Mahi
Azadecuy’un inekleri sağılmayı beklerken, Büyük Rumulus geceyi televizyonun
karşısında geçirmek zorunda kalmıştı. Elleri iki yanına sarkmış bir halde,
gözleri ise buğulu ve kamaşmış gibi piyano odasında bitmeyen şarkıyı dinlemeyi
sürdüren RAMSES, portakalların yeni çiçek açtığı mevsimde kocasının onu
döllemesini bekliyordu.
-V-
"İyi
aşçısın!", dedim, "Allah var yukarda!"
"Teşekkür
ederim Finamek!", demişti aşçı. Gözleri sürekli resimdeydi, başka bir
hayal diğeriyle yer değiştiriyordu sanki. Elimdeki bulaşık yemek kabını
lavaboya bıraktıktan sonra yüzüne baktım, aynadaki yüzünü incelerken yine o
kapının açılacağını, beni karanlığına çekecek yerde bu sefer.. o kapıdan salona
doluşacaklar, ben de, öyle çaresiz yerimde sus-pus onlara baka kalacaktım.
Belki beni de çağıracaklardı karanlıklarına, bensiz Düş Senaryosu’nun bir tadı
tuzu olmadığını bildiklerinden, belki de dalgınlıklarına geldiği için,
"Haydi, buyur bakalım!" diyeceklerdi.. "Önce seni görelim
bir!" diyeceklerdi.. Ben hep bakardım, bakakalırdım.. karanlık olurdu
mekanları, puslu ve tozlu bir havada konuşmayı severlerdi, üzerime gelmemeleri
için yalvardım. Annem ferah ve geniş salonda piyano çalardı, kuyruklu piyanonun
melodilerine takılan hayallerimi toparlamam için bir kadın eli uzanırdı, sonra
akrep bacakları uzanırdı, sonra Şehrinaz gelirdi, daha sonra Kiyanüs’ü
görürdüm, burada ne işin var senin der gibi bakışlarını suratımın ortasına
yapıştırıp beni ezmek için elinden geleni yapardı.. sonra sinsi bakışlarıyla
Dehhak Döngel, her zamanki masum ve saf pozlarını takınmış elini uzatırdı
Şehrazat’a, bense kapının bir köşesinde onlara bakmakla yetinirdim. Bir cüce
için bunlar bile çoktu. "Otur oturduğun yerde!", derdi Kiyanüs.
"Otursun oturduğu yerde!”, derdi Dehhak Işık. "Oturmalı oturduğu
yerde!”, derdi Feridun Bey.. Aşçı Kadın’ın gözleri sürekli resimdeydi, bir şeyden
anladığı yoktu, direnip durmaktaydı eski korkularıyla birlikte, içinden bir
şeylerin çekildiğini söylemek istiyordu aslında, yok olduğunu.
"Ne
haliniz varsa görün, ama beni rahat bırakın!", dedim, "Anladınız mı?”
Beni
duymadılar bile. Sözlerim orada kaldı, dışarı çıkamadılar, ama bölündüler,
sonra zamanın tozuna karıştılar, iksir olup burnundan getirdiler Kendirev
Bey’in. Büyük H. Hala, kuruntularında boğulmuş bir kadındır, dedim siz ona
bakmayın öyle, akşam çaylarını hep ben verirdim, yaşlılığının ve kurnazlığının
altına gizlenirdi. Sonra aklıma yeni bir şey gelmiş gibi bakır güğümlerini
çalacaklarından korkuyordu, dedim, bir gün korkusunun altında kalıp öleceği
günü o kadar sabırsızlıkla bekledim ki, ama damadı boğazlayarak icabına baktığı
gece, yüreğime su serpti serpeceği kadar. Kendirev Bey’in Enver paşa
bıyıklarında operet düet kesildiler başına, bıyıklarını uzadıkları zaman
ayarlayarak keserdi bu yüzden. Ayarlanmış bir yürek nasıl çarpar, dedim,
pırpırlanır şuramda, dedim, aşçı beni anlıyordu sanki, ona açılmasam ölecektim
sanki, bulaşık tabakların çıkardığı seslerle bölünen bir kasaptım artık, kıyıya
vuran dalgaların sesine kulak vererek -sanki benim için bir umut ışığıydı-
kapıyı sonunda bulacak, aydınlığa çıktığımda da, -ancak derin bir soluk aldıktan
sonra- "Hayır, bakın!", diyecektim barışık sesimle, "Sizlerin
düşündüğü gibi olmadı? Bakın, iyice bakın ve görün!"
"Zavallının
birisin sen!", dedi Şehrinaz.
"Kim,
ben mi?”, dedi Kendirev.
"Yok,
ben!”, dedi Kiyanüs.
"Yanılıyorsunuz!”,
dedi Dehhak Döngel.
"Kör
Baykuşlar güruhu!”, diye bağırdı Kiyanüs.
"Alayınızı
da buraya nasıl topladılar ki?”, dedi Dehhak Döngel, "Bilmem ki!”
"Üç
gün önce onu rüyamda görmüştüm! " dedim, "Bana hep gülüyordu!”
-Sayıklar
bir haldeydim.-
"Örümcek
Kadını mı?” diye sormuştu Aşçı. Bulaşık kapları bir kenara bırakmış, bana
bakıyordu, açılmamı ve içime girmeyi bekleyen o kadına her şeyi anlatmak için
sızlanan bir uyuz it gibiydim, benim böyle durgun ve sessiz olduğuma bakmayın
siz diyecektim.. içimde ne fırtınalar kopar. O fırtınalarda yönünü şaşırmış bir
insandım, aradığım insanı bulduğumda rahatlayacak, siz ne diyorsunuz kendim
olacaktım, kendim.
-Yüzümde
o gülümseme yine belirmişti.-
"Eve
geç geleceği rüyada gizlenmişti" dedim,
"Karın
mı?” dedi Aşçı.
"Evet!",
dedim, sonra yürüyüp akrep resimlerinin yanında kırık aynadaki yüzüme baktım,
Aşçı kadını unutmuş gibi "Ne kadar budala birisiyim!”, dedim, "Niye
anlamadım bunu, daha önceden!”
Güldüm.
O da güldü.
"Hayat
hiç de rüyalardaki gibi değil!”, dedi Aşçı kadın, "Ne de filmlerdeki
gibi!”
"Cenneti
arayan insanın masalı!”, dedi Şekerci, "Cennetin kapısını çalıp, sonra
tekrar geri dönen insanın!”
"Nasıl?”,
dedim, "Siz ne diyorsunuz?”
"Bu
günü yaşamanın aritmetiği!”, dedi Şekerci.
"Bu
günü yaşamak mı demek istiyorsunuz?”
"Hu,
hu!”, dedi Aşçı Kadın..
Gülüştüler.
Saatime baktım "Benim gitmem gerek!", dedim, "Gecikirsem Kiyanüs
canıma okur sonra!”
Yemekhane’
den çıktım, yürüdüm. Kulaklarımdaki uğultu sürmekteydi, caddenin karşısına
geçerken neler çektim. Dev blokların arasında sıkışıp kalmış caminin gölgesi
kaldırıma vurmuştu.. marketin büyük tabelasına, marketin armasının olduğu sağa
sola salınan beyaz bayrağa, onun yanındaki ay yıldızlı bayrağa baktım, sonra
başımı çevirip geniş caddeden sel gibi akıp giden taşıtlara baktım, Dehhak Döngel’e
güldüm, Kiyanüs’a güldüm, sonra kendime güldüm.. Büyük giriş kapısından içeri
girdiğimde çatırtıyı duyabiliyordum. Nesnelerin değişmeyen dünyalarına burnumu
soktum ve bekledim bir fare gibi, önümde açılan dünyada gölgemin içine hapis
olup çıkmak istemedim bir zaman ki, devinimlerindeki çatırtıyı daha iyi
duyabileyim. Gözümü aldırdığım her şey kulaklarımdaki çatırtıya ekleniyordu.
Her şey camdandı sanki, nereye elimi uzatsam kırılıp dökülecekmiş gibiydi,
yanımdan gelip geçen insanların rüzgarı çarpıyordu yüzüme.. ter ve buğuya
karışmış tenlerinin sıcaklığı yayılıyordu yüzümde, çözülüp açıldıkça
sıcaklıkları daha bir çekilmez oluyordu.. ter ve buğu. Her şey camdandı, bir
camın içindeydi gördüğüm şeyler, çatırdayarak dönüyorlardı, çatırdayarak
dönüyordu her şey... Pürmaye'nin sesiyle kendime geldim, durdum sesleri
dinledim, tezgahın arkasında çalışan Pürmaye’yi gördüğümde iğrenip kenara
çekildim, "Hayır!", dedim, "Onu buradan götürün!”
"Bir
kilo kıyma istiyorum beyefendi!", demişti yaşlı kadın..
"Tamam!",
dedim, "Duyduk herhalde!”
Yüzüm
belli belirsiz aynada silinip gitmekteyken dört bir yandan kuşatıldım, beni
kuşatmışlardı, çatırtı sürüyordu, dedim, kulaklarımın içinde duyuyor musunuz?
"Aynalar
olmasın hayatımızda!”, dedi Dehhak Döngel, hemen Kiyanüs atladı,
"Kendinizi yaşamıyorsunuz demektir bu!”
Kadın
hala oradaydı, gitmemişti. Siyah şapkasının ucunda o çiçekler... Siyah Şapkalı
Kadın gözlerini bana dikmiş sanki beni soyuyordu, gündüz gözü soyundurulan bir
kasap dedim, çok aksi olur, Pürmayenin bile komiğine gitmiş gibiydi, durmuş
bize gülüyor, sonra da o ıslak kırmızı et parçasını göstermez mi? Mavi
dudakları olan bir kadın beni soyundururken ne yapabilirdim Kiyanüs’üm,dedim,
beni çok sevdiğini söylüyordu, sırf benim için bu gün alttan bir şey giyinmemiş,
her şeyini göreyim diye! "Ben evli bir adamım?." dedim, "Olsun,
daha iyi ya!”, dedi Siyah Şapkalı Kadın, "Ben de evli bir kadınım! Ne var
bunda?”, dedi, "Bir şey anlayamadım!” Küçük kız gözlerini kapının anahtar
deliğine dayamış bize bakıyordu, şempanze de burnunu uzatmış zıplıyor, anlamsız
sesler çıkarıyordu. "Yeter!", diye bağırdım, "Bize bakıyorlar!”
Ama kadın diretiyordu, üzerine abandığımda o kadar
direnmeme
karşın iyi gelmişti, "Yeter, yeter! ", sesleri çığlık gibi
yükseliyordu odanın içinde dedim,
"Ustacığım!",
dedi çırak.
"Evet!",
dedim, "Ne var yine?”
"Et!”,
dedi.
"Ete
ne oldu?”, dedim ben de.
"Kadın
bir kilo kıyma istiyordu!", dedi çırak.
"Pürmaye
nerede?”, diye bağırdım. Müjgan perdenin aralığından başını uzatmış, bana
bakıyordu. Gözleri korkunçtu.
"Ne
bakıyorsun?”, dedim, "Ne var?”
"Bu
günlerde herkese bir şey oldu!", dedi, "Markettekiler bir tuhaf!”
Sonra perdeyi çekti, beni Pürmaye’ yle baş başa bırakan Müjgan’a öfkem bilendi,
"Salak!", dedim, "Kendini bir halt sanıyor!” Rüyanın karelerini
bir araya getiremiyordum, asıl sıkıntım buydu, ne zaman, nerede, nasıl? Böyle
olduğunu anımsayamıyordum bile. Her şey o rüyadan sonra başlamıştı, belki de o
rüyanın içindeydim hala, sürmekteydi, bitmemişti, belki de bitmeyecek olan bir
rüya görüyordum, bir gün bu rüyadan uyandığımda kendi gerçeğime dönecektim...
"İyi
misin Finamek!”, diye sordu Kiyanüs.
"İyiyim,
İyiyim!" dedim, "Birazdan gelirim, merak etmeyin siz!" Uzattığı
sigarayı aldım, yaktım, bir dumanların havada savruluşuna, bir ona baktım.
"İç,
iç; çekinme!", dedi, "İyi gelir!”
"Bir
şey söylemezsiniz değil mi?”, dedim.
"Kime?”,
dedi.
"Feridun
Bey’e!”
Sanki
kendisinin Feridun olduğunu bildiğimi bilmiyormuş gibi güldü. "Yok,
yok!", dedi, "Rahatına bak sen usta!”
Sevindim,
yüzüm ışıdı, "Sonra görüşürüz!", diyerek Kiyanüs Büyük Kapı'dan girip
gözden kayboldu. Şadırvanın başında kala kaldım, yüzümde aynı acı sürüyordu
anlaşılan, Takunyalı yüzüme bile bakmadı, takunyalarını sürüyerek yanımdan
vurup geçti, sigarayı içmeyi sürdürdüm ne güzel.....
-VI-
"Pazar
günü seni kütüphaneden alacağız, demişlerdi de inanmamıştım!" ,diye
yazmıştı günlüklerin ortasında Cendel, "Bütün hayatım hep böyle
yanılsamalarla, incinmişliklerle gelip geçmişti de durup bunları Şehrazat’a
anlatamamıştım!"
"Başarılı
bir akrebin, ya da Akrep Resimleri" adlı koleksiyonunda akreplerin
anlatıldığı atölyeden çıkarılmalarına sessiz kalmayan yüzü pudrayla peçeli
kadın, bayıla bayıla anlattığı akrepleri düşünmeden yapamadığım o yıllara
gittiğimde, eski cenaze törenine katılmak için yolculuk hazırlıklarımı
neredeyse tamamlamış sayılırdım.", diye yazmıştı Cendel, "Mezar,
tapınak, kilise, cami, saray, kutsal anıtlar.. ne ararsan vardı bu resimlerde.
Mısır ve Maya Kral mezarlarını andıran gömütlerde o zamanın insanları hakkında,
yaşayışları ve giyim kuşamları Şehrazat’ı oldukça etkilemiş olmalıydı.. Pompei,
Knesos Sarayı’ndan, Kapadokya Kaya Kilisesi’nden söz etmişti.. duvar
resimleriyle uğraştığını o zamana kadar bilmiyordum tabi ki, o zamanın
insanları için birer aynaydı bütün bunlar!", diye yazmıştı Cendel.
"Yarı silinmiş akrep görüntüleri içinde -belki de silinerek yok edilmeye
çalışılmışlardı, bilemiyorum.- isyanın, öfkenin, umudun, başkaldırının,
sevinçlerin birer yansıması olan Akrepleri piyasaya çıkarması için hemen hemen
ömrünün yarısını verdiğini söylediğinde durup Şehrazat’a bir şey
söyleyememiştim!", diye yazmıştı Cendel..
"İmgelemimi
sürekli bu akrep resimlerine çarpıp durduğum günlerde Şehrazat’ın olumsuzluk
olarak nitelendirdiği kurmacadaki aksaklıklara rağmen, akreplerin varlığı bende
hep sürecekti sanki.. Senaryonun yazılar ve resimlerle kaplanmasına nedense
önlem olarak bir şey düşünemiyordum.", diye yazmıştı Cendel.
"Hayatın
özünü akreplerle yakalamış insanı anlamaya çalıştığım günler fazla uzak
sayılmazdı, hem üstelik o zamanlar Şehrazat ile aram iyiydi, ne kadar duyarlı
bir kadın olduğunu düşünerek ne hayallere daldığımı bir ben bilirim!",
diye yazmıştı Cendel.
"Hayallerim
büyüdükçe senaryonun serüveni de değişti, daha içinden çıkılmaz bir serüvene
iteklendi, artık Şehrazat’ta ılımlı ve yumuşak yaklaşımını yitirmeye başlamıştı
o günlerde, benden gizlemeye çalıştığı başka şeyler vardı, akreplerin resmine
daha da yakınlaşmaya başladığını sanıyordum.", diye yazmıştı Cendel.
"Aramızda görünen duvarların yanı sıra
görünmez duvarlar da vardı, bunlardan biri iletişimsizlikti biliyorum.",
diye yazmıştı Cendel.
"Şehrazat ve Şehrinaz, bu iki kadın da,
bana az çektirmediler!", diye yazmıştı Cendel.
"Bunları sonradan okuduğumda yaşadığım
onca sıkıntının neye yaradığını bile bilemiyordum artık, bunları da
cesaretsizlikten yazdığımı düşündüm ister istemez.", diye yazmıştı Cendel.
"Genç Satranççının bir gün çaresizlikten
oyun parkında kendini kestane ağacına asacağını nereden bilebilirdim.. satranç
üzerine yazdığı şiirleri destanlaşıp kahvehanede dilden dile dolaştığı
zamanlarda, gençler arasında büyük bir şöhret elde etmek de yaramamıştı ona,
anlaşılan!", diye yazmıştı Cendel. "Brahms'ı daha çok sevdiğini
söylediği o gece -Pazartesi Gecesi- Güneş Sineması'ndan birlikte çıkmış evlere
gidinceye kadar kalabalık olmayan caddede başım önümde, onunsa -onun değil, o
vitrinlere bakmayı pek severdi- bakışları hep uzaklarda, bilmediğim, bana
söylemediği başka yerlerde birlikte yürümüştük.. İNEK ADASI adlı yabancı macera
türünde bir film izlemiştik, hayatına kıyacağını kafasına ne zaman koyduğunu
kestiremezdim, taş evlerindeki sessizliği bir daha unutabilir miyim!”,diye
yazmıştı Cendel.
"Erotik filmler, yetmedi pornografiye
kaçılan filmlerin gösterildiği sinemada.. görüntülerin beyaz perdeye yansıması
için sabırsızlıkla beklediğimiz dakikalar nasıl da bitip tükenmek bilmezdi.
Aynalarda sevişen kadınlara bakmaya gittiğimiz günler, akreplerin bacakları
daha da büyümüşlerdi sanki. Akreplerin cehennemi sevmesi kadar daha doğal ne
olabilirdi ki, hem üstelik şimdi bir sessizliğe gömülmüşlerdi!”, diye yazmıştı
Cendel.
"Kadınlar
ve edebiyat dışındaki en büyük tutkum Kör Baykuşlar’dı.", diye yazmıştı
Cendel. "Çocukluğumda annem bana hep Kör Baykuşlar’la ilgili masallar
anlatırdı o uzun kış gecelerinde! Okul yıllarımda arkadaşlarım bendeki bu Kör
Baykuş tutkusunu anlayamazlardı hiçbir zaman, onları sevmediğim gün hayatımın
sonu olacağını biliyordum!", diye yazmıştı Cendel..
"İstasyon
Çay Bahçesi’nde dönmeyen yolcularıyla Şehrazat’ı, kompartımanların gri
camlarında eriyen gölgesiyle düşündüm ve aşk dedim yüreğimde yatışmayan giz o
yerdedir, sonra çıplak kadına baktım, hafif alaca karanlıkta trenin çelik
rayların üzerinde süzülerek geçişine bakarken, salıncakta sallanan küçük bir
kız çocuğu oyuncak tavşanını istiyordu.. sonra -vermediği için herhalde-
annesine ağladığını görmüştüm.. Küçük kızın oyuncak tavşanına iğneler saplayan
o insanı da gördüm. Resimdeki kadının yanağındaki beyazlığa döndüm ve puslu
beyaz aynada kaçıp giden talihlerine ağlayan genç kızların sihirli aşk
oyunlarına fazla bakamadım ve aynı kayıtsızlığımı hiç bozmaksızın geri
çekilmeyi başardım.", diye yazmıştı Cendel..
"Demir
yollarında bir ömür tüketen o insanlarla aramda yakın bir bağ vardı
sanki.", diye yazmıştı Cendel.
"Çocukluğum tren yollarında geçmişti
benim, İstasyon Çayevinde oturup trenlere bakar, onlarda belli belirsiz bir
oyunun izini görürdüm.. Gidip ve bir daha dönmeyecek olan yolcular belleğime
kazınmıştı, sabırsızlıkla beklediğim o saniyeler, evet evet o dakikalar, dahası
o saatler şimdi bir bir uçup gitmişlerdi. Başka yerlerde, başka şeylerde yeni
bir kimlikle ortaya çıkacakları geleceklerini sabırsızlıkla beklemeye koyulmuşlar
gibi gelirdi bana daha çok.", diye yazmıştı Cendel.
"Hayat belki de bir oyundu, çocukken
demir yollarında oynadığım oyunları belki bu yüzden hiç unutamıyordum.",
diye yazmıştı Cendel..
"Eylül
ayının üçüncü günü saat iki sularında Şehrazat geldiğinde senaryonun sonunu
nasıl noktalayacağına sanki görür gibi olmuştum.", diye yazmıştı Cendel.
***
*** ***
"Evimiz!
Bir anda onlardan bir kaçı basıverse
ne yapardı diye soruyordu karısı
Şehrazat.. Cemşid Ulu, cama dayalı yüzünün o bölümünü ezen puslarında takılı
kalmış kameramana sanki ateş püskürmekten yorulmuş.. Hasırlı, diyordu,
efsunlanmıştı, senaryoda nerelere kadar gitmiş, sonra nerelerden dönmüştü,
hepsini yazılı bir halde pusulayla masanın ürerinde unutmaları hiç de iyi bir
şey değildi, belki de canları sıkılmıştı, diyordu Mahi Azadecuy, canları
sıkıldı ve, kendilerini oynamaktan usanarak karanlıklarına döndüler. Olamaz
mı?, diye soruyordu karısı.. Cemşid Ulu'nun başka şeylerle meşgul olduğunu
sandığı için. Sonra Mozart'ın 40. Senfonisi çalıyordu teypte.. Hafiften bir
yağmur çiselerken.. Bir an senaryoyu 40. Senfoni'nin iniş çıkışlarına göre
yeniden düzenleme düşüncesine kapılıyordu. O sırada Zenci burnunu uzatıyordu
camdan, daha sonra da cam siliniyordu.. Yurttaş Keyn -örgüttekiler ona bu lakabı
uygun gördükleri için adı Yurttaş Keyn kalmıştı Ofis Müdürü’nün.- görünüyordu
sahnede.. ilk başta neresi olduğunu çıkaramayacak kadar bulanıktı her şey,
insan kalabalığıyla karşılaştığı için ihtilal olduğunu sanıyordu, daha sonra
derinden derine içine çekip de dumanlarını çelik pencereli, dar odaya savurduğu
havana purosunu, ofis masasının ürerinde duran akrep başlıklı kül tablasına
söndürüyordu. Gazeteci’nin getireceği haber, dünyalarını bir anda değiştireceği
için yazar kılıklı herifle unutulmaz bir yüzü olan kadın aynı sabırsızlığı
göstermiyorlardı onun kadar. Genelevi
patronu Neriman da İ. ilinde tetikçi tarafından kurşunlanacağından habersiz
olmasına karşın içindeki sıkıntıyı anlayamıyordu doğrusu. Pencereden dışarıya
baktığında Yurttaş Keyn ile bir an göz göze geldikleri sahnede Gazeteci Y.,
haber vermek için bir telefon kulübesi aranmakla vaktini geçirmekteydi. Bir
Başka Sevgili'nin saçlarına bakıyordu Yurttaş Keyn ve de öldürülmeyi hak
ettiğini düşünüyordu, bu alemde ihaneti ancak kan temizlerdi temizlese
temizlese. Diğerlerinin de yüzleri bir belirip bir sönüyordu. Bitirilmemiş
öykülerin, senaryoların, düşsüzlükten yarım kalmış hayatlarının ezikliğiyle ona
gelmişlerdi, artık bu sevdadan geri dönmesini istediler ondan.. sorduğu
apartmanda böyle kimse zaten ne oturmuş, ne de öyle biri gelip gitmişti. Senin
söylediklerin ancak filmlerde olur demişti uzun burunlu kapıcı, hem de Amerikan
Filmleri’nde diyerek kestirip atmıştı, onu yarı yolda bıraktıklarından
habersiz. ‘Uzun Burunlu Adamın Yalnızlığı’nı da kapıcıdan esinlenip yazmak
istemişti belki bir zamanlar, diye
geçirmişti içinden; niye olmasındı ki? Cemşid Ulu'nun anlattıklarına tıpa tıp
uyuyordu adamın ölçüleri, sonra o burun Jenerö de Bacaktan -ismini bile doğru
düzgün söyleyemiyordu- beri öyle güzel işlenmemişti biz de, bu günlere de mi
kalacaktık, diye dert yanmıştı yaşlı nine -sonra adının Müjgan Hala olduğunu
öğrendi.. çalınan güğümlerini arar dururmuş bu zamana kadar- Allah’ın
yarattığına da mı yakıştırılırmış. Daha ileride VALİDE SULTAN Sokağı’nda oturan
yaşlı çifte sorabilirmiş eğer onların söyledikleriyle tatmin olmamışsa VANI
EFENDİ Sokağı’nda bir ara halaları oturmuş. Mülen Ruj’la ise isim benzerliği
olan başka biri.
"Dehhak,
çabuk kalk!"
"Finamek..
Finamek!”, diye bağırıyordu bir kadın, sonra yine yanıt alamayınca öfkelenip,
"Bak bir daha söylemem!”, diyordu. Tiz bir kadın sesiydi bu daha çok.
"Bu
son Finamek!"
"Hadi,
çabuk ol biraz!", derken, o, hala kendi kendisiyle cebelleşen bir insan
hüviyetinden sıyrılmış bile sayılmazdı. Güneş puslu camlarda ışıklarını kıyıya
köşeye bulaştırmak için uğraşıp duruyordu sanki. Sonra sesler çok yakından
gelmeye başladı..
"Geç
kalacağız yoksa!", yazıklanmayı içinde barındıran, duygusuz değildi her
şeyden önce.
Rüya
Hanım pencereden onlara bakıyor, gidecekleri yer o kadar uzak sayılmaz, ama
yine de endişeli görünüyordu. Annesini, o sevgili insanı, o yaşlanmış olsa da
yüzünden hiç ışığın eksik olmadığı annesini, camdan onlara bakıp endişelenen
insanı gözleri arkada kalmasın diye mi?
"Ardı
arası Titreyen Göl.. Bizi merak etme sen anne! Nietzsche'den sonra insan sokağa
terkedilmiştir.", sözlerini sarf etmiş, daha sonra da karısına dönüp,
bunları söylemem gerekiyordu, demişti..
Aşkı
bitirmem gerekiyordu artık, demişti..
ANETTA'NIN
GÖZYAŞLARINI bitirmem gerekiyor, demişti.. Bu gece her şey bitmeli, demişti
benim Şehrinaz’ım. Ona baktıkça yazma isteği daha da büyüyor, kendini tamamen
yazıya vermek istiyordu. Oysa kapıda bekleyenler silahlı değildi, bu sefer
silahlı gelmeyi uygun görmemişler, rahatlıkla odasından içeri girmişlerdi,
Albay'ın da bunda bir parmağı olabilirdi, yer altı dünyasının nasıl işlediğini,
kesilen raconlar.. ahkamların rengini belirlemiş, etiketlenerek raflara gerisin
geri konmuşlar, onları bekliyorlardı, çıkmalarını ve hesaplaşmayı. Kabadayılardan
biri ölecekti mutlaka, bir leşin izi sürülerek, koku almaya hassaslaşmış
burunlar onlara kandil de yakılmaydı artık. Beyrut’tan getirilmiş öyle
köpeklerin, takipçileriyle hesaplaştıkları mekan Otopark seçilmiş, arabaların
farları bile söndürülmemiş naylondan bir dünyaydı bu, ey Ernüvaz.
Ağzı
alışmıştı buna, senaryolardakinden daha bezdirici değildi her şeyden önce.
Gerçek hayat yıldızlarının fikri alındıktan sonra senaryo sürecekti.
Senaryolara
kanıp hayatlarını değiştirenler, yalınayakları hiçbir zaman anlamayacaklardı;
okunan ezanların bir anlam ifade etmediği sokaktan geçtiler gündüz gözü ve
onlara iyi gözle bakılmadığı bir mevkiden, yerlerinin değiştirilmesi için
pazarlığa oturanlar bile vardı.. ışık arkalarındaydı, zehirlenmeye devam
ediyorlardı ,esrar çekenlerin yüzlerinde yalınayakların ruhuna okunması, okunan
Fatihalar, İhlaslar bari boşa gitmesin, diye devlet sivil bir örgüt kurdurmuş,
sivil örgütün ele başıları kurumlaştıktan sonra, kartvizit şeklinde reklam
panolarına kimliklerini açıklamaktan dünya mutluluğu içindeymişler.. gelen
haberlerin yüzde kaçının doğru olduğu bilinmese de, kadınlarını boğazladılar
onlar. Ve tabutlarda sakladılar nüfuslarını. Karım, Bu adamların kılığını hiç
beğenmedim ben, diyordu yalnız şövalyeye; onlardan ne kötülük gelebilirdi ki
üstelik, bazen karısını hiç anlamadığı fikrine kapılıyor, ütülüyordu. Işıkları
kapatın da keyfimize bakalım ,dedi evin reisi, görmüş geçirmiş bir beyefendi
kumaşıyla sözünü dinletemiyorsa, bu evde ne işim olabilir benim? Der demez
kapıyı çarptığı gibi adsızlar kahvehanesinde alıyordu, soluğunu.
Anne
yine mustarip, anne yine yorgun, anne yine mecalsiz dişlerini sıkarak kanaat
getiriyordu oğullarına; oğullarını ondan koparan yalınayaklara; Allah hepsinin
belasının versin, diyordu, evlerinden barklarından edilmişlerdi onların
yüzünden, köyleri boşaltılmıştı, yakılıp yıkılanları şimdikilerin anlayacağı
bir dile sokamıyordu yönetmen, filmlerdekinden daha canlı oluyordu. Filmler hiç
bitmiyordu bu yüzden, hiç son yoktu filmlerdekinden..
Dehhak
Döngel, koltuğa yaslanmış, düşünen pozlarda, her şeyi böyle elinin altından
kaçırmakla işin sonu nereye varır acaba?, diye soruyordu kalbine ve yüreğinden
yükselen sese bu sefer kulak vermek istiyordu, karısı da ona hak verecek, devam
et, diyecekti, her şeyi daha iyi bilensin, ey Döngel, zaman da sensin, ahir de
ey Döngel. Taunları ona söyleten biri vardı, o ondan suretini alıyor, sonra
dağıtıyordu, bonkör bir zengindi etinin. Sonra onu yatırıp boğdular, üstünden
kaç yıl geçti, leşini bir uçurumun kenarına geldiğinde siyah şevrolet,
kayalıklardan aşağı bırakmakta bir an olsun çekinmek nedir, buna benzer bir
duygu damarlarında fişlenmedi, etiketlenip gösterilmedi, tüketilmediği için
belki şanslıydı, şanslı numaraya ne çıktığı bile umurunda olmadan uçuruma
gelenlerin arasında onun da adının geçip geçmediğini bilmek istedi yalnız Yurda Tapan Sokağı'nda oturan Gazeteci’nin,
isim değiştirerek içlerine kadar sızma şansını yaratan sistemin,sonra ondan
faydalandığı kadar faydalanıp da fosası çıkınca nasıl yok ettiklerini Kara
Paracılar’dan dinlemiş olmalıydı Cemşid Ulu. Kirpikleri kara bir esmer
güzelinin cüzdanından çıkanlar, hurdaya dönmüş Mercedes' in tarihinde Kara Leke
olarak kalmış daha neler olacaktı kim bilir? Böyle bir son olmazdı, böyle bir
film. isimler yazılmaya başladığında ben size söyleyebilirdim nasıl bir sonla
biteceğini filmin ilerisi ne kadar karanlık olsa da, bu sokağa sapmışlardı bir
kere.. bu cadde ölüm için biçilmiş bir kaftandı. Siyah Cadillac'ın yanında
duran kadın ona aşık, hem de kara sevdalıydı. Filmleri daha bilmeyenler bile
vardı, o aşkları daha hiç yaşamamış olanlar.. Belki de onun için kocalarının
gözlerine büyük bir iştihayla saldırdılar, yokluklarından. Onlardan gelen
ölümle doğdular.. Bahçıvan Dadaruh’la oradaydılar, perdenin önünde. Dadaruh
bahçedeki gülleri sularken susuz geçen o yazı, filmin altyapısı olarak
verildiği festivalde yüzünün akıyla çıkacaklarını düşünmenin ne kadar budalaca
bir şey olduğunu düşünmüş, ama icraatta bir şey olmadığından iki yakası bir
araya getirilmemiş düşlerinden de artık bıkmış, ayın on dördünde alacağı maaşı
kurtarayım bari, diye dertlenmekteydi. Hafızın kabrinde yatan bir gülün ömrüne
biçilemeyecek zamanı ardıllarından öğrenip suyun başına geldiklerinde, o devi
iki kılıç darbesiyle öldüren cesur yürekliyi de göreceği uykusuna doyamadan
uyandırmışlar, ona hadi görelim bakalım marifetini de vazgeçelim yakana
yapışmaktan, diyen cüceler önde, o arkalarında gidip, dere tepe gitmiyorlardı.
Küçük kızla -Finamek’lerin ölen küçük kızları Sevgi olmalı- Küçük Prens'in görünmelerine
daha bir saatten fazla zaman vardı. Cüce Gaye’ye bir ders vermek, hem de
haddini bildirmek için üşenmeden kalkıp gelmişlerdi buraya kadar.
"Finamek..
Finamek!"
Korkudan
çok, artık uyanmasını, karşılık vermesini bekleyen karısı Şehrinaz'ın sesiydi.
"Kiyanüs seni istiyor!"
Uykumun
derinliklerinden çıkmaya çalışırken gözlerimin önüne o yaratıklardan bir kaçı
gelerek bana ağırlık vermek istediler, ellerinden geleni yanlarına
koymayacakları belliydi, tüylü ve ıslaklıkları mide bulandırıcı bir zamana kapı
olunca kulaklarından boşalan suyu da unuttum, canavar kılığındaki heybetinden
kan kustururdu insana ve camekana dayalı dili onu daha da kamçılamış
gerçeğinden ayırt edilmez bir duruma sokmuştu onu ve ileri atılmak için
Mabet’in kapılarının bir an önce açılmasını bekliyorlardı karanlığın içinde..
kulaklarımda yankılanıp durmuştu karımın öfkeli sesi ve beni daha kucaklayıp
öpememişti bile. Şiddete gönlü vardı, şiddete gönlü yoktu.. buna kendi bile
şaşırıyordu.. Rüya Hanım da karanlıkta durmuş ona bakıyordu. Gözlerimi
açtığımda görüntülerin içinde bir tek annemin sureti kalmıştı geriye. Gecenin
bu saatinde telefon mu olurmuş? Eski konsülün karşısında durmuş büyük babaya
bir şeyler anlatmaya çalışan Cüce’nin olayları büyüttüğünden şikayetçiydi. Bakışlarını
Kasabın ıslak gözlerine çeviriyordu. Kasap ağlamış, gözyaşlarından kristaller
meydana gelmişti. Yaşını başını almış bu insan, belki de mavi yüzlü çocuğun
soyundan geliyordu. Dualar okudular ve kenara çekildiler, huşu içerisinde ölülerine ağladıkları tören
havası da rüzgarla yerle bir oldu, onları bir daha böyle acıyla sınamaması için
rablerine sığındılar, yakardılar.. daha fazla aşağılanmasınlar, horlanmasınlar,
diye bir kapı açılmalıydı onlara! Bu kadar asır horlandıkları yeterdi.. Rüya
Hanım beyaz tüllerin içinden sarılmış perdeyi aşarak bana yöneldiği bir gece
vakti Mabet'in kapıları kapalı ve gökyüzünde dolunay vardı, çakallar kirli
kirli ulumaktaydılar.. gökdelenlerin boşluğunda uzanıp yatan ölülere hadlerini
bildirmek için mektuplar taşınıyordu.. karanlık mahzenlerde büyük bir gizlilik
içinde yazılmıştı mektuplar. Kazanılacağını düşündükleri insanlar için bir
davetiyeydi.
"Alo?",
dedim.
"Rahatsız
ediyorum Finamek Bey!”, dedi.
"Yoo,
buyurun!” dedim.
"Bizim
çıkardığımız işçilerden biri.." dedi.
"N'olmuş
ona?” dedim.
"Eve
gitmemiş!"
"Yaa!"
"Evet,
Finamek!”, dedi Kiyanüs.. "Evet ,"Depo'da ben intihar edeceğim
diyormuş. Evet, tam da üstüne bastınız, evet evet beni mahvettiniz
diyormuş.."
"Kim!”,
diye sordum. "MİHRİ MAH!” dedi.
"Ayın
kızı? Peki, peki hemen geliyorum!", dedim.
Şehrinaz'ın
meraklı ve korkulu bakışları karşısında "Benin hemen gitmem
gerekiyor.", dedim, yataktan inip, elbiselerimi giyinmek için gar dolaba
doğru yürüdüm. Gözlerim babamın resmine ilişti bir an. Bu titiz adam sanki bana
oradan bakıp gülüyordu. Her şeyi ölçüp biçen, - ustalığından gelen bir
alışkanlıktı bu herhalde- tuvalete bile ölçe biçe girerdi. Gençlik resmini
çerçeveletip astığımız zamandan bu yana ne çok şey değişmiş bu evde, dedim
kendi kendime ve karım Şehrinaz daha fazla pirelenmesin diye, Kiyanüs’ün çağrısına
boyun eğen benden daha fazla ürkmesin diye, ona bütün sırrını fısıldamayı
düşündüm Mabet’in, ama bu onu daha çok işkillendirirdi; olmadık düşüncelere
kapılıp vesveselere boğulurdu sonra gecenin bir vakti. Aşağı kata inerken
annesi hala dikkat etmesini söylüyordu Cemşid Ulu’ya da, o senaryonun gitmeyen
yönlerini açığa kavuşturan bir dedektif edasına bürünmüş Mahi Azadecuy'dan uzak
durmayı planladığım geceye gittim yeniden.. Ofiste gece yarılarına kadar
çalışan Yurttaş Keyn’in aklı hala o kadındaydı, diye düşündüm.. Genelevi
Patronu Neriman'ın yanından ayrılırken Gazeteci Y.'nin nerede kaldığını düşünen
us kaçkını ötekini, yazar bozuntusu herifi de yanlarına alıp gittikleri ve
kuracakları gizli örgütün mafyayla bağlantısını araştırmaya kalkışan kocası Cemşid
Ulu için Şehrazat da çok kaygılanmıştı, diye düşündüm. Kaygısını dağıtabilecek
bir anahtar bile verilmemişti ona, diye düşündüm. Ve.. Nissan'ı çalıştırırken
"Bu da mı gelecekti başımıza?", dedim, "Prens Muşkin, Küçük
Prens, şimdi de Ayın kızı!”
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.