-III-
Şehrazat’ın İÜ Ofisi’ne uğradığımda kapıda beni sekreter
kız karşıladı.. Şehrazat'ı sordum, "İçeride!" dedi,
"Misafirleriyle birlikte!” Ofiste terleyen Zenci imgesi bir çakıp bir
söndü belleğimin karanlık koridorluğunda.. Siyah odayı düşündüm.. yatak
odasının siyah renkteki örtüsünü, Siyah Jaguarı, Siyah Kedi'yi düşündüm.. Yatak
odasındaki aynaları düşündüm.. Yatakta biz dört kişiyizdir, sözlerini düşündüm,
hayalin saçları uzadı, artık onsuz bir dünyayı düşünemiyordum. Bir köşeye
ilişip oturdum, misafirlerinin gitmesini bekledim. Göz göze gelmemeye çabaladım
onların yanında. Ne ise ki çabuk gittiler..
"Ne içersin?”
"Nescafe!"
dedim.
"Tamam!" dedi
Şehrazat, "Sekreter kıza söylerim şimdi!” O tarihlerde 99.. Ağustosu
olmalıydı... yazdığı senaryodan dolayı başını bile kaşımaya fırsat bulmadığı
günlerde, başı dertte gibiydi, her şey bir anda hippi saçına dönmüş, ikisi de
birbirinden kaçıyordu. Mersa Filmcilik’ten aldığı yeni senaryo teklifine sıcak
bakmıyordu, soluğu dışarıda aldığında daracık merdivenleri birer ikişer
atlayarak alt kata geldiğinde, daha doğru düzgün soluklanamadan senaryoyu
başlatan ilk vurucu cümleyi bulmanın coşkusuyla Cağaloğlu Yokuşu’nu nasıl
indiğini, karşıya geçerken Galata Köprüsü’nden bu sefer yaya olarak yürümeyi
tercih edişindeki psikolojiyi iyi vermediğinden şikayetçi olmayı sürdüren
Şehrazat.. yumuşamamakta, katiyen bundan ödün vermeyeceğini defalarca
sözcüklerin üstüne bastırarak tekrarladığı günlerin birinde.. Ferzenizm’in
nasıl okunacağını, safça bir niyet taşımasını hiç anlayamadığını kavga gürültü
ortamında günün gelişen dikeyliğine yaymayı başarmıştı ki, Cendel, ona hak
vermiş, bir köşede bunları düşünüyordu. Şehrazat haklıydı, düşüncelerinde.
Korku Senaryosu deyince neden hemen Sadık Hidayet ve Kör Baykuş’u aklına getirdiğini
yeterince açıklığa kavuşturamamasındandı tek kaygısı.
"Akrepler
cezalandırılmalıydı!", derken bir aynanın içindelerdi sanki. Akrep
yüzleriyle kaynaşan görüntü yağmuru birbirinin içine girerek içinden çıkılmaz
bir hal almıştı. Ne yaparsa yapsın burayı
düzeltemeyeceğini
bildiği için belki de kendini rahat bırakmış, onlara bakıyordu. Kayalıkların
arasına gireni sabırsızlıkla bekleyen koyu mavi renkteki akrep içlerinde hemen
o göze geldiği için, buralara kadar geldiğine göre aradığı şey öyle kolay kolay
göz ardı edilemeyecek bir şey olmalıydı. Kasabın mağaranın girişinde karşısına
çıkması onu da etkilemiş, kayalıkların arasını uygun bulmuştu gizlenmek için
Ş., Aynı rüya karesinde Cendel, Ferzenizm’in öyküsünü Mihri Mah’a anlatırken
Ernüvaz ikisine bakmaktaydı. Cendel, uzak bir hayale açılan kapıdan yürüyerek
çocukluğuna kadar gitmiş gibi görünüyordu. Rüyanın yine aynı karesinde
Şehrazat.. -o aşka inanmış kadın kılığında- kapatıldığı yerden çıkıyor..
"Neden beni onların eline terk ettiniz?", der demez Cendel’i
omuzlarından sarsmaya başlıyordu. Sayfiye gibi bir yerdeydiler. Çıplak
bacakları kumlara batmıştı. Onu bu halde hiç görmemişti. Beyaz tüller içinde
unutulmuş bir kadından konuşmuşlardı. Annesinin kurmaya çalıştığı bir masal
dünyasında dilini yitirmiş bir kadın daha, ona öyle geliyordu ki, akreplerin
bir karabasanıydı. Puslu aydınlığın içinde sahilden uzaklaşıp mağaraya kadar
yaklaştığında, yarısı akrep, yarısı kadın vücutlu olan yaratıkla karşılaşmıştı.
Katlanılması güç bir acı çekmekteydi. Palmiyelerin serinliğini aranır oldukları
bir Ağustos sıcağında bunalmış, gövdelerini sere serpe sulara bırakmaktan bir
an olsun çekinmemişlerdi. Ellerini çekiştirirken öfkesini almış bir kadın
olarak, şimdi yine loş karanlığa karışıp gidince duygulanmıştı Cendel. Sonra
yine rüyanın başka bir karesinde Akrep yüzleriyle kaynaşan görüntü yağmuru
değişik bir renk alıyordu.
Pazartesi akşamı Düş
Kahvehanesi’nden çıkarken, dışarısı oldukça sessiz ve sakin görünmekteydi.
Cendel’in aslında gecenin bu güzelliğinden faydalanabilmek adına özgünlük
arayışını sürdürdüğü o akşam, -canla başla Düşname üzerinde çalıştığı diğer
akşamlarda da sürekli aynı kadını sayıklamasıyla- görüntü yağmurunun giderek
nasıl lekeli beyazlıklara yol aldığını görmüştü sonunda. Ernüvaz, tedirgin ve
kaygılı bir yüzle O’na bakıyordu. Korkularına yenilmiş miydi nedir? En sonunda.
Onun korkusu neydi peki? Korku tarihiyle uğraşan bir insanın tedirginliği neden
kaynaklanabilirdi? Onu üzen ve iki ayağını bir pabuca sokan şey yakında
anlaşılacak mıydı? Eski evin yoluna saptığında yüzündeki kaygı hala daha
okunabiliyordu.
"Sıkıntılı bir
insan ne kadar itici görünürdü göze?”, dedi Şehrazat.
"Evet!",
dedim, "Mihri Mah da senin gibi düşünmüştü aynen!”
"Hangisi?”, diye
sordu Şehrazat, "Senaryodaki mi yoksa?”
"Hayır!",
dedim, "Öteki!”
Sanki yanımdaydı, yine
sayıklamak halime dönecektim, boşluk kapanacak gibi değildi. Şehrazat, masmavi
gözlerinde kaybolup gittiğim, derin ve donuk bakışları olan kayıp sevgili,
Şehrinaz, bana denizin derinliklerini gösteren bütün zamanların kadını,
unutulmaz bir yüzü olan kadın, her şeyim, taptığım insan gelip karşımda
duracak, artık ne yapmamı istiyorsun, diyecekti, kör müsün? Bir kadın siyah
giyinikken ağlayacaktım, onu kırdığım için bana ne kadar kızsa azdı, akreplerin
kayalıklarda yürüyüşüne bakan ve korkan kadını gözlerimin önüne getiren
hayallememin nerede son bulacağı belli değildi sanki. "Her insan gibi
senin de korkuların var!”, diyordu, "Korkağın birisin!” Yüzü karanlıkta
kaldığı için ayırt etmekte zorluk çekiyordum. Sahil kenarında Akrep şamatasına
kapılan Pürmaye’nin ıslığı geliyordu, bilmediğim bir şarkının hüzünlü
melodileri dökülüyordu kulağıma. Bir kadın ağlıyordu, sonra bir el dokununca
dalgınlığım gitti, Şehrazat bana bakıyordu.
Onlar da buradalar,
diyemedim; Mihri Mah’a bakıyordum,
anlamlı bakışlarla beni süzmekteydi, sırf senin için demek istedim hayalimdeki
kadınla konuşmaktansa Şehrazat'ı senin için buldum, onunla konuşuyorum şimdi.
Aslında bunların hepsini sana anlatmak isterdim ey güzel İnsan?
"Kim!”, diye sordu
Şehrazat,
"Ne zaman, ne
mekan, ne de çağ izin vermişti aşkımıza!”, dedim, Şehrinaz, Şehrazat bana
bakmayı sürdürüyordu hala.
"Bilmiyordum!”,
dedi,
"Boş ver!”, dedim
bende,” Çok uzun bir hikaye anlaya¬cağın.. Senaryoya dönelim biz!”
Gülümsedi. Sonra..
"Peki öyle olsun!”,
dedi, "Sen nasıl istersen!”
"Cendel artık her
şeyi bilmenin rahatlığı içerisinde eksikli senaryoyu tamamlamaya karar
verdiğinde.", dedim, "Kişilerden ve mekanlardan sıkılmış bir yüzle,
gecenin sessizliğini dolduran uzaktaki hayallerini bir dengede tutmaya çalışan
insan hüviyetine bürünmüş, sabahın bir an önce olmasını beklerken görmüştü
kendisini. Dahası Kendirev’ in, kitaplarla dolu odasını! " Akrep
Resimlerini görmüştü.
Hayali Ayna'nın
karşısına geçip, olanları, daha doğrusu olacakları düşünmeden yapamayan bir
Kendirev'i düşlemiş; sonra aynadakileri, Mihri Mah’ı, onları çocukluğunda böyle
nasıl gördüğünü ve nasıl canlandırdığını merak etmeye başlamıştı. Eski zaman
rüyalarını yerle bir eden son uyanışta kalan görüntüleri seçebilmişti yine de. "Dön,
bak!", diyordu kadın.. dönüp bakıyordu o da, kadına inanarak. Yine en çok
bu aynayı sevdiğini söyleyen kadın onu bulmuşken hemen bırakmak istemediğini
belli edince.. Cendel ister istemez boyun eğmek zorunda kaldığı, sonra çetin
bir sınavdan geçtiği yanıltmacasını da o tarihlerde yaşayan Mihri Mah’ın biraz
daha yaklaşacağını, aslında böyle bir fırsatı kaçırmaması gerektiğini düşündü.
Halası bir tavus kuşu gibi pustuğu aynanın karanlığında, ona, daha çok sırrını
ele verecek öykülerden birini anlatmak istiyordu. Boş bir kağıt bulup bunları
yazsa ne kadar iyi olacaktı kim bilir? Daha sonra ışıksız, kıpırtısız aynanın
karşısında daha fazla ileriye gitmemesi için Mihri Mah’ı uyardığı akşamı
görmüştü. Uzun sessizliğini bozmaya karar verdiğinde ağzından sadece.. "Kör
Baykuş.... KÖR BAYKUŞ!", sözlerinin döküldüğü o Perşembe Akşamı bu rüya
karesinde yerini alınca , rüyaların arasındaki uzaklık böylece kapanmış
oluyordu bir yerde. Suların karanlığındaydılar, sanki debelendikçe dibe, sonu
gelmez dipsizliklere savrulacakları korkusuyla ikisi de birbirine kenetlenmiş,
yarı çıplak bir halde duruyorlardı. "Beni hep rüyalarda görmek
istedin!”, diyordu Mihri Mah.
"Gördüğün bendeki insan ben değilim!", karşılığını veriyordu o da,
"Ben başka bir insanım, bunu belki de korktuğum için yaptım… Evet, ne
tuhaf değil mi? Giderek yazmaya çalıştığım senaryonun kahramanına benzemeye
başladım Şehrinaz. Ben sanki o insan değilim? Evet, evet... Giderek Kör
Baykuş’taki gence benzedim!"
Aynanın karşısında
derinliğe doğru çekilirken görüntüler.. akıntıyı durduramadığı bir çalkantıda,
anafor önüne kattığı şeyleri savurmayı sürdürürken.. sahil kenarında baş başa
vermiş titrek mum ışıkları altında, yine o şarkıyı dinledikleri uzak kış
mevsimine özlemi dile getiren kadının hüzünlü ve derin bakışlarından kaçamadığı
bir anda, o kadının sesi sanki kendi kulaklarında da yankılanmaya başlamıştı.
"Beni hiç tanımıyorsun, gördüğün insan aslında ben değilim!”, diyerek
boynuna sarılıp ağlayan Cemşid’di mutlaka.
Mihri Mah, her zamanki
donuk bakışlı gözleriyle sürekli ileriye, hep İlerilere bakmakta olduğunu
söylemekten çekinse de o sahne gözlerinin önünden hiç gitmiyordu. "Her şey
bir rüyaydı, her şey bir
yalandı!", derdi,
Kendirev olsa! Daha sonra rüya karesinden çıkıp yanlarına geldiğinde Ürkünç
Sevgili Ferzen, rüya yatağının ağzını genişletip bahara süründüğünde, işte
emzirilen denizin kenarında bir yara ağzı gibi açılarak büyüyen bir saatin
içindelerken.
“İn, beynimin
cidarlarından artık, ey Senaryo!!”,
diyordu kadın. Her insan gibi Yemenici de rüyaların işlediğini, sahile
çekilen rüyaların, yıllar önce yaşanmış rüyaların, kendi üzerlerine kapanan
rüyaların homurtusuna kulak tıkayıp, yüzleri eskiten rüyalarında, çocukların
sahilde denizi kolaladıklarını anlatmaya başlamadan önce.. hayatının müziğini
biriktiren rüyalarla mutluluk perisi güler yüzlü bir kadından daha söz ediyordu
Ernüvaz. Nigar Hanım, "Akreplerin evimde işi ne?”, diyordu, "Hangi
odanın kapısını açmaya kalkışsam ayaklarını görüyorum!”
-IV-
Reyonların arasında
salman çiğ ışıklara doya doya bakarken, gözümün aradığı bir şey vardı sanki.
Raflarda dizili olan binlerce kalem mal ilk önce parmaklarımdan geçerek
bilgisayara yüklenirken -barkodlarına göre kodlanmıştı kısacası, gece
yarılarına kadar sürmüştü bu kodlama –yoksa fişleme mi demeliydim, tüketim
köleleri için ürünleri fişleyen bir muhbir, arsız bir muhbir- işlemi..
kollarımın neredeyse kopacak hale geldiklerini, sonra parmaklarımın uyuşarak
hantallaştıklarını düşündüm. Yoğun tempoda çalıştığım günleri düşündüm.
Ve o ışıkla nasıl
boğulduğumu ve artık bir daha eski halime dönemeyeceğimi de. Dünyamın nasıl
çatırtılarla tuz buz oluşuna, bir seyirci gibi, duyarsız kalıp donuklaştığımı
düşündüm.
Belki bir daha kendimi
bulamayacağım o kayboluşun içinde öfkeye kapılarak önüme çıkan her şeyi yakıp
yıkmayı planladığım geceleri de. Karımı uyutur uyutmaz, Senaryo-Odası'na dönüp
bir şeyler yapmanın kaygısıyla her yolu denemiştim, en sonunda sözcüklere
sığınmaktan başka çarem kalmamıştı. Yüzümde mutluluk pırıltıları, gülerek
sözcüklere yönelip o ışığı boğmaya çalıştığım geceleri de düşündüm.
Sözcüklerin tılsımıyla
yeni bir dünyayı kurmayı başarmam o kadar zor değildi. İstediğim gibi at
oynatabilirdim. Taksitlere boğulmuş hayatımdan ancak böyle sıyrılabileceğim
düşüncesiyle nasıl çocuklaştığımı ve artık kendinden geçmiş bir insan halinde
mutlulukla sözcüklere sarıldığım günleri de düşündüm.
Sonra kurulmuş bir
robot gibi sadece bilgisayar ekranında sıralanan malların rakamlarına,
isimlerine ve fiyatlarına yönelmiş acınacak durumdaki bir insanı -ayrıca oynamayı
da öğrenmiş bir insanı- hayal etmiştim mesela. Kadın odaya girdiğinde, eli
ayağı birbirine dolaşan Yurttaş Keyn'in yapacak bir şeyi yoktu güzelim, dedim,
ama bunu ne karıma, ne de Şehrazat’a anlatabildim. Kadın, Yurttaş Keyn'in
yanağından bir makas alarak ofiste canlı bir hava yaratmayı planlamıştı belki
de, dedim.. Genelev Patronu Neriman'ın İ. Şehrindeki evinde geçirdikleri geçen
yazı düşünüyordu kadın belki de diye düşündüm ve güldüm..
Karım sigarasını daha
bitirmemişti, beni böyle kıskıvrak yakalamasını ve köşeye sıkıştırmasını
istemediğimden; “Ne olacak?”, dedim, “Neriman haklıydı o kadar dolar, bir buçuk
milyon dolar, dedim dile kolay karıcığım, o kadınların sırtından kazanmıştı..”
Karımın canı sıkkın gibiydi, bunu sigara içişinden bile çıkarabilirdi insan..
Ona yöneldim, onun olmak istedim, ama karım acele ediyorsun, diyerek benden
kaçtı, sırtını duvara yaslayıp ‘Gecenin Öteki Yüzü’ filmindeki kadın gibi
sigara içmeye başladı. Hüzün ve melankoli iç içe geçmiş, sonra da derin bir
çerçeve oluşturmuştu bu yüzde. Artık yalnızca o ışıkla var olabiliyordum, her
şey ışıktan doğuyor ve ışık sönünce her şey bitiyordu, bir an için.. karanlığa
gömülüyordu dünya ve içindekileri.
Mabetteki hüznü bu
yüzden daha çok seviyordum. Belki de hayatımın ışığını bulacaktım, bu ışık bana
yol göstermeliydi, bir kapı bulmalı ve aydınlığa çıkmalıydım. Aradığım şeyin ne
olduğunu bile bilmiyordum aslında. Işığı mı arıyordum? Işıksız yapamayan bir
tek ben miydim, bunun kaygısını çekenleri bulacak mıydım, onlarla tanışma fırsatı
doğacak mıydı? Hem onlarla nerede tanışacaktım? Böyle bir pusula elime
geçmediğinden karamsarlığım daha da artıyordu. Her işte olduğu gibi, bunda da
ne kadar titiz davranmaya çalışsam da ipin ucunu kaçırıyordum bir yerde.
Kaygılarım bir yumak olup beni ezip geçiyordu. Kaygılarımın altında kalıp
boğuluyordum.
Karım Şehrinaz o zaman
balkonda oturuyordu, o sırada doğrusunu söylemek gerekirse ona nasıl
açılacağımı bile bilmiyordum. Ya beğenmez ise ben ne yapardım, hem üstelik o
kadar uğraşım boşa gitmiş olacaktı. Yenildiğimi görmemeliydi, böyle bir şeyden
hiç kuşkulanmamalıydı, o kadar milyonu alacak Tetikçi’ nin köşeye sıkıştığı anı
düşündüm.. ona o kadar yardımı dokunmuş insanı vurmasını istediklerinde kapana
kısılmış bir fare gibiydi, ben de sevgili karıcığım benim şu anda aynen onun
gibiydim, diyecektim ki son anda "Biliyor musun?”, diyerek konuya girmenin
daha uygun olacağını düşündüm, ne olursa olsun böyle bir durumda yine de ölçülü
olmayı elden bırakmaması gerekirdi insanın..
"Evet!", diye
karşılık vermişti Şehrinaz, oldukça sıcaktı ses tonu. "Evet, seni
dinliyorum hayatım!"
"Bütün senaryo
kahramanlarını bir uzay gemisine bindirip uzaya göndermeyi kurgulayan Cemşid
Ulu gördüğü rüyaya aldanmıştı aslında! O sabah işe gitmek için dışarı
çıktığında ona ilham kaynağı olan karısını düşünüyordu. Her şey uyarında
gitmekteydi. Kutsal bineğini çalıştırıp trafiğe karıştığında aklından çıkmayan
senaryonun bölümlerini bir an önce yazıya aktarmak için sabırsızlanıyordu. Her
bölümde senaryo yeniden yazılıyormuş gibi bir havaya kapılmıştı!"
Durup beni büyük bir
ciddiyetle dinleyen rüyalı kadına bakmıştım, etkilenmişti; anlattıklarımın
etkisi altında kalan Şehrinaz, giderek daha da güzelleşiyordu. Sanki hiç
zamanım kalmamıştı, odanın havasında tuhaf bir gerginlik yaşanmaktaydı da ne o
ne de sevgilisi dönüp birbirlerinin yüzüne bir daha bakmadan ayrıldıkları
sabahı, ondan önceki geceyi, çatı katında yaşananları bir bir gözlerimin önüne
getirip, o hüzne ben de katılmak istediğimden belleğimdekileri ilk önce bir
hizaya sokmam gerektiğine inandım, kenara çekilip ve bekledim, karşımda duran
kadın gerçekten de güzeldi.. Ona bir başka gözle bakmaya başladığımda, bana
inanması için her şeyi göze alabileceğimi onun yanında da odada ikimizden
başkası yokken yüzüne karşı haykırmak istedim, sonra başa döndüm, senaryonun en
başına dönerek her şeyi baştan anlatmaya koyulmam o kadar zamanımı alsa da buna
değdiğini, senaryonun örtülü yüzünü kaldırdığımızı söyledim, bundan daha güzel
dünyada başka neyin olabileceğini fısıltılı sesimle yine ona sordum, yine ondan
bir yanıt bekledim gecenin bir vakti. Sanki senaryoyu yeniden yazıyormuş gibi
bir heyecana da kapılmadım değil hani!
"Eee?!",
demişti Şehrinaz, "Sonra?”
"E'si..”, demiştim
ben de, "Cemşid Ulu! Her şey onun başı altından çıkıyordu, kendine
yetmeyen bir insandı, kafasında bir sürü senaryo kurgusu dolaşıp duruyordu
insanlar arasında, bunları en sonunda kağıda dökmeye karar verdiğinde yeni bir
zaman dilimi açılmıştı önlerinde.... Mabette karar kılması da bir rastlantı
sonunda olmuştu. Çalıştığı iş yeri de büyük bir Mabet sayılırdı –sayılırdı ne
çağın Mabetleri avm’ler değil de nedir?- onun için.. Aslında bunların hepsi
Ferzenizm’de geçiyordu."
Karım daha ben yeni
ısınmıştım ki imalı imalı "Bunların hepsi Ferzenizm’de mi geçiyor?” diye
sormuştu.
"Evet!",
demiştim, "Ne var bunda?” Cemşid Ulu’nun yazmaya çalıştığı senaryoyu
düşünüyordum, karımın neden öyle baktığını, her şeyin neden böyle ayaklanıp
üstüme geldiğini.. Gölgeleri yüzüme vuruyor, onlardan artık kaçamayacağım bir
yere kadar gelmişlerdi, beni bekliyorlardı, son anda yeni bir ipucu daha ele
geçirdiğim için, "Aslında senaryo, korku ve kaygı üzerine kurulmuştu!”,
demiştim, "Bir Market Klasiği olacaktı...Gözde kahramanlarımdan biri de
cüce bir kasaptı... Ona ısınmaya başladığımda, sonra Cemşid Ulu devreye
girmişti, hesapta olmayan kişiler de vardı, bunlardan biri de Mahi Azadecuy ve
Müjgan’ın şizofren kedisi?."
Bunların hepsi geçen
hafta olmuştu. Kendimi tamamen senaryoya kaptırmıştım, karım senaryonun çok
karışık olduğunu söylemişti, daha şimdiden bocaladığını, hiç bir şeyin yerli
yerinde durmadığını, çekilemeyecek
filmler listesine katılacağını, anlatım dilinin de hiçbir şeye
benzemediğini, bunlara bir çözüm getirmemi, yoksa..
Saat altıya geliyordu.
Nemli Bilgisayar odasından dışarı çıktığımda Kiyanüs'le göz göze geldik.
Bakışları sertti, korku saçıyordu; umursamaz göründüm. A Kasası’ndaki kız da
ikimize bakıyordu. İşte senaryonun ilk satırları dedim, ama siz ne anlarsınız?
Ben bittim Mahi Azadecuy, beni de sonunda yutmayı başardı bu çark.. Ona
sarıldı, dedim, onu kucakladı. Artık beni kimse durduramazdı, coşmuştum,
imgeler birbiri ardına gelerek beni o bilinmezlikte kıstırıvermişlerdi.
Gözlerimi bir kamera gibi üzerlerine çevirdiğimde hepsi kaçacak bir delik
aranmıştı, benden korkuyorlardı, korkularına yenilmiş insanların arasında
dolaşmaktan mutluydum, odanın kapısını açık bırakıp karanlık holde kulaklarımda
yine ölüm melodisi adımlarım da aynı tempoya uyum göstermiş bir halde yürümeye
başladım.. sonra aklıma gelen düşünceleri sırasıyla kaydedince, ortaya yeni bir
senaryo harikası çıkmıştı, büyülenmiş bir halde sözcüklerin yüzüne baktım, yine
onlardan ilham aldııımmm.. filmlerden daha sıcak kucaklamak istedi sevgili
karısını, ışık onları yutmadan Mağara Arkadaşları'nın karşısında filmlerden
daha gerçek bir öpüşle dudaklarını taçlandırmak istediği karısına bunları
anlatamamanın burukluğuyla geri döndü, buraları olmadığı için ne yapacağını
bilemeyerek acılar içinde kıvrandı ve yine ona dönerek sevgili karısını bu
sefer gerçekten de filmlerde kinden daha sıcak kucakladı, dakikalar süren bir
öpüşle öptü onu. Umutsuzluğun neden kaynaklandığını bir nebze de olsa öğrenmiş,
artık alacağını almış bir yolcu gibi orada donup bekledi bir zaman, onun
gönlünü de yapmıştı, kendi kan ağlarken yeni bir film yolculuğuna hazırlanması
gerektiğini fısıldadı kulağına ve bir kere daha dondu. Birkaç saniye geçmedi ki
içeriye iri cüsseli, elleri kan içinde, yüzü gözü kan revan içinde diğer KASAP
girdi ve buradan yürürlerse onlara Mabet'in kapısının açılacağını söyledi.
Gözlerine inanamayan
sanal gerçeği birbirine karışarak aynı kanaldan akıp bir düzlüğe çıktılar,
bunun hoş bir uydurmaca olduğunu söyledi sevgili karısına ve üzülmemesini, onu
buradan kurtaracağını, bir gün bu karanlıktan çıkarak aydınlık gelecekte, birlikte
mutlu bir çift olarak yürüyeceklerini, o günün çok yakın olduğunu fısıldadı
kulağına ve karısı o karede donmuş bir haldeyken, Kasabın arkasından o da
çıkmıştı dışarı. Onları kim bilir nasıl bir sürpriz bekliyordu. Gangster
filmlerindeki gibi filmlere inanmış bir Kasapla- yolculuk yapmak sıkıcı
olmayacaktı, KASAP hemen kılık değiştirmiş, kötü rollerdeki insanlara dönmüş
olduğunu, karanlık sokağa saptıklarında öğrenecekti. Cemşid Ulu ve bir kere
daha filmlere kandığı için ne kadar budala ve saf olduğunu haykıracaktı kendi
yüzüne karşı ki utansın ve bir daha böyle bir işe kalkışmasın.
Rüyanın boşluğu onları
çarpmıştı... Ona kuşkuyla bakanların yanı sıra, bu adam böyle ne yapıyor
diyenler bile vardı, kendini düşünmüyorsa, hiç olmasa gül gibi karısını düşünse
ya.... Senaryocu vicdanına ne oldu Cemşid Ulu? İnandığımız onca değeri ne
yapacaksın, söyle bakalım saplantılı peygamber.... Raskolnikof olmalıydı..
içlerinde bir o bu kadar cesareti kendinde bulabilirmiş gibi geliyordu ona,
daha çok. Mahi Azadecuy'i başından savar savmaz böyle bir şeye niyetlenmesi,
hiç de hoş karşılanacak bir şey değildi aslında. Prens Muşkin burnunu cama
dayamış, pusların arasında seçebildiği kadarıyla görünen sokağa bakmaktaydı.
Birazdan bu sokakta cinayet işleneceğinden haberi olmadığı için tasasız
görünmekteydi. Kış aylarından birinde eski bir aşk hikayesinin cinayetle
noktalanacağı öyküyü okuduğunu pek sanmıyordu. Katil zanlısı, limana inen dar
sokağın başında göründüğünde elinin iki de bir nagant marka silahına gitmesini
ve parmak uçlarının kaşınmasını hayra yormak istiyordu. Üç kuşağın görme şansı
yakaladığı eski bir nagant’tı bu!
Hatıralar yumağıyla
sarılı tarihinden nefretle söz eden bir kadın, kalabalığı yararak yanlarına
geldiğinde iş işten geçmiş olacaktı . Ona hiçbir zaman iyi bir anı
bırakmadıkları için soyunun lanetini boynunda bir arma olarak taşımaktaydı.
Kaçınılmaz sona yargılanmıştı artık. Yer altı dünyasında silahı ilk çeken ve
tetiğe dokunan kapanırdı. O hiçbir zaman kaybetmemişti, şimdi de
kaybetmeyecekti. Kadın camdan çıktı ve onu boğdu, bir kadında boğuldu kasap.
Mabet’in tavanları onun yasıyla inledi durdu, kırk gün kırk gece. Alkarılarına
gün doğmuştu, uykularında boğazladıkları düşüncelerini, hayallerini, rüyalarını
kana kana içtiler ve gümüş kupalarda kendi kanlarını tokuşturup bir parodilik
aşk dilenciliği yapan aşağı mahallede Cemşid Ulularla, Siyahların başı derde
girmişti. Kadın, dünyanın olduğu gibi sistemlerin de başını döndürmüştü. Bir
kadına bulaşmanın faturası da büyük olmuştu. Bir kadına gitmeden önce imajını
düzmeliydi ağır makam işçileri. Aşk Makamı’ndan başarıyla diploma almak için
Gül Kardeşliği'ni unutmaları gerekiyordu her şeyden önce. Araba ve Cazibe
ikilisi, tarihte kan dökülmedik yer bırakmamıştı. Umut yine yalınayaklardan kan
istiyordu. Verecekleri kan kalmamıştı. Ve ben resim yaptım ve ben hüzün çizdim
ve ben, o kalplere ışığı yerleştirmek için yedi gün yedi gece çalıştım,
Mabetlerinizi sıkı tutasınız diye! Sahipsiz kalmış bir rüya coğrafyası kalmasın
diye, yalınayakları size kardeş kıldım. Babil sizin sonunuzu hatırlayacaktı.
Gözyaşının miladı belirsizdi, anlatılanlar birbirini tutmuyordu. Cam şişelerin
birini de - sakarlığı üstündeydi o gün sanki - elinden düşürüp kırınca geriye
yalnızca bir tane cam şişe kalmıştı.. ağlama şişeleriyle dolu rafta boşalmıştı,
günlerdir düşündüğü, ama bir türlü işin içinden çıkamadığı şey, sır perdesinin
altında kalmıştı asırlarca. Umutsuzluğunu yenecek bir şeyi de yoktu. Gezgin'in
–Adı Ferzende'ydi- rüyalarına kadar gelebilmişti en sonunda.. kırılan şeyin
tarihini tutmaktan söz etmişti. Çağın kapıları kapalıydı bu gibi şeylere.
Aslında bir yeryüzü sürgünüydü o, kendini böyle nitelendirmesi hiç de hoş bir
şey değildi. Yağmurun Efendisi'nden sonra Ferzende'nin sahneye çıkışı, aklını
başından almış gibiydi. Kirlenmeyen bir o kalmıştı, çünkü. Arkadaşlarının çoğu
onu terk etmiş, yalnız bırakmışlardı. Oysa o hale bir ütopyacıydı, ütopyalara
inanıyordu, bir gün mutlaka rüyalarının gerçekleşeceğine inandığı için
İspanya’ya Düşlerin Tarihi'ni yakmaya gidecek ve herkesi şaşkına çevirecekti.
"Bunlara iyi
bak!", dedikten sonra rüyanın içine girip kayboldu Gezgin., Yedi gün yedi
gece hiç durmaksızın onu aradı, Mabet yasa büründü, Kara Ekim'den söz edenler
haklı çıkmışlardı.
AKREPLİ AYNALAR RESMİ,
bütün bunları bir kere daha ortaya koyduğundan dona kalmıştı Cemşid Ulu..
yüzünü resimlerden çevirirken, boşlukta salınan gölgelere tutunmak işine
gelmemişti bu sefer. Mabet'in girişinde ana baba günü gibi, mahşeri andıran
kalabalıkta 'Mağara Arkadaşları' birbirlerini tanımakta güçlük çekmediler hiç.
Kasap’la göz göze geldikleri sahnede, anlamadığı tınılar geniş helezonlar
çizerek kulaklarında ötmeye başladığı bir akşam vaktiydi, neredeyse Mabet'in
kapanış saatiydi, Cemşid’in orada durmuş onlara bakmasını iyiye işaret olarak
görmediği için, tok sesiyle gürlemişti Kiyanüs. Sonra yine rüyanın başka bir
karesinde "Ben Şehrazat Ulu!", diyerek kendi yerini alıyordu birinci
gölge.. sonra "Ben Şehrinaz Taşkın!", diyerek öteki giriyordu
içeri,"Ben Müjgan Çopur!", deyip yerine oturanı Cemşid Ulu'da
tanımıyordu. Peki "Ben Anetta Jakop!", deyip de geçip giden? Kiyanüs
reyonların arasından çıkıp geldiğinde bir an sessizlik olmuştu, duvar
sessizliğiyle herkes birbirine bakıyor, sanki birbirlerinin yüzünde derin
kuyular eşiyorlar, yakınlıklarını bir kat daha artırmak için yarış ediyorlardı.
Daha fazla ileri gitmelerini istemediği için, bu insanların Mabette ne işleri
olduğunu soruyordu. Cemşid Ulu'nun şaşkın bakışları karşısında Kiyanüs’ün geri
manevra yapacağını düşünmek safdillikten başka bir şey olamazdı.
"BANA İLİSKİN HER
SEYİ GEREKSİZ BULDULAR!", sözleri mırıltıyla çıkmıştı ağzından Cemşid
Ulu'nun.. Kiyanüs ters ters ona bakmıştı, söylediklerinden hiçbir şey
anlamadığı ortadaydı. Yazmak istediği senaryonun, bilim kurgu senaryosunun
ülkeye ne getireceğini, hem ülke insanını ne kadar ilgilendireceğini
düşünüyordu. Böyle bir şeyle ülkesine ne gibi bir faydasının olacağını bile
bilmiyordu. Şekerci de aynı fikirdeydi ve ona katılıyordu. "İnsanımızın
duyarsızlığını neden kaleme almıyorsun da.. Hollywood vari bilim kurgu gibi
şeylerle ilgileniyorsun?”, dediğinde ona ne diyeceğini bilemedi. Belki de doğru
söylüyordu. Türk intelijansiyasının yıllardır sorun haline getirdiği bu
paradoksu çözmeden hiçbir şey yapılamazdı aslında. Bizim ülkenin insanı, neyi
daha çok severse onu tutup yapmak kolaycılığına da düşmek istemiyordu. Bizim
insanımız sürekli horlanmış ve aşağılanmıştır. "Bunu yazsana!", diye
ona çıkıştığında, Cemşid Ulu susmaktan başka bir şey yapmadı. "Peki
insanımız neden duyarsız bu konularda?"
"Aşağılanmak neden
hoşuna gidiyor?”
"…!”
"Yıllarca
aşağılanmaktan neden huzursuz değil, neden olmadı ya da? Hiç düşündünüz mü?”
"..."
"Niye
düşüneceksiniz ki?”
"Kimsenin sanatı
düşündüğü falan yok artık..., sanat kaygısından çok, nasıl kısa zamanda bilinen
biri olurum, zengin olurum düşüncesiyle bunlar rafa kaldırıldığı için bizim
dünyamız anlatılmadı."
"Hep yukardan
baktılar bize...Birer sürüngenmişiz gibi.. Horlandık.. yetmedi kimliğimizle
oynandı.. Böyle olmak zorundasınız dendi.. kölelerin ruhu olmazdı, rengi siyah
olanların yapacakları tek şey beyaz adama hizmet etmekti.. tarihi bile bize
böyle öğrettiler....kendimizi tanımamız için bir de Doğuculuk diye bir şey
attılar ortaya.
"Açlıktan kimse
ölmez!”
"Bunları niye
kimse yazmaz?"
"İdeolojik
kalıplara uymadığın için, böyle yüzüstü bıraktılar seni. Kimse yayınlamaya
yanaşmadı yapıtlarını. Çünkü hepsine küfrediyordun. insanını satmışlardı
onlar.. hem de hiç acımaksızın.. sense buna göz yummadığın için hep sürgün
kaldın.. yersiz yurtsuz ve göçebe.. seni canından çok sevdiğin halkın da
anlamadı, hep acı çekecektin bu yüzden. Baban halkın küçük bir örneğiydi.. hep
gülümseyerek baktı sana. Sen onu nasıl aşağı ve kibirli ilkel biri olarak
gördünse, o da seni bir yabancı, ayrık otu gibi uyumsuz ve batılı ajanı gibi
gördü. Böyle bir ajanlığa soyunduğunda eski ve köklü bilgilerini yenilemek
adına her şeyi çarpıtmakla koyuldun işe.. baban son kozundu senin.. bir
mirasyedi gibi davranmak olsa olsa çarpık psikolojinin güzel bir örneği
olabilirdi ancak!"
Cemşid Ulu'nun gözleri
kararmıştı, dengesini yitiren bir ip cambazı gibi yalpalamaya başlamış, sonra
da bütün görüntüyü yitireceği kısa sürecek bilinç körlüğünü o anın içinde
yaşamıştı. Oysa rüyanın alt katmanlarına yolculuğun başladığından habersizdi.
Bir el dokunmuş ve yapacağı bir şey olmadığından karanlığa savrulmuştu bilinci.
Belleğini toparlayıp kendine geldiğinde, gözlerinin altı ve üst kapakları feci
halde sızlamaktaydı. Gözlerini açıp yumması biraz sızıyı hafifletmiş, o da
rahat bir soluk almıştı. İçindeki kuşkuyu yenemiyordu. Bir bityeniği olmalıydı
bu işte, ama neydi uğursuzluk gibi başının etrafında dolanan şey?
Çıkartamamıştı daha. Bu kadar tecrübeden sonra korkusuzca ileriye atılmaktan
çekinmemişti. Rüyanın alt katmanlarına yolculuk daha şimdiden kimi sürprizlerle
doluydu. Bunu Cemşid Ulu duyumsayabiliyordu. Karanlığa gözünü aldırıp gözlerini
kamaştıran ışığa doğru yöneltince her şey daha da ortaya çıktı. Belirginlik
kazandı. Her şeyi daha net görebiliyordu. Sanki sayısız göze sahipti, ya da
gözü sayısız göze bölünerek sinema
projektörleri gibi sayısız çerçeveye ışık gönderiyor, ışık çemberleri etrafında
yanıp sönen dünyalara gark oluyordu. Mabet'i aydınlatan ışıkların çoğu
söndürülmüştü, bir tek ortadaki sütunlardan asılan ışıldaklar söndürülmemişti,
‘Mağara Arkadaşları’ bu ışıldakların altında kümelenmişler, seslerini
çıkarmadan karşılarındaki Kiyanüs’e bakmaktaydılar. Kürsünün sahibi Kiyanüs'dü,
o anın sahibi yine Kiyanüsdü ve ondan sorulurdu her şeyin hesabı.
"KAYIP BİLİNÇ VE
BİR DE TARİHLE BAŞIMIZIN DERTTE OLDUĞU BÖYLE BİR MABET TOPLANTISINA SİZ
KONUKLARIN ÇAĞRILMASI BİZLERİN GÖREVİDİR!" diyerek konuşmasına başlayan
Kiyanüs’ün usta bir hatipten kalır yanı yoktu; hiçbir zaman da olmayacaktı
sanki. Yıllar ona insanlara karşı nasıl hitap edileceğini öğretmişti, ne zaman
susulacağını, nerede bir aslan gibi kükreneceğini biliyordu. Söylediklerinin
insan üzerinde etkili olması için ses tonunu kimileyin yumuşatıyor, kimileyin
de sertleştiriyordu. ‘Mağara arkadaşları’yla başka türlü başa çıkılamayacağını
bildiğinden her zaman karşılarında sert olması gerektiğini de biliyordu. Sakalı
ele vermek istemiyordu bu yüzden. Biraz yumuşasa, her şey hippi saçı gibi
karışacak, düzeni ihmal edenler türeyecekti mantar biter gibi. Onlara savaşmış
bir kumandan edasıyla dolaşıyordu Mabet'in seyirlik yerlerinde. Burada her gün
insanlar, Büyük Kapı'nın açılmasıyla insanları seyire çıkardı. Seyirlik
Yerler’in, insanların en çok dolaştıkları alanlar olması hasebiyle, kontrol
altında tutulması gerekiyordu.
Günün birinde zaman
tüneline girmiş gibi dönen dairelerin yanından akan görüntülerle girdaba nasıl
girdiğini anımsamadığı eski rüyalarından birine atlayan kamera, bir yerde
durmak nedir bilmiyordu. Böyle bir şans alınmıştı elinden.. insanlar üstüne
hücum ediyorlardı. Aynı sahnede iki görüntünün birbirine karışmadığı sarmalda,
gözlerini ovuşturarak uyanmaya çalışan da ondan başkası değildi. Büronun
pencerelerinden, öğle üzeri olduğu için, güneş ışıkları dik geliyordu. Cemşid
Ulu hızını alamamış, -SENARYO KAHRAMANI ONU KIZDIRMIŞ OLMALIYDI Kİ- bağırıp
çağırmaktaydı. KASAP ise sesini çıkarmıyordu, bir bakıma yokluğunun tadını
çıkarıyordu. Cemşid Ulu burnundan soluyarak masasına oturduğunda, yeni
hinlikler peşindeydi.. Ona daha başka ne yapabilirdi? Bunları düşünüp
tartıyordu usunun terapisinde.
Kasap, canlandığında
yokluğunun tadını epeyce çıkarmış ve bundan
artık usanmış gibi, bir an
önce ne olacaksa olsun anlamında yüzünü
buruşturup kalmıştı koltukta. Cemşid Ulu, şeytan görsün yüzünü der gibi, ona
bakmaktaydı. Birdenbire gözüne o sırada ne göründüyse:
"Senin Tarihin
Bile Yok!" diye bağırmaya başlamıştı,
"Anladın mı beni
şimdi?”
"Sana söylüyorum
budala!"
Dehhak Döngel,
Şehrazat’ın şiirsel bacaklarında göz jimnastiğine çıkmış çılgın bir kayıp
avcısı gibiydi. Büyük Rumulus hasta bir halde görünüyordu, diş ağrısından
geceleri uyuyamadığı gibi gözleri açıkken gördüğü rüyalar o kadar iç açıcı
şeyler değildi.
"Tarantula nedir?”
"Bu biber de çok
acıymış!", sözleri eşi RAMSES'in mutfakta patavatsız şeylerin olduğu
haberini vermekteydi. RAMSES'in "Yaktı bacaklarımı!”, sözleri kulağına
çalınırken, Büyük Rumulus’ un kaşları çatılmıştı, kuşku dolu bakışlarını aynı
bacaklara yönlendiren bir bilincin sakatlığı tarihsel bir anı noktalamış
oluyordu böylelikle.
"Şimdi ben size
sorarım bunun hesabını!", sözleriyle Mutfak Kavgası'na neden olan olay da
o geceye ait bir şeymiş gibi belleklerden silinmeyecek bir yankı yapmıştı. Daha
buna benzer bir sürü şey anlatılabilirdi, anlatılıp Şehrazat’ın bacakları kurtarılabilirdi.
"Tarihim yokmuş da
ne demek oluyor?”, diye Kasap, Cemşid Ulu'nun üzerine yürümeye başladığında
diğer sahne kopmuştu.
“Yani hepsi sizin bir
uydurmanız mı?”
"...!”
"O kör noktayı
aşabilseydim, her şey hallolmuş olacaktı!”
"Sana çaresizlik
içinde ne kadar ileri gittiğimi söyleyeyim mi Nestanka?”, sözleri kulaklarında
çınlamaya başladığında, hepsini Uzay Gemisi’nin alıp almayacağını düşünüyordu
Cemşid Ulu. Mahi Azadecuy’un buna karşı geliştirdiği tavır hiç de iyi anılacak
bir şey değildi. Tipik bir Amerikalı tavrı. Cemşid Ulu, "Bizim Mabet'i,
Amerika'nın arka bahçesi olduğunu sanmaya devam ediyorlardı galiba!”, diyordu.
Büyük Rumulus'un dişlerini nasıl fırçaladığını da anlatmak zorunda bırakılacağı
kaygısı, başına bela olmuştu.
"Ya siz?”, diyordu
Dehhak Döngel, "Rahatlık batıyor size, biz evvelsi…"
"Siz evvelsi
akınlarda çocuklar gibi şendiniz", diyordu Cemşid Ulu, " Tunayı bin
atlılarla geçerdiniz.. Dıgıdık... dıgıdık.... Viyana kapılarına kadar!
Dıgıdık..."
cemal çalık
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.