Düşlerin İsyanı IX


-II-
Akbaba'nın kötü kötü ötüşü dayanılacak gibi değildi. Kulaklarında yankılanan o ürkünç sesle -Bir kadını boğazlıyorlardı sanki. Sapa bir sokaktaydılar. Burayı bilerek seçmişlerdi. Bir insanı öldürmek için uygun görmüşlerdi demek ki?- kendini kaybeden Gave ne yaparsa yapsın kurtulamayacaktı onlardan. İlginç bir yaratıkla karşı karşıya olduğu belliydi. Böyle bir gerilim anında eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Büyük Hala da sedirin başında tavus kuşları gibi kurulmuş, onlara bakıyor; arada bir bu komikliğe gülüyordu. Komik bir halde oldukları kesindi. Ernüvaz Efendi’nin burnu da işin içine karışmıştı artık. Nedense burnuyla ilgili bir sorunu olduğu ve de burnundan çok çektiği onun kulağına kadar gelebilmişti. Büyük buruna ailede ondan başkasında rastlanmadığını enişteleri de biliyordu artık. Belki de bir gün başına o belayı getireceğinin kokusunu aldığı için ucun ucun burnundan kaçıyor, aynalara bile bakmıyordu.. bu yüzden evlerinde ayna kullanılmadığını ağzından kaçırınca büyük H. Hala.. "Gözlerime inanamadım!" demişti, "Onu o halde görünce!" Bazı geceler burun rüyasına gelip, canlanarak, "Senin sonun da bundan olacak!" diyordu yaşlı pirifâni, "Hem de bir sinekle."

"Yine sineklere mi geldik!” dedim, "Burayı geçsek olmaz mı?”
"Cüce Kasap her yerini delik deşik bırakmıştı kadının da, hiç sesini çıkarmamıştı.. "dedi Şehrinaz, "Epey daha yolu vardı. Kadının orasına işaret çekmişti renkli bir tebeşirle ve işaretlediği yeri koparıp çiy çiy yemeğe başladığında, Ş., artık bunlara daha fazla bakamayacağını söyleyip, ardında bir belirsizliği bırakarak dışarı çıkmış, üç yüzüğü de eski konsülün üzerinde unutmuştu. Üç yüzükte aynı kadının resmi dikkat çekiyordu, birinde kadın surat asmış bir uçuruma bakıyordu, denizin koya usulca yaklaştığı ve titrek keman sesiyle gerilimli pazartesi akşamından sonra eve dönmeyen o kadının soylu anısına düzenlenmiş şölen Cüce Gave’nin elini kana bulamasıyla son bulmuştu. Evin ferah salonunda piyano çalan kadının parmağındaki yüzükte de aynı armanın olması, yalnızca bir rastlantı olmasa gerekti; akrebin süzülerek örümcek ağlarından kurtuluşu, hepsi aynı karede donmuşlardı. Karanlık boğucu bir biçimde evin içine dolmuş, yüzlerini gizlemişti. Sarı mumların iki sütunu aydınlattığı yerde kadını kollarından bağlamışlardı, çıplak oluşu gözünden kaçmıyordu Kasabın. Tablolar kıyameti, şeytanı ve cehennemi imleyen çılgınlıklarla doluydu.. Cüce Gave elinde kırbaçla kadına doğru sinsice yaklaşırken, bir gurup ucube de onlara eşlik etmekteydi, kadın tamamen soyundurulmuştu, hepsi de aç gözlerle onu süzmekte, birazdan başına geleceklerden habersiz genç kızı fazla korkutmamaya çabalıyorlardı. Kadın boğazlanırken eli bile kıpırdamamıştı Kasabın, lanetli bir tanıktı artık o; bundan hiçbir zaman kurtulamayacaktı..."

"Lanet herif!" diye bağırdım, "Neden bu kadar korkuyordu ki?”
"Dur, heyecanlanma bu kadar!" dedi Şehrinaz, "Ardı arası bir film!"
"Evet, doğru yaa!" dedim, "Bunların hepsi bir film!"
"Sinemadan laf açıldığı için havaleli anne , -sedirin başında büyük hala, paşa baba, küçük kızları da varken- kendi zamanlarını anlatıyordu damatlarına.." dedi Şehrinaz, "Onların zamanında bir eğlenceydi büyülü perde.. ruhlarına ve kalplerine bir eğlence olarak girmişti.. Nigar Hanım sesinin tonunu değiştirmiş, etkileyici bir hava yaratarak konuşmasını sürdürüyordu..."
"Bu sahneye nasıl geldik?” diye sordum, "Epey karışık!”
"Sen öyle san!” dedi Şehrinaz, "Hiç de öyle değil!”
"Nasıl peki?”
"Bu bir akşam yemeği sahnesi!” diye yanıtladı Şehrinaz, "Bir şölen de diyebilirsin sen buna. Pazar günleri sinemaların önü bir hayli kalabalık olurmuş, herkesin yüzünde aynı sabırsız bekleyiş, bir karnaval havası esmekteyken, insanın bunları yeniden yaşaması olası mıydı? Evet, diyordu Nigar Hanım -eşinin burun kıvırışına aldırış etmeden- sinemaların önü emekli paşasından tut da, Kuleli'li talebelere, kravatlı ve kravatsız müşterisinden, astragan kürklü ve Şapel kokulu -o zamanlar bu parfüm çok moda bir şey olmalı- Hanımlara rastlamak her günkü alışkanlıklardan biriymiş gibi çok normal karşılanırdı evladım.... O zaman Ş., neredeydi, mutfakta mıydı? "Evet, oğlum! Ne çabuk unuttun!” diyen büyük baba, sinemadan daha önemliydi ki köstekli saatini gösteriyordu küçük torunları Ernüvaz’a! Ş., akşam için mutfakta bir şeyler hazırlamaktaydı, sesi geliyordu, onun çok sevdiği şarkılardan birini nasıl da güzel mırıldanmaktaydı, uzun zaman kendini alamayan Kendirev'i küçük kızı uyandırmıştı, Büyük Hala’ya yakalanmasın diye, yoksa o da mı biliyordu Hala’nın havaleli olduğunu?

Sinema afişine bakıyor, sesini çıkarmıyordu Kasap. Onu astıkları zaman Ş., sanki o gece yaşananları unutmuş gibi duygusuzdu; boş ver anlamında kafasını sallamış, bunu kafaya takmak istememişti. Sinema Afişi’nde yazılanları okurken, o yılların nasıl da çabucak geçtiğini, hepsinin de şimdi toprağın altında olduğunu düşünmüş, bundan nedense kendine bile anlatamadığı bir hisle ürkmüştü.
Akşam yemeği için gittikleri Büyük Halalarının evinde Büyük Baba’yı görmek hiç de sürpriz olmamıştı onlar için. Nigar Hanım biraz sinirliydi; Büyük Baba’yla yine tartışmış olmalıydılar! Bazen hiç çekilmediğini Ş.'den kaç kez işitmişti.

Büyük Baba’ya " Bey baba!" demek ilk başlarda tuhafına gitse de, buna zamanla alışmıştı. Gecenin bir vakti sinemadan laf açılınca, kendine bilgiç bir poz vererek Garplı -Büyük Baba hâlâ eski lisanın edebiyle hareket ediyor, kendini böyle görüyor olmalıydı- fıkır fıkır adamının kafasında, belleğinde, anlağında, artık siz buna ne derseniz deyin efendim!. Sinema diye bir hadise vardı dedikten sonra.. Çünkü o orada çıkmıştı ve başıboş bırakılamazdı doğal olarak.. sözlerini laflarının arasına eklemeyi unutmamıştı. -Efendim.. derdi, bunu ikide bir bana tekrarlatmayın..- Sonra hiç unutamadığı ‘Şarlo Filmleri’ne sözü getirmeyi başaran bu insanın, hiç de karısının anlattığı kadar asabî biri olmadığını kaşla göz arasında ayrımsadığımdan, Büyük Hala’dan çok onu dinlemeyi, -Nigar Hanım’ı çileden çıkarsa da bu- göze o zaman da alabilmişti Kasap. Yüzünde çiçeklenen tebessüm daha dünmüş gibi aklındaydı.. kim ne derse desin munis ve şefkatliydi Kendirev Efendi. Saat bilmem gecenin kaçıydı? Zamanın bu kadar şişkinleşerek toparlak bir kütle olacağı kimsenin aklına gelmemişti, yemek masasında da yakasını bırakmayan Kendirev Efendi;
“O zaman bize çok komik görünen bu insanın gönüllerimizde nasıl taht kurduğunu anlatmak saatlerimizi alır!" diyerek lafa başladığında, Büyük Baba’nın neden cümleleri böyle uzun uzadıya kurmaya çalıştığını, neden böyle ağdalı bir dil kullandığını, hatta belki de bunun eski zamanlarda aldığı İstanbul terbiyesinden kaynaklanabileceğini düşünmüştü. Yemekten sonra oturma odasına geçtiklerinde, televizyondaki diziyi bile doğru düzgün seyredemeyen Ş.'yle Büyük H. Hala.. bunu da yine onun üstüne yıkmışlar, bunları açan sanki oymuş gibi, akşam eve döndüklerinde..

Ş. o kadar konuşmamış, hep surat yapmıştı. Kendirev Efendi hayali bir perdede canlanan anılarını bir kez daha yaşama fırsatı yakaladığından öyle kolay pes edecek gibi değildi .. aklına unuttuğu, ama çok önemliymiş gibi "Az kalsın unutuyordum F.'ciğim!" demişti kibarlaşarak," 'MODERN TİMES' filmi unutulmaz bir filmdi bizler için !" Sıra kahve içmeye geldiğinde Nigar Hanım söylediklerini unutmuşa benziyordu, Ş.'ye kahve yapmasını söyleyen oydu.. Gönlünü hoş tutmasını, erkek milletinin sağı solu belli olmaz laflarından şikâyetçi görünmeyen Kendirev Efendi, bağ evindeki maceralarını sofadayken yeğenine fısıldamaktan geri durmamış yaşlı İstanbul kadınına damadın iyi gözle bakmasa da, mübarek ona haddini bildirmek için bir fırsat kollamaktaydı sanki.

Ş., oturma odasına girerken sohbetin iyice kızıştığını fark etmesi o kadar zor olmamıştı. Kadının gözlerinde bir kurnazlık okunmaktaydı.. Büyük Baba da damatlarını etkilemeyi başarmıştı, bu yüzden olsa gerek kendinden geçmiş, keyfine bir diyecek yoktu. Gençliğinde gönlünü kaptırdığı Galatalı Kadın’dan sonra dengesini yitiren, daha sonra Kendirev'e merak salıp odasından dışarı çok az çıktığı söylenen bu insanın kafasındaki birkaç tahtanın eksik olduğuna, kimse onu inandıramazdı.. bu,  karısı Ş.bile olsa ! İşi filozofluğa kadar götüren Kendirev Bey’in, yaşı ilerledikçe tekin sayılmamaya başlansa da, sonunda bütün bilimleri birleştirme ve insan problemine bir çözüm getirmek için çektiği acıları günlüklerinde dile getirmişti o zaman.. ama hiç kimsenin nedense dikkatini çekmemişti o güne kadar, kimse ilgilenmemişti günlüklerle. Çürümeye bırakılması ne hazin bir tabloydu. Torunları sahip çıkmamışlar, kimse de merak edip sonunu getirmek istememiş; bu tembelliğin aileye nereden bulaştığı da Büyük Baba’yı yiyip tüketmişti son zamanlarında. Galatalı Kadın’ın dillere destan güzelliği onu nedense fazla ilgilendirmemişti. Ş., burnunun dibindeydi, Büyük Hala bahsi çabucak kapatmış, söz üstüne söz getirmişti. Aynı coşkuyu onun da yaşamasını istermiş gibi kendini paralayan insanın, neden Sinemacı Dayı’dan söz etmediği düşündürücüydü."
"Niye?” diye sordum karıma ilgimin diri olduğunu ima edercesine, "Bu kadar düşündürücü oluyor?”
Sanki artık burada değildim.. başka bir dünyadaydım, başka bir ruhta, başka bir kalıpta soluyan canlı kılığına bürünerek dolaşan bir şeydim. Şehrinaz benim bu soruma karşılık Dehhak ailesinin küçük bir sırrını daha açıklamak zorunda kalmıştı..
" Bir gün gelecek?'" demişti Şehrinaz, "Kendirev Bey’in yarım bıraktığı 'Kitabı-ı Alet' ona da soğuk terler döktürecekti!"
"Demek ki!” dedim, “Dengenin nerede olduğu bir insan olarak onu da düşündürüyordu!”
"Bey Baba Kendirev Bey a’sından anlamasa bile!" "Öyle!" Sonra karanlıkta gözlerini yüzüme dikerek..
"Makine ne kadar soğuk bir kelimeydi ki, Kendirev Efendi bunu kullanmamak için kendini sıkmaktaydı!” dedi Şehrinaz, "Nigar Hanım artık geç olduğunu söylemesine karşın, sanki onu duymamışlar gibi, filmlere gönüllerini kaptırmış iki insan hoş sohbet kesilmişlerdi, gece geç saatlere kadar sürmüştü Şarlo sohbeti. Nostaljik bir Anadolu coğrafyası çizmeye çalışan bir insanın böyle "Saat geç oldu artık!" sözüyle susturulması hiç olacak bir şey miydi?”
"Sen daha kalkmadın mı!” diye soruyordu Ş.; "Tamam, tamam...." demişti Kasap, "Kalktım, giyiniyorum!" Hayallerden böyle koparıldığı için bu durumdan hiç de memnun görünmüyordu..
"Karısı sesindeki memnuniyetsizliği sezmiş miydi acaba?” sorusunu sormak gerekiyordu anlatının burasında, "Önünde yine o boşluğun açılmasını istemediğine göre? Öyle değil mi?”
"O resimden ne kadar uzak durmaya çalışsa da sarı yağmurluklu kadın gelip önünde dikiliyor, onu karanlığına çekmek istiyordu sanki!” dedi Şehrinaz sorumu-yorumumu duymamışçasına, "Yanına diğerlerini de almıştı bu sefer. Birbirine girmiş taksilerin içinde can çekişen yaralıların sesi geliyordu.. çarpmanın etkisiyle kendilerini kaybetmişlerdi, birinin çığlıkları hiç kesilmemişti, kesik parmağını arayan orta yaşlardaki kadın acıya alışmış gibiydi, duygularını yitirmiş biri daha diyerek gülümsemişti Kasap, daha fazla oturmayacaktı, kalkıp dışarı çıkmıştı, kazanın olduğu zamanı anlatan kadın, televizyon ekipmanından biri olmalıydı."
"Duvarın üzerinde oturan kız Kendirev Bey'in sağır kızı mıydı?” dedim,
"Evet, Kendirev Bey’in kızıydı!” dedi Şehrinaz, "Kanaldan da kurbağaların vırak vırak sesi geliyordu!”
"Vırak, vırak...." dedim, "Deyyuslar!”
***  ***  ***
"O Kadın yine seni aradı!” dedi Aşçı Mihri Mah.
"Hangi kadın?”
"Bilmiyormuş gibi konuşma!” dedi asabi bir ses tonuyla.
Güldüm.
"Kim olacak!” dedi, "Şehrazat!”
"... Telefonun zili çalıyordu! Ofis’te bir başına bunalmış bir zenciyi düşünüyordum! Evet, evet.. bir Zenci terlemesine belleğim takılı, kayıt cihazı çalışmayı sürdürüyordu. Sesleri de kaydediyorsa, rüzgârın ıslığı dolaşıyordur şimdi saçlarına... Oysa o sırada Mahi Azadecuy, Liz için akşam yemeği hazırlamaktaydı, yağmurun kıskanacağını bile bile...."
"Yağmur kim!” diye sordu Mihri Mah.
"Kedileri!” dedim ben de. Sanatçı ruhlu biri olduğumu biliyordu ama bu kadar ileri gideceğimi kestiremediğinden bir deliye bakar gibi bana bakıyordu.
"Hüzünbaz sevişmelerden sonra bu kılığa ve kimliğe büründüğünü biliyorum!” dedim, "Liz televizyonun karşısından çekilmiyor, filmin sonu güzel bitmedi... Sonra oturup Hollywood’a mektup yazmaya karar verdiklerinde, neredeyse saat gecenin on ikisine geliyordu.. Yaptığınız filmleri Amerikan standartlarına göre yapmasanız çok iyi olur.... Dünya vatandaşları olarak sizleri anlamakta zorlanıyoruz....Vs., vs.. stop.. O sırada 9. Caddede kuşkulu bir kişi dolaşıyordu; birazdan bir cinayete tanık olacaklarından habersiz Mahi Azadecuy ile Liz mektubun güzel olup olmadığını tartışmaktaydılar .. Her cinayette bir de uğursuz siyah kedi bulunmalıydı, eğer kediniz şizofren değilse tabii.. Ofis’te terleyen zenciyle ilişkilerini yeniden düzenlemek zorunda kalan Mahi Azadecuy ile Liz soluğu dışarıda aldıklarında yağmurlu bir akşam vakti ve sokaklarda in cin top oynamakta değildi, ne yazık...."
"Hiç de güzel değil!” dedi Mihri Mah.
"Nasıl güzel değil?” soruma bir an ne diyeceğini bilemeyen Mihri Mah, telefondaki kişinin senaryo kahramanlarını neden yabancı isimlerle doldurduğumu düşünüyordu, ama bunu kırılmamam için bana açıklayamadığını biliyordum.
"Boş ver!” dedim, "Hem üstelik şüpheli şahıs cinayeti işlemek için 9. Caddeye yöneldiğinde Mahi Azadecuy ile Liz mektuplarını daha yeni bitirmişlerdi!”
"İşin yok mu?” dedi Mihri Mah. Onu duymamış gibi..
"Israrlıydı karşıdaki!” dedim, "Puslu camlardan dışarı bakıyordu Cemşid. Telefonun zili çalıyordu terlerken; sıkıcı bir terlemeydi bu. Yaz sıcağının bunaltıcılığı şehre bir veba gibi bulaşmış gitmek nedir bilmiyordu, yapış yapış olmuştu üstündekiler.
Telefonlara düşmanlığı vardı Cemşidin, sevgilisi deniz aşırı bir ülkeye gittiği günden beri. Belki daha da eskiydi bu saplantısı. Gelgitler yaşamaktaydı bu yüzden.. Rüyalarında da kırmızı telefonlar görmeye başlamıştı, kırmızı telefonlar rüyalarında da durmasız çalmakta, karabasanlar gördürtmekteydi ona."
Yine;
"İşin yok mu senin?” dedi Mihri Mah, "Bu gün hiç şeker yapmayacak mısın?”
Kendimi sözcüklerin şiirsel akışına öyle bir kaptırış kaptırmıştım ki; beni böyle bir rüyadan -bu Şehrazat bile olsa!- uyandırmasını istemiyordum. "Telefonun zili çalıyordu bir kadın siyah giyinikken!” dedim.. "Puslu camlardan Galata Kulesi'ne bakarken. Kayıttakiler martı seslerine karışıp gidiyorken!” Durup Mihri Mah'ın yüzüne baktım, bu sefer o da anlattıklarımı beğenmişti ki sesini bile çıkarmıyordu. Gözlerinde yine o ışığı gördüm. Masmavi gözlerindeki derinliğe sözcüklerimin ulaşamayacağını düşünerek acı çekmeye başlayan ruhumu, hangi sularda doyuracağımı ben de senaryo kahramanım gibi şaşırmıştım. Işığın nereden geldiğini hep şaşıran kahramanımdan benim de bir farkım yoktu aslında. Ama "G. telefonu açmamakta ısrarlıydı!” dedim.. "Ardında ne bir not ne de bir pusula bırakmadan çekip giden kadının soyu Şehrinazken, sudaki yansılarını gözleriyle avuçlamaktan başka bir şey yapmadığı o Perşembe akşamını düşünüyordu bu sefer Cemşid’in.. O sırada Ofisteki Zenci puslu camlarda eriyip tükenen gölgesine bakmaktaydı siyah giyinmiş kadının! Kaçış yoktu bundan! Zil sesi kulaklarında tok sesler bırakarak ötmesini sürdürüyordu! Almacı sağ eline alıp kulağına götürdüğünde "Alo....Kimi aramıştınız?” Diye sormuştu yaşlı kadın.. Tahmin etmeliydi aslında!. Kadının tiz sesinden çıkarmalıydı kötü bir şeylerin olacağını? "Pürmaye orada mı?” diye sormuştu!”
Cemşid, "Ben Pürmayeyi aramıştım.." Sonra kadının yanıtıyla yıkılmış, her şeyin sonuna gelmişti. Bir senaryonun sonu da denebilirdi.
"Ne senaryosu?” diye sordu Mihri Mah.
"Yazmaya çalıştığı bir senaryonun sonu!" dedim.. "Her şeyin sonu, kendinin bile!” O sırada Almaç elinden kayıp yere düşmüştü. Ne diyeceğini bilemiyordu. Bunu neden yaptığını da!
Kiyanüs’ün gürlek sesini işitene kadar sürmüştü bu bocalayışım.... "Şeker bitti...." demişti Kiyanüs, "Çabuk şeker gönderin buraya!"
"O sırada eriyip tükenen gölgesinin peşinden koşuyordu Cemşid." dedim.. "Kim bilir kaç gün kaç gece yürümüştü! Mağara Arkadaşlarını bulana kadar sürecekti bu çetin ödevi!”
"Zorlu savaşımı mı?” diye sordu Mihri Mah.
"Evet! Tam da senin düşündüğün gibi!” dedim.. "Umutsuz değildi hiç! Özlediği şeylerdi bunlar! Yağmurun Efendisiydi onu çağıran! Çünkü yüreğinin kapısını aralayacak anahtarlar ondaydı “Sözcükler Üzerine Kaygılar” kitabını yazmaya karar verdiğinde Şehrazat’ın mavi gözlerinde çakıp sönen ışığı, o bir anki parıltının senaryosunu yazmak istiyordu aslında! Cemşid Cendel ve O merdivensiz ve aylı sokaklarda yürümeyi çok seviyorlardı! Ve hep anlatılan Şehri Yarkent’teydi akılları, akıllarını Buhara’dan alabildikleri zamanlardan bir zaman içindeydiler o an."
"Niye?” diye çıkıştı Mihri Mah, "Niye akılları oradaydı?”
"Kendilerine komşu sayılsa da!” dedim, "Çünkü gidemeyecekleri bir yerdi onlar için!” Sonra yüzüme merakla bakarken Mihri Mah.. "Düşünsene bir!” dedim, "İsmini anmaları bile yasak edilmişti onlara!”
Sonra bir sessizlik oldu, hiç konuşmadan, ikimiz de uzaklara dalıp gittik. Gittiğimiz yerlerde kendi hayallerimizle uğraşıp duran iki kaçkından bir farkımızda yoktu. Bir genç kızın hayallerini düşündüm; mavi gözlerinin derinliğinde kaybolup giden senaryo kahramanımı düşündüm; ama ona verdiği değeri hiçbir zaman anlatamadığı için yanıp kahrolan kahramanımın sonunu, daha şimdiden ben de merak etmeye başlamıştım.
Paydos zamanı gelip çatınca Mihri Mah "Yine görüşürüz!” deyip gitti.
Depodan en son ben çıktım; bahçenin karanlığında kertenkeleler zıplamaktaydı, kaldığım yer deponun arka tarafında şimdi kullanılmayan büro gibi bir yerdi; burayı bana tahsis etmişlerdi. Yürüdüm Şehrazat'ı düşünerek.. yüzü siyah aynamda bir belirip bir kayboluyordu.. Aylar önce Bilgi İşlem Merkezi’nden çıkarken karşılaşmıştık; sonra o reyonların arasına dalmıştı, sonra bir anlık yanılsama diye düşünmüştüm, sonra kalabalığın içinde yine göz göze gelmiştik, sonra Kiyanüs bizi tanıştırdı, burada ne iş yaptığımı sordu söyledim; ilk başta inanamadı, karşımda duran balıketlisi kadın Şehrazat şaşırdı; bir zamanlar yazarlık yaptığımı, çeşitli sanat evlerinde çalıştığımı, Taşkent'te bulunduğumu anlattım, beni dinledi. Sonra;
"Hiç olacak bir şey mi?” dedi, "Şeker yapmak sizi sıkmıyor mu?”
"Hayır!” dedim, "Tam tersine!”
"Nasıl?” diyebilmişti şaşkınlıkla.
"Bunda anlamayacak ne var!” dedim, "Rahatım yerinde!” Aklıma Şehrinaz geldi, bunun benim için bir kaçış olduğunu bilmiyordu, ona her şeyi nasıl anlatacağımı da bilemiyordum. Giderken "Tanıştığımıza memnun oldum!” dedi, kartını uzattı; üzerinde ofisinin adresi yazmaktaydı, "Beni ararsan sevinirim!” demeyi de unutmadı.
Odama çekildiğimde kimse gelip gitmiyordu, Kayıt cihazının düğmesine dokundum, sesleriyle karanlıklarından çıkıp geldiler, cihazdakileri dinlemeye başladım..
SES: G.." Ben kendimin en ucuz komedisiydim...."
Ses: "Peki Cemşid.."
"Kendine haksızlık ediyorsun!"
"Kimdi!”
SES :G.. "Hiç."
SES: G.."Bir dost..Amerika!”
SES: G.. "Boş ver.."
SES: G.." Önemli değil."
"Çok heyecanlı oluyor anlatsana... Hadi ama!”
SES : G.. "Dik başlılığının ve diyanizosun farkına vardığında, dehşete kapılmıştı Cemşid. Sofistike gibi görünse de, o, hiçbir zaman yaşanan dünyanın acısını çekmemişti. Kafasındaki dünyanın düşleriyle yaşamış; bu düşlerin acısını çektiğinden, rahatlıkla, ona düş dünyasında yaşayan biri denebilirdi. Bir gün ayna kırılmış; gerçek yüzüyle karşılaşmıştı. Bunun için belki de öfkesinden kudurmaktaydı, ama ne yapacağını bilmiyordu. Peşine düştüğü dünyanın bütün sırları da “Sözcükler Üzerine Kaygılar” kitabında yazılmıştı aslında. Kaybedeceği bir şey yoktu, parçaları bir araya getirdiğinde üzerindeki lanetlenmişlikten sıyrılacak, kendi olmayı başaracaktı. Buna benzer çok şey işitmiş, çoğu insandan beş aşağı beş yukarı aynı şeyleri dinlemişti; ama kendisi yaşamadan hiçbir şeyin sırrına ermeyeceğini çok iyi biliyordu..."
Kayıt cihazındakiler bittiğinde kendime ancak gelebildim; dışarı çıkıp yürümeye başladım; marketin olduğu caddenin solundan, markete varmadan sağa döndüm, aşağı caddede dalgın bir halde yürüyordum.. Şehrazat’ın Pm Ofisi önüne geldiğimde durup vitrine baktım.. neden böyle bir yanılgıya düştüğümü sormasından çekindiğim için, bahsi çabucak kapattığım geçen cumartesi akşamını anımsadım.
"Hiç gelmeyecek yolcular içinde o kadını, tren karanlık tünele dalarken bir an görür gibi olmuştu." demiştim, "Su kemerlerini, eski köprüleri, artık kullanılmayan bu eski tren yolu hattı üzerinde zamansız bir serüvene kendini kaptırmış hafta sonları tıklım tıklım olan banliyö trenini yine o ağaçlıklı yolun kıyısından çıkarak geleceğini, siyah pelerinli kadınla halası aynı kompartımandalarmış gibi gri pencerede kalan yüzleriyle ona el sallayacaklar, o da, yüzünü bir mutluluk perdesi sarıp sarmalamadayken, yeni bir rüyaya açılırcasına peşlerinden gitmeyi unutmayacaktı. Vagonların boşluğunda çingene kızının parlayan kedigözleri son bir kez daha çakıp sönerken, bunlar bir intiharın papatyaları olabilir miydi? Sonra kenara çekilip bir ara ne yapacağını bilemeyerek deponun loş ışığı altında yürüyen gölgeye takılmıştı gözleri, çok geçmeden onun Cüce Kasap olduğunu anlamıştı. ‘Ferzenizm Kitabı’nda yazılanlar derinden etkilemişti. Dışarı çıkmak için sabırsızlanan genç kadının gözleri ondan bir zaman daha ayrılmayıp, aynı yere baktılar.. ince, uzun boyuyla göz doldurmaktaydı hemen. Sonra büyüleyici mavi gözler geliyordu. Çingene kışından geriye kalan bir bunlar değildi. Havada tuhaf bir sessizlik okunmaktaydı..."
Durup yüzüne bakmıştım, aynadan görünen profili çok güzeldi; ilk kez onu bu kadar etkilenmiş görüyordum, sesini çıkarmadan beni dinlemesi hoşuma gitmişti. Bütün bunları kendi kafamdan uydurduğumu düşünmesini istemiyordum.
Yaşadıklarımla iç içe geçmiş örüntüler, kim bilir Şehrazat'ın imgeleminde nasıl çağrışımlar yaratmaktaydı. Hayatın basitliği ve şaşırtıcılığı da buradan kaynaklanmaktaydı aslında. Onun da bunları görmesini sağlamak için giriştiğim çaba, ileride mutlaka başka bir biçime girmiş olarak ortaya çıkacaktı. Yoksa yine düş mü görüyordum? Düşleri olan bir insan olduğumu öğrenince tepkisinin nasıl olacağını bile bilmiyordum. Şehrazat'ın yüzüne sinen bilinmezlik nedense beni tedirgin etmeye başlamıştı.. ama yine de anlatmayı sürdürmüştüm;
"..ıssızlık genç kadının başını döndürmüş olmalıydı.. bütün dengeleri altüst eden gücün karşısında solukları kesilmiş, elden ayaktan düşmüşlerdi. Kapı açıldığında kurban olarak seçilen hangisiyse onu alıp götüreceklerdi. Ama bunun çabucak yerine getirilmesini istemekteydiler, beklemek kadar yorucu ve de üstelik ürkütücü bir şey olamazdı onlar için. Buna razı olmaktan başka çareleri kalmamıştı. Bir aileyi uçurumun kenarına kadar getiren Ayaklı Duvar Aynası’nın karşısında onun gibi yüzüne bakıyor.. gözlerinin kenarında mor halkaların biriktiği, su halkacıklarının şapırdamasıyla kirpiklerini oynatan ay yüzlü kadının fildişi gövdesi, aynalardan süzülerek karşısına ilk kez çıkıyormuş gibi onu esir alan görüntüye tamamen bağlanmış bir insana daha fazla acı çektirmelerine karşı koyamadığı için, odadan çıkmak istiyordu. Su kütlesi, dev bir akvaryumun içinde soluklandıkları dünyalarını yakıp yıkmıştı. Kayaların başladığı çizgide yosunların örtemediği üç şekil, kadının dudaklarındaki kızıllıkla örtüşmüş bir tavşan bilmecesine benziyordu daha çok. Kilerinden alınmış belleklerine yeniden kavuşmanın hazzı bu olmalı; gövdelerini gevşeterek uzun zaman aktığı kanala geri dönmek başlarında esen kavak yellerini ne de çabuk dağıtıvermişti hemen öyle.. şaşkınlığını gizleyememişti bu yüzden. Bronz tenli kadınların kutsamak için tütsü yaktıkları gece, dolgun memelerinin titrek gölgeleri kumulların üzerinde dolaşıp durmuştu bir zaman.. nehrin iki yakasında da aynı izlere rastlanması onları şaşırtmak için konulmuş bir tuzaktan başka bir şey olamazdı. Acısı yüzüne vurmuş çocuğun gözyaşları kristalleşirken, yarasaların kayaların tepesinde çığlık çığlığa uçuşmalarının hiç de iyiye yorulacak bir şey olmadığını, genç kadına anlatmanın yollarını arıyordu. Bir yolu olmalıydı bunun.. Aralarına dil girince, diyaloğu kafasına takmaya başlamıştı son zamanlarda; Destigayp diyaloğun peşine düşeli yemeden içmeden de kesilmiş, elini eteğini dünya işlerinden çekmiş, içini oyan huzursuzluğu dindirmek için kapılar aranır olmuştu.. Kasabın karısı da huzursuzdu anlaşılan.. yüzünü bahçede çalışan bahçıvana çevirmiş, eski konsülün daha önce karanlık salonun girişinde durduğunu, ama nedense bir gün.. Büyük Hala, evin hizmetçisi olan Dadaruha onu kaldırttığını söylemeye çalışırken, bahçıvan karanlıkta kaybolup gitmekteydi. Dahası yemyeşil çimenler limonluğun başladığı yerde sona eriyordu. Bahçıvan kılıklı adam, çiçeği burnunda kız çocuğunun canavar ruhlu bir insan olduğunu, Evin Hanımı’nı öldürmek için o geceyi banliyöde geçirdiklerini, sonra aralarında gizli bağın nasıl geliştiğini, o yılları sinema perdesine yansıtmanın güçlüğünden dem vurduğu bir sırada Sinemacı Dayıları’nın büyük bir olasılıkla o insan olabileceği akla en uygunuydu. Yine onun söylediğine göre, Lübnan Selviler’ini Evin Hanımı çok sevdiği için güneyden getirtmişti kocası. Daha sonra İtalyan Kavakları’yla karşılaşınca kenara çekilen Destigayp .. sinema afişlerine bakarak zaman kazanmaya çalışır gibiydi. Beyaz tavşanlarla oynayan kızın yüzünde yine aynı ifade okunmaktaydı. Destigayp’ın sır olan öyküsünü anlatan kitabı eline alıp da bölüm başlıklarına sırasıyla göz gezdirdiği bir sabah, hayatlarına iz düşüren ışık böylelikle açılmış oluyordu bir yerde. Şehrin kızıyla kitabın hiç denenmemiş yerlerini bulup işaretledikten sonra çıktıkları yolculuk kapısını aralayan kimdi peki?.. Cemşid bunun huzursuzluğunu yaşamış bir insan sayıldığından, Destigayp, kadının şimdiki rahatlığına bir anlam veremiyordu. Ama bütün bunlara bir anlam veremeyen bir o değildi, umutsuzluğa kapılmadan yürümek istiyordu aynı yoldan.. Ama mutlaka Destigayp, açılan ışıklı kapıdan yürüyerek kendi sonuna kavuşacağının işaretini almış olmalıydı. Şehrinaz’ın davetkâr bakışları karşısında kim olsa dayanamaz, Destigayp’ın yaptıklarının bir benzerini yapardı herhalde. Demek ki Şehrinaz, Cüce Gave ile birlikte Şehrazat’ın hayatına yön verebilecek kadar onu etkilemeyi başarmışlardı. Çok sonra, vitrinin camlarında dalgalanan o yüze çok fazla baktığı o akşam, köşkü terk edip bir daha geri dönmeyen insanın aileden biri olduğuna inancını sürdürmekte kararlıydı Destigayp.”
"Sonra!” demişti, "Ona ne oldu?”
"Bunlardan çok sonra giderek şiddetini artıran bir savrulmayla her şey bir anda altüst olmuştu." Yanıtını vermiştim, "Ölü, sararmış yapraklarla dolup taşan kaldırımlar, bir cenaze sonrasının ıssızlığını gösteriyordu. Bir resim gibi duran içi geçmiş kadının gözlerinden mavi suların boşaldığı bir anda, su arkında şişmiş cesediyle karşılaştıkları insan, küçük kızın babası olamazdı. Kompartımanların camının birini aşağı indirip, sonra da kollarını makas biçiminde birbirine kavuşturan kızıl saçlı kadını gözleri bir yerlerden ısırmaktaydı ama tam yerli yerine oturtamadığı imgesiyle başı dertte gibi görünüyordu.. belleğinin siyah-beyaz filminde yağmur altında feci halde ölenleri, sonra yaralı boğazından kan fışkıracağı anda nutku tutulmuş kadını da çarpıtması, hiç olacak bir şey değildi her şeyden önce.
Telefon çalarken ürpermiştim, Şehrinaz olabilirdi... Şehrazat kuşkulanmıştı, yüzüme imayla bakarken.. ona DİYALOG adlı bir senaryo yazdığımdan söz etmiştim. Olaylar telefonda geçiyordu... Ses üzerine kurulmuştu kurgu... Başaracağımı sanıyordum... Adına..'TELEFON AŞKLARI’ bile denebilirdi..
"Biliyor musun?” demişti Şehrazat, "Gizemli ve büyülü birisin.. bu çoğu insanı korkutabilir!”


-III-
C../cd Civilization yazdıktan sonra yine karşıma C.. CIVILI ZATI ON yazısı çıkınca, düşünmeden aynı devini mekanizmasının sonucu olarak, Mavi Tuna'nın kuşku bürümüş gözlerini hiçe sayarak 'entır’ tuşuna dokunmayı ihmal etmeyen, görev mesuliyetiyle dolu insan benden başkası olamazdı. “Küçük kareler şeklinde semboller göreceksin!” demişti, “ordular da bu küçük karelerle gösteriliyor, evet, harita üzerinde hareket ediyorlar, dünya haritasında şehirler var, istediğin yere şehir kurabiliyorsun!" sözleri Mavi Baykuş'u kışlık uykusundan uyandıran bir melodiye dönüştüğünde, karım Şehrinaz sırtı neredeyse yarılamış sayılırlardı.. bu da Titrek Göl’ün benzeşim alanına adım atmamı zorlaştırıyordu.. Işık, sonsuza akan ışık kümelerinin bir bulamacı olabilir miydi sonradan., Gölgelerden sıyrılıp kendime geldiğimde kadın yüzükoyun uzanmış şezlongda güneşleniyordu.. daha henüz hiçbir şeyin ayırtında değildi.. Mağara arkadaşlarını yitirdiği halde üzülmemişti, duygularını yitireli ve şimdi bu gövdeye hapis olalı şunun şurasında birkaç yüzyıl geçmişti. Antik yerleşim merkezinden uzak sayılırdı kıyı. Görünürde ondan başka kimseler yoktu, uzak koloniden gelmiş atalarının lanetlik arması boynunun tam çene bitişiğinde siyah bir nokta biçiminde belirmişti, ama fazla durmamıştım üstünde. Gözün yırtılmasını nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Karım Şehrinaz’ın bana olan güvenini sarsmak istemiyordum..ama Şehrinaz tepeyi benden önce çıkmış, sonra da gözden kaybolmuştu. Akşam karanlığı neredeyse çökmek üzereydi ve onun izine rastlayamamıştım daha. Yoksa yine o antik yapıya mı gitmişti, onu oraya çeken ne olabilirdi ki? Büyük Baba huzursuz görünüyor, ama bana bir şey belli etmemek için Türk Musikî’sinden bahsediyordu.. babaanne de sedirin başında ona bakıyor, torununun yaptığı şeye pek de akıl sır erdiremediği bakışlarından anlaşılabiliyordu.
Yine bilgisayar disketini satan genç çocuğa gitmişti aklım.... O zaman hep dinliyor, bellek oluşturmak için ilgimin dağılmamasına özen gösteriyordum. Civilization dışında başka bir şeyin uyarmasına ve beni alıkoymasına izin vermemek için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Daha başa gidersek..
Bilgisayar Oyunları satan mağazadan içeri girdiğimde.. "Size nasıl yardımcı olabilirim, acaba?” diye sormuştu genç, bakımlı, parlak yüzlü çocuk.. -sarışın olduğu için- belki hep o saplantım yüzünden, dönüp çıkmak istemiştim, camın ortasında kalmış yalnız makinelerin tıkırtısı, yüzükoyun yatırılmış o insan, kadının çığlıkları.. öfkelenen düşsel yaratıkların uykusunu kaçırmış olmalıydılar! Gözbebekleri akmış, kiminin burnu kopuk, kiminin ağzı ucubeler ordusuyla karşılaşmam benim için yeni bir deneyim sayılırdı.- kem küm etmiştim, nasıl söyleyeceğimi bilememiştim ilkin, onlar da ordaydı, yazmaya çalıştığım senaryo kahramanlarıyla bilgisayar cennetine teşrifim yeni sayılırdı!
Bazen gücümün yetmeyeceğini düşünüyordum, ama her defasında karım imdadıma yetişen bir melek oluyordu, kanatlarında soluklanıp duran iri cüsseli adamı bir şeylere benzetemiyordum Bir bakıma yenilgilerimin faturasını hep o kadına ödetmek isteyen bambaşka bir yüze bürünmem beni korkutuyordu, aynı zamanda eli kolu bağlı bırakılmamın da başka bir açıklaması yoktu, kısacası derinlerde yatan korkumun deri değiştirmesinden başka bir şey değildi. Bana başkaldırdıkları anı bile düşünmek istemiyordum.. Ölümlerine kandıkları için üzerime atlamışlardı, ne olmuştuysa bana olmuştu. Genç bir kız gözlerini hiç ayırmamıştı benden, caddenin köşesinde müşteri bekleyen orta yaşlardaki balıketlisi kadın da!
"Heybem senaryo dolu!" demiştim genç kıza sırıtarak, o, yalnızca alık alık yüzüme bakmıştı nedense. Geciken senaryoyu fark etmiş miydi? “Hayır, bunlarla bir yere varılamaz!” diyen emekli Kiyanüs’ün sözlerine katılmamak elde bile değildi. Pentagonun sırım boylu generallerine yine epey bir iş düşüyordu, ülkenin insanlarını aydınlatmakla sorumlu olan münevverlerin –bu sözcük kapımı ne zaman çalacak diye doğrusu az merak duymuş değilim- faturayı neden ağıra ödedikleri şimdi biraz daha iyi anlaşılıyordu. Karım Şehrinaz bu düşüncelerden çabuk sıkılmıştı, onun ilgi alanında olan şeylerin bir listesini yaparsak demiştim sırasıyla:
 1-- Agatha Christie Öyküleri.
2-- Bilim Kurgu Romanları.
3-- Türk Yazını’na fazla yanaşmazdı, onlarda hep bir öykünmecilik sezdiği için belki de basit ve uyduruk bulurdu.. daha çok psikolojiyi ilgilendiren şeylerdi. Korku bahsi de böyle açılmıştı Dehhak'ların evde. Kurgusallık kaşıntısı yalnızca onu çepeçevre kuşatmıştı, antik bir kazı yapacağı tutmuştu yemek sonrası. Düşüncelerimin sonu gelmeyecekmiş gibi nasıl da kaygılanmıştı Ernüvaz’ın yanında, gökyüzüne çekilmiş mavi bulutların gözdesi bir dumanla kuşatıldığımızda, konuşacak bir söz bulamayıp, yine annelerine kuşak olacaklardı. Önümde açılan pencerede bunları görüyordum.. daha ileriye gitmeyi göze alamamıştım, soğuk bir ter sırtımı sıvazlamış, kundağa sarılı bebeğin gözlerini oyan kadın da gelip yanımda durmuştu, huzursuzluk bütün aile fertlerini sarmış, hayat gerginlik ipi üzerinde oynanan bir Çin ruletine benzemekteydi, Büyük Baba rahatsızlığını gizlemeyen ilklerdendi, tabloda bu da vardı .. içimden, ‘Goya bizleri çizseydi bundan daha kötüsü çıkmazdı’, diye bir düşünce geçmişti, çocukların hevesini kursağında bırakan bir annenin hücumuna uğradığım pazartesi öğleden sonrası, market etiketlerini değiştirmekten neredeyse canım çıkmıştı. Kiyanüs, Pentagon’un sırım boylu generallerine laf atıyordu..
"Ne de olmazsa emekli biri Kiyanüs...." dedim, "Başka ne yapardı ki?!”
Dede Efendi erken gelen bir Beethoven’di bizim için Büyük Baba’ya bakılırsa! "Çok sesliliğe cumhuriyetle kavuştuk hele şükür!"
"Nereye koyacağımı bilemiyorum onları! Sıkıştım anlayacağınız.... Her an başkaldırabilirler ve dünyayı kana bulamaları benim yüzümden olur! Zaten dünya, senaryo kurgularını da aşan bir karmaşıklık arz etmiyor mu ki bu kadar düşünüyorsunuz?” diyen o kadını da gözü hiç tutmamıştı Prens'in, haddini bildirmek için dışarı çıkmasını beklemiştik, kapının önünde. Bekçi hiç şüphelenmemişti. Gölgelerimizin altında rahattık. Daha sonra Baykuş Gözlü Kadın çıkıp gelmişti , yüzüme bön bön baktıktan ve de söyleyeceklerini bir kalıba oturtma savaşını yengiyle sonuçlandırdıktan sonra;
"Hiç utanma yok mu siz de? “diye çıkışmıştı , "Onları böyle meydana dökmeniz hiç yakışıyor mu?" Pandomimin ağzı açılıyor, başkaları da açılan boşluklara yerleşmeyi unutmuyorlardı. Eşimin mesai arkadaşıydı kadın, bunun için bu kadar rahat konuşabiliyordu benimle, zamanın nasıl geçtiğini unuttum, Cücelerin yolu kestikleri o akşam, sabahı nasıl ettiğimi, karımın parmak uçlarında büyüyen zamanı, iki Girit Kuşu'nun memeleşen gerdanına uzanıp öylece kaldığım hayalin boşluğunu bu kadar çabuk atlatabileceğimi göremeyecek kadar, kadının siluetine dolanmıştı belleğim. Hatta beni nasıl tanımadığına şaşırmıştım..
Yüzündeki kibir bir şaşırtmacaydı, oynamayı seviyor olmalıydı. Şehrinaz'ın hatırına daha fazla üstelemedim, yürüyüp çıktım; dışarıda yağmur daha yeni yeni atıştırmaya başlamıştı, hüzün ve kusmuk ikisi bir arada şehre yeni bir ilham kaynağı oluşturan güzel bir ikili düşüncesini bu sefer tuttuğumdan gülümsemeden duramadım, sonra kendimi alamayarak onca insanın içinde ne düşüneceklerini umursamadan;
 "Oh, dear!" demiştim, "Sana inanmayan boşlukta salınırken amuda kalkmış bir maymun zencisidir!"
Bilgisayar ölüleriyle dolu bir mezarlığa gelmiştim sanki. Genç çocuğun pişkinliği yüzünden akan bir cennetti, Mefısto'dan çok, Kalvenizm’le yıkanmış jakobenliğin kokusu tütsülenmişti.. aynı şerbet tabakasıyla çağın rahmine akıyorlardı.. Tanrıların arabaları ölüm ve çıldırmışlık doluydu, Sevgi’nin parmaklan dişlileri arasında kalmış bir umutsuzlukta, kitapta daha fazla bir şeye rastlayamadığımdan buraları kendi hâyâl gücümle doldurma yoluna gidebilirdim ancak.
Şehrinaz bana gülüyordu, böyle bir senaryonun yazılamayacağını ikaz ettiği gün misafirlikten yeni dönmekteydik, yağmurun şıpırtısı kulaklarıma asılmış bir meme ucu gibi kaygan ve kışkırtıcıydı. Çarpışma ölüm kadar çarpıcı ve bellek sakatlayıcı olmayan bir imge yuvarlanmasıydı. Araba ve Cazibe konusu belleğime böyle yerleşmiş, Şehrinaz da seyirci kalmıştı. ‘Cendel’deki araba merakı, Araba Sevdası’nın yazılışından bu yana Türk insanının kafasını kurcalayan bir şey olsa gerek’ esprisine gülümsemekle yetinen Şehrinaz'a sonsuz şükran duygularıyla bağlı oluşum, birilerini yine incitmişti. "Yağmurun yine gülme krizi tuttu...." demiştim, Şehrinaz ne söylediğimi anlamamış; dik dik yüzüme baktı, “dikiz aynasında hayaller birbirine kavuştu, orada öpüştüler, gerçek hazza kavuştular”, dedim, dünya onlar için yeniden keşfediliyordu. Karşılaştıklarında ayna kırılacak sanmıştım, gerçek yüzüme, şimdikine, gelecektekine sahip olacağım yüze bakıyordum. Güzel ve hülyalı bakışlar çekilmedi önümden, yağmurun gülme krizine nasıl tutulduğunu anlattım, “kodlamada bir yanlışlık oldu”, dedim, “Şehrinaz'ım, sonumuzu kimse bilemez artık..”
Sirenler ötmeye başladığında tehlike çanları çalmaya başlayacak demekti çağın birey tekleri için. Yüzündeki Meryem'i seviyordum, dokunulmamış ve sözcüklerin dışındaki dünyaya kapalı alanda yürümek, en güzeliydi belki de çılgınlıklarının.. Nissan'ın iri cüssesi bunları kaldıramayacak kadar sivil itaatten yoksun bir dişliydi.. yosunlu dişlerinde kıvrılan hayat eşim Şehrinaz için tekin sayılmıyordu. Araba Sevdası tarihin bellek çarpıntısında yerinden oynamış yalama bir vida işlevi görmekteydi şimdi. Üniversite yıllarında da Cendel’de araba sevdasının uçlarını yakalamak o kadar güç olmamıştı benîm için, ne zaman Araba Sevdası’nın Türk Edebiyatı’ndaki yeri ile ilgili söz açılsa, lafı döndürüp dolaştırıp otomobillere getirmeyi seven Cendel’le arkadaşlığım üniversite yıllarına kadar dayanıyordu, bazı günler rüyalarına da mutlaka otomobillerin girdiğini düşünüyordum.
O yıllarda pirelerden çok korkarmışlar.. Korku'nun Tarihi üzerine bir araştırma kitabı neden yazılmadığı ciddi ciddi beni de düşündürmeye başlamıştı. Gülme Üzerine Bergson'un, daha sonra da diğer birkaç filozofun araştırma kitabı vardı, ama Şehrinaz;
" Yanılmıyorsam eğer" demişti, " Kemal Tahir'in bizim insanımız az güler sözünü hatırlatırım!". Daha sonra bunu yakın tarihten örnekler vererek süsleme yoluna gitmişti sevgili eşim.. Cendel’le ben de hala diretmekte kararlıydık, hatta işi biraz da pişkinliğe vurmayı ihmal etmeyerek.
Temkinli olmayı elden bırakmayarak;
"Bilgisayarda oynamak için oyun arıyordum!" demiştim sarışın tezgâhtar çocuğa, bir şeyler karıştırmak için buraya geldiğim kolay kolay söylenemezdi, kuşkulanılacak bir şey yoktu ortada. Renkli bir yolculuk için beni görevlendirmişler gibi içimden geçenleri açmaktan çekinmemiş, istediğim şeyleri bir bir sayıp Mavi Tuna'nın önüne dökmüştüm. -Neden Mavi Tuna adını takmıştım sarışın çocuğa anımsamıyordum, anımsadığım- "Tam sizin istediğiniz bir oyun!" demişti çocuk, "Geçen hafta geldi efendim., adı.. CIVILIZATION!” Bilgisayar disketi elimde mağazadan çıkarken, kasabın kuşku dolu bakışları gözümün önünde asılmış yuvarlak ıslakça bir toparlağa benzemişti. Şehrinaz'ın surat astığı günler birikerek üzerime aktığından, akıntıda boğulup gitmiş bir münzeviyi andırıyordum daha çok. 'Münzevi Ağladığında' şarkısını söyleteceği kız çocuğunun son günlerde morali bozuktu dedim, bu yüzden ona açılmakta bir hayli zorluk çekmişti. Annesi pencereden yağmurlu caddeye bakıyordu, demir yolu raylarının kavşaklara ayırdığı ve yolun bir yerde düğümlendiği cadde sabahın erken saatleri olduğu için belki de bomboştu. Sarı yağmurluklu kadın limana inen sokağa sapmak üzereydi, annesi yine kederliydi, dindar bir kadına bu kederi yakıştıramıyordu, kulakları yine ezan sesinde olmalıydı –ezan mı sala‘mı belirsiz aslında, sanırım son zamanlardaki sala duyarlılığım genetik bir aktarım..-, kanatlanmış uçuyorlardı düşünce sinekleri ve sinekli Tanrının hediyelerine kavşak yapan eğrinin üzerindeydi hepsi. Uykularından uyanarak saf saf önünde dizilmişlerdi. Çocukları kıskanıyordu. Tuhaf bir biçimde kadın ortadan kayboluyordu. Bilinci sakatlanmış adam da peşine. Varlığıyla yokluğu birdi her zaman.. Sanki silikliğini kanıksatmıştı hayat ona, bilinmezliğine yollanmış bir çöl kahramanı, sonra bulunan ağız hiçbirinin kulağına uymamıştı. Yaşadığı dünya ne kadar ilginç olmalı diye kuşku çemberine tutunan bir insanı andırması O'na daha da ilginç gelmeye başlamıştı.
*** *** ***
Nissan markalı arabaya doğru ilerlerken., caddenin her zamanki olağan kalabalığı cinlerimi tepeme getirmeye yetmiş de artmıştı bile. Köşe başında müşteri bekleyen kadından bir iz bile yoktu, gördüğüm şey bir hâyâl olamayacağına göre, kadın bulduğu müşteriyle gitmiş olmalıydı. Ardındaki boşluğa takılmıştı gözlerim, yıvışık akıntıya benzeyen kaşıntının önüne geçmek hiç de o kadar zor olmayacaktı. Mankenler sıraya girmiş cam podyumda yürüyor, ruhların ellerinde eğittikleri kameraların gözde varlıkları onları bir kez daha kutsadığından gözlerinden mutluluk ışıltıları yayıyorlardı, gözlerin üzerinde etiketlenmiş firma adlarından çok bir coşkunun ikiyüzlülüğüydü onların ki.
Ama yılmamıştım işte.... "Demek öyle!” demiştim başımı sallayarak, "Düşman şehirleri işgal edip, onları ele geçirebiliyorsun!” Tam o sırada daldım, yüzüm aynanın arkasına savrularak çarpıldı, kendimi bulduğumda neredeyse tanınmaz bir hale gelmişti..ürkütücü bir hâli vardı, bu yüzden kim olsa korkardı, ilginç bir değişim geçirmişti.. Mavi Tuna'nın eli tezgâhın altındaydı, disketlerden sonra broşürleri de çıkarıp bir reçete yazmakla meşguldü o insana sanki. Solukları düzenliydi, heyecanını yenmiş bir insanın soğukkanlılığıyla hareket etmekteydi dışarıdan bakıldığı zaman.. Bir ara oradakilerden de, yaşanan her şeyden, dünyadan bağımızı koparmış.. baş başa vererek sohbete dalmıştık. Sanki çok önemli şeyler konuşuyormuş gibi -ama yine de kimseye çaktırmadan- ben sormuş, Mavi Tuna'da elinden geldiği kadarıyla yanıtlamaya çalışmıştı sorularımı....
"Bütün medeniyetleri yok ediyorsun ne güzel. Daha sonra uzayda bir koloni kurmaya geliyor iş.... M.S. 2050 yılına geldiğinde oyun kendiliğinden bitiyor, oyunu bitirebiliyorsun!”
Zatıâlileri bu kez yanılmıyor diyecekti, bilgisayar oyunundan esinlenerek senaryonun gitmeyen kurgusuna ışık tutmuştu farkında olmadan, enine boyuna düşündüğüm halde burası neden gözümden kaçmıştı anlayamıyordum bir türlü, ama şimdi yüreğim rahattı, yine de üzerine kuşkuları fazla çekmemek için senaryodaki gibi yumuşak bir sesle, karşısındaki insanı ürkütmeyecek saflığıyla; "Bitmesi şart mı?” diye soran da bendim, bir başkası değil! Zatıâlileri bu kez yanılmıyorlar....Bu kez yanılmadığımı görecekler, hepsi özür dilemek zorunda kalacak benden.,...
"İsterseniz açıklayabilirim!" diyerek hayallerimi yarıda kesmişti Mavi Tuna. Sonra bilgiç bilgiç açıklamıştı.." İstediğin kadar sürdürebilirsin. Hepsi senin elinde, sonra tuşlara benim değil senin elin dokunacak .." İsa'nın dediği gibi Tanrı’nın eli onlara orada dokunacak ve yer ve zaman ve tarih silinecek.. ta ki kendileriyle baş başa kalıncaya kadar. Olur ya bir işim çıkar, oyunun da en heyecanlı yerindeyimdir, o zaman ne olacak diye çıkıştığımda gerçekten de kendimi bu oyuna kaptırmış gibi görünüyordum.. sıkıntı içerisinde olduğumu gizleyemediğim için suçluluk da duymaktaydım. Ama yine de birkaç dakika sürdü bu sıkıntı, çabucak sıyrılıp yine eski şen hâlime döndüm. Sonunu düşünmediğim bir yolculuğa çıkmakta kararlıydım. Mavi Tuna, müşterisinin yapmacıktan uzak incelikleri karşısında bir an afallamıştı, ilk kez böyle biriyle karşılaşıyordu sanki. Samimiydim. Bu tiplere artık senaryo sayfalarında karşılaşıldığını biliyordu, kim bilir hangi senaryo kaçkınıydı, ya da oynamayı seven bir çılgın.,... Kadının karşısında diz çöken Raskolnikof samimiyetiyle, aynı kefeye konulacak istismar bir senaryo yazılarak kefaretini ödeyebilirdi ancak. Böyle bir insanla karşılaşan Mavi Tuna belki de bu yüzden müşterisini daha fazla oyalama gereği duymadı . Kimselerin olmadığına iyice emin olduktan sonra, eğilip kulağıma "Oyunu kaydedip, sonra devam edebilirsiniz!” demişti. Kendilerini konuşmaya kaptıran bu iki insan etraflarında ne olup bittiğini göremiyorlardı artık.
"Sizden özür dilerim!" dedim, "Epey vaktinizi aldım .." Tam da toparlanmış gidecekken gözüm broşürdeki rakamlara takılmış, artık her şeyi göze alarak "Affedersiniz!" demiştim sesimi biraz daha incelterek.. "Bu rakamlar neyin nesi!”.
"Şehirlerin derecelerini belirtiyor!" demişti Mavi Tuna.
"l'den 25'e kadar ama!”
"Evet, şehirlerin dereceleri l'den 25'e kadar!"
"Neden, acaba?”
"Şehirlerin gelişmişliğini göstermesi için.,"
"Şehri eline geçirdiğin zaman, o şehrin zenginliğini de ele geçirmiş oluyorsun!”
"Peki, bu kavgalar?” dedim.
"Danışıklı dövüş gibi” Başını önüne eğmiş konuşuyordu.. "Hayır, hayır.... Casus diplomatlarla yabancı ülkede isyan çıkartabiliyorsun. Evet, bir teknik sorunu.. Ajanlarla teknoloji çalabiliyorsun.,..."
Ne tuhaf değil mi, casusluk düğmesine bastığında silindir şapkalı, diplomat kişiler beliriyordu ekranda..
"Ancak bunlarla gelişebilirsin!" sözleri hala kulaklarımda çınlayıp durmaktaydı sanki. Bir an yine sessizlik olmuştu, ikimiz de hiç konuşmadık, gözlerimdeki ışığa bakamamıştı Mavi Tuna. Etkileri hakkında açıklamalara giriştiğinde yağmura davetiye çıkaran yalnızlığının parmakları, "Zaman’ın Parmakları!" anlatısındaki eğimle aynı parabolde birleşmişlerdi. Yasef’in son duasıydı bu! Köşeye sıkışmış farenin nokta olma tutkusuna bir çözüm getirmedikçe kedilerin baş dönmesi anlaşılamayacaktı hiçbir zaman.. Uçmayı yeni öğrenen serçe kuşun yavrusu da, aynı sapanın taşına endekslenmiş ömrünü bu yavaşlıktan çıkarması için, toplumun batıyla aynı değişimleri geçirmesi şart mıydı?

Karımın beni beklediğini nasıl oldu da unuttuğuma köpürmüş, kendi kendimi ilençlerken Mavi Tuna'nın şaşkın bakışları gözlerimin önünden hiç gitmemişti bir zaman, arabanın içindeyken de aynı bakışlarla cedelleşmiş, ne yapacağımı bilememiştim o sıra. Teybi açmakta bulmuştum çareyi. Psikolojiyi şöyle etkiliyordu:
 1-- Acayip bir yönetme, yok etme, ezme hırsına kapılıyorsun!
2-- Devletin toplumu kendi çıkarı için kullanan bir güç hâline gelişini görüyorsun.. ama şehirde yaşayanlar için bir şey fark etmiyor.
3-- Yok etme ve Gelişme.. Devlet toplum için değil, toplumun devlet için var olduğunu anlıyorsun
4-- Artık insanları rahatlıkla göz ardı edebiliyorsun. Evet, insanların refahını yok saydığın için , oyuna kapıldığında bunları görmezlikten gelmeye başlıyorsun!
Sonra göz yırtılmıştı, makinelerin sesi duyuluyordu, korkunç suratı bir insana benziyordu, yüz yüze nasıl oturduklarını anlayamıyordu doğrusu. Yırtılan gözün ardında o dünya açılıyordu, eski dünya hayal meyal gözlerinde tütmekteydi, GÖLGESÎZ ŞEHİR'e gelmişti, insanların mutlu olduğunu sanıyordu, ağızları ve burunlarından çıkardıkları hava kabarcıklarını başka neye yorabilirdi ki? Kadın yine tatminsizdi, erkekle kadının arasında bir ırmak akmaktaydı, bağbozumu zamanı olmalıydı.. Birbirlerine karıştıkları zaman göz daha da yırtıldı, ürkünçlüğü öldürememişlerdi, bu sefer kesici aletleri deneyeceklerdi. Yosunlu duvarda Goya'nın bir resmi asılıydı, kadın ona baktıkça memeleri büyüyor, bir ahtapota benziyordu daha çok. Ahtapotun kolları şehri sarmıştı, kaçışı olmayan bir yöne savrulmuş gövdeleri yeni hayat bulmuşçasına birbirine sımsıkı kenetlenerek bir zaman kaldılar öylece. Sonra kadın, gözbebekleri akmış yaratıkların yanına gitti, Ahtapotun kanını emmesine müsaade eden Yemliha'nın İkizi olmaktan memnundu. Soyunun lanetini bundan böyle boynunda taşıyacaktı, ona bakanlar bir daha unutamayacaklardı, hayatlarının yettiği çizgi silinene dek, hep onu sayıklayacaklardı.. ahtapotun yumuşakça kollarından sağılmış bir şehre gidenler aletlerini ateşlemeyi unutmuşlardı, bir zerreciğin yaptığı şey akıllarını başından almıştı, Komutan Dehhak geldiği şehri haritadan ne zaman sildiklerini bile öğrenememişti, belgelerinde ve tutulan kayıtlarda göze çarpan önemli bir bilgiye rastlayamadı.. Kötümseme, şıklara ayrıldığında yapışkanca sıvı kasıklarının orasında iğreti bir biçimde dolaşıp durmaktaydı. Kaşıntısını azdırmasından korkuyordu, onun için pek el sürmedi. Dünyaya böyle bir yalnızlığı bağışladığı için mutlu olmalıydılar!  Bellek yitimine uğrayan insanlar topluluğunun yaşadığı GÖLGESİZ ŞEHİR ‘in ilk kayıtlarda adı Şehr-ı Yâr olarak geçmesi, Komutan Dehhak'ı yine de düşündürüyordu. Babasının anlattığı şeylerle bir ilgisi yoktu gördüklerinin.. Onun uyanışı da soyunun lanetini kasıklarının arasında bir sıvı olarak taşımasını gerektirmişti. Belli ki bu bir cezalandırmaydı, ahde vefasızlıktan dolayı. Yeni kimliğini beğenmesi o kadar zor olmamıştı.. insan olduğunu unutacaktı. Gözleri iki derin kuyuydu, çağa eklendiği yerden kadınlar yürüyorlardı, meydanı bir mahşer kalabalığına çevirmişlerdi, çocuklar annelerinin gözyaşlarından dikilme gömleklerini sırtlarına geçirdiği gibi kendilerini parka zor atmışlardı.. Destigayp’ın gözü yine de yaşlıydı, makinenin pisliği bitmiyordu, kafasını kesmiş top oynanışlardı onunla, yetmedi mızraklarının tepesine dikerek meydan meydan dolaştırmışlardı onu.. Hüthütün kanatlarına bulaşmıştı bu kir. Yaşı olmayan, tarihi olmayan insanın yaşadığı yer de o tepenin sırtında yer alıyordu, mağarayı andıran bir kovukta günleri birbirine dolayarak yalnızlık gergefi işliyordu annesi Yemliha'nın parmak uçlarından., Sarıldığı ceset kimliksizliğinin iğneli fıçısı gibi bir şeydi. Bin yıllık bulutun altında Yasef’in gördüğü gözü aranıyordu Hüthüt.

Gözlerini emanet ettiği kadın, o kuyuda feci bir halde can verirken, ölüm hayattan bu kadar uzaklaştırılmamıştı, kamuya hizmeti sürüyordu anlaşılan.. Gözyaşının miladına gittiğinde hiç ummadığı bir şeyle karşılaştı. Yüksek Sıvı’yı ele geçirenler, deneylerini laboratuvarda sürdürmek için özel bölmeler yapmışlar, bölmelerin üzerinde de yine Hüthütün izleri silinmemiş, onlara kötü bir rüya olarak miras kalmış, yüzlerini görüyorlar aynalardan.

cemal çalık


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.

Kaynak-Keşif Algoritmalarında İlerleyen Çığ: Bilgi


"Bilgi herhangi bir insana topyekun olarak verilmiş değildir. İlk insan'ı ve son elçi'yi analizin kapsamında değerlendirmezsek, bilginin yerkürenin ömrü ve insanın varoluşu süresince yaşadığı keşif seyri, bize ardışık buluşlar dizini olarak görünecektir..."

Herhangi bir bilgi avcısı kendisinden önceki "doğru" tesbit edilmiş ve kanıtlanmış kanunları/yasaları bilmeye mahkumdur; aksi halde yapacağı herhangi bir keşfin kanıtlanabilirliği mümkün olmayacak ve yeni "doğru" sonuçlara ulaşmak imkansız olacaktır. Buna bağlı olarak,bilgi'nin herhangi bir insanın hakimiyet alanında olamayacağını görmüş olmamız gerekir. Zaten bunun böyle olduğu bilinmektedir...
 
Vurgulamak istediğimiz temel şey, binlerce bilgi avcısının evreni ve insanı anlamak adına yapageldiği çalışmaların hepsinin sonuçlarına bakarak değerlendirme yapmak zorunda olan modern çağın insanına, bilindiği sanılan hangi bilginin gerçeğe yakın olduğunu anlatabilmektir. Kuşkusuz insanın keşfettiğini düşündüğü bilgiler, evrenin ve varoluşun temel yasalarını tam olarak yansıtma gücünden yoksundur. Az önce belirtildiği gibi, tam yansımadan söz edebilmek için bilginin tümüne vakıf olan bir insan var olmak zorundadır. Her bilgi avcısı farklı bilgi birikimine ve bilhassa içsel/dışsal ön koşullara sahip olduğundan söz edilen anlamda bütünlük arz eden sonuçlara "insan"ın kendi başına ulaşması imkansızdır ve doğal olarak da gerçeğin insanca bilinen bilgilerle insan idrâkına tam olarak yansımasından söz edilemez...

Modern çağ, önceki çağlara göre daha katı olan bilimsel bilginin kabul çerçevesinden ve iletişimin gücünden yararlanan ve göreliliği kavramış bulunan bilgi insanını, evrensel gerçeğin yakınlarına ulaştırmaktadır. Önceki çağlarda çoğunlukla ön koşullarla insanlık hafızasında depolanan bol kusurlu bilgi, şimdi ön koşulları önemsemeyen bilgi avcılarının ürünü olmakta ve bu yeni bilginin kusurları azalmaktadır. Kusurlar azaldıkça da bilgi, evrensel gerçeğin yansımasına aracılık edebilmektedir...

Yaratıcı, son elçisiyle evrensel gerçeğe ait kesin bilgileri göndermiştir; ancak önkoşullar, insanın evrensel gerçeğin yansımalarını görmelerine engel olmuşsa da, insanın bilgiye olan ilgisi ön koşulların istenmeden de olsa ortadan kalmasını sağlamıştır. Son mesajı anlayabilmek için, insanın bugüne kadar keşfettiği ve bugünden sonra keşfedeceği bilgilerin tümüne vakıf olmak gereklidir. Bu sav, keşfe konu olan bilinen bilgi için kanıtlanmış örneklerle rahatlıkla desteklenebilir. Keşfedilecek bilginin verecekleri keşfedilmiş olan bilginin verdikleri gibi olacaktır. Bugün son ilahiîmesaj dünden daha iyi kavranabiliyorsa ve kavramak bir ödülse insan bu ödülü keşfettiği bilginin gerçeğe yakın olmasına borçludur...

Muhakkak ki; bir tek insan, bilinen bilginin tümüne hâiz olamaz; ama bilinen bilginin tesbit edilen sonuçları insanlığı topluca gerçeğe yönlendirecektir. İnsan biliyorsa, bildikleri onu gerçeğe yakına götürmeli,i nkardan uzaklaştırmalıdır. Bundan ötesi iblis'e hizmet eder.

seçkin deniz


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.

Klasikler; Ölü Adamların Sonsuza Kadar Süren Cinayetleri


Başlık çok sert farkındayım; yüksek edebî sosyete koordinatörlerine göre böyle bir genelleme yapmamam gerekirdi. Ama yaptım; bunu yapmamın benim için hiç sakıncası yok. Üstelik, klasik okumamış diğer herkes için de bunu yapmam sakıncalı bir şey yapmış olmam anlamına gelmiyor -unutmadan belirtmeliyim; başlıktaki klasikler sadece edebiyat kitaplarına işaret etmemekte, işin bu kenarına klasik felsefe, psikoloji, sosyoloji, tasavvuf, din ve siyaset kitapları da bulaşmakta; lafım hepsine uzanmaktadır-. Tesadüfen klasik okumamışları, birer maktule dönüşmemiş oldukları için özel olarak tebrik etmem de gerekmiyor; yaşıyor olduklarına şükretsinler. Tebrik edeceğim tek kesim, vakt-i zamanında ‘klasik okumayacağına’ dair prensip edinmiş olup da klasik okumayanlar olacaktır. O vakt-i zaman, dipdiri bir zihne sahip oldukları gençlik zamanıdır; o zaman geçtikten sonra yetişkinliklerinde klasik okumuş olup olmamaları önemli değildir -yetişkinin direnç noktaları sağlamdır, gözleri görür-. Zaten insan ancak gençliğinde katledilebilir; sonraki yıllarda her ne sebeple olursa olsun eceliyle ölür.

Hayır, öfkeli değilim. Ölüler ile maktuller beni neden öfkelendirsinler ki? Şu anda öfkeli olmamam, az sonra öfkelenmeyeceğim anlamına da gelmez -bu öfke kişisel değil, şahsıma panzer hazırlamayın lütfen!-. Mesele ölü yazarlar yani katiller ve maktullerle bitmiyor; katliamın sürmesi ve bu iğrenç cinayetlerin popularize edilerek sevdirilmesi beni öfkelendiriyor.

Her genç zihin, yüksek ökçeli tavsiyelerle klasiklerin sunaklarına kurban verilmek üzere şartlandırılıyor. Her kurban, bir sonraki kurbanı hazırlıyor bu katliama. Buna zerre kadar hakkı yokken; kendisi kendisi değilken; kendisindeki iğreti şeyleri yüksek değerler zannederek bir başka insanı felâkete sürüklüyor. Siz bile bile ölüme sürüklenenleri görünce, öfke damarlarınız alınmamışsa, öfkelenmez misiniz?

Haklı olarak sorabilirsiniz, basit ve masum bir okuma eylemini ve bu eylemden sonra olan şeyleri neden katliam, cinayet gibi vahşetin sıfatlarıyla dehşetli şeylermiş gibi anlattığımı. İki tip okuyucuda anlatayım meseleyi.

Öncelikle genel yargıya dönmüş bir önyargıyı çekip alayım dikkatinize: kitap okuyanlar çok iyi bilirler; okuyan gencin başlangıç zamanlarında her kitap, hele de birileri tarafından önerilmişse, içinde şeksiz/şüphesiz itaat edilmesi gereken büyük hikmetler bulunan bir hazinedir. Klasik tip okuyucu, bitmez-tükenmez bu hazineyi keşfedip o hazineden büyük feyizler alarak zenginleşenleri gördükçe, içindeki iman daha da büyür. Kendisi de o hikmet hazinesinden nasiplenmek adına kitap bitene kadar büyük umutlar besler. Hikmetinden sual olunmayan bu önyargı, zihne verilmiş bir afyondur ve ne yazık ki; bu afyon bir genel-geçer yargıdır; sorgulanamaz, itiraz edilemez. Kitap bu önyargı ile biter ve okuyucu kendisinde olması gereken değişikliği fark etmeye çalışır; lâkin edemez. Zihninin ilk tepkisi kendisini yetersiz bulmaktır ve kendisinde olduğuna kanaat getirdiği bu yetersizlik çıngırağı sürekli çalar ve çaldıkça onun açlığını arttırır. Kurban geri dönülmez entelektüel(!) bir yola girmiştir artık.

Öteki tip okuyucu –ben ona modern tip okuyucu demek istiyorum, onun hangi çağda yaşadığı önemli değildir, mesela Einstein-, daha başka bir okuyucudur; tavsiye almaz, bildiğini okur. Genellikle öğretmensizler grubundandır; klasik severlerin önyargılarından habersizdir. Hasbelkader dikkatine çalınmışsa bir tavsiye, alır okur ve kendi yeterlilik penceresine bakmayı aklına bile getirmeden kitap hakkında kararını verir; bu tip okuyucu tebrik edilecek okuyucudur. Ödülünü de hayattan alır; diriler kervanında hayatı fark ederek, insan olmanın ayrıntılarını ıskalamadan yaşamaya devam eder.

Klasik tip okuyucumuza geri dönelim; onun önyargıların kurbanı olduktan sonraki hâline bakmaya devam edelim ve bir ölüye nasıl dönüştüğünü adım adım izleyelim -yarı ölülerden bahsetmiyorum, bahsetmeyeceğim de; bana karşı duracak olanlar onlardır zaten; yarım yamalak anladıklarından ve eksik de olsa azcık farkında olduklarından esip gürleyeceklerdir-. Tavsiyeler birbirini kovalar, kurban okuduğu klasiklerle şiştikçe şişer. Kitaplardaki kahramanlarla özdeşleşir, tasvir edilen mekânlarda yaşar; olaylar ve diyaloglarla başka hayatların yokuşlarını tırmanır, başka aşkların nefeslerinde mest olur; acı çeker, sevinir. Bunlar olağan gerçekleşmelerdir, klasik olmayan kitaplarda da aynısını yaşarsınız; Ian Fleming’in James Bond’uyla klondaş olup 007 ile kodlayabilirsiniz kendinizi ya da Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu’yla aynı ata binebilirsiniz. Fakat mesele o kadarla sınırlı değil işte. Yazının en dokunaklı yerine gelip duralım ve gökyüzüne bakıp düşünelim. Diğerlerinde olmayıp sadece klasiklerde bulunan bu öldürücü güç nedir? Hakikaten öldürmekte midir? Öldürmekteyse bu nasıl bir ölümdür; okuyanlar heyecandan kalp krizi veya aşırı yüklenmeden beyin kanaması mı geçirip ölüyorlar? Hayır; ikisi de değil. Yazarı fâil, okuru mefûl yapan bu cinayette/katliamda gözden kaçanlar kanıtlar mesajlardır, mesaj sahiplerinin ruhsal durumlarıdır.

Nasıl yâni, yazarın ruhsal durumu ve verdiği mesajlar bir insanı nasıl öldürebilir ki? Değil mi ya, olabilir mi böyle bir şey? Klasik okur bu kadar çok etkilenecek ve kendi hayatına son verecek kadar ahmak mı? Hayır, ahmak değil; ölüme gittiğini fark etmeyen biri nasıl ahmak olabilir -ahmak fark edemeyendir-? O sadece bir kurbandır ve başına geleceklerden habersizdir. Güveni çar-çur edilmiştir, umutları heder edilmiştir, ama o henüz haberli değildir bundan; muhtemelen asla haberdâr olmayacaktır… Modern okurun böyle bir riskle karşılaşması mümkün değil mi, peki? Hayır, pek değil. Çünkü; ölümün ilk adımı kitap okuma hususunda tavsiye almaktır -tavsiyeyi illâ birinin yapması gerekmez, olgusal ve okulsal çevre doğal tavsiye kaynağıdır zaten-. O da tavsiye dinlemiyor, bildiğini okuyor. Okuduğunun büyük hikmetler içeren derya olmadığının farkında.

Bu nasıl bir ölümdür? Yeraltında Dostoyevski dokuyan biri ile Kafka’nın memur takıntılarına takılan okur nasıl bir ölümle karşı karşıya kalabilir? Nietszche’nin eski ve yeni ahit’in Tanrı’sını öldürdükten sonra kendisinin Allah’ına karşı nasıl diri bir tutum takınabilir? Freud’un cinsellikle boğulan ruhundan tedavi nağmeleri işitip de nasıl diri kalabilir? Karl Marx ile eşitliğin ve materyalizmin kollarında son nefesini verdikten sonra, nasıl iyelik eklerinde ruhunu arayabilir? Hele bir de İbn-i Arabî ile fenâ-bekâbillah’a ulaşırsa ölümü kaçınılmazdır. Vesaire vesaire.

Siz hiç ‘Ruhların Ölümü’ diye bir kitap duydunuz mu? Bulursanız hemen alıp okuyun -ne fayda henüz bu kitap yazılmadı-! Bu bildiğiniz bir ölüm türü değil; bu katliamda/cinayette okurların/okurun sadece ruhu ölüyor. Ama okur/okurlar bunu asla fark etmiyor. Sorduğunuzda size söylediklerinden bunu kolaylıkla anlayabilirsiniz; kitapların kahramanlarından ödünç alınmış duruşlar ve tasvirlerle sanal bir hayat kurmuşlardır, insanî ayrıntılardan uzak ve sürekli hayret eder bir tonda bakmaktadırlar dünya’ya -bu hayret farkındalığın hayreti değildir, ölünün dirilere bakışı gibi bir hayrettir-. Görmekten/gördürülmekten yaşamaya vakit bulamadıkları her doğal detay, insanlardaki her sıradan duruş ve her duygu onlar için ancak etiketlenecek kadar önemlidir, yaşanacak kadar değil. Bir ölü gibidirler; sevinçleri ve üzüntüleri yoktur. Aşkları sahtedir, kategoriktir. Ölü ruhlarının içindeki zihinleri de ölüdür; prototip hayatlar dışında algıları hiç gelişmemiştir/gelişmeye müsait değildir.

Mesaj sahibinin -veya yazarın- ruhsal durumu ve ait olduğu kültür, beslendiği/karşı çıktığı din yahut dinsizlik mesajın boyutlarını ve vizyonunu tayin eder. Kabaca, tüm klasikler hesap kitap işidir, deyip komplo pazarına dümen kırmayacağım, ancak ve fakat size minik bir sır vereceğim, ama önce bir soru sormak istiyorum: Sizce, şu anda -kitap basmanın balık tutmaktan daha kolay olduğu şu zamanda demek istedim- bir kitap yazsanız ve bu kitap mükemmele yakın bir kitap olsa onu yayınlayabilme şansınız nedir? Sorumu sordum, sırrıma geleyim; bu klasikler kitap basmanın apandisit ameliyatı yapmaktan daha zor olduğu o dönemlerde birileri tarafından siparişle yazıldılar, büyük hesap peşinde olanlarca finanse edilerek basıldılar ve aynı güçler tarafından yüceltilip öne çıkarıldılar. Tek amaç Dünya’daki ölü sayısını arttırmak ve Dünya’yı daha kolay yönetilebilir insanlarla doldurmaktı. Hesabın incesi bunu insanlara isteyerek yaptırmak ve başlarına geleni fark etmemelerini sağlamaktı. İnanmadınız değil mi?

Sıkı bir soru daha sorayım size; şimdi şu anda ülkemize saldırsalar, gençliklerinde klasik hâtimdârı olanlar hiç tereddüt etmeden ülkelerini savunmaya koşarlar mı -bu örneği süper milliyetçilik olarak algılamayınız, lütfen-? Tereddüt etmeden, dememde bir sebep var; koşacaklardır Cervantes gibi elbette, ama onun gibi savaş meydanlarına değil. Çok mu büyük bir iddia bu? Başlık kadar değildir emin olun. Ölü ruhların idealleri olmaz, davaları olmaz, canlarını feda edecekleri ailesi-efrâdı olmaz. Yine inanmadınız değil mi? Tamam, inanmayın; sırlarımı geri verin o zaman! Sonra gidin Osmanlı’yı yıkan ittihat-terakkinin hemen tüm zerrelerinin hangi klasiklerle dopdolu olduğunu görün gelin. İstanbul işgal altında iken yine o klasikseverlerin işgalcilere nasıl yaltaklandığını izleyin, gelin! Cumhuriyet seçkinlerinin damarlarında gezinen yüksek entelektüel dedikoduları işitin gelin! Şu 21. Asrın Müslüman geçinen kültür abidelerinin gecelerinde ve gündüzlerinde devinip duran klasiklerin seslerini duyun! Az sonra ikindiyi kaçıracak olduklarının farkında oldukları halde o müthiş Kafka performansını bırakıp gidemeyenlerle güneşin batışını izleyin veya gece yarılarına kadar uzayan Dostoyevski nakaratlarına hürmeten onlarla kuşluk namazı kılın! Haklarının yenilmesinden ötürü avaz avaz bağıran, sessizce ağlayan başörtülülere sağır kulak geliştirdikleri yerde sizde pinekleyin: hadi bakalım!

Siz ölülerden ve kurbanlardan, kâtillerden ve maktullerden neyi kastettiğimi anlamadınız mı hâlâ? Onların adam gibi yuvaları ve değerleri, özünden uzaklaştırılmamış çocukları bile yoktur. İşte tüm bunlar ve daha başka anlatmadıklarım için klasikler, ölü adamların sonsuza kadar süren cinayetleridir.

 Abarttım mı? Hiç sanmıyorum.

alper selçuk


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.

Bu Son Olsun


Birkaç gün önce vizyona giren filmlerin de çokluğuna bakıp nasılsa güzel bir film bulurum diyerek sinemaya gittim ve başlayacak olan ilk filme girdim. Sabah ilk seans olduğundan koca salonda yalnız başımaydım. Sonradan gelip en arka köşeye geçen genç çiftle beraber bize özel gösterimin başlamasını beklerken heyecanlıydım. Film konusunda önyargım olmasın diye her zamanki gibi yazılan çizilenleri okumadan sinemaya gitmiştim.

Film, “BU SON OLSUN” ismindeki yeni başlayan hukuki süreci sebebiyle gündemden düşmeyen 1980 darbesine dair komedi olarak tasarlanmış. Kara komedi denebilirse de bu konuda dengenin tutturulamadığını belirtmeliyim. Film boyunca tamam şimdi ayarlayacak dozu, konunun ağırlığına uygun bir bakış açısı ile toplayacak filmi diye bekledim ama sonuç hayal kırıklığı oldu.

Yönetmen, filmin alt yapısını kurarken kulaktan dolma bilgilerle hareket edip senaryoyu baştan savmış da gişe yapar diyerek konjonktüre uygun bir film mi tasarlamış yoksa darbeci zihniyetle seyircinin anlayamayacağı bir dil kullanarak dalga mı geçmiş, yakın tarihini bilmeyen gençler hedef alınıp ciddi bir konu sulandırılarak başka amaçlara mı hizmet edilmiş tam olarak kestiremedim.
(Filmin konusu internet sitesinde şöyle izah edilmiş)

Film bana epey uzun ve eğlenceli geldi. İnsanın darbe iyi ki yapılmış evsizler başını sokacak bir dam bulmuş, karınları doymuş, insanlar da tutuklanarak kardeşlik tesis edilmiş, epey kaynaşmışlar diyesi geliyor. Öyle ki, hapishanedekiler birlikte güzel vakit geçirmiş, maçlar yapmış bazıları bir iki kere tokat yiyerek hırpalanmış, o kadar kusur kadı kızında da olur, darbe darbe dedikleri bu muymuş dedirtiyor izleyene. Hele en sonunda sokakta yaşayan bir adamın yaptığı planla müdürü katakulliye getirmesi ve tüm tutukluların elini kolunu sallaya sallaya hapishaneden kaçması var ya mutlu son bu olmalı diyor insan. Tabi senarist bu toplum mutlu sonları çabuk unutur, ajitasyonu da sever mantığı ile film içinde pek yer vermediği drama unsurunu son sahnede öne çıkarıyor. Hapishaneden çıkanlardan darbeden önce birlikte yaşayan ve evlilik hayali kuran sevgililerin ölüm haberini Cumhuriyet Gazetesinin manşetinden perdeye yansıtarak epey eğlendirdiği seyirciye bir darbe indirip devreye Cem Karaca’yı sokuyor ve o muhteşem ses “Bu gün sen çok gençsin yavrum” diyerek şarkıya giriyor. Parçanın yorum başarısıyla bu son olsun diye diye salondan çıkarken türü komedi olan filmden size boğazınızda bir yumru kalıyor.

İşte ben de eminim her seyircinin diline dolanacak “Bu son olsun, bu son” diye mırıldanarak filmden çıkmış yürürken aklıma Yusuf Atılgan’ın, “AYLAK ADAM” adlı eserinde geçen sinemadan çıkan insanı anlattığı satırlar geliyor: “ İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu;” Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar… Eve gidip okusam. Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birlikte çıksınlar. Kafasından geçenlere güldü…”  diye devam ediyordu satırlar. Ben de güldüm, dilimdeki Cem Karaca Şarkısı eşliğinde hızlıca yürüdüm ve içimdeki sinemadan çıkmış adam ölmeden birkaç satır yazmak için bir kafeye oturdum. 

Tabi bu arada bir şeyin farkına vardım; yazar bu muhteşem tespiti kitabına yazdığında yıl 1959 olduğundan henüz AVM’ler ve buraya monte edilmiş ticari sinemalar icat edilmediğinden bu yaratık daha uzun ömürlüydü sanırım. Şimdi ise bol ışıklı ortama düşüyor sinemadan çıkan insan. Etrafındaki binlerce uyaranın gönderdiği oklarla pek çabuk yere yıkılıyor, bırakın herkesi kurtarmayı kendisini bile koruyamıyor. Ve filmin tesiri hızla azalıyor, her yerden ayrı bir müzik yükseliyor, sizi sizinle bırakmıyor ki, düşünüp akıl edesiniz. Mağazaların camlarında “yüzde yetmiş indirim, tek fiyatlar, yetişen alıyor” yazıyor. Mis gibi kebap kokuları yükseliyor, fast food dükkânları menüleri ile gençleri tavlıyor, çocuklar jetonlu oyuncaklarda sallandığını zannedip gülümsüyor. Ailesi ile nitelikli vakit geçirdiğini düşünen baba muzaffer bir kumandan edasıyla karısının alışveriş paketlerini taşıyor. İlla ki oyuncakçıya girilip sinemada izlenen animasyonun oyuncağı alınıyor, yetmiyor yemeyeceği menüde hediye olarak verilen minik oyuncaklar isteniyor, kitapçıya benzeyen yerlere girilip film karakterlerinin adını taşıyan dergiler alınıyor. Bu kitapçılarda niye iyi kitaplar bulunmaz diye kimse düşünmüyor, çok satan diye önüne konanlar arasından bir kaç tane seçip kendine epey süre yetecek kitabı alan aile mensupları okuyor ve seyrediyor olmanın dayanılmaz hafifliği ile ellerinde bir sürü poşet çıkışa doğru ilerliyor ve sonuçta filmin adından başka bir şey hatırlanmıyor. Üşenmeyenler film sitelerine yorum yazıp fragmanını sosyal paylaşım ağlarında beğeniye sunuyor, bir nevi filme karşı vefa borcunu ödüyor ya da başkalarını kurtarmak adına, sakın gitmeyin yazıp insanları uyarma vazifesini eda edip günlük iyilik limitini dolduruyor. Bir dahaki haftaya onlarca film yeniden vizyona gireceğinden önümüzdeki maçlara bakacağız deyip internet sitelerinde yeni eğlencelik filmler arıyor. Sinema ile kurulan ilişki, modernleşme sürecini fikri açıdan oturtmadan şeklen yaşamına aktaran bizim gibi toplumlarda bireyi böylesi bir kısır döngünün içine alıyor, sıradanlaştıryor. Belki de kapitalizm hız çağının da etkisiyle tüm dünyada tatmin olmaz, düşünmez, akletmez insanlar oluşturmak için sinemayı yem olarak kullanıyor.        

Bu yazı da daldan dala atlayan çağrışımlar arasında “Bu son olsun” filmine benzedi ama işte böylesi önemli ve acı bir mevzuyu ele almamızı engelleyen şartlar, günümüzün hızlı, karmaşık kapitalist düzeni utansın. Sonuçta hepimiz bir şekilde bu oltaya geliyor, sistemin çarkları arasında eziliyoruz.
Tekrar filme dönersek, oyunculukların gayet iyi olduğu filmde, görselliğin de başarılı olduğunu belirtmek gerek. Üniforma üstünlüğünün kabullenildiği o günler de bir hapishane müdürü ve oraya atanan asker üzerinden iktidar mücadelesi, kraldan çok kralcı tavırların gardiyanlara kadar sirayeti perdeye güzel yansıtılmış. Ama eksik olan bir şeyler var filmde; mizah –drama dozunun ayarlanmamış olması belki de bu eksikliklerin en önemlilerinden.

 1980 Darbesinde henüz bebeklik devresinde idim. Dolayısıyla olayların pek fazla farkında değildim. Ancak ( çok şükür bin yıl sürmese de) darbelerin etkisi epeyce bir zamanı ülkeden çaldığından olsa gerek ilkokula başladığım yıllarda hala herkesin korku içinde olduğunu anımsıyorum. Evimizin balkonunda ayağımda bebeğimi sallarken elinde pankartlarla bağıra bağıra gençlerin yürüdüğünü, annemin korkuyla gelip bir serseri kurşun isabet etmesin diye beni içeri aldığını hatırlıyorum. Erkenden öğrendiğim okuma sayesinde karşımızdaki üniversite binasının duvarlarında DEV-GENÇ  yazdığını, bir sürü kurşun deliği olduğunu, mahallelinin kitaplarını bizim bahçemizdeki eski zeytin kuyusuna saklaması için babama getirdiğini, babaannemin çok korktuğunu, o zaman lise çağlarında olan erkek kuzenlerimi hiçbir şeye karışmaması için uyardığını, gizli gizli kitap okuduklarını görse solcu, arkadaşları ile buluşup kitap okusalar, namaz kılsalar sağcı olacakları korkusuyla sosyalleşmelerini engelleme gayretini anımsıyorum. Bu toplum niye kitap okumuyor veryansınlarında sözlü gelenekten gelen tarihi yapımızın yanında büyüklerin bu tavrının da etkili olduğunu düşünüyorum. Bu darbelerin insanlık dışı zulmüne bizzat maruz kalmamış ama ara ara topluma çekilen ayarlarla, post modern darbelerle postal korkusu diri tutulmuş günümüz nesillerinin, insanı aktive eden kitaptan çok pasif durumda tutan sinemaya ilgi göstermesi nedeniyle bu konuları işleyen filmleri faydalı buluyorum.            
 
Ancak bu kadar ciddi bir konunun bahsi geçen filmdeki kadar karikatürize tipler üzerinden ele alınmasını konunun güncelliği üzerinden rant elde etme amacı şeklinde gördüğümü söylemeliyim. Bu film bir ilk film. Tabi ki bunun acemiliklerini barındırıyor; en basitinden amiyane tabirle ucuz solculuk yapıyor. Yakışlı, bilgili, kültürlü, merhametli, insancıl karakterler solcu iken tipsiz, cahil, kimisi aptal, kimisi menfaatçi, uyanık, bir nevi çapulcu tipler sağcı daha doğru ifadesi ile ülkücü gösteriliyor. Oysa hepimiz biliyoruz ki, bu kötü niteliklere haiz, hatta darbelerden sonra davasını satıp plazalarda çalışan, zengin olan ve fakiri hiç de umursamayan bir sürü solcu olduğu gibi, yakışlı, bilgili, kültürlü, hala davasına sahip çıkan milli manevi değerlerine bağlılığının getirisi ile merhameti karakter edinmiş bir çok ülkücü genç-yetişkin var bu ülkede. Bir hiç uğruna oyuna getirilip birbirine kırdırılan, sağ kalanlarının da beslemektense asıldığı bir sürü genç var bu ülkede.
Adalet olsun diye bir sağdan astık, bir soldan diyen zihniyetin ölüme götürdüğü nice isimsiz kayıp var bu ülkede. Hapishanelerde çektiklerini bir dikey yükseliş sağlar duygusu ile dillendirmeyen ama beraat ettiğinde bile o travmanın gölgesinde yaşayan hareketli mezarlar kadar, asılan gencecik oğlunun naaşını bile alamayan, resimlerine bakıp gözyaşına boğulan bir anne gördüm mesela 2011 yazında, bir köyde. İçine düşen ateşin otuz yıldır en canlı haliyle gözlerinde durduğu yaşlı kadın ne zaman bitecek bu acılar diyor, darbecilerin yargılanacağını söylemek için arayan gazetecilere ana yüreği duygusallığı ile bu saatten sonra oğlum geri gelecek mi, ahirette iki elim yakalarında olacak onların diyordu. Oğlu öleli onları her yaz arayıp soran “insan” siyasetçinin de yakın zamanda bir helikopter kazasına(!) kurban gittiğini söyleyen ajansı kapatıp bütün iyi insanları öldürüyorlar işte diyordu. Klişeleşmiş, ezberlenmiş replikler, nasihat ya da dava kaygısı gütmeden sırf o annenin gözlerinden ilham alarak bir film yapılmalıydı. Böylesi darbenin acısını göstermek, o gençleri ölüme karşı korkusuz hale getiren düşünceleri yansıtmak, sokakta geçen mücadeleden çok daha etkili olurdu ama sağcılar zamanında yatırım yapmadıkları bir alanda bugün bir türlü var olamıyorlardı.

Tabi bunun birçok sebebi vardı: Roman sanatının batı toplumuna özgü olması gibi belki de sinema da doğu gelenekleri ile örtüşmüyordu. Kolun kırılıp yen içinde kaldığı, bütün hesapların ahirete bırakıldığı, sessizliğin tevekküle denk tutulduğu bir toplumda göstermek üzerine kurulu bir sistemin, sinemanın gelişmiş olması beklenemez. Henüz emekleme aşamasında olan Türk Sinemasında da solculuğu hayatına hayat kılmasa da sözlü bir gelenek üzerinden daha çok solcu senarist ve yönetmenlerce filmler yapıldığı düşünülürse sağcıların yetersiz insan tiplemeleri üzerinden perdeye yansıtılması tarafsızlığın olmadığı dünyada kaçınılmaz oluyor. Nitekim hayat boşluk kabul etmiyor.

Darbelerin daha nitelikli senaryolarla ele alınıp doğru aktarılması ve sadece filmlerde kalması temennisiyle…

handan güler


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.

Aydın Bunalımı; Kast Göçerliği ya da Yapısal Bozukluk


Türkiye büyük bir "aydın bunalımı" yaşıyor. Bu bunalım çok farklı analizlerle anlaşılabilir ve çözümlenme düzlemine indirgenebilirse -ki; bunu yapacak olanlar da kesinlikle "aydın" kavramıyla taltif edilmemiş, bilge kişiler olacaktır- sosyolojik bir çok sorun kendi çözüm mekanizmalarını üretecek ve onları geliştirecektir. Sorunların kendi çözüm mekanizmalarını üretmesi gerçeği, doğru soru ve doğru cevapların analizlere kılavuzluk, denetleyicilik yapmasıyla mümkün olabilecektir. Türkiye ne yazık ki; doğru soru sorma "bilgeliği" ne ulaşabilmiş yeteri kadar nitelikli "insan"a sahip değil.

Bir ülkeyi ilgilendiren sorunların tümü için doğru çözümlere, doğru sorulara verilebilen doğru cevapların, ülkenin bireyleri için kılavuzluk edebilme gücüne sahip olmasıyla ulaşılabilir. Küresel egemenlik kaygısı/hülyası taşıyan ülkelerin sahip oldukları en aslî güç gerçekte sadece budur. Doğru soru sorabilen "bilge" kimliklerin ülkelerin mevcut gerçeğiyle gelecekteki gerçeği arasına koydukları genişleme-derinleşme-yükselme merkezli geçiş ilişkilerini anlamak, sorunların kendi çözüm mekanizmalarını ürettiğini fark etmeye yardım edecektir.


Muhakkak ki; hiç bir toplum tüm unsurlarıyla gelişkin ve "bilge" bir yapıda olmamıştır. Ancak bir toplumun "aydın bunalımı" yaşamaması için onun tüm unsurlarının gelişkin ve "bilge" olması gerekmiyor. Gerçek ile algılanan arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaya hedeflenmemiş bir yapısal bozukluk varsa ve bu yapısal bozukluğun adı " aydın" ise, herhangi bir yakın zamanda o toplum için etkili ve kılavuz olabilecek güçte "bilge" insanların var olması imkansızlaşacaktır. Fakat belirtildiği gibi bu büyük sorun da yakın olmayan bir zamanda kendi çözüm mekanizmalarını realize edecektir.

Türkiye'de yaşanan "aydın bunalımı" tipik gelişmiş ülke algoritmalarından biri değildir, aksine kendine özgüdür. Zira hiç bir gelişmiş ülkede bu tür algoritmalar iki yüz yıl sürmemiştir. Büyük bir sosyolojik travmadan sonra herhangi bir ülkenin kendi "bilgelerini" ürettiği bilinen bir gerçektir. O bilgelerin, kendi zamanlarından bir önceki zamanda "aydın bunalımı" yaşayan "kast göçerleri" nden ders aldıkları da aynı tarihsel gerçeğin içindedir. Bu tür dersler doğrudan vakâlardan veya vakâların yansımalarından alınmış derslerdir. Bir sonraki zaman için "tarih" olagelen her bir neden-sonuç ilişkili vakâ, "bilgelerin" doğumunda etkin rol oynar.


Türkiye'de 1800'lü yıllarda başlayan ve büyük bir telaşla süren "münevver olma" hayali, çok sonra İttihat-Terakki altyapılı bir "bunalıma" dönüştü. Cumhuriyet, ittihat ve terakki bunalımını aynı çekinik duygularla sürdürdü. Bilgeliğe dönüşmekte asla etkili olamayacak olan "kast göçeri aşağılık kompleksi", münevverlikten , " gücün beğenisi"ni esas kabul eden "aydın müsveddeliği" ne geçişi hızlandırdı. "Aydın" hızla kategorize edilmiş olan "kast göçerleri" ne sıkıştırılmış bir etiket olarak ikram edildi. Bu sebeple çok büyük iki yıkım (savaş)dan çıkmış olan bir halkın kendi sorunlarından kendi çözüm mekanizmalarını kuracak fırsatı olmadı.


Kasıtla kısıtlanmış "aydın" baskılı üretim merkezlerinde "Bilgeler" de doğmadı. Belki de yeteri kadar sayıda doğmadılar veya kılavuzluk edebilecek güce ulaştırılmadılar. Bu çalışmaların hepsi de Türkiye'de "aydın bunalımı" nın sürmesini sağladı. "Aydın" kavramının yaşadığı anlam kaymaları sorgulanırken,"aydın" nitelemesiyle taltif edilmiş kişilerin söz konusu kavram üzerinde oluşturdukları tahribata da değinmek gerekebilir.


"Aydınlar" kendi durağan, dar, uyuşuk, uşak alışkanlıklarının sosyolojik genlere sirayet etmelerini sağlayacak kadar güçlü oldular. Her farklı düşünce bu salgından nasibini aldı, her gurup kendi "bunalımlı aydınını" ortaya çıkardı. Onu, onları destekleyerek bilgelerin doğmasını engelledi. "Aydın" kavramı ile kavramın kendi gerçel /özgül kimliğini oluşturmasının öyküsü bu şekilde gelişti...


Türkiye'de "aydın bunalımına" katkıda bulunanların hepsi, diğerlerini "kast göçeri" olarak suçlamaya devam etmektedirler. Rasyonel anlamda,"asgarî müşterekler" nesnellikle az da olsa ilgili aydınları bir araya getirebilmelidir. Bu maalesef başarılamadı.


Aydın bunalımı, bu ülkede kıyamete kadar sürecek değildir. Kılavuzluk edecek bilge kıtlığı bu ülkenin hızla ilerlemesini engellese de, doğru soru sorabilip doğru cevap bulabilenlerin de ilerleyebilecekleri kendi özel yolları olacaktır. Bu da başka bir algoritmadır. Sorunlar kendi çözüm mekanizmalarını bu tâli yoldan gerçekleştirmeye alışkındırlar. "Aydın bunalımı" bu tâli yollardan gelip büyüyen bilgeler eliyle kıyamete kadar cehaletin içine, geldiği yere gömülecektir. Eşya'nın doğası, insanın dünya macerası bunu gerektirir. Takdir Allah'tandır.

seçkin deniz


2 comments

Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.

Kabadayılıktan Gönüllü Korumalığa, Bir Dönüşüm Serüveni; Eşrefpaşalılar


-Kulak Kesiyorlardı, Kulak Kesildiler- 

“Öğretmenin, öğrenmenin bir mimarisi yok… Köprüyü suya göre yapmak gerekir.” Hoca

Hırsızlık, uyuşturucu ticareti/ tâcirliği, kumar, zina, içki ve insan katli… İnsanlığın öne çıkarıp kutsadığı tüm değerlerde ve dinlerde kötülüğün taşıyıcıları olarak tanımlandılar. Ve tarih kötülük tanımlarını netleştirip onların karşısında konumlanan tebliğleri ve tebliğcileri tanıdı. Kötülük kendi tanım alanında yaşamayı ilke edindi, kötülüğün karşısında duranlar da bu yaşam alanını daraltmayı… Eşrefpaşalılar filmi bir dönüşüm filmi. Film, bir tek adamdan yayılan duruşun, doğrudan üretilen ilkelerle çoğalmasının öyküsünü anlatıyor ve bir de aşk denilen şeyin…

Öykünün tarafları (Fethullah Gülen ve cemaati) ile öykü kahramanının karşıtları (Ergenekon Örgütü) arasındaki gerilimin hızla tırmandırıldığı 2010 yazı ve sonbaharı, tarihin en büyük sorgularından birine sahne olurken, önümüze konan sade bir gerçek var: Sevgi ve buna karşı Nefret.

Ağır bir eleştiri yağmuru altındaki Fethullah Gülen, hakettiği ve haketmediği zihinsel tortuları nasıl kanalize edecek. Kendisini anlatan bu film, hakikaten gerçekten mi bahsediyor yoksa insanlar bir simülasyon mu izliyorlar?

Ağır sınavların sürgün adamı, uzun soluklu yürüyüşünün nefes aralıklarını'kaçmak'diyerek tanımlayanları nasıl ikna edecek? Eşrefpaşalılar belki de bir ikna filmi...

Sevgi bir başlangıç mı, çözüm mü, sonuç mu? Film her üç konuma da Sevgi’yi yerleştiriyor. Oysa nefret her üç konumdan sevgiyi silmekle meşgul. Birileri intikamı nefretin gerekçesi sayıyor. Sevgi’nin son koruyucuya kadar ki koruyucuları ölürken Nefret’in besleyicileri karanlıkta yaşamaya devam ediyor. Zor bu dönemin sineması çekilene kadar, geçmiş dönemlerden birinin sineması geliyor ekranlara…

Eşrefpaşalılar, emekleyerek ilerleyen bir sinema kültürünün ürünü. Ve bu ürün -bu yazı iyi bir analiz olmasa da- iyi bir analizi hak ediyor.
Tematik/yarı biyografik filmlerin en büyük sıkıntısı, zaman-serim ilişkisinin, kurgu-sunum ilişkisine kattığı ivmenin düşüklüğünde ya da yüksekliğinde ortaya çıkıyor. Düşük ivme, kurgunun sunuma katkısını azaltıyor; sunumun, sinema iç zamanlarının takibini zorlaştırıyor.

Toplamda seyirci, yarı anlam sarhoşu yarı olgu sorgucusu olarak filmi tamamlıyor. En önemlisi filmin sinematografik özelliklerini göremez hâle geliyor. Sonuç olarak da filmin merkezi dağılıyor, mesaj bulanıklaşıyor. Yüksek ivme de ise benzer sıkıntılar aksiyon sahnelerinin etki alanını genişletiyor ve bu kez filmin serimi, seyirciye daraltılmış aralıklarda sallantılar yaşatıyor; kurgu sunumun ağırlığıyla etkisini yitiriyor. Sonuç düşük ivmeli filmlerde olduğundan pek de farklı olmuyor.

Eşrefpaşalılar filmi, bu eleştiri klasmanında büyük ivme sorunu yaşamış olarak değerlendirilmeli. Giriş bölümündeki yaygın zaman kullanımı ( Nusret’le ilgili cezaevi öncesi, cezaevi içi ve cezaevi sonrası sahneler), gelişme bölümündeki zamanın daraltılmasına (Nusret-Davut ilişkilerindeki bozulmanın olgunlaştırılarak işlenmemesi, Nusret’in gayr-i meşru ilişkilerinin genişleme bölümünün yansıtılamaması) neden olurken, oldukça kısaltılmış sonuç bölümü (Cenaze namazı sonrası Nusret’in kırılmalarının kalıcı hâle gelmesinin yeterince işlenmemesi, Tayyar ‘ın sonu ile ilgili sorgulamaların boşlukta kalması) temel mesajın etkisini güçlendirmeyi hedeflese de doygunluktan yoksun kalmış.

Senaryo yazarı, aynı zamanda Nusret’i oynayan Burak Tarık. Tarık, kabadayı âleminin raconlarını, kendine özgü kavramlarını ve davranış kodlarını doğru kullanabilmiş bir senaryo yazarı olarak oldukça başarılı. Senarist filmin temâsını da akıcı bir tabana oturtmuş olmasına rağmen, kurgudaki aksaklıklar ve yönetmenin tamamlayıcı etkisinin yeterli olmaması gibi etkenler olayların seriminin zorlaşmasını engelleyememiş. Film, güzelliklerini senaryodan ve kurgudan haberdar seyirciye saklıyor; bu da filmin ikinci kez izlenmesini zorunlu kılıyor. Oysa hiçbir film ikinci kez izlendiğinde anlaşılmak üzere kurgulanmaz. Filmin en büyük sıkıntısı da bu.

Filmin görüntü kalitesi, kamera pozisyonları kurgudaki sorunların gölgesinde kalsa da dikkatli bir izleyici için gerçekten fena değil. Işık yer yer kamera ile uyumsuz görünmekle birlikte sahnelerin görsel etkisini arttıracak bir şekilde kullanılmış; metruk cami’de çekilen tüm görüntüler takdir edilecek kadar iyi iken, gazinolarda ve mahalle sokaklarında çekilen sahnelerde bazı aksamalar görülüyor.

Müzik olgu bütünleşmesi olayları senkronize etmiş; müzikler hârika. Yücel Arzen’i sesi ve müziğiyle algılayabildik.

Filmin başrollerinden birini kendisine ayıran senaristin oyunculuğu ile ilgili eleştirilerin filmin ikinci kez izlendiğinde azalması gerektiğini düşünüyorum. Genel kompozisyonda yetersiz gibi görünen Nusret’in (Burak Tarık) oyunculuğundaki sorunlar, giriş bölümünde dikkatlerin gerektiğinden fazla Nusret üzerinde yoğunlaşmasından kaynaklanıyor olmalı. Senaristin doğal etkisi, kurgu sahibinin deneyimlerini olumsuz etkilemiş görünüyor.

Turgay Tanülkü (Davut) kimi zaman abartı katmanlarını hızla geçiyor göründü, fakat genellikle kendisi ile ilgili sahnelerde deneyimli bir aktör olduğunu kanıtladı. Hüseyin Soyaslan (Tayyar) için Turgay Tanülkü’nün abartı katmanlarını geçiş hızını ikiye katladı diyerek bir not düşebiliriz; genel olarak iyi değildi; hatta filmde doğru olmayan tek seçim diyebiliriz. Deniz Özpınar(Duygu) senaryonun kendisine yüklediği rolü gerektiği gibi oynadı, yaşadığı sorunlar tamamen kurgu ile ilgiliydi. Sermin Hürmeriç, Eleni rolünde gelişme bölümünün en iyi oyuncularından biri olarak göründü.

Sinan Albayrak (Hoca), senaryonun kendisine yüklediği ağırlığı taşıyabildi mi? Karar vermek çok zor. Senaryo donuk görüntüsünü biraz canlandırıyor gibiydi. Bir Hoca’dan daha çok, Davut Ağa’nın dediği gibi, ‘kaldırım kargası’nı andırıyordu. Rolünü çok daha iyi çalışabilir, mimiklerini kontrol edebilirdi. Fakat duygusal sahnelerde, kendisini rahat bıraktığı anlar da seyirciye uygun motivasyon alanları bırakmayı başardı.

Filmin en iyi oyuncu ödülünü Skoda rolündeki etkili oyunculuğuyla Ali Yaylı’ya vermemek haksızlık olacaktı. Filmi, kurgusal sorunlardan çıkarıp seyirciye taşıyan en etkili unsurdu. Yardımcı rollerdeki diğer oyuncuların Nusret’in mahalleye dönüşünde dikkat çektiğini belirterek oyuncularla ilgili bölümü kapatalım.

Dört hafta süren filmin çekimlerinde, Balat, Eyüp'teki Zal Mahmutpaşa Külliyesi, Aksaray'ın gece kulüpleri, Bağdat Caddesi ve Cankurtaran'daki metruk binalar kullanılmış ve 512 yardımcı oyuncu yer almış.

İlk üç günde 218 bin 246 kişi izlediği filmin konusu: İzmir Eşrefpaşa’dan gelip İstanbul’a yerleşmiş iki dosttan biri olan Tayyar, büyük bir mafya lideri olurken; Davut, namusuyla kahvesini işletmektedir. İkisi de aynı kadını sevmiştir, fakat Madam Eleni, Davut’u sevmesine rağmen Tayyar ile evlenmek zorunda kalmıştır. Tayyar, gönlünün Davut’ta olduğunu bildiği Madam’ı ortada bırakır. Tayyar, Davut’un evlâtlığı Nusret’i kendi yoluna çekerek intikam almayı düşünür. Nusret iki dünya arasında bocalarken mahallenin metruk camisine bir Hoca tayin olur ve olayların seyri değişmeye başlar.

Senaryo’nun kalitesine dair birkaç notla ilerlemek gerekirse…


Hoca iki eski dostun arasındaki aşk ve intikam hikâyesine ortasından dalıyor sıradan bir ayrıntı olarak gelip merkeze yerleşiyor… Ekmek çalan çocukla başlayan film, yine başka bir şey çalan başka bir çocukla bitiyor.

Kabadayı önyargısı karşılıyor kahvede Hoca’yı. Çay isteyen Hoca’yı sivil polise benzeten Davut Ağa, kendi özel diliyle rolüne giriş yapıyor: “O zaman size ufak bir tanıtım yapayım. Biz burada kaldırım kargalarını sevmeyiz. Çayını iç, ince ince yaylan. Bu mıntıkaya da fazla meyletme! Hani tıraşın gelir, façan bozulur.” Çayı içmeden kalkıp parasını ödemek isteyen Hoca’ya Davut Ağa:“Misafirden para almayız.”,diyor. Hoca tavizsiz: ”Misafir değiliz.” diye cevap veriyor.

Filmin kabadayı literatürüne bir katkı daha “Yekten cavla Kamuran!”diye bağırıyor Davut Ağa. Ortos, Portos, Aramis lakapları ile notalar canlanıyor Dümbelek, Keman ve Klarnetten oluşan ayaklı orkestra ile.

Nusret ağzında jilet, Adanalılara caka basıyor… Koğuşa girişiyle kendisini tanıtan kayık ceketli bir adam; Adana Kapalı’dan Deve İdris… Doğrudan hedefe yönlenen kafasıyla başlayan Falçata Nusret serenâtı: “Sen buraya nakil oldun da senin beynin dışarıda kalmış. Bu civarda ölümlerin ekserisi beyin yetmezliğinden olur. O yüzden kafayı devirli kullanacaksın!” Kafa yetmeyince ceza çay ikramıyla devam ediyor. Demlikle ağzına çayı ve sıcak suyu boca ediyor.

Ve Skoda: “Euzu bis…bis… öğrenemeyeceğiz bunu..neydi?...” çaldığı ev eşyalarını camiye taşırken korkusunu yenmeye çalışıyor. Hoca’nın, “Ben buranın yeni görevlisiyim.” Tanıtımına cevabı, “Ben buraya yeni görevli istemedim ki!”

Hoca’nın çalınan çantasından çıkan kitaplar; Vehbi Vakkasoğlu: Başkasının Günahına Ağlayan Adam ,Said Nursi’nin kırmızı ciltli kitapları ve birkaç farklı kitap daha.

Kabadayı Davut Ağa’nın bilinçaltındaki köklü ses: “Olmaz Hoca! Seni orada yatırırsak Allah çarpar bizi.”

Hoca’nın türbelere karşı tutumu… Mezarda bulunan uyuşturucuyu yakması… metaforlar... sahipsiz camii… hırsız… uyuşturucu… küresel sorunlar…

“Onlar bize gelmezlerse, biz onlara gideriz.”

Hoca etkisinin hissedildiği ilk anlardan biri; ağzı burnu dağılmış Skoda ve burnu çizilen Hoca’yı gören Davut Ağa’nın ağzından çıkacak olan küfrü modifiye etmesi: “Bu Hoca…Bu Skoda… Bu saniyeden sonra bunların kılına dokunanın anasını, avradını… asfaltta koştururum. Bu böyle biline!”

Falçata cezaevinden çıkıyor… Taksinin ön koltuğu ağa yeri…

Hoca’nın ikinci etkisi, Hoca’yı gören Kamuran’ın rakıyı saksıya dökmesi…

Nusret’in Duygu ile pamuk şeker yemesi… Davut Ağa’nın Nusret’e kötü işlere bulaşmama tavsiyesi... Tayyar’ın Nusret’i mahalleden, yani can düşmanı/kan kardeşi Davut’tan koparmak için çektiği nutuk: “Mahalle hukukuyla devam edersen, şehir kanununu öğrenemeyeceksin.”

Nusret’i Tayyar’a kaptırdığını anlayan Davut Ağa’nın gece boyunca içmesi ve yenilmişliğin hüznüyle Hoca’ya içini dökmesi: “Bu çocuk her şeyi kaybettiğim zaman geldi. Bu çocuk aşkın bittiği zaman geldi. Kan kardeşimin madiğin dik alasını atıp gittiği zaman geldi, Hoca! Hoca, Nusret ne demek biliyor musun?",“Yardım!”, “İçimizin bütün muhabbetini ona akıttık.”

Ekmek çalan çocuk Abdullah, Hoca ile birlikte camide…

Filmin en etkili repliklerinden biri… Davut Ağa:
“Dostla düşman beraber çoğalıyor.”

Kılınacak ilk Cuma namazı için cemaat oluşturulması ile ilgili sohbette, Davut: “Aslanım, ben camiye en son gittiğimde kısa don giyiyordum.” Hoca: ”Yine gelmek isterseniz kısa bir don ayarlarız bir yerlerden…”

Sokaktan Cuma cemaati toplamak…

Bir iş kurma teklifine olumsuz cevap veren Nusret’e Davut Ağa: “Bu yaştan sonra harama el sürüp, adıma leke sürersen, seni kendi ellerimle vururum… Evlat demem vururum.”

Cuma sahnesi; 11 kişi,yağmur… Skoda şemsiye’nin altına sığınmaya çalışıyor…

Mezar taşı okuyamama… Mahallede okur yazar üç kişi…

Hırsızlıkla geçinen Skoda’nın müthiş diyalektiği: ”Bak Hoca! Bu iş benim için iş değil, bir hayat tarzı, bir bakış açısı. Şimdi benim Robin Hood’dan tek farkım fakirlere vermiyorum, o kadar. Yani bu hayatı bırakmamın imkânı yok.”

Kahvedeki bir sohbet ânı… Tasavvuf’a eleştirel bir bakış… Bakkal Muhterem: “Abdulkadir Geylani hazretleri annesinden evvel doğmuş, diyorlar. Bu nasıl oluyor?”

“Melekler ne iş yapıyor? Azrail aynı anda birçok kişinin canını nasıl alıyor? Ölüm…“ gibi sorulara karşılık, Hoca fizikten astronomiden bahsediyor; tekkeye karşı medrese…

Kırılma anı; Kahve’de dinî sohbete müdahale edip, ticaretine aracılık ettiği eroini yakan Hoca’yı tokatlamak isteyen Nusret’e, tokatla karşılık veren Davut Ağa, bundan sonraki tarafını belirliyor. Tayyar’a kaptırdığı evlatlığını tümden siliyor…

Hoca’nın çocuklarla top oynaması ver çocuklara gazoz ısmarlaması… Mahallenin çocuklarına Türkçe dersi vermesi… Cümlenin ögeleri… Mehmet Akif…

Karanlık âleme dalan Nusret’ten umudunu kesen Duygu gece hayatına başlıyor. Nusret, evin giriş kapısındaki basamağa gece karanfil koyuyor, eğlence mekânlarından dönen Duygu karanlıkta karanfili görmüyor eziyor… Duygular, karanlığın altında eziliyor.

Skoda çaldığı eşyaları çaldıklarına dağıtıyor… Aç gözlü kadına “Nerden ne çaldığımı iyi bilirim.” Diyerek, kadının evinden çaldıklarını almasına izin veriyor.

Mahalleden kopan Nusret Memduh’a iş verilmesini sağlıyor bir gazinoda… Memduh mahalleyi terk eden Nusret’in yardımını reddediyor…
Cami’ye Halı tedariki meselesi… Hoca Skoda’nın gelen halıları çaldığından şüphe ile önyargılı… Oysa halılar, esnaftan cami’ye bağış…

Hoca’dan serlevhâlık söz:
“Onlar bize gelmezlerse, biz onlara gideriz.”

Nusret’in Kulak kesme sahnesi… Kulak kestiği mekânda rastladığı Duygu’yu zorla alıp eve götürmesi… Nusret’in gece sahilde geçirmesi; bankta sabahlaması... düet… mahalleye dönmesi… simitçi, bakkal, herkes küs… Duygu’nun penceresine attığı cevapsız kalan minik taş…

Kurtlar arenası… Nusret gelip ayrıldığını söylüyor…Silahı ve arabanın anahtarını masaya bırakıp, ”Falçata Nusret hayırlı günler diler!”, diyor. Tayyar: “Nereye gidiyorsun?”Cevap: “Geldiğim yere!” Tayyar yeniliyor… Davut’tan evlatlığını alamıyor..

Bu arada gece… Duygu resimleri yakıyor ve intihara teşebbüs ediyor…O sırada Nusret yüzük ve gül demeti almakla meşgul…

Hoca: “Öğretmenin, öğrenmenin bir mimarisi yok… Köprüyü suya göre yapmak gerekir.”

Duygunun ambulansla taşınması… yağmur… elde gül; bağırıyor Nusret… Camiye geliyor.

Yağmur yağıyor; elinde ustura bağırıyor:
“Namlusunun ucunda, usturanın ağzında yaşayan ben sekiz kez postu deldirdim, iki kez ölümden döndüm ben… Kargalar yüz küsur yıl kelebekler iki gün yaşıyor.”

Parmak göğe doğruluyor:
“Eğer senin adaletin buysa, yaşamam ulan ben bu hayatı!”

Bileklerini kesiyor:
”Şimdi görelim bakalım öteki hayatı.”
Önce ustura düşüyor, sonra kendisi..

Hoca namazını bitirip çıkıyor bağırtıya: “Ne yaptın be çocuk!”

Tayyar’ın terk ettiği karısı Madam Eleni, gençliğinde âşık olduğu Davut Ağa’ya: ”Ölmeye gelince cesur, sevmeye gelince korkaksın.”
Davut Ağa: “Gâlü belâ’da soru sordular. Aşk mı racon mu? Biz raconu seçtik!”

Eleni: “Şu yeni gelen Hoca’nın gözlerine bak! Ne görürsün, biliyor musun? Aşk. Hem de insanlığa yetecek kadar çok.”
Nusret ve kız görüşüyor hastanede… Buzlar eriyor. Nusret cami bahçesine gül dikiyor mahalleli ile birlikte… Hoca soruyor: “Kelebekler neden iki gün boyunca yaşar, merak ediyor musun sahi? Kelebekler, yemeden içmeden nesillerini yaşatmak devam ettirmek için yaşarlar…”

Sonuç bölümü…

Tayyar, Hoca’yı ziyaret ediyor: “İntikam şansımı elimden aldın.” Diyor, mahalleyi terk etmesi için tehdit ediyor. Çocuk Abdullah; rehin… Tayyar, Davut Ağa’yı kabadayı düellosuna davet ediyor. Hoca’yı neden koruduğunu soran Tayyar’a, Davut: “Çölde bahçıvanlık yapan adam Hoca. Sen çiçeği bilmezsin ki bahçıvanı nereden tanıyacaksın.”

Tayyar’ın mertliğe sığmayan bir saldırısıyla Davut Ağa ölüyor. Hoca’nın koruyucusu gidiyor. Cenaze namazı..yeniden başlama zamanı… Hoca mahalleyi düzene koyduktan sonra gidecek oluyor. Nusret: “Davut Ağa sen kal diye gitti. Sende gidersen çiçekler ne yöne bakacağını şaşırırlar…”

Film başladığı gibi bitiyor. Bir çocuk bakkaldan bir şeyler çalıyor ve kaçıyor. Bakkal Muharrem yine peşinde…

Ekrandaki son görüntü; Puslu bir İstanbul, puslu bir İstanbul hayatı…
  

faruk tamer

Film İle İlgili Teknik Bilgiler:

Yönetmen: Hüdaverdi Yavuz
Senaryo: Burak Tarık
Kurgu: Engin Öztürk
Oyuncular: Turgay Tanülkü(Davut), Sinan Albayrak(Hoca), Deniz Özpınar(Duygu), Ali Yaylı(Skoda), Burak Tarık(Nusret), Hüseyin Soyaslan(Tayyar), Savaş Bayındır, Fırat Paşayiğit, Ömer Pekin, Serkan öztürk, Sermin Hürmeriç(Eleni), Sibel öztük, Vural Arısoy
Müzik: Yücel Arzen
Görüntü Yönetmeni: Rico
Yardımcı Yönetmen: Hatice Dere
Yapımcı Firma: Imagine Entertainment
Yapımcı: M. Yusuf Kulaksız
Uygulayıcı Yapımcı: Sadık Özer
Sanat Yönetmeni: Ege Dora
Ses: Çağdaş Karagöz
Işık Şefi: Aydın İz
Post Produksiyon: Digi Flame
Kostüm: Didem Çopur
Düet: Devrim Gürenç, Yücel Arzen
Proje Danışmanı: Prof.Ali Fuat Bilkan
Filmin Türü: Dram,
Orijinal Adı: Eşrefpaşalılar
Yapım Yılı: 2010
Yapım Ülkesi: Türkiye
Orijinal Dili: Türkçe
Dağıtıcı Firma : Medya Vizyon
Resmi Sitesi: www.esrefpasalilar.com.tr
Vizyon Tarihi: 05 Mart 2010 (Türkiye)
Filmin Süresi: 100 dakika

Eşrefpaşalılar Filmiyle İlgili Değerlendirmeler:

1- http://tr.fgulen.com/content/view/14076/12/
2- http://www.internethaber.com/esrefpasa-imami-fethullah-gulen-mi-235725h.... 


Sinema eleştirmenlerinin yorumları(Vatan Gazetesi):

Alper Turgut (Cumhuriyet):
'Cemaat sineması mı?'
"Eşrefpaşalılar, dine sıkı sıkı sarılırsan hayat çok daha güzel olur gibi bir misyoner söyleme takılan ve bildik Yeşilçam formülünü baz alıp eski tip sinema anlayışıyla kotarılmaya çabalanan kötü ötesi bir film. Akıllara takılan soru ise şu; yeni nesil bir cemaat sineması mı doğuyor? Rivayet odur ki; Eşrefpaşalılar, Fethullah Gülen'in İzmir'de hocalık yaptığı dönemi anlatıyormuş. Kaldı ki; film gösterime girmeden satılan biletler ve yapıma destek atan sponsorlar, kuşkusuz bu iddiayı doğrular nitelikte."

Uğur Vardan(Radikal):
'Buyrun İslam'ın 'Gülen' yüzüne'
"Eşrefpaşalılar, sinemamızın erken döneminde 'ideal kurtarıcı' olarak çizilen 'öğretmen'in yerine 'imam'ı ikâme eden bir yapım. Hayatın sistemin zorluklarından dolayı 'illegal' yollarla kazanılmaya çalışıldığı bir ortama gelen cami imamı, bu sosyal dengesizliklere katkı yapmaya, herkesi doğru yola çağırmaya çabalıyor. Bir 'tevatür'e göre de, anlatılan kişi Fethullah Gülen, özellikle de 1966-71 yıllarını kapsayan İzmir'deki vaizlik dönemi."

Yusuf Bülbül (Zaman):
'Aşk daha baskın'
"Bir mahallenin yıllardır kapalı olan, hatta hırsızların depo olarak kullandığı camisine bir hoca tayin olsa, az çok neyle karşılaşacağını tahmin edersiniz. Hoca, cami, mahalle gibi kavramlara bakıp filmin didaktik ögelerle yüklü olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat filmde 'aşk'ın yer yer ana hikâyeden daha baskın olduğunu söylemek yanlış olmaz."

Erol Bilem(SİYAD):
'Gülen mi bilmiyorum'
"Filmi beğendiğimi söyleyemem. Bir mahalle de camiye hocanın gelmesiyle yaşananları anlatıyor. Üstelik filmde gösterilen cami de kırık, dökük harabe gibi iken imamın azmiyle değişiyor. Fettullah Gülen'in hayatını bilmem ama onun da hayatı camiye gidip gelmeleriyle bu şeklini almıştır."



Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.