaları başlatmıştır. Hiçbir devlet böyle bir saldırı karşısında tepkisiz kalmayı kabul edemez" demişti. İtalya'da İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarını protesto amacıyla düzenlenen ve Müslüman göçmenlerin de katıldığı protesto gösterilerinde, Hamas'ın desteklenmesi ve İsrail bayraklarının yakılması, merkez sağ hükümetin tepkisine neden olmuş, Başbakan Silvio Berlusconi'nin danışmanlarından Carlo Giovanardi, Hamas'a destek veren göçmenlerin İtalya'dan sınır dışı edilmelerini ya da oturma izinlerinin yenilenmemesini önermişti. Medi Wangen isimli bir Alman, "Ben artık uyuyamıyorum. Uyursam kabüslar görüyorum ve ağlayarak uyanıyorum" demiş, savaşın suçlusu olarak Hamas'ı gösteren Başbakan Merkel'i eleştiren Wangen, "Bayan Merkel'in dünyadan haberi yok. Merkel silah endüstrisini destekliyor. Almanlar da diğerleri gibi savaşa katılmış sayılır. Kassam roketlerini duyunca delirecek gibi oluyorum. O silahları İsrail kullanıyor ama onları üretenlerin arasında büyük ihtimalle birçok Alman silah firması da yer alıyor" diye tepkisini dile getirmişti. İngiltere ise tüm resmi damarlarıyla İsrail’e bağlıydı. Bütün bunlara karşılık Avrupa’nın her yerinde günlerce İsrail karşıtı protestolar düzenleniyor ve her dinden insan bu katliama karşı çıkıyordu. Norveç işçi Partisi Milletvekillerinden Espen Johnsen İsrail Cumhurbaşkanı Peres’e verilen Nobel Barış Ödülü’nün geri alınmasını savunurken şöyle diyordu:”Peres’in Gazze İşgalini savunması Tüyler ürpertici, 1994’te verilen Nobel ödülüne layık değil”(1)
 
 
Uzunca bir süredir İsrail ile ilişkilerini soğuk buz maskesine yatıran Vatikan bile sahip olduğu devâsa ekonomik güce, psikolojik baskı mekanizmalarına ve yeryüzünü bir karınca ağı gibi saran misyonerlerine rağmen Yahudi lobilerinin gücünden korkuyor; cılız sesler çıkarmaktan başka bir şey yapmıyordu. Vatikan’ın Adalet ve Barış Konseyi Başkanı Kardinal Renato Martino’, "Gazze giderek büyük toplama kampı haline getirildi" dediğinde, Papa 16. Benediktus da hemen bir yanar döner poltikayla, İsrail’in ve Hamas’ın tedhişle sonuca ulaşamayacağını belirtmişti. Kardinal Martino, "Gazze’nin büyük bir toplama kampı olduğu" şeklindeki açıklamasının İsrail’in tepkisine yol açması üzerine, bu sözlerinde İsrail karşıtı bir şey bulunmadığını söyleyerek kuyruğunu cübbesinin içine çekerek Hamas’ın İsrail’e saldırılarını da kınayan Kardinal, "İsrail’in kendini savunma hakkı elbette mevcut ve Hamas bunu hesaba katmalı. Bir karıncayı bile saptamaya olanak sağlayan teknoloji olup da bu kadar çocuk ölürse, BM okulları bombalanırsa buna ne demek gerek" ifadesini kullanmıştı.(3)
 
 
Vatikan üzerinde ‘Hitlerle işbirliği yapmış olma’ yaftası demoklesin kılıcı gibi dolaşıp duruyordu. Son günlerde Papa 16. Benedict'in, Yahudilerin Nazi Almanya'sı döneminde gaz odalarında öldürüldüklerine dair iddiaları reddeden İngiliz piskoposun aforozunu kaldırması Yahudi yetkililerin tepkisini çekti. CNN'in haberine göre, felsefi görüş ayrılığı yüzünden aforoz edilen Saint Pius X cemaati mensubu Piskopos Richard Williams dâhil 4 piskopos Katolik kilisesine cumartesi günü yeniden dâhil etti. Bu karardan bir kaç gün önce İsveç televizyonuna konuşan Piskopos Williams, 6 milyon Yahudi'nin gaz odalarında Hitler tarafından bilinçli bir şekilde öldürülmesinin tarihi bulgulara zıt olduğunu hatta gaz odaları diye bir şeyin olmadığını söylemiş, 200 ila 300 bin civarında Musevi'nin Nazi kamplarında hayatını kaybettiğini ve bunlardan hiçbirinin gaz odasında ölmediğini öne sürmüştü. Papa'nın Katolikleri birleştirmek için Piskopos Williams'ın aforozunu kaldırma kararı alması, İsrail ve değişik ülkelerde yaşayan Yahudilerin sert tepkisine neden oldu.(4) Nihayetinde Vatikan’ın bile hareket alanı çok dardı. Yahudilerin ellerindeki ‘Soykırım’ kartının kullanım süresinin dolmaya başladığı da son çıkış denemelerinden anlaşılabiliyordu. Sindirilmiş olan Papa II. Dünya Savaşı’nda kendi kurumuna yüklenen yükten kurtulma zamanının geldiğini biliyor; ancak güçlü bir çıkış yapamıyordu. Başbakan’ın çıkışı onları da rahatlattı.
 
 
En küçük fırsatta savaş çığlıkları atan İsrail’i yok edilmekle tehdit eden İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad,bu tavrıyla uluslararası arenada İsrail’in elindeki nükleer silahların sorgulanmasını da engellemiş oluyordu.Ne fayda ki; İran ne yaparsa yapsın İsrail kendisine sataşacak bir neden üretiyordu; Gazze’ye saldırısını da İran’a saldırısının bir provası olarak görüyor ve bunu açıkça söylüyordu. Lübnan’da Hizbullah’a karşı yaşadığı büyük bir yenilginin sorumlusu olarak da İran’ı gören İsrail, İran’ın Hamas’ı da desteklediğini, Gazze’de ölen çocukların asıl katilinin İran olduğu tezini işliyordu. Hindistan’dan Fas’a kadar hükmetmek istediği bir coğrafyadan bahsedilmesine bile tahammülü yoktu İsrail’in; İran’ın fikirlerinin dinlenmesine asla izin veremezdi. Davos statejisini değerlendiren Büyük Ayetullah Nasir Mekarim Şirazi, Başbakan Erdoğan'ın ''yeni bir savaşı önlediğini ve barışa büyük katkı yaptığını'' belirterek, kendisine Nobel Barış Ödülü verilmesini önerdi.''Erdoğan'ın bu cesurca itirazının bölgede barışın temellerini güçlendirdiğini, Nobel Ödülü mesullerinin insaf ve cesareti varsa, Nobel Barış Ödülünü Erdoğan'a verirler'' diye konuştu. Şirazi, ''Türkiye Başbakanının tutumu, bir yandan savaş isteyen siyonist İsrail rejimini her zamankinden daha çok rezil etti ve yalnızlığa itti, diğer yandan Filistin halk direnişine güç ve moral bağışladı'' ifadelerini kullandı. Şirazi, Erdoğan'ın konuşmasının, ''savaş ateşini körükleyen uzlaşmacı Arap liderlerini, kendi milletleri ve İslam dünyası karşısında daha çok utandırdığını, İsrail'i destekleyen Batılı ülkeler için de bir uyarı olduğunu'' belirtti(5)
 
 
Büyük Ayetullah Lütfullah Safi Gülpaygani de mesajında, Erdoğan'a hitaben ''1,5 milyar Müslüman ve vicdanı özgür tüm insanlar, sizi ve büyük Türk milletini takdir ediyor'' ifadesini kullandı. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, Meclis Başkanı Ali Laricani, Uzmanlar Meclisi ve Düzenin Yararını Teşhis Konseyi Başkanı Ayetullah Ali Ekber Haşimi Rafsancani, Anayasayı Koruyucular Konseyi Genel Sekreteri Ayetullah Ahmed Cenneti, Bakanlar Kurulu ve Meclis üyeleri başta olmak üzere çok sayıda siyasi , dini lider ve sivil toplum kuruluşları Başbakan Erdoğan'a ''teşekkür'' mesajı yayımlamışlardı(6). Başbakan Erdoğan İran’ın da sesinin duyulmasını sağlamıştı.
 
 
1967’den beri Mısır Siyaseti’nin içinde olan eski Dışişleri bakanı Amr Musa 2001’den beri Arap Birliği genel sekreteriydi ve İsrail’le işbirliği yapmakla suçlanan Hüsnü Mübarek’in tipik bir örneği idi. Başbakan Erdoğan’la Davos’taki Gazze oturumunda o da vardı. İsrail’i eleştirdi, ancak başlangıçta bir Arap sorunu olan Filistin için yeni bir şey söylemedi. Başbakan Erdoğan ile Peres arasındaki çatışmada Başbakan oturumu terk ederken onu ayağa kalkıp uğurlayarak tepki verebildi;onunla birlikte salonu terk etme cesaretini gösteremedi.. Ancak hemen ardından yaptığı açıklamada: "Erdoğan artık Arapların da kahramanı' dır” dedi. Davos Zirvesi'nde yaptığı çıkışla dünya gündemin birinci sırasına oturan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Arapların kahramanı olduğunu söyledi. Davos'tan Kahire'ye döndükten sonra Türk gazetecilerin sorularını cevaplandıran Musa, Erdoğan'ın Ortadoğu'da çok önemli bir simge ve lider olduğunun da altını çizdi. Erdoğan'ın Gazze saldırılarının başlamasından itibaren çok onurlu bir duruş sergilediğini ifade eden Musa, Erdoğan ve politikalarına çok güvendiklerini ifade etti.(7) Mısır’ın korkularını yenmesine, büyük utanç çukurundan çıkmasına yardım etti Erdoğan. Hemen ardından Mübarek'in sağ kolu Mısır Parlamentosu Başkanı Ahmet Fethi Sorour, Türkiye'nin Ortadoğu'ya İran'ın yayılmasını önlemeye çağırarak şöyle konuştu: "Türkiye mutlaka oynamalıdır. Her şey den önce Türkiye iyi bir dost ve bölgede saygı duyulan bir güç. Türkiye'nin Ortadoğu'da barışın sağlanmasında ve korunmasında çıkarı var. Ortadoğu'da Arapların dışında iki güç var. Biri Türkiye diğeri de İran. Türkiye Ortadoğu'nun kapılarını İran'a bırakmamalıdır. Türkiye bölgede gerçek güç olduğunu göstermelidir."(8)
 
 
Gazze’deki soykırımda tüm Yahudileri sorumlu tutmanın ne kadar yanlış olduğunu, yine o bazı Yahudilerin İsrail’e karşı verdikleri mücadeleyi izleyerek görmek zor değildir. Başbakan Erdoğan katliamdan sorumlu Yahudilerle diğer Yahudileri ince ve adil bir çizgiyle ayırırken altyapısı ince bir işçilikle hazırlanmış bir tepki kompozisyonu oluşturduğunu da gözler önüne seriyordu. Amerikalı ünlü Yahudi akademisyen Prof. Norman Finkelstein, İsrail'in Gazze operasyonuna isyan ediyor, yapılan katliama çok sert tepki göstererek, İsrail'in Gazze'de Holokost (Yahudi soykırımı) yaptığını söylüyordu. Hem annesi hem babası Holokost'tan kurtulan Finkelstein, İsrail'in "delirdiğini" düşünüyor; Nazilerin II. Dünya Savaşı'nda Yahudilere yaptıkları ile İsrail'in Filistinlilere reva gördüğünü aynı kefeye koyan Finkelstein, "Gazze'de yapılan katliamdır, kıyımdır." Diyor; yakınları soykırıma uğramış Amerikalı bir Yahudi olarak İsrail'e karşı hiçbir hissî bağ duymadığını, İsrail'in barış düşmanı bir ülke olduğunu kaydediyordu.(9)Ama bu tepkileri, Siyonizm’in ördüğü duvarlar dolayısıyla duyulabilir bir şiddete ulaştırılamıyordu.
 
 
Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta bir yazısından alıntı yaparak “İsrail Haydut devlettir” andığı Ünlü İsrailli müzisyen Prof. Gilad Atzmon daha set şeyler söylüyordu: “Çok geç olmadan İsrail lağvedilmelidir!”, Atzmon, Gazze’deki katliamların sorumlularının, Eski Ahit’teki ayetleri kullanan Siyonistler olduğunu ve İsrail’in dünya için tehdit olduğunu yazıyor ve Eski Ahit’ten katliama dayanak teşkil eden kaynakları açıklıyordu(10):
“Tanrınız RAB mülk edinmek üzere gideceğiniz ülkeye sizi götürdüğünde, önünüzden birçok ulusu … kovacak. Tanrınız RAB bu ulusları elinize teslim ettiğinde, onları bozguna uğrattığınızda, tümünü yok etmelisiniz. Bu uluslarla antlaşma yapmayacaksınız, onlara acımayacaksınız."Yasanın Tekrarı (Deuteronomy) 7:1-2,
 
“… soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız. Tanrınız RAB'bin size buyurduğu gibi, onları … tümüyle yok edeceksiniz.”Yasanın Tekrarı (Deuteronomy) 20:16-17
Profesör Gilad Atzmon, (Davos sonrası ABD’deki bazı Yahudi lobilerinin dediğinin aksine) bu düşüncelerinde yalnız değildi. Prof. Dr. Rolf Verleger (57 yaşında, Yahudi Cemaati Konseyi’nde Schleswig Hollstein delegesi. 2006 yılında İsrail’in Lübnan’a giriştiği saldırıya karşı çıkan Verleger, daha önce başkanı olduğu Schleswig Hollstein Yahudi Cemaati başkanlığından alındı):” Ben sorunun iktidar sahibi olmaktan çok gerçekten ideolojik olduğunu düşünüyorum. İsrail’deki küçük, önemli azınlık, faşist milliyetçi ideolojiye sahip. Ben ve dünyanın dört bir yanında ki Yahudiler, bazıları bunların İsrail’de de yaşıyor, bu ideolojinin içinde Yahudiliği göremiyor. Örneğin bugün, Kanada’nın Montreal ve Toronto şehirlerinde Yahudilerin İsrail konsolosluklarını işgal ettiklerini ve “bizim adımıza yapmayın” dediklerini okudum. Yahudi devletinin bugün yaptığı, Yahudilerin de böyle düşündükleri anlamına gelmiyor. İsrail’de de protestolar var. Ama ne yazık ki bunlar çok cılız ve bunların güçlenmesini bekleyecek zamanımız yok.”(11) diyordu.
 
 
İsrail vahşetine karşı çıkanları anti-semitist olmakla suçlayan Siyonistler’e tahammül edemeyenlerin sayısı artıyordu. İsrail’de yerleşik muhalifler üzerinde kurulan baskıya rağmen İsrail’in ünlü gazetelerinden Haaretz’in editörü Gideon Levy kendisini tutamıyordu. Antisemitizm masallarına inat vicdanının sesini engellemekten utanıyordu.“İsrail’in ikiyüzlü doğrucuları” diye bağıran Gideon Levy, İsrail’de yüzlerce masum Filistinlinin katledildiği Gazze savaşını “meşru gören” insancıllara çatıyor:” Bu savaşı meşru gören tüm suçlarını da meşru kılar. Kim ki bunu savunma olarak görür, sonuçlarının da ahlaki sorumluluğuna katlanır. Her kim siyasileri ve orduya devam etmesi için cesaretlendirse, o savaştan sonra alnında Kabil’in işaretini taşıyacaktır. Savaşı destekleyenler, şiddete de payandadır.”(12)demekten kendini alamıyordu.
 
 
27 Aralık cumartesi günü Gazze’ye saldırdıklarında savaş suçlusu İsrailliler, dini yasağı umursamadıklarını, işlerine geldiği zaman Tevrat ayetlerini kullanarak dindar göründüklerini ilan etmiş oluyorlardı. Ancak Dünya gözyaşlarını tutamıyor ve tepkiler bir çığ gibi büyüyerek insanları İsrail ve Amerika orijinli tüketim maddelerini boykot etmeye karar veriyorlardı. Vahşete karşı yeni bir savaş tekniği üretiyordu gezegenin vicdan sahibi insanları; din, dil ve ırk gözetmeden.
 
 
Naomi Klein(İngiliz The Guardian gazetesi editörü):” Yeter!Boykot Zamanı! Tam zamanıdır. Hatta geçti bile. Sürekli daha da kanlanan bu işgali sonlandırmak için en iyi strateji, İsrail’i, Güney Afrika’daki ırkçılığa son veren küresel hareketin hedefi haline getirmekte. 2005 Haziran’ında büyük katılımlı Filistin grupları bunu yapmak için planlar hazırladı. “Tüm dünyanın vicdanlı insanlarına geniş boykot yapma ve ırkçılık zamanlarında Güney Afrika’ya uygulananlara benzer olarak İsrail’e tecrit girişimleri başlatma” çağrısı yaptılar. Boykot, Tecrit ve Yaptırım (BTY) kampanyası böyle doğdu"(13) diyordu.
 
 
Sonja Karkar(Filistin için Kadınlar'ın kurucusu ve Melbourne/Avustralya'daki Filistin için Avustralyalılar'ın kurucularından biri) “İsrail'in savaş köpekleri bir süredir kan için ulumaktaydı. Avlarının izini açgözlü bir tutkuyla sürüyorlardı; açlıktan gözlerini döndürense yiyecek değil katletmeye hazırlandıkları Filistinlilerdi. Şimdi köpek sürüsü dişlerini göstererek ve hırlayarak Gazze için çemberi daraltıyor, yandaşları ise kirli işlerini gökyüzünden halletmekte. Onlara göre kadın ve çocukların kanı, onları savunan erkeklerinkiyle aynı kokuyor”(14)
 
 
Günler geçiyor, diplomatik manevralar akan çocuk ve masum kanını durdurmuyor BBC’nin saldırı başladığında “Üç hafta sürebilir” dediği savaş 22 gün sürüyor; iki kadın, ABD Dışişleri Bakanı Rice ile İsrail Dışişleri Bakanı Livni, G.W.Bush Başkanlığı devretmeden üç gün önce vahşeti durduracakları yerde orta doğuya yönelik yeni bir işbirliği anlaşması imzalıyorlardı. Ancak; yeni ABD Başkanı’nın bu saygısızlığı hoş karşılamadığı dışarıya yansıyordu. Mike Whitney(Kuzey Batı Pasifik’te yaşayan araştırmacı-yazar )“Birkaç gün önce Obama danışmanı Zbigniew Brzezinski televizyonda yaptığı bir konuşmada son sekiz yılın Filistin/İsrail ihtilafını çözmenin ABD’nin bölgedeki menfaatleri için hassas olduğunu kanıtladığını söyledi. Ayrıca son savaşın iki tarafın da ABD müdahalesi olmadan barış elde edemeyeceğini gösterdiğini ekledi. Brzezinski'nin yorumları gösteriyor ki en azından Obama tarafı Hamas temsilcileriyle düşük seviyede (gizli?) görüşmeler düşünüyor”(15)şeklinde düşünceler üretiyordu.
 
 
Başbakan Erdoğan tıkanan diplomasi’den sıkılarak Davos’ta Gazeteci Hüsnü Mahalli’nin deyimiyle ‘adını altın harflerle tarihe yazdırırken’ gezegenin başka kadınları da büyük bir asalet sergileyerek Gazze’yi destekliyorlardı. İsrail'in çoluk çocuk demeden Gazze'de giriştiği saldırıları 'insanlık dramı' olarak değerlendiren, adı Filistin davasıyla özdeşleşen eski Avrupa Merkez Bankası Başkanı Wim Duisenberg'in eşi Gretta Duisenberg, sevinç içinde Başbakan Erdoğan'ın Davos'ta sergilediği tavrı gurur verici olarak gördüğünü söylüyor ve milyonlarca Avrupalı gibi Başbakan’ı alkışlıyordu. (16)
 
 
İnsanlar protesto gösterileri,ekonomik boykotla yetinmiyorlar; İsrailli savaş suçlularını cezalandırmanın yollarını da arıyorlardı. Ülkelerinin korkak liderlerinden hiçbir destek beklemeden bireysel veya sivil toplum kuruluşları olarak yana yakıla çözüm arıyorlardı. Nihayet İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçlarına karşı yasal mücadele başladı. 350 Avrupa ve Arap sivil toplum örgütü Uluslararası Suçlar Mahkemesi’nde İsrail ordusunun Gazze’deki son katliamında işlediği savaş suçlarına karşı dava açtı. İsrail Savaş Suçları Uluslararası Koalisyonu Koordinatörü Haitham Mana, , “Dava tüm Filistinli siyasi partiler tarafından destekleniyor” dedi.(17)
 
 
İsrailli Hareetz gazetesi başlık atıyordu: İsrailli İnsan Hakları Savunucuları: “Olmert, Livni ve Barak Savaş Suçlusu.”. ”Yakalama emirlerini’ de içeren www.wanted.org.il adresli site fotoğraflar ve Savunma bakanı Ehud Barak, Başbakan Ehud Olmert, Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, Savunma Bakanı Yardımcısı Matan Vilnai, Kamu Güvenliği bakanı Avi Dichter, Ulusal Altyapı Bakanı Bnejamin Ben-Eliezer, IDF Chef Of Staff Gabi Askenazi ve onun iki selefi Dan Halutz, Moshe Ya’alon ve hava kuvvetleri eski komutanı Eliezer Shkedy gibi yetkililerin kişisel bilgilerinden oluşuyor. Sitede bir de Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne İsrail dışındaki şüphelilerin yakalanabilmesi için nasıl şikayet edilebileceği bilgisini veriyor.(18)
Bütün bunlara karşılık, İsrailli savaş suçluları katliamı durdurmuyor; aksine şiddet yanlısı Hahamların ve Profesörlerin verdiği destekle fosfor bombaları atmaya, çocukları öldürmeye devam ediyorlardı. Kudüs’teki Hebrew Üniversitesinden askeri tarihçi Prof. Martin Van Craveld, “İsrail yıkılmadan önce tüm dünyayı da birlikte götüreceğimizden emin olabilirsiniz” diyor; holocoust’un intikamını milyonlarca Avrupalı ve Almanı öldürerek alabileceğini ima ediyordu. IAP’nin (Filistin İçin İslam Birliği) haberine göre, Jerusalem Friday’de yayınlanan bir söyleşi sırasında Profesör Martin Van Craveld, İsrail’in tüm Avrupa başkentlerini vurabileceklerini söylüyordu(19)
 
 
Peres’in yüzüne “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyerek tüm üstün ırk teorilerini çöpe atan Erdoğan’ı tahmin edilen bir tepki bekliyordu. Peres’in özür beyânını hazmedemeyen Amerikalı Yahudi lobileri tehdit etmekte gecikmediler. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Davos'ta Gazze panelinde İsrail'i hedef alan sözlerine Amerika Birleşik Devletleri'nde Yahudi lobisinin önde gelen kuruluşlarından Amerikan Yahudi Komitesi (AJC) sert tepki gösterdi. Erdoğan'ın Peres'e yönelik tepkisini ''zalimce bir sözlü saldırı'' olarak niteleyen örgüt, gelişmeleri ''İsrail ve Yahudilere karşı öfkenin daha da tırmanmasına neden olabilecek, herkesin gözü önünde yaşanan bir rezalet'' olarak lanse ediyordu. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin Amerikalı yahudilerin de desteğini alan yaşamsal bir ilişki olduğuna dikkat çeken Harris, ''Ama özellikle son haftalarda Türkiye'de Yahudi düşmanlığının kaygı verici şekilde tırmanmakta olduğu bir ortamda İsrail'in böylesine korkunç bir söylemle suçlanmasına seyirci kalamayız'' dedi. (20)
 
 
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Mistik Yahudi Komplolarını kontrol etme ustalığını gösterdi; İsrailli katliamcılarla Yahudileri ayrı tuttuğunu, kendi ülkesindeki Yahudilerin de koruyucusu olduğunu açıklamakta gecikmedi.
 
 
Aynı günlerde başka şeyler de oluyordu. Davos’taki vak’a’dan hemen sonra ABD Başkanı Obama, Ortadoğu Özel temsilcisinin Türkiye ziyaretini iptal ederken, İsrail yanlısı bir tutum sergileyeceği şeklindeki manipülasyonları silercesine 20 Ocak’ta devraldığı Başkanlığını kutlamak için mektup yazan İKÖ Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’un mektubunu yanıtladı.Beyaz Saray Genel Sekreterliğine İsrailli Rahm Emanuel’i (Rahm Emanuel'in babası, siyonist çetelerin İngiliz ordusuna karşı girdikleri çatışmalarda Etzel adlı bir terörist örgütün üyesi. Bu örgütün 1948'den önce Filistinlilere düzenlenen saldırılarda bir çok katliama imza attığı biliniyor) getirerek, İsrail’in etkin gazetelerinden Maariv,’in Obama’nın genel sekreterliğine getirilen Emanuel için ‘Beyaz Saray’daki adamımız’ başlığını atmasına neden olan ABD Başkanı Barack Obama, İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nun açık mektubunu yanıtlayarak, "daha güvenli bir dünyanın kalıcı olarak inşası için barış ve dostluk ruhu içinde el ele çalışabileceklerini" belirtti."Hiç şüphem yok ki görev sürem olan gelecek 4 yıl içinde daha güvenli bir dünyanın kalıcı olarak inşası için barış ve dostluk ruhu içinde el ele çalışabiliriz. Bu fikrin verdiği heyecanla İslam Konferansı Teşkilatı ve Amerika Birleşik Devletleri arasında iyi ilişkiler tesis etmek yolunda en kısa zamanda sizinle birlikte çalışmayı beklemekteyim” (1.2.2009)(21)
 
 
Tepkilerin haddi hesabı yoktu. Davos öncesi Ürdün’de yaşanan gerginlikler Kral Abdullah’ı ABD ve İsrail’le yüz yüze bırakıyor ve hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağı gerçeği herkesin kafasına dank ediyordu. Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün kendi vatandaşlarının tepkilerini taşımakta güçlük çekiyordu. Ürdün parlamentosunda vekiller yemin ediyor,bayrak yakıyorlardı. “Amerikan ürünlerini kullanmayacağıma, ülkeye sokmayacağıma ve ailemin de bu malları kullanmasına izin vermeyeceğime yemin ediyorum.” Haaretz yazarı şöyle diyordu: "Bu sözler İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesine karşı geçtiğimiz günlerde yemin eden Ürdünlü vekillere ait. Ürdün’de yakılan ABD ürünleri, İsrail’le işbirliği yapan firmalara boykot uygulanmasına dönük çağrılar, hatta İsrail’le diplomatik ilişkilerin kesilmesi yönündeki talepler gündeme yeni gelmiş konular olmasa da Ürdünlü vekillerin parlamentoda İsrail bayrağını yakmasına ilk defa şahit oluyoruz(22)
 
 
İsrail İspanya’da bir mahkeme’de açılan savaş suçları soruşturması (Her ne kadar Davos vak’â’sı sonrasında İspanya Dışişleri Bakanı, davanın düşürülmesine çalışılacağını dillendirse de) ile Uluslararası Ceza Mahkemesi(UCM)’nde açılması beklenen dava arasında bunalmaya başlamışken, İsrail Başbakanı Ehud Olmert, kabine üyelerine Türkiye ile gerginliği besleyecek beyanlardan uzak durulmasını önermiş(23) ve akabinde İsrail Dışişleri, Türk Dışişleri ile kontakt kurmak üzere harekete geçmişti.(24) İsrail başlangıçtan beri Türkiye’nin arabulucu özelliğini korumasına vurgu yapmıştı. Yaşananlardan sonra İsrail’in bu tür girişimleri de Türkiye’nin bir lider olduğunu tescil ettikleri anlamına geliyordu. ABD'deki önemli Yahudi kuruluşlarından İnkar ve İftiraya Karşı Birlik (Anti-Defamation League-ADL), Davos'taki tartışmanın ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, eleştirilerinin hedefinin İsrail halkı ve Yahudiler olmadığını dile getirmesinden memnuniyet duyduğunu bildirerek İsrail’in bundan sonraki politikalarına temel bir endeks belirliyordu.Türkiye’nin Başbakan Erdoğan’ın şahsında üstlendiği tercümanlık/liderlik formu’nun onaylanması anlamına gelebilecek bölgesel telefon ve destek trafiği(Mahmud Abbas’ın Türkiye ziyareti, Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora’nın destek beyanı, İsrail ve Mısır’ın Türkiye’nin Suriye ve diğer bölge ülkeleriyle sürdürülen barış görüşmelerindeki rolünün sürmesini istemesi),aslında uzunca bir süredir BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği ile kısmen resmileşmiş olan bir ‘süreç’ hızlanmıştır.
 
 
Çok hızlı ve çok dolu yaşanarak geçip giden 5 gün( 29 Ocak-02 Şubat), Rachel Corrie’nin rüyâsını ve sorumluluklarını realize eden ve onun İsrail buldozerinin önünde durarak örneği görülmemiş bir ‘Büyümüş Cesaret Örneği’ olmasının aziz hâtırâsını yaşatan bir Başbakan’ı gezegenin tercümanı/sözcüsü ve bir nevi yeni lideri olarak ilan edilmesine hizmet ediyordu. Artık Amerikalıların kibirli Dünya Liderliği kompleksi yavaş yavaş sona eriyor yeni bir çağ başlıyordu. İsrail’in Filistin’de yaptığı soykırımı ABD yönetiminin her tarafına sinen Siyonistlerden dolayı tek başına engelleyemeyeceğini bilen, ancak bunu seçilmiş bir partnerle yapabileceğinin farkına vararak elini uzatan Yeni ABD başkanı Barack Hussein OBAMA’da koroya katılıyor ve İKÖ Sekreterinin şahsında Türkiye Cumhuriyeti’inin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı Gezegenin Ortasının Yeni Lideri olarak tanıdığını zımnen kabul ediyordu. Ve çok yüzlü diplomasî batağına saplananlara Türkiye’den tarafsız bir ses(Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) Başkanı Doç. Dr. Sedat Laçiner) şöyle cevap veriyordu: "Ortadoğu için Gazze öncesi ve sonrası diye iki ayrı dönem açmak mümkün. Çünkü Gazze öncesinde herkes biliyordu ama hiçbir şey söylemiyordu. Ama Gazze sonrasında ve Davos sonrasında tüm dünyaya kral çıplaktır diyen ülke Türkiye ve Başbakan Erdoğan olmuştur. Bu saatten sonra Ortadoğu'da dengeler yeniden kurulmuştur"(25). Davostaki tutum dahil Türkiye’nin ‘suçlarını’ (“Bir değişimin diğer işaretleri, Washington’u kaygılandırıyor. Türkiye, Kürt asilerine ilişkin istihbarat paylaşımı dahil olmak üzere, İran ile bağlarını güçlendiriyor. Ve geçen son bahar Erdoğan, Washington’daki bir düşünce kuruluşuna ‘Nükleer silahları olanlar, İran’dan üretmemesini isteyemez’ dedi. Ağustos’ta da Türkiye, ABD savaş gemilerinin Karadeniz’e geçmesini de bloke etti.” ) (26) sıraladıktan sonra, Amerika ve Batıdan koparak Arap radikallerine yaklaştığını ileri süren Newsweek dergisine de biz cevap verelim:”Hayır, Türkiye Gezegene yaklaşıyor ve cesâreti büyüyor!”
 
 
Seçkin Deniz
 
 
(*)Rachel Corrie,’nin Küçük bir çocukken Anne-Babasına sorduğu soru. Rachel Corie,16 Mart 2003’te Gazze'deki Refah mülteci kampında bir Filistinli doktorun evinin yıkılmasına engel olmaya çalışıyordu. İsrailli buldozer şoförü herkesin gözleri önünde çelikten canavarı üzerine sürdü, önce ileri, sonra geriye üzerinden geçti. Arkadaşları tarafından hastaneye ulaştırıldığında 24(1979-2003) yaşındaki Amerikalı Rachel ölmüştü. Ailesine gönderdiği mektupların birinde, Rachel: “Bu durmalı. Hepimizin her şeyi bırakıp hayatlarımızı bunu durdurmaya adamamızın iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. Dünyaya geldiğimde istediğim şey bu değildi asla. Capital Gölü’ne bakıp ‘işte büyük dünya bu ve ben onun bir parçası olacağım’ dediğimde bunu kastetmemiştim. Ben içinde hiçbir çaba göstermeksizin müreffeh bir hayat yaşayıp bir soykırımın parçası olduğumun farkına bile varmadan çıkıp gideceğim bir hayata gelmedim... Filistin’den geri döndüğümde muhtemelen uykumda kâbuslar göreceğimi, burada kalmadığım için suçluluk hissiyle kıvranacağımı biliyorum. Bunları daha fazla çalışmaya yönlendirebilirim. Buraya gelmek hayatımda yaptığım en iyi şeylerden biri. Oraya geldiğimde deli saçması şeyler söyleyip çıldırırsam ya da İsrail ordusu beyaz adamları yaralamama şeklindeki ırkçı eğilimlerinden vazgeçip bir şey yaparsa, şu yargıya varmakta hiç tereddüt etmeyin: dolaylı olarak desteklediğim ve hükümetimin büyük oranda sorumlusu olduğu bir soykırımın göbeğindeyim."
 
 
Not: İsrailliler son zamanlarda en çok gargat ağacının ekimine hız vermişler. Haber 7’den Prof. Dr. Osman ÖZSOY şöyle yazıyor: “Yahudilerin İsrail’de en çok diktikleri ağacın gargat ağacı olduğunu, Hadis-i Şerif’te, Yahudilerin taşların ve ağaçların bile arkasına saklanacağı, buna karşın Gargat ağacından başka bütün taş ve ağaçların: "Ey Müslüman, Ey Allahın kulu, Yahudi arkamdadır, gel onu öldür" diyeceği ifade ediliyor. (Buhârî, Tecrid, IX, 73; Tirmizî, Birr, 25; Fiten, 2; et-Tâc, I, 25).
 
Kaynakça
seçkin deniz
(1) Star Gazetesi 31.01.2009
http://www.haber7.com/haber/20090105/Iste-Yahudileri-korkutan-hadis.php


Devamı