Altının Altın Çağı


Son dönemin klasik başlıklarından biri. Altının altın çağı, ya da altında altın dönem.

Gerçekten öyle mi, yoksa bu "altın" dönem sonradan yaşanması muhtemel bir finans depreminin öncüsü mü? Ya da bahsi edilen "altın" döneme henüz gelmedik mi?
  
“Altın”ın eko-politik yakın tarihine ilişkin bir çalışma..

Altın..Uğruna savaşlar yapılan, zenginliğin ve gücün simgesi. Son dönemde hakkında yaygaralar koparılan, fiyatının "aşırı" yükseldiği iddiaları ortada uçuşan, varlığı bir dert, yokluğu yara sarı maden. Altın, insanlık tarihi kadar eski bir geçmise sahip. Bahsettiğimiz gibi paranın ve gücün sembolü olma özelliğini yüzyıllardır sürdüren değerli bir meta. Altının tarihteki yeri ve kullanımı başka yazıların konusu. Biz son dönem çok dillendirilen "altındaki altın dönemi" irdelemeye çalışacağız.

İçinde bulunduğumuz yüzyıl bizden sonraki nesiller için incelenecek epey bir konuyu bünyesinde barındırıyor. Özellikle 2000'li yılların geride bıraktığımız ilk 10 yılı baş döndürücü bir hızla geride kaldı. Ekonomik, politik ve sosyal açıdan ciddi kırılımları hep birlikte izledik. Sınırların ve yönetimlerin değiştiği, haritaların yeniden çizildiği, siyasetin tekrar dizayn edildiği, güç savaşlarının yeni bir boyut kazandığı bir yüzyıl bu. Elbette sosyo politilk alanda yaşanan gelişmelerin ekonomik sonuçları da oldu. Hatta öyle ki son dönemde ekonomi alanında yaşanan büyük çaplı gelişmeler biraz da yukarıda bahsettiğimiz sonuçları doğurdu. Dünya hızlı bir gelişim ve değişim süreci yaşarken, gerek bireyler gerekse ülkeler bu değişime ayak uydurma telaşı içinde. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu algısı ile ülkeler arası ilişkiler ve eski ekonomik düzen de bu değişimden nasibini aldı.

Ekonomik ve Politik Olarak Bir Milat "11 Eylül 2001"

Şüphesiz 11 Eylül saldırıları dünya tarihinde bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasına sebep oldu. Gerek gerçekleştiği dönem itibariyle gerekse geride bıraktığımız süre içinde yaşananlara bakıldığında bu söylemin doğru olduğunu görmek mümkün. Yukarıda bahsettiğimiz "değişimlerin" çıkış noktası olarak 11 Eylül'ü referans göstermek yanlış olmasa gerek. 11 Eylül'ü irdelemek ve yaşananları bu tarihle ilişkilendirmek kimilerine göre komplo teorisyenliği olsa da, mevcut ekonomik gelişmelerin çıkış noktası olarak bu tarihi alacağız.

11 Eylül saldırıları ABD tarihinde Pearl Harbor saldırılarından sonra kitlesel anlamda ABD kamuoyunda güvensizlik ve huzursuzluk yaratan en büyük olaydı. Günümüz medyasının olayı Hollywood tadında aktarması nedeniyle de ABD tarihinin en büyük travması olarak yerini aldı. Bu travmatik olay dünyanın bir numaralı ekonomik gücüne olan destek ve güveni derinden sarstı şüphesiz. Askeri ve istihbari açıdan dünyanın en önde gelen ülkesinin kendi evinde kalbinden hançerlenmesinin mikro ve makro anlamda yarattığı güvensizlik dalgalarının önüne geçilmesi için adım ya da adımlar atılması gerekiyordu. Bunun için Bush hükümeti saldırıların sorumlularını bulmak ve suçu işleyenleri cezalandırılmak için çoktan düğmeye basmıştı. Bir anda tüm dünyada terörizmin bir numaralı savaşçısı haline gelen ABD, ikiz kulelerin yıkılmasından sorumlu tuttuğu Ladin'in izine ulaşmak ve kitle imha silahları bulundurduğu sebebiyle insanlık adına tehdit yarattığı iddiası ile Irak ve Afganistan'ı işgal edecek süreci başlatacaktı. Elbette uzun soluklu olacak bu harekatlar için ABD hazinesi kesenin ağzını sonuna kadar açtı. İddia edildiği gibi enerji koridorunu kontrol altına alacak olan ABD bir anlamda kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyordu. Her anlamda büyük bir bütçe gerektiren operasyon için Bush hükümeti Federal Reserve ve kongreden de geçer not almıştı. Zaten şahin ağırlıklı olan kabinenin kongre üzerindeki tesiri askeri harcamaların hükümetin istediği gibi yapmasına olanak sağlıyordu. Böylelikle etkileri günümüze kadar uzanan ve hali hazırda bitmemiş bir askeri, ekonomik, sosyo-politik harekat başlıyordu.

11 Eylül saldırıları elbette en büyük darbeyi ABD ekonomisine vurmuştu. Bunun en büyük nedeni tüketim üzerine kurulu olan ABD ekonomisinde tüketici güveninin keskin düşüşler göstermesiydi. Tüketici güveninde yaşanan bu keskin düşüş tüketicilerin harcama noktasında bir kez daha düşünmelerine, haliyle daha muhafazakar bir tavır ile az harcamalarına neden oluyordu. Ancak tüketim hızı ve alışkanlıkları ile tüm dünyanın lokomotifi durumunda olan ABD'de yaşanan bu keskin talep düşüşü, sistemle ilişkili olan tüm dünyayı tehdit altına alıyordu. Azalan talebin canlandırılması için tüketici güveninin yerine getirilmesi ayrıca bununla beraber tüketimi canlandırıcı tedbirler almak gerekmekteydi. İşin moral motivasyon kısmını ABD ordusu giriştiği askeri operasyonlar ile yerine getirmekteydi. Ekonomik canlandırma ise, zaten saldırı öncesinde devam eden Federal Reserve faiz indirimlerinin devam edeceği sinyalinin alınması idi. Bush hükümetinin göreve başladığında %9,50 olan faiz, yıl sonunda %5,00 seviyesine kadar gerilemişti. Bu muazzam düşüş karşısında ABD'li tüketicinin kayıtsız kalması mümkün değildi. Olaylara bir sünger çeken tüketiciler yavaş yavaş evlerinden çıkarak harcama yapmaya, tüketimlerini eski seviyelerine çıkartmaya başladılar. Üstelik faiz oranlarında düşüşün devam edeceği müjdesi bizzat FED başkanı Alan Greenspan tarafından veriliyordu. Öyle ki son 30 yılın en düşük seviyesi olan %4,00 seviyelerine kadar düşüş devam edecekti. Rakamsal olarak çok büyük bir düşüş gibi görünmeyen indirimin yüzdesel boyutu ile değerlendirildiğinde işin rengi daha net ortaya çıkıyordu. Para bulmanın kolaylaştığı, kredilerin ucuzladığı bu post-war evresinde kredi veren bankalardan bu krediyi kullanan tüketicilere kadar herkes fazlasıyla mutluydu. Çarkların tüketim üzerine dizayn edildiği ABD'de hiçbirşey üretmeyen ABD halkı seve seve harcıyor, onlara mal satan tüm dünya ülkeleride kasalarını dolarlarla dolduruyordu. Bu durum özellikle ABD ekonomisinin lokomotifi niteliğinde olan mortgage sisteminin tarihin en yüksek kapasite oranlarına ulaşmasını sağlıyordu. Kredi bulmak eskiye nazaran daha kolay ve daha ucuz olduğu için ev fiyatları artmış olsada, kredi kullanmanın marjinal maliyeti ev almanın maliyetinden çok daha iyi olduğu için o gün itibariyle ABD emlak sektöründe oluşan pembe tablo herkesin gözünü boyamaya yetiyordu. 11 Eylül sonrası güzel bir rüyaya dalmıştı ABD. Ta ki sistemin tıkandığı 2005-2007 arasına kadar.

Yapısal Bir Kriz "Subprime Mortgage"

FED'in piyasalara zerk ettiği bol ve ucuz likidite, hem ABD içinde hem de dünyada pembe tablolardan oluşan halüsinasyonların görülmesine neden oldu. Üretmeden tüketmek dünyanın en büyük problemi haline geldi. Ancak bir yandan oluşan emlak balonunun diğer yandan da askeri operasyonlar nedeniyle devasa hale gelen bütçe açıklarını kapatmak için FED para musluklarını kapatmaya başladığında takvim 2004 Eylül'ü gösteriyordu. Üç senede yarı yarıya düşen kredi faiz oranları amaçlandığı gibi tüketimi canlandırmış ve ekonominin çarklarının tekrar eskisi gibi çalışır hale gelmesini sağlamıştı. Buna karşın düşük faiz bol tüketim sarmalının sürdürülebilir olmadığı anlaşılınca barajın kapaklarını kapatan FED, ilk olarak düşük faizle borçlanan subprime kesimi dolaylı olarak cezalandıracaktı.





Türkçe karşılığı geri ödeme gücü ya da kredibilitesi düşük olan “subprime” kesim, 2001 sonrası yüksek irtifada seyreden ABD ekonomisi için kabus oldu. Normalde kredibilitesi olmayan düşük gelirli bu kesimin kredi olanaklarından yararlanabilmesi, Amerikan bankacılık dehalarının geliştirdikleri parlak ! sistem ile mümkün hale gelmişti. Düzenli bir geliri olmayan bu kesime düşük faiz ortamında sunulan ödeme planları çok cazip fırsatlar sunduğu için emlak balonunun şişmesinde ön ayak olan bu kesim, faizlerin artmasıyla birlikte ödemelerde sıkıntıya düşünce, kredi veren bankaların portföyleri bir anda değeri gittikçe düşen ve değersizleşen konutlarla doldu. Durum bankalar için kaos demekti. Subprime mortgage finansmanı yapan birçok bankanın bilançolarının varlık kısımları hızla değersiz hale gelmekteydi. Buna karşın bu varlıkları finanse ettikleri yabancı kaynakların ödemesi aynen, hatta artan faizler nedeniyle yükselerek ödenmeyi bekliyordu. Aktif değerinde düşüş yaşayan bir çok banka zor durumdaydı.


Artan faizler karşısında tüketicilerin harcamalarını kısıp, ödemelerde güçlük yaşaması, buna karşılık bankaların ellerindeki ipotekli konutların artması gibi ekonomik sonuçlar ekonomiyi uzun yıllar etkisi altına alacak yeni bir durum ortaya koyuyordu; "Resesyon"

Subprime Mortgage Krizinden Küresel Kredi Krizi'ne
ABD bankacılık sisteminin kredi ödeme gücü son derece düşük olan alt gelir grubuna açtığı krediler, kredi faiz oranından etkilenerek ödeme yapamayan halkın bankalara başvurması ile yeni bir boyut kazanıyordu. Kredi borçlarını ödeyemeyen bu kesim bankalara başvurarak kredi borçlarından feragat ediyor karşılığında ipotekli evler bankalarım mülkiyetine geçiyordu. Böylelikle bir anda bankaların bilançosu yüzlerce hatta binlerce konut ile şişmeye başladı. Tabi doğal olarak konut fiyatları hızla geriledi. Konut fiyatlarının gerilemesi banka bilançolarının aktif değerlerini tehdit eder seviyelere gelmişti. Öyle ki birçok ABD bankası bu işlemlerden yazdıkları zararlar nedeniyle ortaya çıkan sermaye yetersizliğini yeni sermaye artışlarıyla gidermeye çalıştılar. Ancak sistemdeki nakit seviyesi buna yeterli halde olmayınca ve finans sisteminin zararının görünenden çok daha yüksek olduğu ortaya çıkınca işin içine devletler girdi. Öncelikle merkez bankaları ortak kararlarla piyasaların ateşini düşürmek ve kasaları boşalan bankalara destek olmak amacıyla faizleri düşürmeye başladı. İlk başlarda bu yöntem işe yarıyor gibi görünse de doymak bilmeyen aç gözlü finans sistemi hep daha fazlasını istedi ve sıfır faiz noktasına kadar merkez bankalarını ve hükümetleri baskı altında tutarak istediğini aldı. Dünya para politikasına yön veren Federal Reserve faizleri 0,25 baz puana kadar çekti. Piyasaların damarlarına direkt enjekte edilen bu likidite geçici bir mutluluk sağlamıştı piyasalara. Sıklıkla dillendirilen resesyon ve ikinci bir dip söylemlerine inat hızlı bir toparlanma içine girdi dünya ekonomileri. Üst üste bir kaç çeyreklik küçülmelerden sonra gelen toparlanma rakamları ileri için umut vadetmemekle birlikte hala tünelin ucunda ışık görünmüyordu. Ama tren artık eskisinden daha fazla risk alarak ve son sürat yola devam etmekteydi. Sırf tünelin ucundaki o ışığı görmek için. Ta ki tren umduğu ışığa değil de benzer sebeplerle yeni bir global krizin fitilini ateşleyen Avrupa gerçeği ile yüzleşene dek.

Küresel Kredi Krizi ve Avrupa

Subprime mortgage krizi ile boğuşan ABD, hastalığa yakalanmadan çok önceleri hastalığı Avrupa'ya da bulaştırmıştı. Hastalığın bulaşma yolu hiç şüphesiz bankacılık sistemi ile olmuştu. Bulaştırma yöntemi, ABD bankalarının subprime kesime yönelik kullandırdığı kredilerin, ABD bankacılık sistemi üzerindeki riskini azaltmak ve bunu yaparken ekstra gelir elde etmek için, bu kredilerden oluşturulan bir havuzda toplanması ve oluşturulan bu kredi havuzunun kontratlar ve tahviller halinde yüksek getiri oranı ile ihraç edilmesi yolu ile olmuştu. Düşük faiz ortamında yüksek getiri vadeden bu riskli ama getiri yönünden cazip ürünler, Avrupa bankaları tarafından çok rağbet görüyordu. ABD bankaları belirli bir ödeme ile risklerine ortak buldukları, Avrupa bankaları da ufak bir risk primi ile yüksek getiriler elde ettikleri için hallerinden son derece memnundular. Lakin bu çarkın faiz oranlarının artmasına kadar gayet güzel çalışsa da, sonradan bankacılık sisteminin bu kazan kazan birlikteliği bir kader birlikteliğine dönüşecekti.

ABD bankacılık sisteminde krediler nezdinde yaşanan kriz, Avrupa'nın satın aldığı tahvil ve kontratlar ile birebir bu coğrafyada da etkisini gösterdi. Bankalar aldıkları yüksek getirili riskli tahvillerin değerlerinin sıfıra inmesi ile büyük kayıplar yaşadılar. Aynı ABD bankacılık sisteminde olduğu gibi Avrupa bankaları da azalan sermayelerine devlet destekleri almak zorunda kaldılar. Bir anlamda kapitalizmin simgesi ve kalesi halinde olan bankacılık sistemine yapılan direkt devlet müdahaleleri ve bu müdahaleler sonucunda devletlerin bankalarda sermayedar duruma gelmesi, liberalizmin ve özel sektör kavramının sorgulanmasına neden olsa da, likidite krizi yaşayan batı bu durumu göremeyecek kadar aciz durumdaydı. Öyle ki hergün bir büyük bankanın kurtarılması haberleri artık sıradan bir hal almıştı. Elbette bütün bu operasyon dünyanın önde gelen merkez bankalarının koordinasyonunda ve "düşük faiz" kalkanı ile gerçekleştirilmekteydi. Piyasalara merkez bankaları tarafından enjekte edilen bu büyük meblağlar, amaçlandığı gibi nihai tüketicinin cebine gitmiyor, adeta büyük bir yangına atılan bir kova su gibi, bankaların devasa sermaye açıkları karşısında buhar olup uçuyordu. Bankacılık sistemi büyük bir kara delik gibi devasa kayıpları ile herşeyi yutuyordu. Öyleki bankalara sağlanan devlet desteklerinin sürdürülebilirliği tartışılırken, ardı ardına gelen siyasi krizler yaklaşmakta olan çöküş senaryosunun habercisi olacaktı.

2011 Biterken.. ABD ve Avrupa

2011 yılı ekonomik krizin kabuk değiştirirek siyasi bir kriz haline geldiği yıl olarak hatırlanacak. Avrupa'nın sorgulanmayan ya da sorgulanamayan borç yapısı, AB üyesi ülkelerin birlikten aldıkları paylarda azalmama olmaması için başvurdukları hileler, birlik nezdinde sürekli halının altına süpürülen pislikler iyiden iyiye su yüzüne çıktı 2011'de. Avrupa Birliği'nde hiçbirşey artık eskisi gibi olmayacak. Son AB liderler zirvesinde İngiltere'nin alınan mali kararlara ilişkin şerhini açıkca dile getirmesi, nispeten küçük birlik ülkelerinin Yunanistan, İspanya, Portekiz gibi ülkelerin kurtarılmasına ilişkin alınan kararlara mesafeli durması birliğin kurulduğu günden bu güne kadar yaşadığı en sıkıntılı günleri geçirmesine neden oldu. AB'nin hangi konuda birlik olduğu soruları cevap arayadursun, birliğin sadece Almanya-Fransa ikilisinin maddi desteği ile yürümeyeceği gerçeği artık yadsınamaz bir gerçek. Kaldıki AB'nin motoru konumunda olan Almanya ve Fransa'nın sanayi üretimlerine ilişkin belirsizlikler 2012 ve sonraki yıllar öncesi AB'yi bekleyen en büyük tehlike. İşsizlik ve ekonomik büyümede sınıfta kalan AB üyesi ülkeleri çok zorlu bir 2012 bekliyor olacak. Yunanistan ve İtalya kıyılarına vurarak hükümetleri değiştiren tsunami, 2012 ve sonrasında daha çok koltuk alacağa benziyor. Bir birliğin var olması için olmazsa olmaz nitelikte olan güven ve istikrardan çok uzakta olan AB'nin güçlü bir liderliğe de ihtiyacı olduğu çok açık. Birliğin çökmesi ya da parasal birliğin içeriğinin değiştirilmesine yönelik olası senaryoların korkutucu sonuçları zihinlerde yerini almışken, hiç bir liderin hem kendisini hem de ülkesini bu enkazı kaldırmak için ortaya atmayacağı malum. Enkazın bu haliyle ortada kalması da yeni sorunları beraberinde getirecektir. AB'nin içinde bulunduğu durumdan kurtuluş yolları başka bir yazının konusu. Ancak AB’nin içinde bulunduğu ekonomik açmazın dünya ekonomisinde büyük bir belirsizlik oluşturacağı kesin. Daha uzunca bir sürede bu belirsizlik etkisini sürdürecektir.



Avrupa siyasi ve ekonomik açmazlarla uğraşırken, başkanlık seçimleri ABD için yeni yıldaki belirleyici unsur olacak. Görev süresi boyunca ekonomik alanda vaatlerini yerine getiremeyen Obama yönetiminin, seçim öncesi seçmen nezdinde notu pek parlak değil. Son dönem tüm dünyada yankı bulan "Occupy Wall Street" hareketini de düşünecek olursak ABD halkının mevcut ekonomik politikalardan ne denli memnun olduğu ortada. Selef Başkan Bush'un 2008 seçimleri öncesi nihai tüketici nezdinde attığı adımları hatırlayacak olursak, ABD yönetiminin popülist bir refleksle gevşek para politikasını sürdüreceği ve vergi indirimleri, harcama çekleri gibi genişlemeci politikaları sürdürme ve bu ve benzeri politikalara ek yapma ihtimali bulunmakta. FED'in son toplantı notlarından da görüldüğü gibi 2013 ortasına kadar faizler mevcut seviyesini koruyacak. Bu durum az önce söylediğimiz olası hükümet politikalarını destekler nitelikte.

Ve Altın..

Buraya kadar dünyanın bugün içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi durumun nedenlerini ve mevcut son durumu özetlemeye çalıştık. Mevcut duruma neden olan sebepler ve bu sebeplerin neden olacağı sonuçlar ileriye yönelik tahminlerde yardımcı olacaktır. Özellikle şunu göz ardı etmemek lazım ki altın fiyatlarında son dönemde gözümüze sokulan yükseliş sadece bu yıl yaşananlarla ilişkili değil. Özellikle geride bıraktığımız on yılda yaşananlar altın fiyatlarındaki artışın temel nedenleri. Ancak son on yılı bir kenara koyacak olursak, altın fiyatlarının tarihsel gelişimine baktığımızda Bretton Woods sistemi ve sistem sonrası fiyat hareketlenmesi göze çarpmakta.


Bretton Woods sistemi, altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiş ve dünyada bağımsız devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaştıkları bir sistemdir. Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve bu sebeple doların değerinin düşmesidir. Bretton Woods sisteminin terkedildiği 1971 yılında 40$ olan altın fiyatları, sistemin terkedilmesiyle iki yıl gibi kısa bir sürede iki katına çıkmıştı (97$). Sistemin terkedilmesiyle birlikte sürekli yukarı trendini sürdüren altın fiyatları, görece bir kaç düzeltme yılı haricinde sürekli yükseldi dersek yanılmış olmayız.

Son on yıl içindeki gelişmeler paralelinde altın fiyatlarının 250$'dan 1900$'a kadar yükselmesinde etkili olan nedenleri, yukarıda yazdıklarımız ile maddeler halinde özetlemek istersek;

-          Sınırlı rezerv olmasına karşılık tüketimi sürekli artan petrolün, artan fiyatları sebebiyle ortaya çıkan enflasyon.  (2003 yılı brent petrol fiyatı 28$, 2011 Aralık fiyatı 106$)
-          2001 ve sonrasında uygulanan genişlemeci ve gevşek para politikalarının yaratacağı enflasyon korkusu.
-          Artan dünya nüfusu ile birlikte ihtiyacı karşılayamayan tarım ürünlerinin fiyatlarında süregelen düzenli artış ve bu artışın yine enflasyon yaratacağı beklentisi. (Amerikan tipi buğday 2004 yılı 295$, 2011 yılı 650$)
-          Merkez bankalarının rezerv, nihai tüketicilerinde tüketim amacıyla altında meydana gelen talep artışı.
-          Eur/usd paritesinde avro lehine yaşanan yükseliş (2000 yılı eur/usd 0,8227 – 2008 yılı eur/usd 1,60)
Buraya kadar yükselişteki asıl etkenin enflasyondan kaçınmak amacıyla altına yönelim olduğunu söylemek mümkün. Yakın gelecekte enflasyona neden olan bu gelişmelerin ortadan kalkma ihtimalinin olmadığını düşünecek olursak herşeyin sabit kalması halinde bile altın fiyatlarının yukarıdaki beklenti ve gelişmelerin ışığında artacağını söyleyebiliriz.
Subprime mortgage ve kredi krizi sırasında altın fiyatlarında yaşanan yükselişe bakacak olursak;
-          Açıklanan devasa kurtarma paketlerinin yarattığı likiditeye bağlı hiperenflasyon korkusu.
-          Merkez bankalarının ve yatırımcıların “güvenli liman” özelliği ile altına yönelimleri.
-          Küresel piyasalarda para birimlerinin daha güçlü olmasını amaçlayan Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin yüksek montanlı altın alımları.
-          Gelişmekte olan ülkelerin rezerv para olarak dolar ve avro yerine değerli madenlere ve özellikle altına yönelmeleri.
-          ABD’nin izlediği küresel askeri stratejilerin olası bir çatışmaya dönüşeceği korkusu.
-          Küresel faizlerin daha uzun süre düşük tutulacağı beklentisi.
-          Avro bölgesine ilişkin dağılma senaryolarının varlığı.
Görüldüğü üzere mevcut konjonktürün değişmesi için atılan adımlar şimdilik yetersiz kalmış durumda. Küresel istihdam rakamlarının gelecek için umut vadetmemesi, ekonomik büyüme rakamlarının dünya genelinde iyileşme göstermemesi, emlak piyasasına ilişkin belirsizlikler, ve kriz söyleminin henüz gündemden düşmemesi yatırım aracı olarak altını hala cazip kılan faktörler. Elbette kesin bir dille yükselişin belirli bir noktaya kadar süreceğini iddia etmek yanlış olur. Ancak dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortamın düzelmesine ilişkin en ufak bir emare olmaması, bu belirsizlik ortamının hiç kuşkusuz altın talebinin yüksek seyretmesini, buna paralel olarak fiyatların yükseliş eğilimini koruyacağını söylemek mümkün. Avrupa Birliği’nin içinde bulunduğu kredi riski krizinden ve ağır ülke borçlarının yarattığı çevirme sorununundan kurtulmak için avroyu dolar karşısında devalüe etme çalışmaları her ne kadar altın fiyatları için bir olumsuzluk olarak görünse de, doların dünya parası özelliğini ne kadar daha sürdüreceğinin tartışılmasıyla bu durum göz ardı edilebilir. Dünyanın yeni bir para sistemine ihtiyacının dillendirildiği bir ortamda altının tahtının sallanması şimdilik uzak bir ihtimal gibi durmakta. Ortadoğu’da yaşanan arap baharı, Amerika-İran-İsrail geriliminde Rusya’nın İran'dan yana taraf olması, AB’de iflas riski taşıyan ülkelerin birlik içindeki belirsiz durumları ekonomik dar boğazın bir müddet daha aşılamayacağını gözler önüne sermekte. Yaşananların ekonomileri derin bir resesyona itme ihtimalinin belirmesi ile altın fiyatlarında yaşanacak sert düşüşler ileri dönem için alım fırsatı doğuracaktır. Unutulmaması gereken altın fiyatlarında yaşanan yükselişin sadece son dönem ile ilgili ve sınırlı olmamasıdır.
tolgahan osmanoğlu





1 yorum:

  1. Çok teknik, analitik içeriğiyle emek verilmiş bir çalışma..Elinize sağlık Tolgahan Osmanoğlu...

    YanıtlaSil

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.