Düşlerin İsyanı XVI





Bölüm Yedi

Bize hatırlatın bunu
İnsanlar kadar zalim olduğumuzu
Aragon

-1-
"Arı vital'ler geldi mi?”, dedi.
"Evet efendim!”, dedim.
"Bilgi İşlem Merkezi ne niye gönderilmemiş?”
"Şehrazat Hanımla göndermiştim.”
"Snop deodorantlar?”
"Birlikte gönderdim!"
"Hımm.. arı vital'lerin barkodunu okuyun!"
"Okuyorum!", dedim ben de, "8690 764 710 868 efendim!" Durdum, kendime, geleceğime dair işaretlerin kodlandığı sayfalarda benim olmayan yüzümle durdum, boğuntu geçmemişti, "Şehrazat’ı bulun, muhasebeye gönderin!”, buyruğuyla kapattı telefonu.
"Baş üstüne efendim!", dedim ben de.
Almacı yerine koyduktan sonra yanıma yöreme bakındım, bu sessizlikte kafasını dinlemek isteyen bir insandan çok, kötü haberi Şehrazat’a nasıl bildireceğini düşünen bir insana benzemekteydim. Kafamı çevreleyen ışık halesi toz bulutuyla birleşerek devasa bir kütle halinde bana doğru geliyordu, hiçbir şey yapamayacağımı biliyordum. Aslında iyi bir insandı Şehrazat, ama biraz sakar ve de unutkandı. Bunları affetmeyen bir dünyada soluklandıklarını nasıl olmuştu da unutuvermişti; aklım bir türlü almıyordu bunu.
Bilgi İşlem Merkezi'nin çiğ ışığı altında belki eskilerden.. belki o yıllara giden bir ışığı, belki bir işareti boşuna aranıyormuş gibi bir havaya kapıldığımdan.. belki umutsuzlukla, belki içimde kıpırdayan son bir umutla, belki yüreğimin sesine kulak verip de hayal kırıklığı yaşadığım eski günlerin getirdiği bir avuntuyla, yine aynı hayale sarılmaktan başka çarem kalmamış gibi, hep o resme baktım.. bu sefer söylenildiği gibi değildi. Karşımda duran eşimin resmine uzun uzun bakarak, belki de kendime bir çıkış kapısı bulmaya, bulduktan sonra da o kapıdan yürümeye hazırlanıyordum.
Ne güzel ışığa kavuşacaktı. Belki de burayı bu yüzden seviyordu. Ama hırsızları, yol kesicileri aynı çatı altında buluşturan ışığı gördü. Her çeşit insanın boy gösterdiği müşteri kalabalığımla Mabet'in Kapısı, açılmayı bekliyordu.. huzursuzluk arttıkça artmıştı.. reyonların arasında gezinenler eski kolağalarının çekilişiyle meydanı boş bulanların istilasına uğramıştı. Teftişçiler 'racon kesen' aletlerini ön plana alıcı yatırımlarını yapmakta geç kalmamışlardı. Karanlık bir ışık, yolu tıkamakta, insanları yanıltmak için her türlü cambaz numarasına baş vurmakta.. bunda başarılı olduğu gibi, çoğu insanın gönlünü bağlamayı ilke edinmiş mantıklarının ulaşabileceği son noktaya gitmeyi göze alabilmekte.. karanlığın dört başı mamur olması için, bütün çabaların gemilerce karadan yürütüldüğü bir karnaval gecesinden görüntülerin insanlara ulaştırılmasında yarış içerisinde olanların soluklarını kesmekte.. ruhlar birbiriyle kolaylıkla kaynaşmaktaydı buhurdanın içinde. Korkularına yenilmiş bir güruhta aynı kapıdan içeriye doluşurken, göz göze gelmekten çekinseler de, aynı kan bağıyla birbirlerine bağlanmışlardı.. bir çeşit birbirlerinin 'sürdürümcüleriydi örneğin. Yaşlı Adam, küçük kızıyla gelmişti.. burnunda ağır bir eter kokusu, bileklerinde direksiyon sallama yorgunluğu, ayaklarında pedal hızı karıncalanması, yaşlı gövdesinde uyuşukluktan doğan kaşıntı. Huşu içinde durdular ve reyonlara saldırmak için parolanın söylenmesini beklediler. Ayaklarını yerden kesen baş dönmesinin ilk işaretiyle gözleri, raflarda hazır bekletilen günlük ve de özenle hazırlanmış mallardaydı. Çocukluk Nostaljisi Bandosu'ndan sonra, Mızıkayı Hümayun’un son darbeleriyle surlarda delikler açılmaya başlamıştı Sabah müziği Beethoven ağırlıklı olmalıydı.. dans halinde ellerin uzanışı bir melodinin ritmine uyum gösteremediği taktirde, tüketim cinleri tarafından efsunlanıp tarihin çöplüğüne yollanmakta göz yummamalıydı hiç kimse. Ağabey herkesi hizaya getirirdi. Mabet'in Müşavir Katibi’ne danışılıp da tez haber sorulsaydı, her şey göz hizası kadarınca mücriminden hesap sorulma vakti aşardı. Kulak Sağaltım Merkezleri’nde Çalışanlar -yerel istasyonların da desteklediği bir senfoni seferberliğiydi bu hiç kuşkusuz, babalarımızın hiç alışık olmadıkları bir sesti karanlık fonu yırtan- seçimlerini iyi yapıyorlardı.. pop starları iştihayla sürüyorlardı önlerine ve onların tüketilmesi korkunç bir haz damarı açıyordu.. ta ki kulak kanallarından dökülerek ruh kapakçıklarına vurana değin karısının gözleriyle karşılaştığında, hayalin görüntüsünden bir kırıntı bile kalmamış sayılırdı. Sonra çekinerek gözlerini duvar saatine çevirmişti.. Gerçekten de saat iki'de durmuştu. Yoksa hala düşün etkisinde miydi? Can sıkıntısıyla ona bakan kadının gönlünü almayı denerken, aksilik gibi şimdi birde durmuş saatle ilgilenmesi gerekiyordu. Bütün aksilikler üst üste gelmişti. Bütün bunlar aralarında doğan gerginliğin boşluğunda büyüyerek çoğalmış, bir çığ gibi gelişen sıkıntının kaynağı oluvermişti bir çırpıda.
Oysa filmlerden söz açıldığında, Şehrazat dayanamaz lafa karışır, gittiği filmleri ona anlatmaktan ve üzerinde tartışmaktan o kadar büyük bir mutluluk duyardı ki.. bu gibi konuşmalar.. hayatın böyle olmadığını -daha önemli şeyler de vardı mutlaka. Bu gibi şeyleri.- demeye getirmese de sözünü, onda hoş etkiler bıraktığından olacak yine filmlerden söz açsın, diye beklediği bir an.,. Şehrazat’ın soğuk yüz ifadesiyle karşılaşınca, kendini kaybeder gibi olmuştu.
"Kırmızı tuğladan örülü davarlarda kan lekeleri henüz daha silinmemişlerdi!", demişti."Sonra üstelik Mabet'in kapısı kapalıydı!” Kasaphanenin ışıklarını söndürmeyi unutmuşlardı. Kemerli küçük penceresinde beyaz ışık günün sefasını sürüyordu sanki.. elinde bıçak etlerle uğraşan Kasap, durup yüküne bakmış, sonra sinirli hareketlerde bulunarak ona sanki gözdağı vermek istemişti. Yabancı, kesilmiş kadın bacağını görünce, aklına gelen ilk şey yıllar önce yakmaya çalıştığı bir öyküydü. O da yine bilim kurguyu andırmaktaydı, bilim kurgu uçları vardı o anlatıda da! Başrollerde kasap vardı. Bu herif de kadınları kesip biçmeyi seven tabiatta biriydi.. artık bunu o kadar ileri götürüyordu ki kurbanlarını bütün şehre çekilmiş bir kıyma halinde yedirerek insanları zehirliyordu. Daha sonra kadın etiyle beslenen insanlarda bir virüs boy gösteriyordu. Salgın bir hastalığa neden oluyordu bu virüs.
"Yok daha neler!", diyerek gülümsedi.
"Caddenin köşesindeki siyah Jaguar dikkatini çekmişti.. İçindeki kadın gülümsüyordu, ona bakarken. Senaryoya başladıktan sonra böyle düşler görmeye başlaması sanki çok normaldi. Bazı yerlerde kendi kuruyor, kurduğu gibi olması için canla başla çabalıyordu. Kendini artık tanıyamaz bir hale geldiğini karısına da söylediği gün. Şehrazat, ona sanki acıyarak bakmış, sonra da bir şey yapamamanın -artık ona bir şey yapamayacağını bilişin tedirginliğiyle evden çıkarken.. o gün nöbeti olduğu için eve geç kalabileceğini söylemişti. O yüzü, o bakışları gözlerinin önünden çekilmiyordu bir türlü. İnsanın içine işleyen bir etkisi vardı, Cemşid Ulu'yu çaresiz bırakmışlardı ve kime nasıl açıklayacağını bilemediği bir şeydi bunlar!"
Telefonun zili bir kurtarıcı gibi gelmişti o an bana ve düşünmeden almacı elime aldığımda, "Şehrinaz, canım!", demiştim, ama telefondaki ses Şehrinaz'ın değildi, bir başkasınındı. Sonra düzeltmek için "Karımdan bir telefon bekliyordum da, kusura bakmayın!", diyerek telefonu kapamıştım. Çıldıracak gibiydim, öfkemden ne yapacağımı bilemedim. Nasıl böyle bir hataya düştüğümü anlayamıyordum. İyi ki odada Kiyanüs yoktu. Oysa o gün her şey yolunda gitmekteydi, senaryonun büyük bir kısmını yazmıştım; Şehrinaz'ın çekinmesi, her defasında isteksizliğini belirten yapmacık hareketleri gözümden kaçmasa da ancak orada soluklanabiliyordum.
Birbirlerini tamamlayan üçüzdüler diyecektim ki.. o sahne yine açıldı, mavi toz kitlesi savrulup bir topak oldu, daha sonra açılıp saçıldılar.. İlk gördüklerim beni hiç de şaşırtmadı, yazdığım şeylerin resimleşmesi diyecektim ki.. Müziğin eşliğinde Mihri Mah ve kızı plajın haki renkteki kumları üzerinde güneşlenirken, sanki kendi anılarına dalmışlar gibi o an çevreden bütün bağlarını koparmışlar, kendilerini yalnızca o müziğe vermişlerken.. ben de, artık yazmaya ara verip onlara bakmaya başlamıştım. Şehrinaz'ın gözleri sanki üzerimdeydi, gitmeyen bir şeylerden söz ediyordu, bir şeyler ters gitmekteydi.
Telefonun zili çaldığında bu sefer açıp açmamakta bir tereddüt yaşamış.. -Şehrinaz olabilirdi belki, ama öbür seferki gibi yine aynı manzarayla karşılaşmak istemiyordum -ya başkasıysa?- ama bu saatte beni niye arasınlardı ki? Saate baktığımda daha saat beş bile olmamıştı.. Karım beni hep beşi çeyrek geçe iş çıkışı arar, ben de , onu eve bırakmak için Nissan'a atladığım gibi, soluğumu karımın yanında alırdım- ama işkillenmenin yersizliğine hükmederek sağ elimle almacı kaldırmış.. resmi ve gayet ciddi bir poz takınarak, "Alo, buyurun!", demiştim , "Burası Düşler Marketi!” Telefondaki Ses,” Yok canım!”, diyordu, “Benim! Evet, karın Şehrinaz?
Böyle bir şakayı kaldıramayacak kadar moralmen çöküp zayıf düştüğüm bir anda, karımın verdiği kötü haberle iyice yıkılmış, ama ona ne diyeceğimi bilememiştim ilk başta. "Hafta sonu sen tek gidersin artık!", demişti Şehrinaz, "Ben gelemeyeceğim, kan almaya gidiyoruz!" Belli etmemeye çalışarak "Tamam!", demiştim, "Peki Hayatım! Hayır… Neden üzülecekmişim?”, sözlerinden sonra elimde olmadan telefonu kapamış, boy boy aynalardan geçilmeyen yalıtılmış bir odada kaygılı yüzüme bakmış, sürekli bakmıştım. Bu bakış beni öyle bir etkilemiş olmalıydı ki; hayallerime artık söz geçiremez bir uyuşukluğun içine düşmüştüm. O akşam rüyamda süt içerken görmüştüm karımı, ince tınılı sesiyle "mayıs ayların gülüdür” , şarkısını mırıldanıyordu. Boşlukta bir yerlere bakarken -bahçenin sessizliğini de garipsemiş olmalıydı, rüya oldukça ilginçti- uyandığımda karım sabah kahvaltısını hazırlamakla meşguldü. Yanına gittiğimde;
"Ne tuhaf değil mi?”, diye sormuştum karım Şehrinaz'a da.. o da, bir şey anlamadığı için sessiz kalmıştı. Dayanamayıp "Rüya!", demiştim, "Oldukça ilginçti."
Kendi kendime konuşuyormuş gibi karımın sırtı bana dönükken rüyayı anlatmaktan vaz geçmemiştim. "..sonra suya düştüğümde.. annem, beni kurtarmak için bir tek o yardım elini uzatıyordu... boğulacaktım neredeyse.. ama boğulmadım işte, boğulmadım...."
Uzun zamandır orada duran bir gölgeydim sanki. Cinayet haberleri, intihar, şiddet, kan ve ölümle ilgili şeylere bakılırsa ülkeyi bir kan gölüne çevirmek isteyen karanlık güçler yeniden atağa kalkmış olmalıydılar. Rüyamda medyum kadın da aynı şeyleri söylemişti. Son günlerde dergilerde sıkça adı duyulan kadının rüyadan nasıl çıktığını görememiştim.. beni şaşırtmak için yapmıştı bunu belki de. Medyum Kadın çok ciddi ve kaygılı sesiyle ülkeyi karanlık güçlerin ele geçirdiğini savlamakta, buna hiç kimsenin çözüm getiremeyeceğini bildiğinden herkesi kara kara düşünmeye çağırıyordu. Sonra Şekerci' nin kahkahalarıyla rüya ortasından ikiye bölündü. İkindi üzeriydi; Depo' da bildik afişlerin ve Akrep resimlerinin ortasında kalakalmış iki şaşkın insanı küçümsemiştim. Şekerci, Şehrazat'ın karşısında durmuş ona bakıyor, sesini çıkarmıyordu. Onları neden rüyada gördüğümü bilmiyordum, aralarında bir adımlık bir mesafe vardı ve birbirlerinin soluklarını duyacak kadar çıt bile çıkmıyordu. Beni gördüklerine sevinmemişlerdi. Çok uygunsuz bir zamanda mı gelmiştim? ikisinin arasında gelişen bir diyaloğa elimde olmadan engel mi olmuştum? Yok, değilse, niye konuşmuyorlardı, suratlarını asmışlar, bir an önce gitmemi bekliyorlardı.
"Benden ne gizliye bilirler ki?”, demiştim, "Onlar benden hiçbir şey gizleyemezler!"
Şehrinaz bundan bir şey anlamamıştı, ama kuşkulanmamış olacak ki üstünde de durmamıştı. O sorularıyla başını döndüren kadın gibi bakmıştı yalnızca, sokak kapısına varmamışken daha, arabanın içinde beyaz bir kuğu gibi kurulup ileriye bakan karımın yüzünde hala uyku mahmurluğu vardı. İşe geç kalmak istemiyordu.
***  ***  ***
Eprimiş yüzlü rüyalar kimi yerde tulua kaçarken, kimi yerde ise siyaha gömülüyorlardı. Bazen her şeyin biteceğini düşünüyordum.. kaybolacaklarını, yok olacaklarını... buna benzer şeyler geçiyordu aklımdan ve durup kendime bakıyordum, onca insanın içinde.. sararan yüzüme, göz kapaklarımın altındaki mor halkalara! Marketin girişinde yakasındaki rozeti düzeltmeye çalışan insanı da bir ana benzetmiştim, iyi bir div olamazdı ondan. Otoparktan çıkarken, bekçinin suratındakiler her şeyi açığa vurmuştu, her şey beni karanlığına çekmeye çalışıyordu sanki. Bekçinin gözü büyüdükçe rüyadakilerin yüzü de belirmeye başlıyordu. Şehrazat kapının girişinde durmuş Şekerci'nin yüzüne bakmaktaydı, benim orada olduğumu fark etmemişlerdi bile. Uzun zamandır orada duran bir gölgeydim. Cinayet haberleri, şiddet, kan ve ölüm haberlerine bakılırsa, ülkeyi kan gölüne çevirmek isteyen karanlık güçler yeniden atağa kalkmış olmalıydılar. Medyum Kadın da fikirlerime aynen katıldığının üstüne basıyordu, son günlerde dergilerde sıkça adı duyulan insan ülkeyi karanlık güçlerin ele geçirdiğini, ama bunun daha ne kadar süreceği hakkında ise bir bilgi vermediğinden özür diliyordu. Kürt Şehmuz , kadının karşısında durmuş ona bakıyor, sesini çıkarmıyordu. Yer altı dünyasına gireli şunun şurasında iki saat oluyordu, gönüllü bir tutsaklığı üstlenmişti. Kürt Şehmuz’un gözlerindeki uçurum büyümekteyken, kadın uzaklara dalıp gitmişti. Unutulmaz Bir Yüzü Olan Kadın, Siyah Jaguar’dan inmiş, kapıcıya doğru yürümekteyken, üzerindeki krem rengi pardesü dikkatini çekmişti. Fransız filmlerinden kalmış yüzleriyle o ince, kırılgan, şiirsel yüzlü kadınlar gibiydi. Bir yüzü rüyaydı onların, bir yüzü gerçek. Dalgalı saçlarıyla bir gizemi barındırıyordu bu yüz. Onlara kolay ulaşılamazdı bu yüzden, insanı farklı dünyalara sürüklerlerdi.
"Bu şehre yeni geldim!", demişti, "Akşama doğru işlerimi bitirir bitirmez arabayı almak için yine gelirim!”
"Tamam!”, demişti Kürt Şehmuz, "Lafımı olur!”
Sonra kadın kendi boşluğuna dalarak, kör bir hayal gibi çekip gitmişti sanki. "Tıpkı bir rüya gibi!”, demişti Kürt Şehmuz da, kadın da "Yine neyin var?”, diye karşılık vermişti ona. Bekçi Şehmuz gözlerini boşluğa dikmiş, orada oyalanıyor, yapıp yeniden bozuyor, belki de rüyasını unutmak için her çareye baş vurabileceğini göstermek istiyordu ona. 
Saatlerin gong çalışıyla yerinden fırlamış, kuşkuyla etrafını sürmekte, daha henüz korkusunu yenemediğinden, korkmuş bir insanın kaygısıyla, eşyanın tanıdık bir hüviyete bürünmesini sabırsızlıkla beklemekteydi. Yoksa çıldırabilirdi.. zaten bu bir anlık bir hadise değil miydi? Ölüm gibi? Uyanıp uyanmadığından bile emin olamıyordu. Işığı söndüren el bu sefer yakmasını beceremeyecek kadar hafıza körlüğü yaşamaktaydı. Çıplak bir kadın, yanı başında ona korkmamasını söylüyor.. bir yandan da elini sımsıkı tutarak eşyadan iyice kopmamasına yardımcı olmak istiyordu. Ama gözlerinin üzerine ağır bir yük binmiş, midesi kazınır gibi olmuş, daha sonra o siyah top kütle bir fırfır gibi hızla dönmeye başlamış, daha sonra tamamen kendini yitirerek oluğu yere çöküvermişti. bayılmış olmalıydı, ikincisinde bu sefer duvar saatinin ding- dong'una uyanmış, bulanık bir ışıkla gözlerini kükürtsü aydınlığa aldırıp öyle beklemişti. Biçim almaya başlayan rüya çerçevesi ona trajik bir film sahnelerini çağrıştıran – bir şehir katilini arıyor’u anımsatıyordu, ilgi kuramasa bile- görüntülerle bezenmiş, soluğu kesilmişti Cemşid Ulu'nun. Umutsuzluğa kapılmamıştı hiç. Bir bakıma rüyanın farkında oluşu ona şimdi bambaşka bir duygu yaşatmakta, içine girdikçe duygunun baş döndürücülüğüyle bir kez daha kendinden geçmekte, her şeyi oluruna bırakmaktaydı. Yeşil pencerede Şekerci, her zamanki saflığıyla bana bakmaktaydı. Dilsizliği bir numaraydı, numara yaptığına inanıyordu. Gözlerindeki uçurum büyümekteyken Hasırlı’daki çocuğun laneti ona da bulaşmış gibi geliyordu. En çok ona üzülüyordu zaten- kuru çölün ortasında gözpınarları kurumuş o insanlara acımamak elde değildi, yas törenlerini her yıl yazın ortasında siyah giysilere bürünerek kutluyorlardı. Zincir darbeleriyle sırtlarında yara açılması sanki hiç umurlarında değildi Kerbela, onların yas tuttuğu bir törendi. Gözyaşının Miladı bununla bitmiyordu ki-.. gözyaşlarının büyüsü nerede yatıyordu acaba? O kadar insan kurban edilişlerinin kefaretini gözyaşlarıyla ödüyordu. Şehrazat ufaklara dalıp gitmişti Soyunun laneti sanki onunda yüzünde okunmaktaydı. Bir peri kadar güzel kadın, gözyaşlarıyla kutsadığı oğluna düğün hediyesi olarak kanlı duvağını göndermiş, ilk kan Kabil'le dökülmüştü. Bir inanışa göre de harfler arasındaki kardeşlik te Babil Kulesi’yle bozulmuştu.
Sonra yine rüyanın başka bir karesinde Cemşid Ulu, "Onları ben çağırmadım!", diyordu Kiyanüs’e, "Kendileri geldiler!" Kiyanüs de, "Bunlara inanacağımı mı sanıyorsunuz Bey?", diyordu. Sonra yine rüyanın başka bir karesinde, otopark bekçisi Kürt Şehmuz hala ona bakmaktaydı da, Cemşid Ulu,
"Şapşal, ne var bakacak!”, diye ateş püskürüyordu. "Yüzümde ne var?", sözleri yankılanırken seslerden önce insanlar, eşyanın biçimi bozuluyor,  kara bir delik onları yutuyordu. Sonra yine rüyanın başka bir karesinde,Dehhak Döngel, marketin girişindeki Büyük Kapı’nın önünde mal boşaltan personele talimat verirken görünüyordu. "Onları oraya koyun!", diyordu, "Hayır, hayır.... Çocuklar! Onları demedim ben size... Reyonların arasında boş koli kalmasın, doluları da gözüm görmesin, çabuk kaldırın… Kara Murat... Kara Murat nerede!” Müjgan, ona bakmadan yanından toz olmanın yolunu aranırken, Cemşid Ulu gülümsüyordu. Müjgan canlanmış, ona bakıyordu. Müjgan camdan cama bakıyordu. Müjgan, Müjgan olmayı öğreniyordu. Kiyanüs bilgisayar operatörünü görünce her zamanki gibi;
"Bu gün nasıllar beyefendiler?, diye sormuş "Kartondan aslanlar gibiyiz.." tekerlemesini de eklemeyi unutmamıştı. Sonra o bildik kahkahalarından biri yankılanıyordu meydanlık yerde.
Sonra yine rüyanın başka bir karesinde "Yeşil ışık yandı, geçebiliriz Kiyanüs’üm! ", diyordu Cemşid Ulu...
"Sıra bende mi?”, diye karşılık veriyordu Kiyanüs.
"Evet!" karşılığını veriyordu Cemşid.
"Mancınıkla işimiz yok, kalmadı!", diyordu Kiyanüs.
"Evet, kalmadı!," diyerek yanıtlıyordu Cemşid.
"Kapandı!”, diyordu Kiyanüs.
"Berlin'in üzerine gidiyoruz!", diye atlıyordu Cemşid.
"Düşünsene bir; Ortaçağ’da yaşamıyorum artık!”, diyordu Kiyanüs.
"Şimdi durup dururken neden bunu söylediniz, Albayım?”, diye şaşkınlığını belirtiyordu.
"Senin yaptığın tam bir ortaçağlı insanının yapacağı şey de ondan!", diyordu Kiyanüs.
"Nedenmiş o?”, diye inat ediyordu Cemşid.
"Dün akşam olanlardan söz ediyorum!”, diyordu Kiyanüs,
"O kadarını anladık!”, diyordu Cemşid. Sonra fırsat bu fırsat.. "Feridun Bey bir derebeyi olsaydı, sen de o kadar borç para isteseydin, vermediğinde ne olacaktı peki?”, diye soruyordu Kiyanüs. Cemşid, ben ne bileyim anlamında burun büküyordu. Sesine düşünceli bir ton vererek, "Sen de dün akşam olduğu gibi -Peki öyle olsun efendim, deyip, sonra da yanından hiçbir şey olmamış gibi çekip gitseydin!", diyordu Kiyanüs, "Daha sen odadan çıkar çıkmaz hiç kuşkum yok bunda. Evet, eminim ki aklına hemen şunlar gelecekti. Şimdi ne yapar acaba? Ekinleri ataşe verebilir mi? O kadar ürünü yakıp yıkabilir isterse!”, düşünmesiyle kuşkuları daha da beslenip, palazlanacak ve onu yutuverecekti oracıkta. Bunun gibi şeyler..." Sonra durup yüzüne bakıyordu Cemşid Ulu'nun da onu hiç böyle düşünceli görmediği için, salt gittiği yerlerden geri dönmesi için diyelim. "Yoksa anlamadın mı hala?”, diye sorguluyordu Kiyanüs.
"Hayır!", diye karşılık veriyordu Cemşid Ulu.
"Şimdi bu çağda düşündüğümüzde?", diyordu Kiyanüs,
"Evet!”, diyordu Cemşid Ulu. Sonra.. "-Peki öyle olsun, deyip, sonra da çekip gitmenizi ele alalım!”, diyordu Kiyanüs,
"Peki öyle olsun!”, diyordu Cemşid Ulu. biraz bekledikten sonra.. "Bu çağa göre hiç de yakışık almayan bir tavırdı.",diyordu Kiyanüs, Cemşid Ulu hiçbir şey anlamamış gibi yüzüne bakarken.,. "Benim anlatmaya çalıştığım şey kısaca buydu!", diyordu Kiyanüs.
"Ne bileyim.Tehdit edebilirdiniz!”, diyordu Kiyanüs, sonra o bildik tok kahkahalarından birini atıyordu; “Hahhahha!”, diye. Uzun bir sessizlikten sonra arabasının lastiklerini patlatmak, camlarını kırmak gibi…", diyordu Kiyanüs, sonra yine peşine tok kahkahalarından birini daha patlatıyordu.. “Hahhahha!”, diye..
Durup, Cemşid Ulu'nun yüzüne bakıyordu; o karanlıkta gözlerini Kiyanüs’e dikmiş bekliyorken.
"Şimdi böyle davranmak gerekiyor!", diyordu Kiyanüs. "Hahhahha…hahhahha!"
Uzun bir sessizlikten sonra, "Viyana'da kaldık!", diyordu Cemşid Ulu. "Marş, marş!", diyordu Kiyanüs. "Ben komut veriyorum!", diyordu Cemşid Ulu. "Çocuklar nasılsınız?”, diyordu Kiyanüs. "İyiyiz Kiyanusum.. Kartondan aslanlar gibiyiz!", diyordu çocuklar...
"Hehheh!..hee!"
"Kihkih... kih! "
"Kale düşmek üzere, dikkat et Cemşid Bey!", diyordu Kiyanüs.
" Bak bu sefer işin bitik!", diyordu da, " Plevne’ye benzemez bu iş!" diyordu da, "Kaç etti ?”, diye soruyordu Cemşid. "Bununla üç!", diyordu Kiyanüs. "Yine öndesin!", diyordu Cemşid. "Hehheh... hee!", diye gülüyordu Kiyanüs. "Kihkih... kü!", diye gülüyordu Cemşid.
Gülümsemiş, sonra kırbacını çimmelerinde şaklatmış, daha sonra oyuna dönmüştü Dehhak Döngel. SAVAŞ OYUNLARI son günlerde çok hoşuna gidiyordu, gitmesine ya..
"Kiyanüsüm! ", diyordu Cemşid Ulu. "Evet!" diyordu Kiyanüs. "N'olacak şimdi?”, diye soruyordu Cemşid. "Mavi yakalı askerlerin durumu çok berbat!" diyordu Kiyanüs, "Dökülüyorlar!"
"Beyaz yakalılarınki çok mu iyi sanki?”, diyordu Cemşid Ulu, "Ben olmasam.."
"İdare ediyoruz!", diyordu Kiyanüs.
"Sizinkiler kaleyi iyi kuşatmışlardı ama…", diyordu Cemşid Ulu.
"O kadar kayıptan sonra Cemşid Bey!", diyordu Kiyanüs, "Herhalde yani!" Sonra yine..
"Hehheh... hee! " diye gülüyordu da, "O kadar insana bir kale!”, diyordu Cemşid Ulu. "'Değer miydi sizce?” sorusuna. "Yine ben kazandım Cemşid Bey!", diyordu Kiyanüs. Sonra yine..
"Hehheh… hee!", diye gülüyordu.
"Evet, siz kazandınız Kiyanüsüm!", karşılığını veriyordu Cemşid.
Bu dalgınlıkla 19 numaranın düğmesine dokundum, almacı sağ kulağıma götürüp karşı tarafın telefonu açmasını bekledim. Karşı taraf "Alo buyurun Finamek Bey?", yanıtını verince. "Şehrazat Hanım orada mı?”, dedim, "Feridun Bey muhasebeye uğramasını söyledi.. Evet.... Ben de üzüldüm... Yazık oldu!"

-II-
"Gösterişsiz hiçbir şeyimiz yok artık!”, dedim, "Gösterişlerden hoşlanıyoruz!”
Şehrinaz hiç konuşmadan yüzüme bakıyordu, şimdi bu da nereden çıktı, der gibi iğneleyici bakışlarını yorgun yüzümde dolaştırırken, kenara çekildim. Aynalardan kaçıyorum.. hep o Cüce Kasap yüzünden. Odanın kapısını açık bırakmıştım. Arkamdan Şehrinaz bağırdı: "Nereye gidiyorsun Finamek?”
"Hiç, hiç!" dedim, "Şimdi dönerim!"
Kapıyı usulca kapayıp kendimi sokakta bulmanın keyfîni sürdüm, kıyıya indim, kıyıda yürümeye başladım, uzaktan kulağıma müzik sesleri geliyordu, bu günlerde modaydı, her yerde çalıyorlardı dedim, ne olacak? Sonra kıyıda yürüyen bir gölgenin peşini bırakmak istemeyen Siyah Pelerinli Kadın’ı gördüm..
Dalgaların sonsuz çağrışımlarına eklenen akreplerin burunları.. havada ay saatinin yaklaştığını duyurmak için böyle davrandıklarını yaşlı adam söylerken, siyah pelerinli kadının uzaklara baktığını gördüm..
Kimi zaman bundan çok mutlu, kimi zaman da bundan çok korkmuş bir halde yürürken, o insanı, ikinci kez mağaranın ağzında gördüm..
Şekerciye benzeyen yaşlı adamın yanında bir de balık etlisi kadın durmaktaydı; ona ne anlattığını bilmiyordum, ama kolunu uzatmış, işaret parmağıyla bir yer gösterdiğini gördüm..
Şehrinaz'ı şaşkın bakışlarıyla onlara bakarken, aynı lanetlik müziğin kulaklarımda yankılandığı ve karımın beni sinir etmek için orada bulunduğunu söyleyen Kiyanüs’ün kucağındaki beyaz tavşanları da gördüm..
Kapının girişinde duvara yaslandırılmış mankeni de gördüm..
Reyoncu kız, "Adı, Müjgan olsun bundan böyle!”, dediği hasır şapkalı mankenin markette adının nasıl Müjgan'a çıktığını da gördüm..
"Müjgan Müjgan mıydı, Şehrazat Şehrazat? Pürmaye Pürmaye miydi? Gave Gave miydi? Finamek, Finamek; Cemşid Cemşid miydi? Ya Cendel.. Ya Mihri Mah.. Azadecuy.. Dehhak Dehhak mıydı?", dedim, "Hayat belki de bir oyundu! Filmlerdeki gibi kahramanları vardı, kameramanı ve yönetmeni!”
Sonra..
Şehrinaz'ın gözlerini düşündüm. Gerçekten de sinema tarihinde unutulmaz sarışınlar arasına girmiş o kadının gözlerini andırmaktaydı. Afişteki hali bile ona düşsel bir kadın imajı vermeye yetip de artıyordu. Şimdi de düşsel kadın imgesini yakalamış, peşini bırakmak istemiyordu sanki. Bu imgeye yerleşen kadını ne kadar kıskansam azdı. O kadını evde daha çok Büyük Baba’nın sevdiğini, hiçbir filmini kaçırmadığı halde anlaşılmaz bir ifadeye sahip bakışlarından etkilenen o insanı, sonra günlerce süren yalnızlığını, yemeden içmeden kesildiği o günleri anımsadım. Babaanne’nin bundan hep dert yandığım, adını bile doğru düzgün söyleyemediği kadının yüzünden - insanı etkileyen dişi ilahenin gözleri yüzünden- kocasının bu hale düştüğünü ailede aslında bilmeyen yoktu. Büyük babadan çekindikleri için sessiz kalmışlardı. Hatta kendine gelmesini ve eski haline döner dönmez ona kavuşmanın coşkusunu yaşayacakları anı nasıl da sabırsızlıkla beklediklerini, Şehrinaz anlatmasa hiçbir zaman öğrenemeyecektim.
Greta Garbo'yu seviyor, efsaneleşmiş Merline'i biraz abartılı buluyordum nedense. Babasının kuşağını etkilemiş bir insanı, o kuşağın neredeyse taptığı kadını asaletli bulamıyordu. Beyaz perdenin o yıllarda böyle bir insanı yıldızlaştırması, sanki kaçınılmaz gibi görünmüştü. Büyük Baba’ya hak vermeden duramadım. Şehrinaz artık düşsel bir kadını oynayarak o bakışlarıyla herkesi her zaman etkilemeyi başaracaktı, diye düşündüm ki.. silkinip kendime gelmek istedim hemen.. kendine gel, dedim Finamek, -yok kendine Gel Cemşid, yoksa kendine gel Gave mi demeliydim?- hangi yüz yılda yaşıyoruz biz? Ya anlattıkları doğruysa, dedim, hepimiz mahvolduk demektir, dedim.. Kiyanüs’ün bir de kulağına gittiğini bir düşün dedim sanki karşımda biri varmış gibi onunla dertleşiyor, bana bir akıl fikir vermesi için bekliyordum. Sonra dün akşam anlattıklarını düşündüm. Filmin en ilginç bölümlerinden birini anlatıyordu.. Havale teyzenin akşam kahvaltısını hazırladıktan sonra yanıma gelmişti Şehrinaz.. bir kadın kaprisi sezmiyor değildim hani, hareketlerinden.. Film anlatmak istediği zamanlar sokulgan bir kedi gibi davranır.. beni olmadık zamanlarda böyle kışkırtan kadını, dün akşam anlattıklarıyla ölçmeye çalışmam hiçbir fayda sağlamayacak gibiydi.
"Ne yapıyorsun orada?”, diye sormuştu Şehrinaz.
"Hiç, hiç!", demiştim ben de.
Karımın ne zaman geldiğini bile fark edememiştim. Yüzü asık ve düşünceliydi. Belirsiz bir noktaya bakakalan beni uyandırmıştı, Şehrinaz bu soruma ne yanıt vereceğini bilemiyormuş gibi şaşkın ve çaresiz görünüyordu.
"Nerede kalmıştık?”, demiştim ben de.
"Kasabın, Şekerci’nin insanlardan bir sır gibi sakladığı şeyi öğrendiği gün yıkıldığı bölümde kalmıştık!”, demişti Şehrinaz.
"Kasabın öğrendiği şey neydi?”, diye sormuştum ben de. "Anlatacaklarım seni şok edecek!”, demişti Şehrinaz. Susunca iyice meraklandım, sessizlikten korktum da.
"Şekerci aslında bir tarikat üyesiydi!”, demişti Şehrinaz, Çalıştığı yerde bunun için sevilmiyordu belki de. Onu seven hiç kimse yoktu.. taa ki o kız karşısına çıkıncaya kadar!"
"Bu sahne çok ilginç!”, demiştim, "Hadi hadi anlatsana!"
"Sabırlı ol!”, demişti Şehrinaz, "Önce loncayı anlatmam gerekir!”
"Nedenmiş o?”
"Her şeyi daha iyi anlayasın diye!”, demişti Şehrinaz, "Budala!”
"Yıllardan beri süre gelen bir sırrı da vardı tarikatın!”  " Düşünsene bir... yıllardan beri süre gelen bu sır.. evet ,evet, Şekercinin yüzünde cisimleşmiş gibi ona bakan bir daha bakmaya çekinirse, Kasabın yerinde sen olsan ne yapardın?”
"Ben mi?”, diye sormuştum ürpertiyle. Gözlerim gözlerinin içine değiyor, her şeyi öğrenmek aşkıyla yanıp yakılan bir insan olduğumu ona göstermek istiyordum. Aynalar bir şey göstermiyordu, aynalar siyah toz kütlesiyle örtülmüştü, aynalar yalandı şimdi! Sonra bana söz hakkı tanımadan daha, "Şekercilik mesleği yasaklandığında!”, demişti Şehrinaz, "Bunlar tabi ta Anadolu'nun kaos zamanında olan şeylermiş, Cemşid! Sakın yanlış anlayıp da birbirine karıştırma emi? Atalarının Orta Asya'da şeker kamışıyla uğraştığı yine ona çocukluğunda anlatılan şeylerin arasında yer almaktaydı ki; Şekerci bunları hiçbir zaman unutamıyor, içini de kolay kolay kimseye açamıyordu çalıştığı yerde. Lanetlenmiş adam işte o yasak loncanın üyelerindendi, aynı zamanda okumuş, entelektüel ve de eski Tiroçkist'lerden olan Şekerci, bu sırrını bir gün çok sevdiği, yürekten bağlandığı o insana açınca hayatının en büyük hatasını yapıyor!”
"Nasıl?”, demiştim ben de.
"Sırrını açıkladığı insan onu basit bir insan gibi görüyor ve onunla alay ediyor, yaptığı şeylerin üstüne gülmekle kalmayıp, çalıştığı yerde herkese anlatıyor sırlarını ve Şekerci bitmiş, son bulmuş bir dünyanın insanı olarak iyice kahroluyor, o güne kadar bir çocukla konuştuğunu ve onu anlamadığını, aralarına yabancı bir dilin girdiğini fark ediyor. Ne yapacağını bilmez bir halde dönüp dolaşıyor artık çalıştığı yerde!”
"Oysa onu ne kadar çok sevmiş!”, demiştim ben de, "Ona ne kadar çok değer vermiş!”
"Gözlerinin önüne getirsene bir!”, demişti, "Şekercinin geldiği lonca o tarihlerde yasaklanıyor, Padişah’ın Fermanı’yla! O yıllarda loncanın ele başları bir gemiyle Mısır'a sürgüne gönderiliyorlar... Ama ele başları bir yolunu bulup İran'ın kuzeyine nasıl gittikleri sırrını filmde de koruyor!”
"Bunların hepsini o insana mı anlatıyor Şekerci!”, diye sormuştum.
"Evet!”, demişti Şehrinaz, "Genç reyoncu kız, vakit buldukça Şekerci'nin yanına gidiyor, aralarında güzel bir diyalog başladığı için Şekerci içini açmakta bir sakınca görmüyor tabi ki. Kadınları çeken bir büyü var onda, bir sır, belki de lanetlenmişliğin verdiği bir etki yüzüne vurmuş. Kasap da daha ilk görür görmez bundan çekiniyor, Karısı Ş.,'nin ona kapılmasından korkuyor, bir zaman gelecek ki Kasabı bu kaygısı yiyip yutacak!”
"Ne zaman?”, demiştim, "Ne zaman yiyip yutacak?”
"Filmin ilerleyen dakikalarında göreceğiz.. bakalım!”, karşılığını vermişti Şehrinaz.
Belki de o sır onu da kurtaracaktı, diye düşünmüştüm, rahat bir soluk alması için hepsi bu sırla sırlanmış olabilirlerdi?
"Neyin var Finamek?”, diye üsteleyince Şehrinaz.. "Hiç, hiç!", demiştim ben de, "Bir şeyim yok.... İşine bak sen!" önce Cemşid demişti, sonra sanki o an da Finamek demiş gibi.. bu kadın beni çıldırtmak için gönderilmiş biri olmalı. Büyücü Şehrinaz!
Yürüdüm, bir sokak kalmıştı, son anda fikir değiştirip sahile indim, kayaların oraya doğru yürüdüm, güneş gözümü alıyordu, insanlar seyrekleşmeye başladı, sonra kayalıkların tepesinde Kiyanüs’ü gördüm.. Yine her zamanki gibi heybetliydi, kır düşmüş saçlarını rüzgar savuruyordu, daha da yaklaştığımda elindeki kırmızı karanfilleri gördüm, dalgındı, beni bile fark edemedi, göz göze geldik, gözleri ıslaktı, demek ki önceden ağlamıştı, dedim, ağlamaklı haldeki Kiyanüs’e şaşırmamak elde değildi, kırmızı karanfillerden birini kokladıktan ve de dudaklarının arasında ne söylediği anlaşılmayan sözler sarf ettikten sonra denize fırlatıyordu, o esnada bakışlarındaki parıltı insanı etkileyecek kadar vardı..  koklayıp öptükten sonra denize attığı karanfilleri..  suyun yüzünde bir zaman oyalanan karanfilleri sonra dalgalar alıp götürüyordu. Çok sonra beni fark etmişti. Bundan kimseye söz etmemem için sert bir bakış fırlatmıştı. Döndüm, ters istikamette yürümeye başladım, başımda yine aynı dert, Kiyanüs hiç de göründüğü gibi biri değildi, sert mizacının altında yumuşak kalpli bir insan yavrusu dururmuş da haberimiz yokmuş bunca zamandır! "Dünya böyle tuhaf rastlantılarla doludur!", dedim, "Şehrinaz! İşte bak! Kiyanüsümüz da taş kalpli birisi değilmiş!” Kendi kendime konuştuğum için, caddenin kalabalığında bana bir çatlakmışım gibi bakanlara dilimi çıkardım, "Bööü!", yaptım ki beni rahat bıraksınlar.

cemal çalık


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.