“Anlamıyor
musun ha? Sadece kavak ağaçları olacak! Sadece kavak dedim, bak aynını diyorum
hâlâ!”
Avazı
çıktığı kadar bağırıyor, çıkabildiği en üst perdeyi bulmaya çalışırcasına
sesini yükseltiyordu her bir kelimede…
“Söyle
o kâhyaya derhâl toplasın götürsün o fidanları da! İstemiyorum başka ağacın
tohumunu da filizini de! Toplayıp hepsini yaksınlar gerekirse. O filizden de
tohumlarından da ne kadar hızlı kurtulursam o kadar iyi benim için…”
Odadakiler
şaşkın bir o kadar da çaresiz bir şekilde Yusuf’u dinliyor, sakin kalmaya
çalışarak onun sakinleşmesini bekliyorlardı.
İshak,
bi cesaretle “Tamam oğlum… Sen nasıl istersen öyle olacak her şey… Derhâl
hallettiriyorum ben, sen merak etme.” dedi, sesine yerleştirdiği en yumuşak ton
ve haliyle...
“Ama”
dedi Nezahat Hanım…
“Ama
biz sadece biraz renk olsun istedik Yusufum sana… Sen mutlu olasın, biraz gözün
gönlün açılsın diye getirttik o akasya ağaçlarını evladım.” diye devam etti,
biraz buruk biraz ürkek bir hâl ile…
“Renk
isteyen mi vardı anne? Sahi sen niçin ömrüm boyunca benim adıma kararlar almayı
kendine görev edindin ki anne ha? Söylesene neden?”
Yusuf’un
bu suçlayıcı sorusu karşısında odaya tekrar koyu bir sessizlik hâkim oldu.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1949
senesinin yaz bitimiydi. Nezahat, cılız bedenine ağır gelen göbeğini kaldıramaz
halde verandada serinlemeye çalışırken kasıklarına dehşet bir ağrı saplandı.
Bıçak gibi. Hançer gibi... Çığlıkları, evin ön bahçesinden duyuluyordu. Ev ahâlisi
korku içinde çığlığın geldiği yöne doğru çarpışarak koşmaya başladığında doğum
başlamıştı bile. Nezahat sandalyenin kolçağını kırmış, yere serilmiş, elinde
kolçak, göz bebekleri yerinden fırlayacakmışçasına açık, yüzü mora çalan bir
kırmızı haldeyken bağırmaya devam ediyor bir yandan da patiskadan entarisini
sıyırmaya çalışıyordu.
Verandaya
varan her bir ev sakini, gördükleri karşısında önce bir afallıyor daha sonra
ardı sıra gelen ya da gelme ihtimali olan diğerine “Yardım! Yardım!” diye
bağırıyor ama hiç kimse yerde yatan ve adeta can çekişen bu cılız kadına dokunmaya
cesaret edemiyordu…
O
sırada yukardaki banyoda yıkanan İshak, köşkün hizmetçilerinden birinin,
kapısını dövercesine çalmasıyla ıslak vaziyette küvetten çıkıp bornozunu
kaptığı gibi merdivenlere yöneldi.
Ayaklarındaki
köpük, cilalı parlak basamaklara değdiği gibi kendini hızla aşağıya doğru
yuvarlanır halde buldu. Uzun, bitmeyen, çok kademeli, gösterişli ahşap
merdivenin basamaklarını yuvarlanarak tükettiğinde, yerde büyük bir acı içinde
kıvranır vaziyetteydi. Ev ahâlisi bu kez de büyük salondaki merdiven ucundan
gelen acı inlemelere doğru koşmaya başladı. İshak, yanındaki dikilip duran işe
yaramaz hizmetçinin refakatinde yerde kıvranırken bir yandan da merdiven
başlangıcına; şu an kalçasına saplanmış halde duran kartal kanadını yerleştirme
fikrini veren İranlı mimara küfürler savuruyordu.
Verandada
ise işler yoluna girmiş gibi görünüyordu. Evin kalfası Esmer Hatun, derhâl
olaya müdahale etmiş sıcak su ve havlu istediği hizmetçilerin de yardımıyla
Nezahat’ın doğumunu kolaylamaktaydı.
“Doğdu!
Doğdu! Hanım koca bir erkek doğurdu!” diye salyalı bir sevinçle bağıran
aklıevvel mutfak yamağının “koca bir erkek doğurdu” lafını “koca kafalı erkek
doğdu” şeklinde anlayan kalfa kadın, mutfak yamağına öyle bir yumruk geçirdi ki
zavallı kız öylece yere serildi.
Koca
köşkte bir anda iki yaralı, bir yenidoğan bir de kanamalı bir lohusa peyda
olmuştu.
Yer
yerinden oynuyor, bağrışmalarsa asırlık köşkün uzun devasa ağaçlarla çevrili ve
ta ki demirden yapılma simsiyah kapısına varana dek uzayan taşlık yol boyunca
duyuluyordu.
Yüz
küsur yıl önce ailenin paşa dedesi tarafından yaptırılan bu asude yazlık köşk,
şimdi acı acı bağırıyordu adeta.
Köşkün,
duvarları altın rengi Mardin taşıyla bezeli mutfağından, aşçı ve yamaklarının
akşam yemeği hazırlığı yaparlarken dinlemek için açtıkları radyonun sesi
yükseliyor, selamlık bölümündeki telefon inleyerek çalıyor, etrafta
koşuşturanlar bir Nezahat’a bir İshak’a, bir de yerde kordon bağıyla annesinin
bacakları arasında ağlayan bebeğe yetmeye çabalıyorlardı. Zavallı mutfak yamağı
ise kalfa yardımcısının “kalk kız! Git elini yüzünü, burnunun sümüğünü, kanını
manını yıka sonra da şu mutfaktaki radyoyu kapat! Allah’ın aklıevveli seni…
Kalk dedim bak… Hala bakıyor aval aval… Kız kalksana” diye tiz sesli
söylenmelerine maruz kalınca kafasında uçuşan minik ördek yavrularıyla
zangırdayan beyni ile kendisine söylenenleri yapmak için doğruldu. Aynı anda
da; “Niye bağa herkeşler aklıevvel der ki acep? İnşallah eyi bir şeydir ha Ya
Rab… Yohsam kötü bir şeydirse de duyan eden filen de olurduysa sittin sene
evlenemem ben he mi düşer de kalırım abu taş mutfaklarda… Hafazanallah
hafazanallah” diye mırıl mırıl söylenerek çok sevdiği (!) taş mutfağına doğru
adımlarını yöneltti.
Bu
esnada kasabanın hekimi köşke çoktan gelmiş, Nezahat’ın kanamasını durdurmuş,
bebeğin kordon bağını kesip temizlemeleri için hemşiresine uzatmış ardından
yerde hâlen boylu boyunca yatan İshak’ın yanına varmıştı. Durum, sandığından
kötüydü ve İshak’ın derhâl şehre nakli gerekiyordu. Allahtan bacağa saplanan
kartal kanadına kimse dokunmamıştı da bu isabetli küçük eylemsizlik sayesinde
daha büyük ziyanların da kanlı bir vakanın da önüne geçilmişti.
Kendisine
acı içinde derin derin bakan taze babaya “gözünüz aydın efendim. Eşiniz, ömr-ü
şâhâneniz bir erkek evlat dünyaya getirdi. Mübarek bir ömre mazhar olur
inşallah” dedi. “Başında ufak bir şişlik mevcut lâkin doğumda böylesi hâllere
çokça rastlanır. Zamanla geçecektir… Tasa edilecek bir vaziyet değildir
efendim” dedi.
Hekimin
kadim bir devirden gelme gibi hissettiren yumuşak sesi ve İstanbul Türkçesinin
en zarif hâliyle ifade ettiği duygu ve tespitleri İshak’ı bir nebze olsun
rahatlatmış ve sanki acısı bir an olsun dinmişti.
Hekim
ve kaymakamın yolladığı araçla yola çıktılar. 1 ay süresince kalacağı
hastanedeki yatağına yattığında aklında Nezahat ama daha da çok yeni doğmuş
oğlu vardı. İçinde anlam veremediği bir tiksinti, adını koyamadığı bir
rahatsızlık, bir çeşit iç sıkıntısı vardı. “Geçer” dedi içinden. O günden sonra
hiçbir zaman geçmeyeceğini henüz bilmediği iç sıkıntısını göğsüne alarak uykuya
daldı…
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kâhya,
bahçedeki tohumların hepsini yüklediği kamyoneti kullanması için seyisi çağırdı.
O sırada Yusuf, camdan olan biteni izliyor diğer yanda da “Bünyamin...”
diyordu. “Sence biz neden kavak ağaçlarını bu kadar çok seviyoruz” diye
soruyordu.
Bünyamin,
her zamanki sessiz, sıkışıp kaldığı kendi hapishanesinde her zamanki gibi
hareketsizdi.
Nezahat
kapıyı tıklamadan içeri girince sessizlik katmerlendi.
“Yusuf,
oğlum. Bak her şey yoluna giriyor. Kavak ağaçları da geldi gördün mü?”
Yusuf’tan
yanıt gelmeyince devam etti Nezahat Hanım…
“Ne
diyorum biliyor musun? Bu sene kışı bizimle geçirsen diyorum. Burada böyle
yapayalnız… Bilemiyorum oğlum… Ben çok üzülüyorum. Bak ameliyatın da çok güzel
geçecek inşallah… Niçin bu yalnızlık? Niçin bu kaçış Yusuf? Hepimiz seni çok
özlüyoruz. Hem kışları çok soğuk oluyor buraları… Gel sen beni dinle evladım.
Gel bu kışı...”
Hiddetle
sözünü kesti Yusuf;
“Sen
ne laf anlamaz bir kadınsın ya hu! İstemiyorum dedim ya. Daha kaç kez
söyleyeceğim? Kaç kez sana istemediklerimi haykıracağım?”
Sustu…
Göz
yuvalarında patlamak üzere birikmiş yaşlarıyla kocaman kocaman ona doğru bakan
annesi, gözünde daha da küçülmüştü sanki.
“İstediklerini
söyle madem sen de Yusuf!” dedi ve bir an durakladıktan sonra;
“Kavak
ağacı dışındakileri mesela…” diye tamamladı meramını…
Çıktı…
Odanın kapısı açık kalmıştı. Yusuf bir tiksintiyle annesinin ardı sıra koşar
adım yürüdü ve odanın kapısını kırarcasına kapadı.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
“Ameliyat
iyi geçti” dedi doktor. “Beyninin sağ tarafı tamamen temizlendi. Şuuru henüz
kapalı… Lâkin merak etmeyin her şey yolunda. Şimdi yoğun bakım ünitesine
alınacak. Yarın kendisini görebilirsiniz” diye tamamladı.
Nezahat
Hanım, yetmişine merdiven dayamış kısa ve cılız bedenini doktora yöneltiyordu
ki önünden hızla uzaklaşan beyaz bir karaltıyla irkildi. Duyguları ağzında
tıkalı kalmış, sözcükler fısıltıyla gözyaşlarına karışmıştı.
“Bitti”
dedi elini omzuna koyan İshak…
“Bitti
karıcığım… Oğlumuz artık sağlıklı olacak. Hezeyanlar, hayaller, hayatımızdaki
tüm bu keşmekeş bitti… Biz gitmeden bitti…”
Nezahat
Hanım, acı içinde kocasına baktı. Hiçbir şey söylemedi. Aksayan bacağının,
ayağına düşüp ayakkabısına yansıyan sesi ile gürültülü biçimde uzaklaşan boynu
bükük kocasının arkasından baktı sadece. Sadece baktı… Ama hiç konuşmadı.
Yıllar
yıllar önce bir kez daha aynı hisse kapılmıştı Nezahat… Çok sevdiği ağabeyi
Bünyamin’i toprağa uğurlarken. Ne çok severdi onu. Bünyamin, hayatta kalan tek
kardeşiydi. O gidince koca konak, esarete düşmüştü adeta. Hapiste ciğeri
solmuş, nüfuzlu babasının gücü ise demirden prangaları eritmişti de oğlunun
ciğerindeki nemi eritememişti. Zaten evlat acısıyla, o da çok geçmeden göçüp
gitmişti gayba doğru. İlelebet ikisini de kaybetmişti Nezahat. Hâl böyle olunca
on dokuzuna varmadan evlendirmişlerdi onu… Ailelerine uygun, kendi
muhitlerinden İshak Bey ile… Bu izdivaç lanetliydi adeta. Ne düğün günü ne
gerdek gecesi yüzü gülmüştü genç kadının. Kadınlık dedikleri ne menem bir şeyse
bir türlü hastalıkları da peşini bırakmamıştı. Kaç kez düşük yapmıştı da son
sefer gebeliğinde dokuz ay istifra edip son altı ayında yataktan kalkmamacasına
anca doğurabilmişti Yusuf’u. Önceleri ebe kadınlar ikiz demişlerdi
karnındakine. Karnı da tevekkeli değil, hayli büyüktü hani. Verandada
bacaklarının arasından sarkan koca kafasını görünce bir an ürkmüş ama sonra
diğer bebeği bekleyedurmuştu da kalfa kadın bebeği alıp poposuna iki şaplak
atınca “Hanım koca bir erkek doğurdu” diye avazı çıktığı kadar bağıran hizmetçi
kızın sesiyle kafasını kaldırıp bacak arasına bakmıştı lâkin kan ve irinimsi su
yığınından başka bir şey göremeyince kalfa kadına dönüp, “Yok mu? Başka yok mu?”
diye soruvermişti aniden…
Yoktu.
Koca kafasının sağ tarafında koca bir kambur taşıyan tombul bebekten başkası
yoktu bacaklarında...”
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Ameliyattan
3 yıl önceki kışın başında, yalnız kalmasın diye Afgan bir seyisi köşkün
öteberisini alır bahanesiyle Yusuf’un yanına vermeyi nihayet başarmışlardı
Nezahatla İshak... Köşkün bağ bahçesinin en dehlizlerindeki tek kavak ağacının
dibinde konuşlanmış bir kulübeye de yerleştirmişlerdi. İyi bir adamdı seyis.
30’larında var ya da yoktu. Vatanında çobanlık yaparmış vakti zamanında.
Köyünde salgın hastalık yayılınca ailesinin çoğunu kaybetmiş sonunda da bir
insan kaçakçısının köye gelip isteyenleri istedikleri ülkelere kamyonlarla
götürebileceğini duyurması üzerine o da zaten üç beş tane kalan küçükbaş
hayvanını satıp tüm parasını verip Türkiye’ye kaçak girmişti. Henüz on beşinde yoktu
göçtüğünde... O gün bugündür de muhtelif işlerde çalışıp karnını doyurmanın
yoluna bakmaktaydı. İyiden iyiye eskiyip viraneye dönmüş hâldeki köşkü görünce
bir an olsun vazgeçer gibi olmuş ama işi bağlayan aracının sert bakışlarına
ailenin sadece 6 ay için kendisine vereceği ücretin miktarı eklenince kalmaya
karar vermiş ve hayatının son kararını yaşamak üzere yeni yatağına doğru yol
almıştı.
Kış
sert geçiyordu. Yusuf pek konuşmasa da şömineyi yakmak için odun ikmali yaptığı
zamanların bazılarında onunla sohbet ediyordu. Aslında sohbetten ziyade
efendisi konuşuyor, Rashid ise sadece dinliyordu.
Bir
akşam karla kaplanmış kapı eşiğini temizlemeye durduğu esnada kapı tokmağı
şıngardamış içerden Yusuf’un gür olduğunu ilk kez işittiği istekli sesi
duyulmuştu.
“Rashid!”
diye bir nâra patlatmıştı Yusuf...
Pek
gürültülü biri değildi nazarında efendisi Raşhid’in...
Hatta
ona kalsa arada sırada konuştuğu ama kendisinin bir türlü göremediği Bünyamin
diye biriyle fısıltıyı andıran konuşmaları dışında hiç konuşmazdı Yusuf...
“Raşhid
dedim. İşitmiyor musun be adam?” diye ikiledi nârasını Yusuf.
Telaşla
elindeki kazmayı bırakıp çizmeleriyle karları ezip içeri girdi Raşhid.
“Gel.
Otur şöyle bakayım.”
Sessizlik
çöktü bir an olsun...
“Gel
dedim otur şöyle... Bak orada şarap var. Al. Bana da getir, sen de iç” dedi
Yusuf.
“Aman
efendim mekruhtur, haramdır, günahtır” demeye kalmadan Yusuf, ortadaki kütük
sehpaya öyle gürültülü bir yumruk fırlattı ki Raşhid o an oracıkta ruhunu
teslim edecek sandı.
Açık
şarabı aldı. Çelik bardaklara doldurdu. Efendisine uzatıp, gösterilen yere
oturdu.
“Sen”
dedi Yusuf... “Kaça kadar okuduydun?”
“Ben”
dedi Rashid... “Okumadım efendim ben.”
“Hiç
mi?” diye sordu Yusuf...
“Hiç”
dedi Rashid...
“Immm…
Anladım... Okuman yazman da yok o vakit senin öyle mi?”
“Evet
efendim yoktur”
“Immm
anladım...”
Sustu...
Sustular...
İkinci
kadehe, daha doğrusu bardağa geçerlerken Raşhid şömineyi harladı. O sırada
Yusuf birden “Sen” dedi... “Sen hiç böyle bir şey gördün mü daha önce?” diye
sordu kafasını göstererek.
“Sizin
oralarda var mıydı böylesi hiç?”
“Yok
efendim ben görmedim”
“Imm
hiç mi?”
“Hiç”
diye karşılık verdi Rashid...
“Hımm”
dedi Yusuf...
Sustu...
Sustular...
“Adını
kim koymuş senin” sorusuyla sessizliği ilk bozan Yusuf oldu.
“Bilmem
efendim... Ben doğunca kardeşim ölmüş. Adım da ortada kalmış. Bir süre adsız
yaşamışım. Sonra ne olduysa Rashid demişler. Anam böyle anlattıydı. Anam da
bilmez kimdendir ismim”
“Benim
adımı kimse koymamış” dedi, kendisine sorulmamasına rağmen Yusuf.
“Taşa
doğmuşum ben. Kafamda bu yumruyla. Taşın kafama değen kısmında Bünyaminlen
Yusuf yazılıymış. Aslında bakma sen. Döşemenin her bir zemin taşında bir şeyler
yazılıymış. Ürdün’den gelmiş bu zemin taşları. Paşa paşa dedemiz getirtmiş. Her
birinde bir şeyler yazar dedim ya iki şey yazar aslında. Bazılarında B ile Y
bazılarında Bünyaminle Yusuf.
Kafam
da tam Bünyaminle Yusuf taşına düşmüş benim. O zaman ki kalfa -rahmet olsun
adına- ‘Hanımım bak Bünyamin yazar burada’ demiş. O ana kadar evdeki tek bir
kişi bile yüz yıldır gezindikleri zeminde birtakım yazılar olduğunu fark
etmemişmiş... Annem de kanlar içindeki bacaklarının arasından kafasını kaldırıp
da kafamın dibindeki yazıyı görünce şaşakalmış. Oracıkta koyuluverilmiş ismim.
Kalfa kadın önce ‘İsmi Bünyamin olsun bu bebenin, hanımım’ demiş de annem
şiddetle karşı çıkıp ‘yok Bünyamin olmaz. Yusuf olsun madem öyle’ demiş.
Böylece adım Yusuf olmuş benim.”
Rashid
bu yarı zırdeliye benzeyen tuhaf adamı dinlerken midesinin bulandığını hissetti
ama korkudan kalkamadı yerinden.
O,
midesindeki hengâmeyle derdest halde iken Yusuf bir anda;
“Rashid
Efendi sen Yusuf ile Bünyamin’i bilir misin?” diye atıldı.
Rashid,
efendisinin; geldiği günden beri adını sıkça duyduğu lâkin hiç rastlaşmadığı
Bünyamin’i sorduğunu zannetti...
“Yok
Beyim... bilmem... tanımam ben” dedi.
Yusuf
biraz öfkeli bir ton yerleştirdiği sesini çıkarmak için önce boğazını temizledi
sonra çatallı başlayan bir çıkışla;
“Nasıl
bilmezsin ya hu? Sen Müslüman değil misin?”
“Hâşâ
beyim Müslümanım elhamdülillah” diye yanıtladı Rashid.
“Ee
nedir o zaman? Nasıl bilmiyorsun?” diye karşısındakini hırpalarcasına üsteledi
Yusuf sorusunu…
“Onu
biliyorum beyim. Ben şey sandımdı… Sizin…” diyecek oldu ki Yusuf araya girdi…
“Ne
sandındı? Benim kardeşim olan Bünyamin’i mi sandındı” diye tamamladı Yusuf en
ukalâ, en küstah, en müstehzi tavrını takınarak…
Rashid,
karşısındaki bu densiz adamı öldürme isteği hissetti içinde. Midesi içinde
dolanmaya başladı. Ama sakin kalmayı başararak -neticede ucunda iyi para vardı
bu işin ve çoğu gidip azı kalmıştı- dayanmalıydı.
“Ha
evet efendim. Anladım. Biliyorum onu beyim biliyorum. Hz Yusuf... Hz. Yakup
vardı bir de. Babalarıydı. Biliyorum efendim biliyorum. Affınıza sığınırım... Ben...
Bi an olsun... Benim midem biraz rahatsızlandı da beyim. Ondan olsa gerektir.
Şarap... Şaraptan sanırım. Bünye alışkın olmayınca demek... Kusura kalmayın
beyim”
“Tamam,
uzatma be adam. Ne çok konuştun. Sus bi sus. Beyim de beyim... Efendine de sı…”
diyecek oldu ki “Tövbe estağfurullah töbe töbe…” demekle yetindi.
Sustu...
Şarabından
birkaç yudum aldı, önündeki yemişlerden attı ağzına iki üç...
Karşısında
iki büklüm kalakalmış şekilde oturan otuzlarındaki yaşlı insana baktı. Bu kez
de o diğerinden tiksindi.
“Yakup
evet… Babalarıydı. Aferin… Bu Yakup’un da ikizi vardı bilir misin? Bak çoğu
kişi bilmez ha bunu… Hatta kimdir bunlar Rashid Efendi bilir misin? Bunlar
İsrailoğulları’dır...”
Bunu
söylerken güldü. Sonra devam etti
“Yani,
aslında bunlardan sonra gelen herkes İsrailoğulları’dır Rasshiiidddd” dedi, isimdeki
ünsüz sesleri bastırarak çakır kafa emarelerini en belirgin haliyle göstererek.
“Bu
Yakup var ya bu Yakup... Hah işte bu Yakubbbb.” öksürmeye başladı Yusuf.
Rashid
telaşlandı. Hemen ayağa kalktı. Ayaktayken başı döndü. Midesi yer
değiştiriyordu âdeta. Ama direndi. Şöminenin yanında duran güğümü alıp öylece
beyine uzattı.
Yusuf
güğümü aldı. Kafasına dikti. Sonra da öfke patlamasıyla güğümü fırlattı. Şömine
ateşiyle ısınan güğüm; önce hafiften elini, sonra içindeki ılıktan daha sıcak
su da genzini yakmıştı.
“Salak
herif… Sen ne ahmak bir şeysin ya hu! Çekil karşımdan zırtapoz.” dedi, desibeli
yüksek fakat bu kez tiz bir tonla.
Bağırırken
ağzından çıkan tükürükleri ve güğümden dökülen suları silmek için kolunu ağzına
götürdü kazağıyla ağzını ve çenesini bir hamlede sildi. Arkasını dönüp
sürünmeye benzer bir hâl ile kapıya doğru yürüyen Rashid’e seslendi:
“Şüüüüüşşşt...
Nereye? Gel otur buraya. Daha sözüm bitmedi.”
Sesi
duyan Rashid geri döndü. Koltuğa, tünercesine sığıştı.
“Bitti
mi benim sözüm ha? Bitti mi söyle?”
“Bitmedi
efendim” dedi Rashid.
“Bitmedi
elbeeeet. Şimdiii... Nerde kalmıştık. Heh... Yakup… Yakup... Bu Yakup
Rashidcimm... Bunun bi adı da ‘İsrail’dir. Baaak bunu da pek az insan bilir
haaa… Kıymetimi bil herkese anlatmam ben bunları...”
“Eksik
olmayın efendim. Var olun…” dedi Rashid, sahte bir minnet gösterisiyle...
“Hee…
Şimdi Yakup’un diğer adı İsrail’dir... Ne için? Neden İsrail?”
“Bilmiyorum
efendim. Nedendir?”
“Acele
etmeee… Du bakalım... Şimdi öğreneceksin. İsrail’dir çünküüü bunun ikizi var
dediydim ya...”
“Evet
efendim dediydiniz...”
“Sus
be adam sözümü kesme de dinle!”
“Yok
efendim ne haddi… ...” Tam o sırada Yusuf yine sözünü keserek;
“Bak
hâlâ konuşuyor ahmak herif... Sussana be adam!” diye haykırdı.
Yusuf
tekrar öksürük krizine girince bu kez kendisi şarap bardağını dikledi, bardağı
indirirken dilini dışarı çıkarıp garip bir hırıltı sesi eşliğinde kafasıyla
beraber dışardaki dilini üç kez salladı. Gözleri far görmüş tavşan misali
açılmıştı. Koluyla bu kez şarap artıklarını sildi. Boğazı yanmış göğsüne ateş
basmış ama öksürüğü de kesilmişti.
Böylece
devam etti.
“Ne
diyorduk? Bu Yakup ile ikizi birbirini hiç sevmezlermiş. Aralarında hasetlik,
bitmeyen bir musibet varmış. Kıskançlık hasebiyle işler ölüm tehdidine kadar
varıp birtakım kötü olaylar vuku bulunca bu bizim Yakup, ikiz olarak doğup
sonra hasım olduğu karındaşı Ays’dan, gece gündüz kaçmak zorunda kalmış. İşte
Ays’dan kaçarak dayısının yanına sığınmak için yol aldığı sırada Yakup,
gündüzleri saklanmış ve geceleri bıkmadan usanmadan yılmadan yürümüş. Bundan
mütevellit de kendisine “İsrail” denmiştir ki İsrail, aslında geceleyin
(Allah'a) yürüyen demektir.”
Saatlerdir
hatta gerçekte aylardır, tiksinerek baktığı ve yanından ayrılacağı günü iple
çekerek beklediği bu kambur kafalı adam, bir anda büyümüştü Rashid’in gözünde...
Köşkün ikinci katındaki kütüphanenin tozunu bir kez almıştı da oradan biliyordu
bu koca viranede yüzlerce kitap vardı ama ne bilirdi ki bu sefil görünümlü
meczup adam o kitaplardan okuyor olsundu.
“Adam
baya bilge çıktı” diye geçirdi içinden ve karşı konulmaz bir saygı yükseldi
içinde.
“Su
beyim... Su getireyim mi mutfaktan ister misiniz?” deme isteği hasıl oldu
kalbinde... Ama demedi. Şimdi bir şey dese belki yine sinirlenecek “ahmak
herif” diye ortalığı kasıp kavuracaktı. Demedi bir şey...
İyi
ki de demedi zira Yusuf devam etmek için genzini bir kez daha temizledi.
“Yaaa
Rashid Efendi. İşte bu Yakup’un aslında beraber doğduğu bir ikizi vardır. Hatta
‘Yakup’ ismini de ikiz olduğundan almıştır. Ays önce, Yakup sonra çıkmıştır
rahimden. Kardeşinin ardından doğduğu için ona ‘Yakup’ demişlerdir. Ama
bunların hangisi büyük meçhuldür zira tek yumurta ikizi mi çift yumurta ikizi
mi muammadır. Bilinmez bir meseledir. Bilinen odur ki Yakup sonra çıkmıştır
anasının karnından. Sahi… Sana sorsam… Desem
ki bunlar Ays ile tek yumurta ikizi imiş Yakup da sonra doğmuş hangisi büyüktür
desem, doğru yanıtı verebilir misin bakalım?
“Yok
beyim, ben nerden bileyim… Allah’ın işine karışılmaz. Önce doğan, önce doğar
sonra doğan, sonra doğar. Ben bilmem beyim hâşâ…”
Yusuf
bir kez daha karşısındaki hangi aksan olduğunu bile tanımlayamayacağı türden
garip bir lisan konuşan, cahilliğin en üst mertebesindeki bu adamdan olanca
gücüyle tiksindi.
Oldu
olası, cahillerden de bilgi yoksunu ve bilginin varlığından bihaber biçare
olanlardan da daima tiksinmişti Yusuf... Ama bu defa bir başkaydı. Tiksinme
derecesi hayli yüksekti ve içinde garip bir şiddet isteği uyandırıyordu.
“Salak
herif! Sana ne tabii çoook yüce Allah’ının işinden. Onu mu soruyorum ben sana
salak herif? Onu mu ha?”
Rashid
yine ne hata yaptığını anlamayarak kafasını öne eğdi ve içinden “Yok… Ben daha
da bir şey konuşmayacağım. Bey bir şey istiyor lâkin ben onun ne istediğini
bilemiyorum. En iyisi susmak. Ya susarsam daha çok sinirlenirse? Ben en iyisi
her soruya üç kelimelik cevap vereyim. Allah’ın hakkı üçtür en nihayetinde.
Allah beni bu deli adamın şerrinden korur elbet. Tamam tamam en iyisi öyle
yapayım. Üç kelime… Fazlası yok.”
Kafasından
tüm bu muhakemeyi yaparken bir yandan da Yusuf’un sorduğu sorunun yanıtını
çılgınca bir merakla bekliyordu.
Onun
meraklı gözlerle beklediğini hisseden Yusuf, sanki biraz önce asabını bozan,
karşısındaki bu tuhaf kılıklı adam değilmişçesine yumuşak bir üslupla:
“E
sen de haklısın… Nereden bileceksin değil mi? Ben koyunlardan kuzulardan
bilirsin belki diye sordum bir an. Ama yani size nedir değil mi hangi kuzu
diğer kuzudan büyük diye... Ebat olarak demiyorum anlıyorsun değil mi? Dünyaya
geliş olarak, yaş olarak, zaman olarak demek istiyorum? Anlıyorsun?”
Rashid
bir an duraksadı. Yanıt vermesi gerektiğini fark edip:
“Anlıyorum
efendim…” dedi
İç
sesi ise rahatlattı onu… Kafasındaki ses “Oh iyi iyi iki kelimeyle yırttık.
Böyle devam Rashid. Unutma ha üç kelimeyi geçmek yok. İlk deneme başarılı.
Hatta baya başarılı. İki kelimecik... Sadece iki” diye söyleniyordu kendi
kendine. Tam o sırada bu iç istişarenin etkisiyle yüzünde belli belirsiz bir
sırıtma peyda oldu.
Yusuf;
bu çirkin, cahil adamın karşısında asap mukavemeti gösteremiyordu. Kalkıp
yüzünün ortasına koca bi yumruk çakmak istiyordu. Yüzünü patlatmak sonra da
belki o düşük kıçına birkaç tekme bile savurabilirdi. Neden olmasındı?
Zihnini
bu düşüncelerden sıyırarak sondan bir önceki kez genzini temizledi.
“Evet,
anladığını biliyorum Rashidcim. Şöyle ki; şayet ikizler tek yumurta ikizi ise
sonra doğan yaşça (zamanca) büyük olur zira ana rahmine ilk düşen sonda
kalandır. Rahimde ilktir ve arkaya konuşlanmıştır. Bu sebeptendir ki çıkışı
sona kalır. Büyüklük böyle bir şeydir Rashid. Hep sona kalmaktır. Suyu bile
önce küçüğe veririz değil mi Raşhid? Amma velâkin son sözü söylemek de büyüğe
kalır. Büyüklük böyle bir şeydir Rashid. İlksindir ama sonsundur aynı zamanda.”
Rashid
bu son söylenenlerden pek bir şey anlamamıştı ama Yusuf’un artık kayan gözleri
ve yanıt beklemeyen tavrı sayesinde üç kelimeyi geçmeme savaşına girmek zorunda
olmayacağı için memnundu.
Bir
an sonra başı yana düşüp ağzı açık, salyalı bir hırıltıyla uykuya dalan
Yusuf’un kucağındaki şarap bardağını usulca aldıktan sonra hemen yanındaki
berjerde serili duran kırmızılı turunculu, alacalı bulacalı tuhaf battaniyeyi
üzerine örtüp koşarcasına çıktı köşkün kapısından.
Ertesi
sabah çok erken kalktı Rashid. Köşkün kapısını açık görünce endişelendi. Hızlı
adımlarla içeri girdi. “Beyim, beyim” diye seslendi lâkin ses gelmedi. Yukarı
katlara çıkacaktı ki Yusuf köşkün çıkış kapısında göründü. Elinde kaz
yumurtaları gözleri kan çanağı… Öylece duruyordu kapı eşiğinde.
Raşhid
bu görüntü karşısında tarif edilemez bir korku hissetti.
Yusuf,
akşamdan kalma çatallı sesini serbest bırakınca, arkasındaki soğuk; dolanıp
ağzının kenarında birikti, duman oldu, süzüldü.
“Ne
o? Beni mi özledin Rashid?” yayvan bir gülüş yerleştirdiği ağzında dolanan
sözcükleri, fırlattı adeta Yusuf. Sonra da tükürdü. Hem de eşiğe. Kapının köşke
giriş yönündeki eşiğine. Tükürdü. Yetmedi, çamurlu çizmelerini çıkarmadan daldı
içeri.
Rashid
şaşkın... Delirmiş bu adam diye düşünen bir yüz ifadesiyle izliyordu
efendisini.
“Gel”
dedi Yusuf.
“İçeri
geçelim de otur bakalım koltuğuna.”
Koltuğuma?
diye sordu iç sesi Rashid’in... “Koltuğuma? Benim koltuğum? “Böylece yineledi
iç ses.
“Tabii
efendim” demekle yetindi ama.
İçeri
geçtiler. Şöminenin harlı ateşine su dolu bakır bakraçla yumurtaları koydu
Yusuf.
“Anlat
bakalım Rashid Efendi. Gecen nasıl geçti?”
“İyiydi
efendim” dedi Rashid. Allah’ın koruyucu üç rakamını, mıh gibi aklında tutarak.
“Immm...
Çok mu?”
“Çok...”
Sustu…
Sustular…
“Sen”
dedi Yusuf… “Sen kavak ağaçlarını sever misin?”
“Pek
bilmem efendim” dedi Rashid.
“Aslında
hiç bilmem…” diye devam etti.
“Hiç
mi?”
“Hiç”
dedi Rashid.
Sustu…
Sustular…
Bir
an korku kapladı bedenini Rashid’in. Üç kelimeyi geçmişti yanıt verirken.
Geçmiş miydi sahi? Yok yok geçmemişti. Çünkü susmuştu. Sonra ikinci kez ayrı
bir cümle kurmuştu. İkisi de üç kelimeden fazla değildi. Yok yok geçmemişti.
Rahatladı.
“Kavak
ağacı yeryüzündeki en özel ağaçtır Rashid” dedi Yusuf.
“Öyle
midir efendim?”
“Öyle”
diye yanıtladı Yusuf.
“Neden
bilir misin? Çünkü kavak ağaçları her şeyi görür, duyar ama susar. Onlar
insandır aslında ama kabuklaşmış insanlar... Etli insan çiğdir Rashid. Duyar,
görür, konuşur. Ama kabuklu insan, susar...”
Rashid
hiçbir şey anlamıyordu bu kambur kafalı adamın dediklerinden.
Sustu…
O sustu, Yusuf devam etti.
“Kavak
ağacının hikâyesini bilir misin sen Rashid?”
“Yok
efendim bilmem” 1,2, 3… Oh bu kez de başarılı…
“Hiç
mi?”
“Hiç”
“Hımm”
diye mırıldandı Yusuf…
“Anlatayım
o vakit”
Rashid’den
ses gelmeyince:
“İster
misin? Anlatayım mı” dedi Yusuf, kendini onaylatma isteği ile…
“İsterim
efendim, anlatınız” dedi Rashid.
“Kavak
ağacı, kardeş acısının simgesidir Rashid. Aynı zamanda da kardeştir. Ruhunu
dünyaya erdirememiş olan bazı kardeşler; kavak ağacı olur, salınır yeryüzünde.
Ama herkes göremez onları. Bazı gözler görür sadece.”
Bunu
söylerken gözlerini öylesine büyük açmıştı ki Yusuf, Rashid’in ödü kopmuştu.
İyi ki bu sohbeti gece yapmıyoruz diye geçirdi içinden. Bu deli adamın ne
yapacağı belli olmazdı neticede. Serde manyaklık varsa, meczup kişi dönüşebilirdi
bir zırdeliye. Bunu görebilecek kadar yaşamıştı Rashid. O nedenle temkinli olma
dürtüsüyle irkildi bir an yerinde...
“İnsanlar
henüz gezegene düşmeden çok çok önce Phaethon adında bir Tanrı oğlu yaşarmış
buralarda. Phaethon’un annesi Klymene, Tanrı soyundan gelen çok güzel bir
kızmış ve ailesiyle beraber yeryüzündeki tüm dereler, pınarlar, çağlayanlar,
şelaleler, kuyular; tüm tatlı su kaynaklarını besleyen, en büyük ana kaynak
olan efsanevî Okeanos Nehri’nin kıyısında yaşarmış.
İşte
Güneş Tanrısı Helios da her akşam indiği Okeanos’un sularının kıyısında yeğeni Klymene’ye kaptırmış gönlünü. Klymene, aynı
zamanda Nehir Tanrısı olan Okeanos’un kızlarından biriymiş ve ‘Okeanides’
denilirmiş onlara. Klymene, yaşadığı yasak aşkın meyvesi olan oğluna da
babasının anısına ‘ışıldayan’ anlamına gelen Phaethon adını koymuş ve oğlunun
gerçek babasını herkesten saklamış. Ta ki Phaethon, babası bildiği Habeş Kralı
Merops’a hiç benzemediğini fark edip bir de üstüne; içinde ona karşı tam bir
sevgi hissedememesinden şüphelenip annesini sıkıştırıp da gerçeği öğrenene kadar…”
Rashid,
anlamsız gözlerle dinlediği Yusuf’un deli olduğuna iyice kanaat getirmişti. Ne
anlatıyordu bu adam böyle. Saçmalığın daniskası, deli zırvasıydı hepsi de... O,
bu düşüncelerin ekseninde dönüp dolaşırken; Yusuf, yumurtaları bakraçtan
çıkarmış anlatımına devam etmeye hazırlanıyordu.
“Hah
nerde kalmıştık. Bu arada al bakalım bu yumurtayı. Kazlardandır. Tavuk değil.
Ye ki aklın, elin iyi çalışsın.”
Ne
diyordu Ya Rabbel âlemin bu adam? Manyaktı bu kesin
manyak... Rashid yumurtayı aldı, sessizce soymaya başladı.
“İşte
bu Phaethon denen arkadaş Rashidcim… Babasının Güneş Tanrısı olduğunu öğrenince
tutmuş babasının yurdunun yolunu. Onu gördüğü an sevmiş... Şaşaalı yaşamını,
uçan arabalarını görünce büyülenmiş. Tanrı Helios da memnunmuş oğluna kavuştuğuna.
Bu nedenledir ki arabalarından birini kullanmak için kendisinden izin isteyen
oğluna, bir arabasını istemeye istemeye de olsa vermiş… İşte felaketin başlangıcı
da bu olmuş. Phaethon, Toprak Ana’ya öyle zararlar vermiş, toprağın
üstünde-altında yaşayan canlara öylesine hazin bir şekilde kastetmiş ki en
sonunda Toprak Ana, torunu Zeus’tan yardım istemek zorunda kalmış. Zeus da
Phaethon’a ucu ateşli yıldırım oklarını fırlatmış. Saçları, gözleri, tüm bedeni
ateşler içinde kalan Phaethon, alevler içinde yana yana Po Nehri’ne düşerek can
vermiiiş. O gün güneş sönmüş... Her yer buz tutmuş. Tam tamına 1 gün, güneşsiz
kalmış dünya. Ertesi gün ise Phaethon için bitmeyen bir yas başlamış.
Kardeşleri, tam dört ay boyunca aralıksız acı acı ağlamışlar mezarı başında. En
büyük kardeşi Phaethus, acıdan yere kapanmak istemiş lâkin bir daha hareket
edememiş, olduğu yere çakılıp kalmış. Lampeti isimli diğer kardeşi ise
Phaethus’a yardım etmek isteyince o da çakılıp hareketsiz kalmış. Bir anda
kardeşlerin bacakları kütüğe, kolları ise dallara dönüşmüş. Vücutları kabuk
bağlamış, gözyaşları ise taşlaşarak kehribara dönüşmüş. İşte o gün bugündür
kavak ağaçları, doğamayan ruhların bedeni olmuştur Rashid... Anlıyor musun?”
Rashid
anlatıların deli zırvası olduğunu düşünmeyi bırakmış, bu adamın tüm bunları
kendisine niçin anlattığını sorgulamaya başlamıştı...
“Anlıyorum
efendim” dedi duyulmayacak kadar kısık bir sesle...
“Aferin”
dedi Yusuf “Anlayacağını biliyordum.”
Raşhid,
iyiden iyiye korkmaya başlamıştı zira hissettiği şeyler pek de hayra alâmet
şeyler değillerdi.
“Anlıyorum
efendim, anladım” dedi yineleyerek...
Yusuf’un
gözleri bir anda çakmak çakmak parladı. Bu haliyle oldukça ürkütücü görünüyordu.
“Bak”
dedi Yusuf fısıldar gibi bir sesle gözlerini tümüyle açarak.
“Biz
burada yalnız değiliz. Hiçbir zaman da olmadık.”
Rashid
iyiden iyiye korkmaya başlamıştı.
Yusuf
kafasını okşar gibi yaparak saçlarını düzeltti. Daima ensesine kadar uzun
bıraktığı, çoğunlukla ortadan ayırdığı hafif dalgalı gür, yele gibi koyu
kahverengi saçlarını…
Bazı
zamanlar uzun süre banyo yapmaz, saçları tel tel yağlı yağlı görünürdü. Bugün
ise o görünüme kavuşması için yıkanmadan geçecek birkaç güne ihtiyacı vardı
saçlarının. Biraz yağlıydı. Ama henüz tel tel değil.
Elini
saçlarından çekti.
“Ben
hayatım boyunca yalnız değildim.”
“Nasıl
yani efendim?” dedi artık dayanamayarak ve yüksek düzeyde bir korkuyla Rashid...
“Nasılını
niyesini anlatacağım sana. Ama sen de bana yardım edeceksin duyduklarından
sonra” dedi Yusuf.
“Yapabileceğim
bir şeyse...”
“Yapabileceğin
bir şey ve yapacaksın” dedi Yusuf umarsız ama sert bir edayla…
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yoğun
bakım ünitesindeki ilk gecesi çok zor geçti. Sabaha kadarki 10 saat içerisinde
toplam üç kez şiddetli sinir krizi geçirdi. “Bünyamiiiiiin Bünyamiiiiiin” diye
bağırıyor, sesi hastane koridorlarını çınlatıyordu. İki kez serumunu kopardı,
bir kez de yataktan kendini attı. Sakinleştiriciler kâfi gelmeyince Yusuf’u
bağlamak zorunda kaldılar. Nezahat Hanım’ın içi oğlu için yanıp kavruluyor,
İshak Bey ise nihayet kara kötü günlerden kurtulduğunu düşünüyordu. Çok
mücadele vermişlerdi. Evlendikleri günden beri kara bulutlar tepelerinden
ayrılmamıştı. Bir dert bitse diğeri başlıyor, başlayan bitmeden yenisinin ayak
sesleri cereyan ediyordu. Hele ki oğullarının doğduğu günden itibaren tam 42
yıldır başlarına gelmedik felaket kalmamıştı. Yusuf’un en büyük şansı böyle bir
hastalıkla böyle bir aileye düşmüş olmasıydı belki. Nüfuzlu, güçlü, saygı gören
bir soydan gelen bu köklü aile, tüm imkânlarını Yusuf’u temizlemek için
kullanmışlardı yıllardır. Lise yıllarında kafasına dokunan bir sınıf
arkadaşının kolunu, bacağını hususi olarak kırmış, ardından okulun bodrumuna
kilitlemişti. Çocuk bulunduğunda aradan tam 23 gün 3 saat geçmişti ve ölmek
üzereydi. Yusuf, bu olaydan ailesinin gücü sayesinde hiçbir ceza almadan
kurtulmakla kalmamış adı dahi lekelenmeden olaydan sıyrılmıştı.
Nezahatla
İshak sırf bu olay yüzünden Yusuf ile kısa bir süreliğine bile temasta olup
ortadan kaybolan her insan için korkuya kapılmış, son derece detaylı arama
çalışmaları icra etmişlerdi. En son 1989 senesinin kışında bir anda ortadan yok
olan seyis Rashid için de endişelenmiş aylarca köşkü ve civarını dip bucak
aratmışlar, çok şükür ki korktukları başlarına gelmemişti. Yusuf, Rashid
hakkında kendisine sorulan sorulara karşılık; Rashid’in bir sabah telaşla
salona girip geçen yaz çalıştığı yerden
arandığını, çünkü hırsızlıkla suçlandığını, suçsuz olduğunu lâkin gitmek zorunda
olduğunu kendisine söylediğini anlatmıştı. Nezahat ve İshak, önce Yusuf’un bu anlattıklarına
ilişkin şüpheye düştüyseler de arama çalışmalarının endişeye mahal vermeyecek
biçimde müspet olmasını; anlattıklarının doğruluğunun bir kanıtı olarak kabul
etmişlerdi. Hatta Yusuf, Rashid’in parasını eksiksiz vermiş ve gitmesine izin
vermişti. Ne iyi bir çocuktu aslında Yusuf… Dışı sert ama kalbi yumuşacıktı.
Yaşadıkları kolay mıydı ki ha? Onun yerinde başkası olsa belki çoktan intihar
etmiş bile olabilirdi. Sağlam karakterli çocuktu Yusuf… Böyle düşünüyordu
Nezahat… Onun Yusufu… Can Yusufu… Canının yongası Yusufu… Nihayet şifa da
bulmuştu işte. Artık gün yüzü görecekti güzel Yusufu…
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kalktı… Ellerini arkada; belinde kavuşturarak Rashid’in etrafında çok yavaş adımlarla turlamaya başladı. 1 tam turu rahat tamamlamak için taş duvarla Rashid’in oturduğu tekli antika koltuğun arasındaki mesafeyi, koltuğu Rashidle beraber hafifçe iterek açtı. Akabinde ellerini tekrar arkasında kavuştururak dönmeye devam etti. Aynı anda kafasını sağa doğru eğmiş, dudaklarını büzmüş, sanki bir şey arıyormuş, sanki bir şeyi çözmeye çalışıyormuşçasına ama biraz da alaycı, küçümseyici bir tavırla çıkardığı “hıı… hııım” sesleri eşliğinde Rashid’i inceliyor, arada önünde duruyor, kafasının eğimini sağdan sola çevirip gözlerini korkudan bitap düşmüş adama dikerek bakıyor, sonra düşünceli bir edayla kafasını düzleyip turlamaya devam ediyordu. İlk iki turda Rashid de Yusufla beraber kafasını çevirerek onun bu anlamsız tavafını, oturduğu yerden kalkmadan takip etmiş, bir nevi arkasını kollamıştı ancak tavaf bir türlü bitmeyince dizlerinin üstüne yerleştirdiği iki elini sabitleyip kafası önde bu saçmalığın sonlanmasını beklemeye karar vermişti.
“Tamamdır”
dedi Yusuf. “Senden iyi iş çıkar.”
“Af
buyur beyim ama ne işidir acep?” diyebildi sonunda Rashid.
“Bak
Rashid Efendi. Bizim doğduğumuz gün var ya bizim doğduğumuz o gün… Hah işte o
mübarek günün akşamında gökler gürlemiş, yer yerinden oynamış da ağaçlar inim
inim inlemiş. Babam bizim doğduğumuz gün sakat kalmış. Bizim doğduğumuz gün
evdeki bir hizmetli beyin kanamasından hakkın rahmetine kavuşmuş. Beni bi anam
sevdi işte bu yüzden Rashid Efendi. Hoş hâlâ da öyle ya... Ama o da eksik
severdi.”
Rashid,
duyduklarına inanamıyor bir yandan da kafasındaki soruların cevabına ulaşmak
için önlenemez bir istek duyuyordu. “Biz” dediği kimdi bu manyak herifin.
Kimden bahsediyordu? Kendini bu kadar mı önemsiyordu yoksa doğduğu gün evde
başka bebekler de mi doğmuştu? Sahi yine ne zırvalıyordu bu adam? Rashid, tüm
bu çelişkiler içinde boğuşurken:
“Anlıyorum
efendim” diyebildi sadece.
“Neyi
anlıyorsun be ya hu? Ne anlıyorsun ha?” diye manası çözülemeyecek bir öfke
patlaması yaşadı Yusuf yine.
“Hiçbir
şey anladığın yok senin ahmak herif! Sen ve senin gibilere bir işe yarasınlar
diye fırsatlar verilir onu bile değerlendiremezsiniz siz. Ne anladın lan mesela
benim şu anlattıklarımdan? Söyle bakayım! Ha? Ne anladın söyle?”
Rashid,
kendisine hakaret edildiğini teğet geçecek derecede korkmuş vaziyetteydi ve
anladıklarını toparlayarak efendisine aktarma derdine düşmüştü.
“Şey...
Efendim... Aslında anladım ama biraz yarım. Sadece şeyi anlayamadım. Acaba
doğduğunuz gün köşkte başka bebek de mi doğmuştu? Ben onu pek anlayamadım
efendim” dedi nazik ve eğik bükük halde…
“Hayıır
Rashid biz doğduk biz! Kardeşimle ben! Bünyaminle ben! Biz doğduk! Bak o da
sana bakıyor şu an! 40 yıldır tıkılıp kaldığı hücreden onu kurtarman için
bakıyor sana! Ah bilsen kaç kişi beceremedi şu işi! Ama sen! Sen kotaracaksın bu işi Rashid!
Sende o ışığı gördük biz ve kararımız kat’idir. Sen Bünyamin’i çıkaracaksın!”
Rashid,
o kadar korkmuştu ki bir anda midesi dolanmaya başladı ve adeta batınından
çıkıp ayaklarının dibine düşecekmişçesine hareket ediyordu ve sonunda olan oldu,
ne yediyse hepsini fışkırtırcasına bıraktı önüne. Rahatlamıştı. Korku içinde,
terlemiş kafasını tam kaldırmadan gözlerini yukarı kaldırarak tepesinde
dikilmiş öylece duran Yusuf’a baktı. Bir hışımla koltuktan kalkmaya, oradan derhâl
kaçmaya, sonsuza kadar bir daha dönmemek üzere o kapıdan çıkmaya çalışmıştı ki
Yusuf, kocaman elleriyle tek bir hamlede zavallı adamı iki omuzundan ittirip
yerine çaktı adeta…
Lâkin
Rashid’in pes etmeye pek niyeti yoktu zira çok uzun zamandır bu ıssız köşkte
korku içinde yaşamaktaydı ve nihayetinde kararını vermişti… Buradan hemen bir
an önce kurtulmalıydı... Aralarında şiddetli bir boğuşma başladı... Etraftaki
kusmuklar ikisinin de ağzına, gözüne, yüzüne bulaştı ama aldırmıyorlardı...
Rashid, gücünü son damlasına kadar kullanmaya kararlıydı ve fakat Yusuf da en
az onun kadar kararlıydı…
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------
“Keşke”
dedi Nezahat... Feri gitmiş yorgun gözleri dolu dolu kocasına bakarak.
“Keşke
birazcık daha anlayışlı olsaydın oğlumuza. O hastaydı... Onun hiç suçu yoktu ki...
Sen daima hor gördün onu... Daima işe yaramaz buldun... Oysa benim oğlum bir
mucizeydi. O işe yaramaz değildi. Benim oğlum, dünyadaki en güzel çocuktu. Hâlâ
da öyle. Sen naptın ama Bey? Sen bir tanecik oğluna hep katı davrandın… Keşke
İshak Bey keşke sen biraz iyi bir baba olaydın...”
Duydukları karşısında adeta dehşete düşmüştü İshak Bey... Neredeyse yarım asırdır aynı yastığa baş koyduğu ama şu an tanıyamadığı karşısındaki bu kadın, neler söylüyordu böyle! Daha ne yapabilirdi böylesi bir oğul için? Daha ne yapabilirdi? Onu korumuş kollamış, sesini bir kez bile ona karşı yükseltmemişti. Tüm lanetine rağmen ondan kötü diye bahsetmemişti… Doğduğundan beri imkânlarının tamamını oğlunun önüne sermişti. Kâh rezil rüsva olmuştu çevresine kâh sonu gelmeyen densiz sorulara maruz kalmıştı ama o bir gün bile oğlunun da ailesinin de arkasında dimdik kalmaktan geri durmamıştı. Bu kadın neler söylüyordu böyle? Bir baba olarak daha ne yapabilirdi mucize dediği bu işe yaramaz çocuk için… Evladı maalesef ki gerçekten işe yaramazın tekiydi! Bu da yetmezmiş gibi onlarca insanın sonunu getirmişti… Karşısında duran ve bunca yıldır aslında hiç tanımadığını şimdi, şu saniye fark ettiği bu kadının haklı olduğu tek bir taraf vardı, o da; oğullarının yalnız doğmadığı ve hasta olduğuydu. İshak Bey yıllar yıllar içinde defaatle söylemiş olmasına rağmen ne oğlu ne de karısı kabul etmişlerdi bu gerçeği. Bir türlü doktora gitmemişler, her şeyin psikolojik olduğunu iddia etmişlerdi. Çoğu zaman da tüm bunların müsebbibi olarak da kendisini suçlamışlar, biraz daha şefkat gösterirse Yusuf’un iyi bir çocuk olacağını iddia etmişlerdi. Oysa gerçek tam da kendisinin tahmin ettiği gibi bambaşkaydı… Gerçek çok acıydı... Oğlu gerçekten yalnız doğmamıştı. Kafasında 40 küsur yıldır taşıdığı ikizi, onu delirtmiş ve ne yazık ki kimsenin sayısını dahi bilmediği onlarca masum insanın canına ve bir ailenin felaketine mâl olmuştu... İshak Bey suçlu değildi. Ona kalsa, gerçek suçlu karısıydı. Kaderin önüne geçilmezdi belki ama kaderin işleyişi değiştirilebilirdi. Zamanında ve doğru hamlelerle sonuçlarının vereceği zararlar asgari düzeye çekilebilirdi... Allah akıl vermişti ama bu kıt akıllılar, verileni bile görememişlerdi... Tıpkı kavak ağaçlarını da o ağaçların altındakileri de göremedikleri gibi…
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.