Sevgili Bosnam Benim


Her duanın bir kabul olunuş vakti olduğunun ispatıydı havaalanındaki tatlı telaşım... ve “nehirler özlediklere yere akar” sözünü doğruluyordu burada bulunuşum. İnsan görmediği bir yeri nasıl özler denilecek olursa  üç sene boyunca televizyon ekranlarında hep orayı görmüştüm. Aslında özlenen ekranlarda tanık olduğum vahşet  değil o mazlum topraklardı... ve çok eskilerden tanışıklığımız  olan canlardı...

Daha uçağımız havaalanına inerken mutluluğuma burukluğu katık etti Bosna. Savaş günlerinden hafızama kazınmış olan staddan bozma şehitlik Saraybosna halkından önce beni karşılamıştı. Cenazeleri defnedecek yer kalmadığından bir futbol sahasının bağrına şehit tohumlar ekildiği haberlerini yeniden dinler gibi oldum. Üç sene boyunca şehre ölüm yağdıran sırp çetniklerinin  mesken tuttuğu kana bulanmış dağlarla çevrelenmiş  Saraybosna... Hiç yeşille kırmızı biraraya gelebilir miydi? Nehirleri bile yeşil akan bu toprakların kaderi Balkan coğrafyasında yer almakla savaşa mı yazgılıydı?

“Bol-kan”ların gözbebeği ve nüfusunun büyük bölümünü  müslüman boşnakların oluşturduğu bir yer olması nasıl bir sorumluluğu ve (yükü) getirirse Bosnanın kaderi oydu işte. Balkanlar diye bildiğimiz bölgenin tarih boyunca topraklarından eksik olmayan kan sebebiyle “bol-kan” tabirinden ismini aldığını burada öğrendim. Muhteşem coğrafyası ve her  karış toprağı tarih ve kültür kokan bu yerlerin üzerinden kanın ve savaşın neden eksik olmadığını anlamaya başlamıştım.

Saraybosna,  neresinde ve hangi yöne dönük  olursanız olun kendisini çevreleyen yemyeşil dağlarıyla karşılaşacağınız, o dağların ortasındaki düzlükte kurulmuş olan şirin bir  Osmanlı şehri. Kendisine bazen karşısında bazen hemen yanıbaşında eşlik eden kilise ve  manastırlarla komşu olan camiileriyle, şehrin sembolü haline gelmiş olan Sebili ve diğer çeşmeleriyle, halen faaliyette olan tekkeleriyle, taş sokakları ve yapılarıyla beşyüzyıl öncesine yolculuk yaptıran başkent... Şehrin merkezinde sadeliğinin ardına gizlenmiş olan tarihi önemiyle Mljacka nehri usul usul uzanmakta. Bakmayın bu sakinliğe; üzerindeki Latin Köprüsü  bir sırp gencin  Avusturya Macaristan veliahtını öldürmesi ile  Birinci Dünya Savaşını başlatan olayın gerçekleştiği yerdir aslında. Belki de Mljackayı bu denli ağır akıtan tarih boyunca sularına karışmış kandır.Nehrin karşısında büyük kütüphane binası hemen gözümüze çarpıyor. Savaş sırasında çok hasar görmüş ve Osmanlıdan kalma eserler tahrip edilmiş, şimdi  yaraları sarılmaya çalışılıyor. Saraybosnanın kalbi suyundan içenin mutlaka Bosnaya tekrar geleceğine inanılan Sebilin etrafında kurulmuş olan Başçarşı’da atıyor. Şehri gezenlerin soluklanmak  için eninde sonunda geleceği yer burasıdır. Tarihi dükkanları, boşnak böreği ve çevapçiçi yapılan küçük restaurantlarıyla, Gazi Hüsrev Bey Camii ve yanındaki Bezistanıyla Sebilin hemen yanıbaşında,  bahçesindeki rengarenk gülleri ile gördüğüm en güzel camiilerden olan Çarşıska Camiiyle,  Başçarşıda yürümek tüm yorgunlukları alır götürür.  Slav ırkının soğukluğunu genlerinde taşısalar da bizlere bambaşka gözlerle bakan boşnak kardeşlerimizin canayakın ve kucaklayan  tavırlarına değinmeden geçemeyeceğim. Bunun sebebi ise; müslümanlıkla Fatih Sultan Mehmet Han’ın Bosnayı fethi ile tanışmaları,  bunun için Osmanlıya şükran duymaları  ve savaş sırasında türk halkından gördükleri destektir. Boşnaklar fetihten önce bogomilizm denilen tek tanrılı bir inanışa sahip olduklarından dolayı islamiyeti kolayca benimsemişlerdir. Aynı toprakları paylaştıkları ve aynı ırktan geldikleri  katolik hırvatlar ve ortodoks sırplardan onları ayıran en önemli özellikleri de müslüman olmalarıdır. 1990lı yıllarda dağılan Sovyetler Birliğinden etkilenen Yugoslavyada  çözülme başlamıştı. 1992 yılında Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlığını ilan etmiş,  AB ile BM tarafından tanınmıştı. Makedonya ve Bosna –Hersek’in bağımsızlığı ise referandum şartına bağlandı. Yapılan referandumda halk bağımsızlıktan yana oy kullanınca yeni devlet kuruldu. Ancak bu devleti ülkedeki sırplar tanımadı ve önce sırplar, bir yıl sonra da karışıklıktan yararlanmak isteyen  hırvatlar  boşnaklara savaş açtı. Hedef Bosna Hersek topraklarının da içinde bulunduğu büyük Sırbistanı kurmaktı.  Bunun için etnik temizlik hareketine giriştiler. Çetniklerin Bijelina şehrinde boşnaklara ait evleri yağmalayıp, halkı katletmeleriyle karanlık günler başlamış oldu. Aynı dönemde sırplar, Avrupada askeri güç açısından dördüncü sayılan Yugoslavya ordusuna ait silah ve mühimmatı Saraybosna’da kontrolleri altına aldılar. Üç yıl boyunca şehre dağlardan keskin nişancılarla ve bütün sahip oldukları askeri imkanlarla ölüm yağdırdılar. Hedefleri kimi zaman fırında ekmek sırası bekleyen, pazarda alışverişini yapan sivil halk, kimi zaman ise parklarda oynayan çocuklar oldu. Saraybosna Havaalanının da kuşatılması ile şehrin tüm dış bağlantıları kesilmişti. Şehirde bulunan ve askeri güçleri oldukça kısıtlı boşnak askerleri kuşatmayı kıramıyorlardı. 1993 yılı nisanında şehrin altından geçecek ve gerekli malzemleri şehre ulaştıracak bir tünel yapımına başlandı. Bu tünel havaalanı yakınındaki mahallelerden birinde bulunan  bir evin bahçesinden kazılmaya başlandı.  Sekizyüz metre uzunluğunda, bir metre genişliğinde ve en yüksek noktası bir metre altmış santimetre olan tünel olağanüstü bir gayret ile dört ayda tamamlandı. Savaşın ve Saraybosnanın kaderinde önemli  bir yeri oldu bu tünelin. Bu bilgileri aldığımız kişi o evin sahibi olan Şida nene ve Aliya dedenin torunuydu. Şuan da müze olarak ziyaret edilen bu evde tünelin ilk yirmi metrelik bölümünü görme imkanımız oldu. O dönemde kullanılan savaş malzemeleri, Saraybosnanın kuşatma altındaki haritası, Aliya İzzet Begoviçin bizzat kullandığı eşyalar, tüneli ziyaret eden pek çok ünlünün resimleri ve ziyaretçilerin duygularını paylaştığı anı defteri diğer görebildiklerimiz oldu. Duvara asılı olup oldukça büyük bir alanı kaplayan bir diğer levhada ise Saraybosna’da şehit olmuş boşnak kardeşlerimizin isimleri yazılıydı. Şida nineye;  bütün bu yaşananların tanığı ve ev sahibi olan kişiye minnetle baktım, elini öperken mahcuptum. Onlar için birşey yapamamış olmanın burukluğu ve şimdi bir turist olarak gelip hikaye dinler gibi yaşananları dinlemek ağırlaştırıyordu başımı...  yerden kaldıramıyordum... Evet savaş zamanında Bosnaya gidebilmeyi çok istemiştim ama elimden ne gelirdi ne yapabilirdim onlar için bilmiyorum... Kanımın deli aktığı zamanlardı ve tüm cahiller kadar cesurdum...

Şehirdeki yaşantı neredeyse savaşı unutmuş  ve hatta unutturmaya çalışıyor gibiydi. Burası başkent olduğu için sanırım, savaşın izlerini mümkün olduğu kadar silmeye çalışmışlardı. Ama yinede ekonomik yetersizlik bütünüyle bunu yapmalarına imkan vermiyordu. Şehirde osmanlı kokusu olduğu kadar komünizm döneminden kalma soğuk binalarda dikkat çekecek kadar fazlaydı. Türlü kültür ve tarihi bağrına basmış Saraybosna. Kilise çanlarının ezan seslerine karıştığı, yükseklerden bakınca en çok göze çarpanların beyaz çatılı şehit evlerinin  olduğu şehir. Kulağımda Grbavica filminden  ismini hatırlayamadığım küçük genç kızın okul servisinde yüzünde buruk gülümsemesi ile söylediği “Sarajevo ljubavi moja”nın melodisi...  Her karış toprağında  kan ve gözyaşı var ama cefasına ve acı hatıralarına rağmen terkedilemeyen bir sevgilisin sen Saraybosna...

Bu şehrin  nüfusunun % 80’ini  müslümanlar oluşturuyor. Yine de karşılaştığımız insanların boşnak olduğundan emin olamıyoruz. Bu durumun farkında olacaklar ki bizden önce davranıp Allahın selamıyla bizi selamlıyorlar. Türkçe bilmeseler de , ışıldayan gözlerle  “Türkiye” diyorlar. Vedalaşırken ise “Allaha emanet”... Ne güzel bir sözdür bu... ve ne güzel bir kardeşlik duygusu... Hüzün, mutluluk, gözyaşı ve tebessüm aynı anda yaşanıyor buralarda... Alışveriş için girdiğim dükkanda bizimle ilgilenen elli yaşlarındaki bir bayanın boşnak olup olmadığını düşünürken, deneme odalarının olduğu bölümdeki  radyodan gelen Kur’an sesiyle olduğum yere mıhlanıyorum. Gözlerim doluyor, kadıncağıza sımsıkı sarılmak ve kardeşiliğimizi haykırmak istiyorum. Allaha şükrediyorum. O’nun arşı altında O’ndan başkasına boyun eğmemiş nice mümin gönülleri biraraya getirdiği için...

Saraybosnadan sonraki durağımız, nüfusunun yarısını hırvat yarısını boşnakların oluşturduğu savaş sırasında önce sırpların saldırısına uğrayan ve 1993 kasımında  hırvat topçu ateşiyle yıkılan köprüsüyle hafızalarımıza kazınan Mostar...Güneye doğru indiğimizden burada daha ılık bir hava bizi karşılıyor. Savaşın izleri daha fazla; hasarlı binalar ve şehitlikler... Gökkuşağını andıran köprüyü ilk gördüğüm anda Allah’ım diyorum böyle bir güzelliğe nasıl kıyabilmişler... Mimar Sinan’ın talebesi Mimar Hayruddin tarafından 1566 yılında yapılan köprü şehrin iki yakasını biraraya getiriyor. Batı yakasında hırvatlar doğu yakasında  boşnaklar yaşamakta. Bu köprü Osmanlı hoşgörüsünün bir sembolü olmuş uzun yıllar boyunca. Hırvatların olduğu tarafın yüksek bir bölgesine büyükçe bir haç dikilmiş. Haçın olduğu tepenin ayaklarındaki osmanlıdan kalan camii oralardan bize göz kırpıyor. Birbirine geçmiş iki kültür ve halkın ispatı gibi orada duruyorlar. Mostar Köprüsünü yüreğinden vuran topun kalan parçaları köprünün üzerinde “dont forget” yazısı ile sergileniyor. Uzun süre yaralı bir şekilde bekleyen  köprünün onarılmasını bir Türk şirketi üstlenmiş. Neretvaya düşen her bir parçası dalgıçlar tarafından çıkarılarak yerine konmaya  mümkün oldukça aslına uygun halde restore edilmeye çalışılmış. Zümrüt yeşili Neretva bu mevsimde gri akıyor. Bağrına gömdüğü  karanlık anıları saklamakta zorlanır gibi... Başka hiçbir nehre benzemeyen Neretva yükünü paylaşmak istercesine genişleyerek Adriyatiğe doğru uzanıyor. Biz oradan ayrılıp Poçiteljiye doğru gidiyoruz ama o bizi terketmiyor, yol boyunca kıvrıla kıvrıla akmaya devam ediyor. Poçitelji tarihi  taş evleri, kaldırımları ve sokakları ile anlatılamayacak güzellikteki Neretva manzarasını, yeşil ve kahvenin her tonunu görebileceğiniz  dağları seyredebileceğimiz  kulesi ile korumaya alınmış bir osmanlı köyü. İvo Andriç’in deyişiyle “ressamlar şehri”.Biraz meşakkatli bir yol ile kuleye tırmanmaya başlıyoruz. Yolun hemen hemen yarısı denilecek yerde Şişman İbrahim Paşa camiisinde soluklanıyoruz. Camiinin imamı ile bayramlaşıp, gözlerimizle konuşmaya çalışıyoruz. Kuleye çıktığımızda tüm yorgunluğumuza değecek bir manzara bize gülümsüyor... Sadık Neretva buradan daha bir güzel görünüyor. İniş yolunda kuru ve yaş meyveler satan Omar ve Almedina isimli boşnak yavrularımızdan birşeyler alıyoruz. Saçlarını okşarken, o kara günlere  tanık olmamış bu çocukların gözlerinde,  masal yerine acı savaş hikayeleriyle büyüdüklerini görür gibi oluyorum. Mostarda ki son durağımız Buna nehrinin kenarına yaklaşık  beşyüzelli yıl önce yapılmış bir halveti tekkesi olan  Sarı Saltuk tekkesi... Blagay köyüne yakın olduğundan ismi daha çok Blagay tekkesi olarak biliniyor. Bayram günlerini yaşıyor olduğumuz için  diğer camii ve tarihi eserlere olduğu gibi buraya da Osmanlı sancağı asılmış. Tekkenin hemen yamacına kurulduğu kayalık kocaman dağın eteğinden Buna nehrinin kaynağı doğuyor. Su o kadar derinmişki o bölgede şuana kadar derinliğini ölçebilmek mümkün olmamış. Biraz ileride yuvarlak bir şalale gibi bir şekil alıyor Buna. Alabalıklar tüm sevimlilikleri ile sıçraya zıplaya yüzüyorlar nehirde. Burası o kadar dinlendiren bir yerki zamanında bu tekkede yaşayan dervişlerin ne kadar bahtlı olduklarını düşünüyorum. Dünyada ama dünyadan olmayan bir yer burası...Bunanın derinliği beni içine çekiyor. Bosnada  gördüğüm her yer gibi buraya da  hayran olmuş bir şekilde ve ayaklarım geri çekerek ayrılıyorum ...

Yaklaşık üç saatlik bir yolculukla Saraybosnaya dönüyoruz. Mostardan bana kalan acı tatlı pek çok anının ötesinde gördüğüm zambak biçimindeki mezar taşları oldu. Boşnakların bogomilizme inandıkları dönemlerden beri sembolü üç yapraklı zambaklardır. Hatta ilk bayraklarında da altı adet zambak vardı ama Bmin kararıyla yerini yıldızlara bıraktırdılar. Saraybosnadan ayrılmadan önce yapmam gerek çok önemli bir şey var. Bilge kralı evinde ziyaret etmek. Şehrin merkezinde Başçarşıya çok yakın bir yerde olan şehitliğe gidiyorum şimdi. Bir tepenin yamacında ebedi uykularına yatmış ama ölmemiş aziz kardeşlerime  selam veriyorum. Liderleri ile koyun koyuna yatıyorlar sessizce...  çok şey söyleyerek... Şimdi susma ve onları dinleme vaktidir. İşte şurada tam önümde  santimlerce  yakınımda 78 seneye sığdırılmış  destansı bir ömür; mütevazi  ve  onurlu şahsiyeti , inandığı dava uğruna yaptıkları ve çektikleriyle Bilge kral  yatmakta... Sırça köşklerde yaşamamış, halkıyla ve askeriyle omuz omuza mücadele etmiş Bosna devletinin kurucusu  Alija İzzet Begoviç. Adeta şahsiyetini anlatan mütevazi  bir evde uzanmış son uykusuna. Ona olan kinlerini ölümünden sonra mezarını bombalayacak kadar bilemiş olanlara iki yanında nöbet tutan başı dik ama yüreği yaşlı iki asker cevap  veriyor. Küçücük bir kubbenin altında pek çok insanın hayırla ve şükranla yad ettiği bir lider  yatıyor. Ona gönderilen selamları iletip dualarla diğer kahramanların arasında dolaşıyorum. Mezar taşlarındaki tarihler, Bosna’da bir neslin yok edildiğinin ispatı gibiler. Zaten sokaklarda karşılaştığımız insanlar ya çok genç ya da belirli bir yaşın üzerinde... İsimler aynı, taşlarda yazan ayet aynı, gideceğimiz yer aynı... Bosnanın bana yazdığı hikaye ile o anda ve orada karşılaşıyorum. Diğerlerinden biraz farklı bir mezar beni çağırıyor yanına, anlatacakları var... İstenileni yapıyorum, siyah bir mezar taşı... üzerinde müslüman olmadığı anlaşılan bir isim ve bir de karanlık bir resim... Miljan Markoviç (1971-1995) yazıyor... bunun da üzerinde bosanski şehid...  Bir süredir orada yaşayan arkadaşımdan öğreniyorum. Savaşın sonlarına doğru senelerce kardeş gibi yanyana yaşadıkları müslümanları kesen ırkdaşlarına  isyan eden bir sırp gencidir Mljan ve yapılan zulüm onu çokça düşündürüp, müslümanlıkla şereflenmeye götürür. Rabbin ödülü ne büyüktür... İstediği halde kimlere nasip olmayan ona nasip olacaktır. Müslüman olduğu gün cephede ismini bile değişmeye fırsat bulamadan şehid olur...

Bosna ve 1992 ile 1995 yılları arasındaki savaş bunlardan ibaret değil elbette. Göremediğim ama içimde sızlayan en acı yara olan Srebrenica var mesela. İkinci Dünya Savaşından beri yapılmış en büyük katliama tanık olan Sırpların olduğu kadar Avrupanın da boğazına kadar kana gömüldüğü şehir.  İnsan olmayanların işlediği “insanlık” suçu... Savunmasız buldukları köye saldırıp ikisi bebek, otuzaltısı kadın  yüzonaltı boşnağı  köyün camisinde yakanlar  var sonra... Ahmiç sülalesini ve adını bilmediğimiz nicelerini yok eden... Mostara kıyan, arkadan vuran hırvatlar var... Resmi kaynaklarda daha az geçse de ikiyüzellibin şehit , binlerce kayıp, tecavüze uğramış kadınlar ve doğurmak zorunda kaldıkları ama masum oldukları halde benimseyemedikleri  bebekler  ve sadece mazlum boşnak halkının değil insan olduğunu unutmamış tüm halkların bağrında açılan derin yaralar var.

Bosnayı  yazmak hangi kalemin bahtsızlığıdır ki; kırılmaya mahkumdur... ve hangi cümleler boylarından büyük bu  işe soyunur... Bosnayı yazmak diye birşey yoktur belki de olsa olsa yaşamak vardır. Benim gibi aciz bir çift gözün ve yosun tutmuş bir yüreğin görebildikleriyle yaşamak denilirse...
Son sözü  Bosnanın ilk milli marşı olan ve sonradan yine BM tarafından değiştirilen Cemaludin Latiç’e ait şiire bırakalım:

Allah’ın mavi arşına,
Mabedlerden tekbirler yükseliyor
Bunlar benim ülkemin şarkılarıdır
Tüm ovalar, dağlar bunu haykırıyor
Kanlı toprak üzerine kurulmuş
Sevgili Bosnam benim...
İki gözüm gibi korurum seni
Çünkü ben senin oğlunum, senin...

Tuna’da altın tohum
Drina’da mavi şafak
Neretva’da güneş batarken
Sava ovalara yayılır
Kanlı toprak üzerine kurulmuş
Sevgili Bosnam benim...
İki gözüm gibi korurum seni
Çünkü ben senin oğlunum, senin...

fatma atıcı


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.