2011'in bol çalkantılı, inişli çıkışlı gündemini geride
bırakarak, son viraja girdiğimiz şu günlerde, 2012'in çok konuşulacak
konularından birisi hiç şüphesiz Amerika'da yapılacak başkanlık seçimleri.
Global ekonomik krizin daha da derinleştiği, Arap baharı ile ortadoğunun
dizaynının yeni bir şekil ve zemin kazandığı, Avrupa'da "sözde"
birlik ve beraberliğin geleceğinin tartışıldığı bir dönemde yapılacak seçimler,
her ne kadar şu sıralar gündemin arka sıralarında yer alsa da, sessizce sıranın
kendisine gelmesini beklemekte.
Dünyaya demokrasi ihraç etme konusunda temiz bir sicile
sahip olmamasına karşılık, demokrasi denince akan suları durduran, durumdan
vazife çıkararak kendine en büyük demokrasi savunucusu ve savaşçısı görevini
uygun görerek, üzerine giydiği "dünyanın jandarması" kostümü ile
ironik bir hal ve tutum sergileyen ABD, yeni dönemde bu ironiden kurtulabilecek
mi yoksa yeni düzenbazlıklar ile dünya kamuoyu nezdinde ki imajını
daha da çetrefilli bir hale mi getirecek hep birlikte göreceğiz. Öyle görünüyor
ki henüz tam olarak seçim atmosferine girmeyen Amerika, Kasım 2012'ye kadar
geçecek süreç içerisinde mevcut aday ve aday adaylarının geçmişini didik didik
edecek, medya buradan epey bir magazin tadında kaynak çıkartacak.
Tarih boyunca Amerikan başkanlık seçimleri yazılı, görsel ve
işitsel basının ilgi odağı oldu. Başkan Franklin Roosevelt'in 1930'larda
radyo üzerinden yaptığı ateşli konuşmalar ve Başkan Kennedy'nin 1950'lerde
adaylığını açıkladığı heyecanlı televizyon reklamları üzerinden oldukça zaman
geçmesine rağmen Amerikan seçimleri için sosyal medya her zaman etkili şekilde
kullanıldı. Gerek geçmişte gerekse günümüzde başkanlık seçim kampanyaları
seçim sürecinden çok önce medya ve sosyal mecralarda kendine büyük bir yer
ediniyor ve Amerikan toplumunun tercihleri üzerinde önemli bir etki bırakıyor.
Fikir ve kültür emperyalizminin ana vatanı olan bu topraklar; 1960'ların
görkemli pazarlama taktikleri, kurnaz reklam çalışmalarıyla halen harmanlansa
da, 2000'li yılların sade ve sonuca odaklı iletişim kanalları daha ön planda
olacak gibi duruyor gelecek seçim arefesinde. Mevcut Başkan Obama'nın, 2008
seçimleri esnasında çok doğru bir strateji ile hareketsiz ve pasif görünen
apolitik genç nüfusa yönelik, twitter ve benzeri sosyal medya araçları
üzerinden yaptığı seçim çalışması ile aldığı sonuç, yeni dönemin yıldız
savaşlarının hangi mecralarda yoğun olarak yaşanacağının habercisi.
Amerikan seçimleri öncesi ekonomik ve siyasi durumu analiz
etmeden önce, 2008 yılı seçim sürecine girerken, ABD'de yaşananlara ve Obama'ya
Beyaz Saray yolunu hazırlayan sürece göz atmakta fayda var. Öyle ki söz konusu
sürecin halen devam eden etkilerinin 2012 seçim sonuçlarına ışık tutması mümkün
görünmekte.
Sekiz yıllık George W.Bush döneminin ardından, Amerika'nın
tüm dünya nezdinde bozulan imajını ve makyajını tazelemek, yeni yeni kendini
hissettiren ekonomik krizin 1929 yılında olduğu gibi küresel bir buhrana neden
olmasının önüne geçmek, giderek yalnızlaşan bir süper güç olan Amerika'yı
yeniden güven üzerine inşaa etme amaç ve söylemiyle kampanyasına başlayan
Barack Obama'nın seçim kazandıran mottosu "Yes we can" idi.
Amerika'nın müstakbel başkan adayı, iki asırı geride bırakmış ve geçmişinde
insan hakları ve ırkçılık konusunda pekte parlak bir karnesi olmayan, düne
kadar beyaz adamın siyah adamı yok kabul etmesine şahitlik etmiş bir devletin,
belki de genetik kodlarına aykırı bir başkan adayı profili ile karşısına
çıkıyordu seçmenin. Soğuk savaş yılları ve sonrasında hayal dahi edilemeyecek
bir gelişmeydi esasında Afrika kökenli Amerikalı bir siyahinin başkanlığa aday
olması. Ancak Amerikan başkanlığına bir siyahinin seçilmesi için şartlar belki
de hiç bu kadar olgunlaşmamıştı.
11 Eylül sonrasında terörist avına çıkarak taş üstünde taş
bırakmayan, demokrasiyi Irak ve Afganistan halkları ile tanıştırmış (!) ABD,
dünya üzerinde popülarite ve desteğini ciddi oranda kaybetmişti. Amerikan
yönetiminin şahin kanadının destek ve himayesinde, güçlü ve yeniden tek süper
güç olma hedef ve ilkesi ile, aynı zamanda Amerikan halkında 11 Eylül sonrası
oluşan moral bozukluğu ve güven eksikliğini ortadan kaldırma amacıyla girişilen
askeri operasyonlar, başta batı tarafından üstü kapalı olarak desteklense de,
sonraları ikinci bir Vietnam vakası halini alan ve şiddetin dozunu artıran
Amerikan hükümetinin beceriksizliği ile, operasyonların içerik ve büyüklüğü
nedeniyle Amerika'nın dünya kamuoyu tarafından izole edilmesine
ve yalnızlaştırılmasına sebep oldu. Özellikle dönemin ABD başkanı
G.W.Bush'un girişilen operasyonları yeni yüzyılın haçlı seferleri şeklindeki
yakıştırması özellikle müslüman ülke ve toplumlarda ciddi rahatsızlık yaratmış
ve girişilen harekatların asıl amacının sorgulanmasına neden olmuştu.
Bir anlamda sözde demokrasinin karanlık topraklara ihracı
niteliğinde girişilen bu anti terörizm atağı, esasında doyuma ulaşmış ve büyüme
sorunları yaşayan Amerikan ekonomisinin imdadına uzanan bir yardım eliydi.
Büyük ve gelişmiş silah endüstrisinin ayakta kalmasına yönelik gizli gündemle
açılacak yeni cepheler, Amerikan toplumunda oluşacak self-defense refleksine ve
bu yolla hükümetin yapacağı harcamaların haklılık payının artmasına sebep
olacaktı. Ancak Bush döneminde uygulanan bu politikanın sürdürülebilirliği
tartışılmaktaydı. Hükümetin daha kolay harcama yapabilmesi ve iç talebin canlı
tutulması yoluyla hedeflenen ekonomik büyümenin yolu faizlerin düşük tutulduğu
bol likidite ortamından geçmekteydi. Bu ortamın devam ettiği süre boyunca da hem
Amerikan hükümeti istediği harcamayı rahatça yapabildi hem de Amerikan halkı
oluşan emlak balonunun patlamasından önce hayat standartlarını görece
yükseltti. Ancak gerek pratik gerekse teorik olarak sürdürülmesi mümkün olmayan
bu model, 2007 yılına kadar ortaya çıkan pisliklerin halının altına süpürülmesi
ile göz ardı edildi. Lakin bu durum, 2007 yılı sonları ve 2008 yılı
ortalarında, sisteme entegre tüm dünya bankacılık sisteminin çatırdamasına
engel olamadı. Bu sancılı süreçte sistemin ürettiği bilinen ancak göz ardı
edilen virüsler, birbiri ile çok iyi entegre olmuş bankacılık sistemi ile önce
Amerika'da sonra da Avrupa'da ciddi yıkımları beraberinde getirdi. Bankacılık
sisteminde yaşanan konsolidasyon sürecinin üzerine, Amerikan hükümetinin sözde
demokrasi harekatı için giriştiği devasa bütçeli operasyonların faturası da
eklenince, ABD ekonomisi 1929 ekonomik buhranından bu yana en ciddi
sarsıntısını geçirdi. İşsizliğin tavan yaptığı, ekonomik büyüme ve üretimin ise
taban seviyelere geri çekildiği bu süreç içerisinde, dünyayı yaptığı harcama
ile ayakta tutan Amerikan tüketicisinin hem ekonomiye güveni azaldı hem de
elinde avucunda olan yitip gitti. Bir çok Amerikalının işsiz kaldığı,
birçoğunun da gelir seviyesinde yaşanan bu trajik düşüşler, Amerikan ekonomisi
ve kapitalist sistemin çarklarının birbiri ile kurduğu sıkı ilişki ile tüm
dünya ekonomik sistemini derinden sarstı. Irak ve Afganistan'da yaşanan ve bir
türlü sonu gelmeyen bir savaştan iyice bunalan, üstüne bir de ekonomik bir kriz
yaşayan Amerikan halkı, yine bir cumhuriyetçi başkan döneminin klasik sonunu
yaşıyordu. Daha önce baba Bush zamanında yaşanan Birinci Körfez Savaşı'nda
bu kadar olmasa da sarsılan tüketici güveni ve ekonomide yaşanan
durağanlık daha sonra demokratların sürpriz yaparak seçilen adayı Clinton ile
yerini ekonomik bir büyüme ve refah dönemine bırakacaktı. Nispeten sorunsuz ve
çalışır bir ekonomiyi devralan George W.Bush, Amerikan emperyalizmi ve dünyanın
tek hakim gücü olma hedefi ile girişilen politikalar ve yapılan harcamalar
sonrası ekonomisi bitik bir ülkeyi halefine devretmeye hazırlana dursun,
"Değişim" sloganı ile Hollywood vari bir hayat hikayesine sahip
Barack Obama, Amerikan seçmenine "yenilik" ve "taze
kan" vadediyordu.
Obama'nın adaylığı hiç şüphe yok ki bozulan Amerikan
imajının yeniden imarı için bir fırsattı. Geçmişinde siyahi kökenli
vatandaşlarının en temel haklarını teslim etmekten dahi uzak bir devletin
başına bir siyahinin geçme ihtimali bile, dünyada ciddi bir Amerikan
propagandası yapılması şansını da beraberinde getiriyordu. Kuşkusuz bu durumu
çok önceden gören ve bu senaryoya yatırım yapan Amerikalı siyaset mühendisleri,
stratejik bir PR çalışması yürüterek bu süreç içinde Obama'nın demokrat parti
adaylığının önünü açmış oldular. Obama'nın adaylık süreci içindeki en güçlü
rakibi olan eski başkanlardan Bill Clinton'un eşi, şimdiki dışişleri bakanı
Hillary Clinton, siyahi nüfusun çok az olduğu yerlerde bile önceliği Obama'ya
kaptırınca rakip olmaktan ziyade destekçi olmak durumunda kaldı. Clinton-Obama
seçiminin galibi olan Obama, ABD tarihinde iki büyük partinin birinden aday
gösterilmiş ilk siyahi aday olma özelliğini kazanmış oluyordu.
George W.Bush sonrası mevcut politikaların devamı sinyalini
veren, eski bir asker ve gazi olan John McCain, Obama'ya karşın daha düşük bir
profile sahip olması ve Obama'nın vadettiği gençlik ve değişim söylemlerine
karşılık, klişelerin dışında bir söylem geliştirememesi nedeni ve Bush
döneminin devamı niteliğini taşıyacağı öngörüsü ile seçimlerde başarısız
oldu.
Kuşkusuz yukarıda bahsettiğimiz değişim vurgusu, her
fırsatta bunun Obama ve ekibi tarafından ön planda tutulması, seçim
kampanyasında gençlerin ve politikadan uzak apolitik kesimin kampanya
süreçlerine dahil edilmesine yönelik hareketler Obama'nın en doğru manevralarıydı.
Bütün bunlara ek olarak Amerikan gölge iktidarının imaj tazeleme maksadı ile
bir geçiş dönemi yaratması ve bu dönem için Obama'yı biçilmiş kaftan olarak
onaylayıp öne sürmesinin etkisi vardı. Bu yolla bir taşla iki kuş vuruyordu
Amerika. Hem siyahi bir adayı başkanlığa getirerek geçmişine bir sünger çekiyor
hem de bu yolla dünya çapında eline geçen PR fırsatını harekete geçiriyordu.
Obama'nın seçilmesi halinde yapmayı vadettiği konuları
belirli başlıklarda toplayabiliriz. Bunlar;
Belirli bir süre içinde Irak'tan asker çekilmesi ve
Afganistan'a daha fazla asker sevkıyatı.
ABD ekonomisinde halkın tüketim harcamalarının
arttırılarak ekonomik durgunluğa karşı mücadele edilmesini amaçlayan
ikinci teşvik paketi.
Kredi krizi içerisinde bulunan ve bu yüzden Wall
Street’te hisse senetlerinin zayıflamasına, halkın emeklilik fonlarının
değer kaybetmesine yol açan finans sektöründe yeni düzenlemeler.
Yıllık geliri 200 bin dolar altında olan vatandaşlar için
vergi düzenlemeleri.
Başkan seçilmesi halinde ABD karşıtlığı ile tanınan
devletlerin liderleriyle önkoşulsuz olarak görüşmeyi taahhüt etmesi. Bu
devletler hiç şüphesiz İran, Küba ve Venezüela olarak sayılabilir.
Görüldüğü gibi Obama'nın seçim vaatlerinin büyük bir
çoğunluğunu ekonomik ve burada saymadığımız sosyal içerikli düzenlemeler
oluşturmaktaydı. Özellikle ağır bir ekonomik dar boğazdan geçmekte olan
Amerikan ekonomisini ayağa kaldıracak yapısal düzenlemeler yapmaktan ziyade,
kısa vadeli düzenlemeler ile günü kurtarmayı amaçlayan politikalar o gün için
Amerikan seçmeninde puan toplamış olacak ki seçim sonuçları Obama lehine
gelişti. İç politika ve ekonomik sorunların haricinde tüm dünyayı da
ilgilendiren dış politika tercihlerinde ise önceki yönetimin şahin tavırları
aksine daha fazla barışçıl tutum vadeden Obama yönetimi, yine hem iç hem de dış
kamuoyunda takdir kazanmış olacak ki, daha beyaz saray mesaisinde bir seneyi
doldurmadan nobel barış ödülüne layık görüldü. Henüz aktif bir icraatı
olmamasına rağmen Obama yönetimine verilen bu ödül, kimi çevrelerce açık bir
kredi, kimilerine göre ise bir teşvik niteliği taşıyordu. O günün şartlarında
Obama yönetiminin bu ödül sonrası izleyeceği aktif dış politika merak edile
dursun, günümüz itibariyle mevcut Amerikan dış politikasında ödüle layık bir
tutum ve tavır değişikliğini görmediğimiz gün gibi aşikar.
Amerika'nın iç siyasetine ve ekonomik durumuna ilişkin genel
tavır ve beklentileri bir yana koyacak olursak, seçim kampanyası süresince
Obama'nın dış politikaya ilişkin vadettiği sözlerini tuttuğunu söylemek son
derece güç. Oval ofisteki mesaisine başladığı günden bu yana, görevi devraldığı
hükümetin politikalarının aksine daha ılımlı bir profil çizse bile, bu durumun
halen devam etmekte olan askeri operasyonları sonlandırmadığı ve Amerika'nın
dünyanın jandarmalığı görevinden henüz emekliye ayrılmayı düşünmediği bir
gerçek.
Hali hazırda Başkan Obama ikinci kez ABD başkanı olmak için
demokrat partinin adayı. Obama'nın ikinci kez başkanlık koltuğuna oturması
elbette mümkün. Ancak 2008 seçimlerinde kendisine fazlaca umut bağlamış olan
Amerikan seçmeninde kendisine yönelik büyük bir hayal kırıklığı mevcut.
Esasında bu hayal kırıklığının sadece ülke içi ile sınırlı kalmasını beklemek
yanlış olur. Zira yukarıda da belirttiğimiz gibi görevde daha bir senesini
doldurmadan nobel barış ödülüne layık görülen Obama'dan dünyanın da büyük
beklentileri vardı. Ancak değişim sözü vererek koltuğa seçilen Obama'nın
beklenen değişimi gerçekleştiremediği bir gerçek. Söz konusu değişiklik bugün
itibariyle Obama'nın aldığı başkanlık sıfatının ötesine geçememiş durumda.
Amerika, uzun vadeli plan ve programları olan, bu plan ve
programlarını en uygun zamanı kollayarak tavizsiz bir biçimde uygulayan bir
devlet. Öyle ki bu plan ve programlar, mevcut yönetimin kendi politikalarından
bağımsız bir şekilde uzun vadeli ulusal çıkarlar gözetilerek ve Amerika'nın
dünya üzerindeki hegemonyasının sürdürülebilmesi maksadını taşıyan planlar.
Gerek geçmişte gerekse günümüzde Amerika'nın tüm dünyaya meydan okurcasına
giriştiği eylemlerinin ardında da hep bu realite bulunmakta. Bu açıdan
bakıldığında Amerikan seçimleri ve seçim sonucunda göreve gelen iktidarlardan
ziyade, Amerika'da halen büyük güç ve lobiye sahip gölge iktidarın ne istediği
ve ne planladığı daha bir önem kazanmakta. Bu nedenle Obama yönetiminin bir
geçiş hükümeti olarak dizayn edilip bu şekilde Amerikan ve dünya kamuoyunun
önüne paketlenip servis edilmiş olma ihtimali günümüzde su yüzüne çıkmış
durumda. Görev süresi boyunca Obama yönetiminden beklenen değişim ve değişim
konularının Amerikan çıkar ve politikalarının genetiğine uymadığı yorumunu
çıkarmak mümkün görünmekte. Bu nazarla yeni dönemde Obama'nın tekrar
seçilebilmek için izleyeceği yol ve kullanacağı dil merak konusu. Görev yaptığı
süre boyunca gerek iç siyasette gerekse dış politikada güçlü bir liderlik
profili çizemeyen Obama'nın en büyük açmazı bu. Vadettikleri ile
yapabildiklerinin büyük oranda örtüşmemesi.
Cumhuriyetçiler cephesinde ise demokratlara nazaran seçim
heyecanı çok önceden yaşanmaya başlamış durumda. Demokrat parti adayının zaten
belli olmasına karşılık, cumhuriyetçilerin henüz aday konusunda bir karar verme
noktasından uzak olmaları bu duruma en büyük sebep. Amerikan kamuoyu halen aday
adayı olan isimlerin söylemlerine alışmaya dursun, Amerikan medyası çoktan
mevcut adayların geçmişlerini didik didik etmeye başladı bile. Adayların
geçmişteki politik söylemlerinden tutunda, haklarında iddia edilen cinsel
istismar suçları, dini geçmişleri hepsi bir bir ifşa edilmeye başlandı.
Cumhuriyetçilerin başkan adayı belirlenene kadar Amerikan medyasının bu alandan
çok ekmek çıkaracağı kesin.
Cumhuriyetçi adayların hemen hepsinin üzerinde ortak bir
kanıya vardıkları nokta Amerikan ekonomisi. Ekonominin içinden çıkılmaz bir
tünele girdiği vurgusu bütün adayların TV programlarında ki konuşmalarına ve
verdikleri röportajlara yansımış durumda. Ancak krizden çıkılması için atılacak
adımların neler olduğu konusunda ise ağızları bıçak açmıyor. Yine demokratlara
göre daha şahin yapıda bulunan cumhuriyetçilerin ortak paydada buluştuğu diğer
nokta ise dış politika ve dış politika özelinde İran. Bütün adaylar İran'a bir
harekat düzenlenmesi konusunda hem fikir iken ayrılık gösteren tek şey bu
harekatın içerik ve yöntemi. Cumhuriyetçilerin şu ana kadar ki en gözde adayı
eski Massachusetts Valisi Mitt Romney; İran’a ağır ekonomik
yaptırımlar ve diğer stratejilerin başarısız kalması halinde, askeri operasyon
seçeneğinin masaya getirilmesi gerektiğini söyledi: ‘‘Şunu bilmelisiniz ki
eğer Barack Obama’yı yeniden seçersek, İran nükleer silah sahibi olacak. Eğer
Mitt Romney’yi yani beni yeni Amerikan başkanı başkanı olarak seçerseniz,
İran’ın nükleer silahı olmayacak.” Eski Temsilciler Meclisi Başkanı
cumhuriyetçi aday Newt Gingrich de, başkan olduğu takdirde öncelikle, İran
içerisinde ‘‘örtülü operasyonlar’‘ başlatacağını belirtmiş durumda.
Cumhuriyetçi adayların nobel barış ödüllü Obama karşısındaki
insan haklarını ihlal edercesine verdikleri beyanatlar da gayet
ilginç. Adaylar arasında, suda boğulma hissi veren ‘waterboarding’ adlı
sorgulama tekniğinin terör şüphelilerine uygulanabilirliği üzerinde de keskin
görüş farklılıkları dikkati çekti. Cumhuriyetçi aday ve Kongre üyesi
Michele Bachmann, başkan olduğu takdirde, bu tekniği yeniden uygulamaya
koyacağını ifade etti: “Eğer ben başkan olsaydım, ‘waterboarding’ tekniğini
kullanmak isterdim. Bence bu gerçekten etkili bir yöntemdi. Ülkemiz için bilgi
edinmemize yardımcı oldu". Son günlerde hakkındaki cinsel taciz
suçlamalarıyla başı dertte olan iş adamı Herman Cain, işkenceye karşı olduğunu,
ancak ‘waterboarding’in işkence olmadığını ifade etti: “Ben başkan olsaydım, o
politikaya geri dönerdim. Ben bunu bir işkence yöntemi olarak görmüyorum. Bence
bu, gelişmiş bir sorgulama tekniği.”
Şimdiye kadar birbirlerine karşı net bir üstünlük kurma
fırsatı olmayan cumhuriyetçi aday cephesinde kamuoyu yoklamalarına göre öne çıkan
isim Massachusetts valiliği yapmış Mitt Romney. Romney parti içinde belirli bir
siyasi üstünlüğü olan otoritelerden geçer not almış durumda. Elbette
bahsettiğimiz gibi seçim kampanyaları süresince hakkında adaylığına engel
olacak bir dedikodu çıkmaz ise, bu yazının yazıldığı gün itibariyle
cumhuriyetçi kanadın en güçlü adayı olarak görünmekte. Ancak bu durum elbette
seçimi kazanması için yeterli olabilecek bir durum değil. 2011 yılı içinde
Usame Bin Ladin'in öldürüldüğü haberi ile Obama'ya verilen desteğin 5-10 puan
arttığı göz önünde bulundurulursa, bu tarz sürpriz haberlerin Obama'nın
hanesine artı puan yazabileceği ihtimalini unutmamak gerekir. Yine hemen
herkesin yüksek yakıt fiyatları, artan işsizlik oranı, konut değerlerinin
düşmesi, ekonomi ve vergi alanında ki adaletsizlikten yakındığı bir ortamda, bu
sorunlara yönelik Romney'in ya da başka bir adayın getireceği çözüm önerileri
ve bu önerilerin uygulanabilirliği yakından takip edilecek.
Başkanlık yarışının Obama ve Romney arasında gitmesi halinde
her iki adayın da birbirine üstünlük kuracağı alanlar mevcut. Obama'nın verdiği
değişim sözünü yerine getirememesine karşılık, kendisinin "Believe in
America" sloganı ile Amerikalı seçmenin bozulan moralini yerine
getirmeyi vadeden Romney, Obama'ya göre ön plana çıkabilir. Romney klasik bir
cumhuriyetçi aday olarak Amerika'nın güvenliği üzerinden çağrışım yaparak daha
şahin bir profil çizmekte. Buna karşın yaşanan çatışmalardan yaka silken halkın
daha ılımlı bir imaj çizme çabası olan Obama'yı tercih etmesi normal
karşılanabilir. Bu noktada her ne kadar ılımlı görünse de Obama yönetiminin
mevcut askeri operasyonların şekil, kapsam ve coğrafyasını değiştirdiği de bir
gerçek. Direkt askeri operasyonlar yerine verdiği fikri ve fiziki lojistik ile
afrika ve ortadoğuda yaşanan halk ayaklanmalarında ki dolaylı ya da direkt
desteğinden tutun da, Afganistan operasyonlarını hem bu ülke hem de Pakistan
cephesinde derinleştirerek büyütmesi, şu an yaşanan ancak göz ardı edilen bir
durum. Yani Obama ılımlı profil çizmesine rağmen ulusal güvenlik ve dünya
jandarmalığı konusunda selefinden geri durmadı görev süresi boyunca. Tekrar
seçilmesi halinde de mevcut dış politika konusunda taviz vermesi beklenmemeli.
İran konusunda aktif bir rol izlemese de, İran üzerindeki çemberi daraltmaktan
da geri durmadı. İran'a olası bir operasyon konusunda renk vermemesine
karşılık, bu olasılığı da göz ardı etmeyen Obama'nın bu alanda cumhuriyetçi
adaylar karşısında negatif puan alması beklenmemeli. Hali hazırda İran'a
yapılacak olası bir harekatın Amerikan kamuoyunda bulacağı destek tahmin
edilmeye çalışılırken, Amerikan halkının bu ve benzeri operasyonlardan ziyade,
cebine giren paraya odaklandığı bir gerçek. Yani devlet politikalarından ziyade
halkına öncelik vermeyi taahhüt eden bir başkan adayının seçmen nezdinde daha
çok ilgi çekeceği bir ütopya değil, gerçeğin ta kendisi. Zaten 2012 seçimlerini
diğer seçimlerden farklı kılacak durumda bu. Artık Amerika ve Amerikan halkının
güvenliğini bahane ederek, demokrasi kılıfıyla girişilen askeri harekatlar,
Amerika'ya devasa bütçe açıkları ve Amerikan halkına binlerce dolar borçtan
başka birşey getirmez oldu. Bu nedenle adayların dış politika konusunda yapmayı
taahhüt ettikleri konuları seçerken daha dikkatli davranmaları gerekecek.
İran'a yapılması muhtemel bir operasyon artık klişe bir hal aldı. Bu ya da
benzer operasyonların maliyetini Amerikan halkına anlatmakta ayrı bir risk
unsuru içermekte. Tabi kendi gizli ajandası için herşeyi göze alabilen bir
devletin halkının tercihlerine ne kadar saygılı olabileceğini 11 Eylül'de
görmüş olduğumuz için, bu durumun adayların söylemlerine etkisi ne derece olur
kestirmek zor.
Bush döneminde zedelenen Amerikan imajının yeniden tesisi
için gerekli zaman diliminde çok fazlaca bir şey yapılmadığını zaten yeterince
dile getirdik. Tüm dünyada ABD'ye bakış açısında çok ciddi bir değişiklik
olmadığı da bilinen bir durum. ABD'de kamuoyu zaten giderek zorlaşan hayat
şartlarından fazlasıyla şikayetçi. Amerikan emperyalizmi halen kültür ve bilim
alanında güçlü etkisini sürdürse de, ekonomik ve politik alanda artık
batının tahtının sallanmaya başladığı, güneşin doğudan doğduğunun hatırlanması
ile daha gözle görünür hale geldi. ABD yeni dönemde ekonomisini ayakta tutmaya
çalışmakla birlikte dünya üzerindeki siyasi ve politik üstünlüğünü korumayı da
hedefleyecek. Global ekonomik konjonktürün iyice sıkıştığı dönemlerde bu tarz
sıkışmaları büyük çaplı savaşların çözdüğü deneyimini hatırlayacak olursak, ABD
hem ekonomisinin çarklarını işler hale getirmek hem de proaktif davranarak
kendisini korumak ve kollamak adına yeni bir maceraya atılabilir. Dünyanın
yeniden dizaynı ve zenginliklerin transferini beraberinde getirmesi amaçlanan
bu tarz bir operasyon beklenmedik sonuçları da beraberinde getirecektir. Tek
kutuplu dünyadan, çok eksenli bir dünyaya geçişin yaşandığı bir yüzyılda bu
tarz bir girişim kamikazeden farklı olmayacaktır. Bölgesel güçlerin ağırlığını
daha çok hissettirdiği bu dönemde ABD'nin -ben yaptım oldu- şeklindeki
sorgulanamaz tavrı sürdürülebilir değildir. Hesap vermeyen, cezalandırılamayan
ancak kendi cezalandırma sistemini uygulayan, uluslararası hukukun çevresinden
dolaşarak kendi çıkarları için hak ve özgürlükleri hiçe sayan anlayışa sahip
mevcut ve gelecek yönetimler, kendi durumlarını gözden geçirmedikleri sürece
uzun vadede kaybetmeye mahkum olacaktır. "Yes we can" diyerek,
değişim için ABD'li seçmeni ve dünyayı cesaretlendiren Obama'nın , "An
American Century" gibi ucuz, klişe bir dış politika söylemi ve
"Believe in America" sloganı ile oylara talip olan Romney'den ya da
benzeri farklı bir adaydan hiç bir farkı olmadığını söylersek yanılmış
olmayız. Obama'nın vadettiği değişimin ABD'nin derinlerinde, belki de
genlerinde meydana gelmediği takdirde değişen sadece yüzler olacaktır, anlayış
değil.
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.