Demokrasi ve Hilafet Tartışmalarına Serin Bakış

İnsanları yönetmek neden önemlidir? Ya da insanlar neden yönetilmek isterler ve yönetilmeyi önemserler? Yönetmeyi isteyenler ile yönetilmeyi isteyenler bu önemi aynı oranda mı hissediyorlar? Bu sorulara cevap verilmeden herhangi bir yönetim şeklini tartışmanın bir yararı olmayacaktır. Nitekim bu tür tartışmalardaki samimiyetsizlikler yüzünden ortaya çözümcü bir sonuç konulamamaktadır.

Yönetmeyi isteyenler ile yönetilmeyi isteyenlerin bu önemi aynı oranda hissettikleri kabul edilerek düşünülürse varılacak kanaat şu olmalıdır: Yönetme-yönetilme önemliyse ve temelde insanların hak alanında,güvenlik ve hayat alanlarının sınırlarının korunmasında adaletin sağlanması gibi bir hedef varsa bu yönetmeyi isteyenlerin sorunu değil yönetilmeyi isteyenlerin sorunudur ve yönetilmeyi isteyenler tercih ettikleri bir kişi/kurum ve sistem tarafından yönetilme hakkına sahip olmalıdırlar; yönetmeyi isteyenlerin tercih edecekleri kişi/kurum ve sistem tarafından değil. Aslolan budur: "Nasılsanız öyle yönetilirsiniz". Aksi halde yönetmeyi isteyenlerin daha baskın bir oranda yönetmeyi önemsedikleri durumlar hâsıl olacak "Nasıl istersek öyle yönetilirsiniz" hükmü geçerli olacaktır. Bunun adı da 'Dayatma'dır ve dayatma ile hükümdârlığını sürdürmek isteyen kişi ve kurumlarla ilgili sade ve insan kulaklarının alışkın olduğu rejim türlerinin temeli olan 'Dikta' dan başka bir şekil ortaya çıkmaz. Demokrasi ve Hilâfet tartışmalarına bu serin düzlemde bakmak yarar/fayda umanlar için yararlı/faydalı olacaktır.



İnsanlar yönetilmekten hoşlanmazlar; yönetmek her insanın genetik kodlarına yerleşmiş bulunun bir yaratılış özelliğidir. Bu özelliğin her insanda var edilmesi de ilâhî adaletin evrensel kriterleri gereğidir. Her insan yönetici olma istidâdına sahip kılınarak yaratılmıştır. İnsan olmanın temel mükellefiyetlerini icra edebilmesi için insanın yönetici olması gereklidir. İnsan kendisini, ailesini, işini, nakil aracını ve daha bir çok şeyi yönetme istidâdına sahip olmasaydı bir insan olma özelliklerine sahip olmuş olamazdı. Ancak, bireysel yönetim ihtiyaçları her insanı bireysel hükümdâr kılıyor olmakla birlikte toplumsal yönetim ihtiyaçları her insanı toplumsal hükümdar yapmaz. İnsanları yönetmek toplumsal yönetim ihtiyaçlarının ortaya çıkmasından dolayı önemlidir. Çünkü her insan bir yönetici olduğu içindir ki;diğeri karşısında bu yönetme hakkını kullanmaya devam etmek ister. Her insan yönetici ise her insanın yönetme nedenleri farklı olacak ve doğal olarak yönetme erklerini hâkim kılma gibi olağan durumlar ortaya çıkacaktır. Biz buna çatışma diyoruz.


İnsan'ı yaratan Allah, insanlar arasında hâkim olma gayesiyle çıkabilecek tartışmaları ortadan kaldırmak amacıyla her insan için 'hak alanı' oluşturmuş; bu alanı güvenlik ve hayat alanı olarak tesbit etmiş ve bu tesbitine delil olarak kanunlar ihdâs etmiştir. İnsanların bu güvenlik ve hayat alanlarına dair sınırları yetersiz bulmaları ve başkalarının güvenlik ve hayat alanlarına tecavüz etmeleri ile başlayan toplumsal sorunlar sonrasında da sürekli elçiler göndererek insanları ilâhî sınırlara davet etmiştir. Tek başına bir insanın âsi olma, günahkâr olma ve hükümdâr olma gibi bir davası ve sorunu olmayacaktır. İlâhî sınırlara uymakta titiz davranan insanların bu sınırları, uymayanlara göre, toplumsal yönetim ihtiyaçlarının giderilmesi için daha öncelikli olarak tercih edileceği açıktır. Yani insan kendisine verilen yönetme hakkını, toplumu yönetme hakkına dönüştürüp dönüştürmeme kararını kendisi verir. Fakat bu kararı onu yönetici yapmaz.Tercih edilebilecek biri olmakla olmamak, bireyin bir yetişkin olma sürecinde edindiği kişisel tecrübelerle doğrudan ilişkilidir. Diğerleri ondaki sınırlara uyma hâlini takdir edecek ve ona kendilerini yönetme hakkını bizzat vereceklerdir. İnsanlar âdil biri tarafından toplumsal yönetim ihtiyaçlarının giderilmesini kendi hak alanlarının korunması için önemserler.


İnsanları yönetmek, her bir insanın hak alanını koruması ve onun bu alanda güvenlik içinde hayat hakkını kendisine verilen ömür süresince adil bir şekilde kullanabilmesi için önemlidir. Allah'ın gönderdiği dinlerin amacı da budur. Allah'a ve diğer din gereklerine olan iman da insanın bu hak sınırları içerisindedir. Birbirinden ayrık ve çelişkili değil, bütüncüldür. Fakat kendi hak alanını genişletmek, bu genişlemeyle birlikte diğer insanların hak alanlarını daraltmak haksızlık ve adaletsizliktir. İnsanları adalete uygun bir şekilde yönetmeyi önemseyenler, tercih edilerek geldikleri yerde insanları yönetirler. Adaleti önemsemeyenler, kendi hak alanlarını genişletmeyi önemserler. Onlar için insanları yönetmek bu nedenle önemlidir. Adem'in kendi hak alanının sınırlarını çiğnemesiyle başlayan sürece bu açıdan bakmakta fayda vardır. Ve insan Adem'den sonra Allah'ın kanunlarını hükmetme, hüküm alanlarını genişletme gâyesiyle bozmuş, değiştirmiş ve nihayetinde hayat alanından uzaklaştırmıştır.


İnsanın İlâhî ölçülere tecavüz edip, bu ölçüleri diledikleri şekilde genişletme veya daraltma girişimleri, geçmiş zamanlarda bilfiil Allah adına yapılmaktaydı. Allah'ın gönderdiği nizâm değiştirilip insanların kişisel beklentilerine göre yeniden tanzim ediliyor ve yönetme gücünü eline alan her bir insan her insanın hak alanlarını yeniden düzenlemeye başlıyordu. Tahriflerden sonra gönderilen her peygamber Allah'ın hükümleriyle hükmetse de bir süre sonra her şey yeniden değişiyor; insanlar adaletsizliklerle karşılaşıyor; hayat haklarını kaybediyor ve kaos her seferinde dünyaya hâkim oluyordu. Savaş insanın menfaat savaşıydı. İblis'in kışkırtmalarıyla başlayan bu savaş hâlen sürüyor. Peygamberleri hayat alanlarından uzaklaştıran azgın insanlar bir çok sistem ürettiler. Bu sistemlerin amacı da insanın hak alanlarının korunmasına yönelikti. Yani insan hep aynı arayış içinde olmuş ve adalet aramıştır. Kime karşı? İnsana karşı.


Demokrasi ve Hilafet gibi aslında çok sıradan iki konuya ve bu iki konuyu karşıt hale getiren çabalara değinmeden önce, karar vermek zorundayız. Amacımız nedir? İnsanın hak alanlarının korunmasını istiyor muyuz? Eğer istiyorsak bu isteğimize hizmet edecek olan sistem hangisidir? Böyle bir sistem varsa bu sistemin İlâhî dayanakları var mıdır? İlâhî dayanakları yoksa, bu sistem sağlıklı bir sistem olacak mıdır?


Hep birlikte şunu söyleyebiliyor muyuz? 'Tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi istiyoruz' Söyleyebiliyorsak bu yönetim biçiminin adının ne olduğu neden o kadar önemli olsun? Yoksa bu sistemin adı Demokrasi ise, Demokrasi'yi başka bir çok söyleyiş tarzına uygun bir tanım içerisine sokarak dışlamayı mı seçeceğiz? Söyleyebiliyorsak, insanın hak alanlarını daha kolay koruyabileceği başka bir sistem olup olmadığını tartışmak zorunda olup olmadığımızı da kararlaştırmalıyız. Demokrasi denen sistemin kendisini sınırladığı bu net tanım içerisinde aradıklarımızı bulamayacak mıyız? Hak alanlarının korunmasını başaramayacak mıyız? Söyleyemiyorsak biz gerçekte adil ve hakkaniyete dayalı bir yönetim istediğimiz hususunda kimseyi ikna edemeyiz. Biz tahakküme/diktaya dayalı bir sistem istediğimizi iddia ediyor olduğumuzu ilan etmiş oluyoruz. Bunun bu şekilde anlaşılması da bizi rahatsız etmemeli.


Her bir bireyin söz hakkının olduğunu her bir bireye söz söyleme gücü veren Allah ilan etmiştir. Bunun aksini iddia edemez kimse. Çünkü; Allah, insanı sarfettiği veya etmediği sözleri dolayısıyla muhatap kabul etmektedir. Her bir insanı söz söyleme hakkı dolayısıyla doğal yerine taşıyan bir sistem Allah'ın emirlerine uygun bir sistem olacaktır. İnsan'da söz ve söze dayalı eylemleri dolayısıyla hak alanlarını koruma, güvenlik ve hayat alanlarının sınırlarını muhafaza etme fırsatını bulacaktır. Adalet budur ve Allah âdildir, âdil olanı sever. Adalet hususunda kimin hangi inanca sahip olduğunu birinci öncelik olarak almaz. Hedef insandır; inanan veya inanmayan insan değil.


Demokrasi, insanlık tarihine antik Yunan Site Devletleriyle girmiş değildir; yazılı ve belgeli tarih bize demokrasiyi ordan anlatsa da, şu andaki demokrasi algıları ile antik çağdaki demokrasi algıları aynı olmadığı gibi, antik çağdan önceki demokrasi algıları da antik çağdan ve bugünden daha farklı bir formda olabilir. Ancak konunun özü değişmemiştir. Dönemsel olarak söz hakkının bazı insanlardan alınıp bazılarına tahsis edilmesi ve bu yolla hak alanlarının tahrip edilmesi yukarıdaki talebin olmadığı anlamına da gelmemektedir. Bu tıpkı, Şeriatle idare edilip, şeriatle hükmedilmemesi gibi bir durumdur. İslâm'ın doğuşundan Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışına ve Hilafet'in ilgâsına kadar geçen dönemde müslümanlar şeriatle idare edildikleri halde şeriat hükümlerinin her zaman ve herkes için uygulanabilir olduğunu iddia edemeyiz. Eğer hakkaniyetle şerî hükümler uygulanabilseydi bugün sistem tartışması yapmamıza gerek kalmayacaktı. Ve eski sistem sürecekti. Deforme olmuş her bir din, her bir sistem aynı insanî zaafla yıkılmıştır; sistemin zaaflarıyla değil. İnsanî zaaflarla sistemlerin zaaflarını birbirine karıştırdığımız için sistemleri suçlamayı tercih ediyoruz. Bunu dürüst ve samimi olmadığımız için yapıyoruz.


Hilâfetle ilgili kanaatlerin hiçbiri kaynağını Kur'an'dan ve Sünnet'ten almaz. Kur'an ve Hz. Peygamber herhangi bir sistemi önermemiştir. Hz. Peygamber'in Krallık gibi bir beşerî pâyeye de yüz vermediği, bazı yönetsel davranış örneklerinde insanlarla fikir alışverişinde bulunduğu da kesindir. Fakat; dikkatlerden kaçan esas mesele de, yani insanın hak alanlarının korunmasına dair bir meselede çevresinden hiçkimse ile herhangi birşekilde istişâre etmiş değildir. Çünkü; Kur'an hak alanlarının korunmasında gerekli olan sınırları belirlemiş, ödül ve ceza mekanizmasını kurmuştur. Hatta bu konuda Hz.Peygamber'in Allah'ın izni olmaksızın yeni bir hüküm koyma yetkisi de yoktur. Hz. Peygamber'e itaat, Hz. Peygamberin Allah'a itaatine bağlanarak, yönetim bu hususta söz hakkına sahip kılınmamıştır. Kur'an'ın koyduğu cezâî müeyyideler toplumsal yönetim ihtiyâçlarını gidermek üzere tesis edildiği için yönetim, bu cezâî müeyyideleri uygulamakla mükelleftir. Zira hak alanlarının ihlâlî sosyal bir sorundur ve insanlar bu türden sosyal sorunların âdil bir şekilde çözülmesi için yönetilmek isterler. Hz. Peygamber'in uyguladığı sistemin adı var mıdır? Varsa beşeri sistemlerden hangisine benzemektedir? Dikta rejimi değildir, o halde nedir? Hz. Peygamber'in uyguladığı sistemde her insanın eşit bir hakka sahip olduğuna dair kuşkumuz yoksa ve her insanın söz söyleme hakkı mahfuzsa bu sisteme, şimdiki zamanda ne ad verebiliriz? Demokrasi mi? Hilafet mi?


Hilafet nedir biliyor muyuz? Bir yönetim şekli midir, bir kurum mudur? Yoksa Hz.Peygamber'in vefatından sonra onu temsilen ona vekâlet etmek midir? Bir peygamberin vekili olabilir mi? Olsaydı, bunu ayetlerle ve sahih hadislerle bilmiş olmamız gerekmiyor muydu? Bu vekâlet Hz.Peygamber'in hangi sıfatına binaen tesis edilmişti? Âdil Peygamber sıfatına mı Devlet adamı sıfatına mı? Âdil Peygamber sıfatına vekâlet edilemeyeceği ortadadır. Demek ki Hz.Peygamber'den sonraki vekalet 'Âdil Devlet Adamı' sıfatına binaen tesis edilmiştir. O halde hilâfet bir yönetim şekli değildir. Hâlife'de Hz. Peygamberin vekili değildir; olamaz.


Bir ayrıştırma daha yapmakla mükellefiz. Hilâfet, bir yönetim şekli değilse, neden bir yönetim şekli olarak lanse edilmektedir? Hilâfet, dört Halife devrinde kavramsal ve kurumsal özelliklere sahip değildi. Hz. Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Ali ve Hz. Osman birer 'emir'di. Emirlik, bugünkü anlamına yakın olarak hükümdârlık demektir. Hz.Peygamber'e yakın olmaları ve Kur'an'ı en iyi anlayanlardan oldukları için onların emirlikle birlikte Kadılık/Hâkimlik de yaptığı unutulmamalıdır. Sınırlar genişledikçe, her bir uzak bölgeye Valiler ve Kadılar tayin edilmiştir. Vali ve Kadı aynı kişi değildir. Fakat her ikisini de atayan Emir tek kişidir. Bu tüm erklerin tek elde toplanması ve tahakkümün bir tek kişi tarafından gerçekleşmesi demektir. Dört Halife'nin adil olmayacakları ihtimalini düşünmeyen insanlar onlara Hak alanlarının korunmasında şeksiz bir güven duygusuyla biat ettiler. Biat onları seçmek ve onaylamak, hayat kaydıyla onlara tabi olmak anlamında bir seçim işlemidir. Şimdi burda Dört halife döneminde insanların eşit söz hakkına sahip olduklarını söyleyebilecek miyiz? Söyleyeceksek bu yönetim şekline ne diyeceğiz? Krallık mı? Demokrasi mi? Dört Halife'den herbirinin seçilme şekli birbirinden farklı olsa da bu seçilme işlemi kendi döneminde ve günümüz Dünya'sında hangi seçeneğe yakındır? Genel ve yerel seçimlerden söz etmiyoruz. Dört Halife döneminde yönetilen her bir insanın eşit derecede söz söyleme hakkı olduğundan da söz etmiyoruz. Medine'de Hz.Peygamber'in arkadaşlarının yaptığı seçimden söz ediyoruz. Eğer elitlerin seçimi deseydik bu daha akıllıca olurdu. Nihayetinde içinde seçim olsa da biz buna yukarıda istediğimiz yönetim şeklidir, diyemiyoruz. Fakat, her bir insan söz hakkını kullanacak coğrafi ve teknolojik koşullara sahip olsaydı; söz hakkını kullanabilecekti. Bu Hz.Peygamber'in arkadaşlarının tercihlerine duyulan güven duygsuyla gerçekleşen ve içinde adalet olduğundan kuşkulanılmayan bir durumdu. Kendi tarihsel pozisyonunda bu başlıbaşına bir devrimdi. Ve demokrasiye en çok benzeyen de bu devrimle gelen yönetim şekliydi. Ne Krallıktı, ne de hanedanlıktı. Dikta hiç değildi. Irsî sebeplerle emir tâyini yapılmıyordu. O halde neydi?


Bugün Hilâfet kurumunun yeniden ihyâsı için iddia sahibi olan iki fikir vardır. Bu fikirlerden biri , Hz.Peygamber'in soyundan-Hâşimî olmak da yetiyor- geldiği iddia edilen herhangi bir insanı -seçme eylemi olmadan- Hâlife tayin etmek ve Hilâfet'i onun soyundan gelecek olanlarla sürdürmek. Diğeri ise, yetkin dinî birikime sahip kişiler arasından seçimle Halife tâyin etmek.


İlk fikrin sahipleri, Dört Hâlife'den sonra ortaya çıkan saltanatı öneriyorlar ve saltanat çatışmalarını ortadan kaldırmak için Hâşimî hanedanını tek hak sahibi olarak ilân ediyorlar. Halbuki; Hz.Peygamber'un soyu kızıyla devam etmemiştir. Bu yahudi geleneğinin- kız tarafından soy takibi- sürdürülmesinin tek sebebi de saltanat ihtirasıdır, hak alanlarının muhafazası değil. Nitekim Hanedanlar saltanatının ne kadar âdil olduğu, insanların Hak alanlarını ne kadar muhafaza ettiği tarihî vesikâlarla sabittir. Saltanat Hâlifelerinin saltanat uğruna katlettiği İmamlar, Hâlife'ye değil müstebit bir hükümdâr'a karşı çıkıyorlardı. Müstebit Hükümdâr'ın kurumsal değeri Hâlife idi. Mamafih İmamlar Hâlife'ye kutsal bir değer atfetmiyorlardı. Onlara göre o sadece 'emir'di.


Hanedan Halifeliğini savunanların hedefi, bütün müslümanlar için bir önder belirlemek ve tüm müslümanları o önderin etrafında toplamak ve Hilâfet'i eski siyaset üstü kurumsal değerine ulaştırmaktır. Hangi eski siyaset üstü kurumsal değer? Abbasiler dönemi, emir ile Halife'nin ayrıldığı dönemde oluşan siyaset üstü Hilâfet. Bu neden isteniyor? İstikrar ve birlik için. Peki o dönemde Halife müslümanların birliğini sağlayabilecek bir kudrette olabilmiş midir? İnsanların hak alanlarının muhafazasında herhangi bir dönemde siyaset üstü bir Halife bunu başarabilmiş midir?


Müslüman Devletlerin birbiri ile yaptığı savaşlar incelenirse bunu başaramadığı, aksine Halife'nin güçlü Hükümdarlar elinde bir kuklaya dönüştüğü görülecektir. Siyâsî birliğin sağlandığı tek hilâfet dönemi Osmanlı İmparatorluğu dönemidir; bu birlik de Sultan'ın Halife olması ile sağlanabilmiştir. Siyaset üstü tutum ve eylemlerle değil, bilfiil siyasetle bu sağlanabilmiştir. Bu büyük çelişki ortada iken ilk fikrin sahipleri 3 Mart 1924 tarihine atıfta bulunarak ikinci çelişkiye düşmektedirler. Eğer, siyaset üstü Hanedanlık Halifesi'nden sözedilecekse bu Halife nû resimler yapan Son Osmanlı Halifesi Abdulmecid Efendi'in torunlarına, dolayısıyla Osmanlı Hanedanına ait bir hak olacaktır. TBMM önce Hilafeti/Halife'yi siyaset üstü konumuna taşımış ve sonra bu kurumu ilgâ etmiş, son Halife'yi de memleketi terketmeye mahkûm etmiştir. Haşimî Hanedanına Hilafeti tahsis edecek olanların atıfta bulunmaları gereken tarih Abbasîlerden devralınan tarih olmalıdır; 3 Mart 1924 değil. Bu nedenle bu tezin sahiplerinin Hilâfet Mirası'nın nakli hususunda akla dayalı herhangi bir nedeni de yoktur. Aklî nedeni olmayanlar 21. yüzyılda, insanları yeni saltanatlar için ikna edebilecekleri argümanlara da sahip olamazlar. İkna değil de, başka yöntem tercih edeceklerse buna da sadece 'Dikta' yahut 'İstibdât' denir. Müslümanlar istibdâd'a doyalı çok uzun yıllar oldu. Bu türden istibdâd'ı çağrıştıran yol ancak 'sabbahî' yöntemlerle tesis edilir. Gideceği yer de hilâfet değil, tiranlıktır.


Hilâfet'in ihyâsına dair ikinci fikir sahipleri ise, istibdâd'a doyan Müslümanlara farklı bir seçenek sunmaktadırlar: dört halife dönemine benzer yöntemlerle Hâlife seçmek. Cevap vermeleri gereken önemli bir soru var: acaba hangi halifenin seçim yöntemini kullanacaklar? Dört Halife'nin seçilmesi ile ilgili yöntemler birbirinden farklıdır. Hz.Ebu Bekir, zımnî kabullerle seçildi, Hz. Peygamber'in ağırlaşan hastalığı döneminde İmamlık için onu görevlendirmesi bir işâret telakkî edilmiştir. Hz. Ömerin seçilmesi, Hz. Ebu Bekir'in işareti ile yine zımnen olmuştur. Hz. Osman'ın seçilmesi aşere-i mübeşşereye tevdî edilmiştir. Hz. Ali ise, Sahabilerin çoğunun sağ olduğu dönemde 'âsilerin baskısı altında' yapılan biat ile cuma günü mescitte Halife seçilmiştir. İkinci fikrin sahipleri bugün bu seçiliş şekillerinden hangi birini, hangi ülkenin topraklarında ve kimlerle birlikte uygulamayı öneriyorlar? Kuşkusuz herhangi birini, herhangi bir yerde önerecek durumda değillerdir. Ve olgunlaşmış bir seçim sistemleri de yoktur; buna dair ürettikleri bir projeye de sahip değillerdir. Müslümanların yaşadıkları büyük çöküntüden kurtulabilmek için tekrar Hilâfet Kurumunun ihyâsı gerektiğini haykırmak dışında birşey yapmıyorlar. Unutuyorlar: eski sözlerle, hâtırâlarla yeni devletler/sistemler ve kurumlar kurulamaz, onlar sadece ders almak için vardırlar.


İnsanlığın ürettiği beşerî 'Demokrasi' bile önerilecek olan dört halife dönemi seçim şekillerinden çok daha hakperesttir. Lâkin ikinci fikrin sahipleri Demokrasi'yi batı kökenli bir sistem olarak algılayıp dışlıyor, hatta Demokratik Batılı ülkelerin vahşetini demokrasiye bağlayıp bu sistemi lânetliyorlar. Demokrasi'nin Kur'an ve sünnete istinat edilen kaynakları olmadığını iddia ediyorlar. Oysa dört Halife'nin seçiliş şekillerinden hiçbiri Kur'an ve sünnetten dayanağını alabilmiş değildir. Bu dört şekil de beşerîdir. Daha gelişkin olan ve hemen herkese söz hakkı veren demokratik bir seçim neden beşerî olduğu söylenerek reddedilsin?


Hilâfet, bugünkü koşullar da siyasî gerekçelerle Vatikan ve Papa'ya karşı kurulması önerilen bir siyâsî kurumdur. Her iki fikrin sahiplerinin yaşadıkları sıkıntı 'Başsızlık' sıkıntısıdır. Hıristiyanlık veya daha başka egemen güçler karşısında yaşanan eziklik, bu isteğin gerçekleşmesi ile aşılacak sanılmaktadır. Bundan maksad da hak alanları gasbedilen müslümanlara itibarlarını ve haklarını iade etmektir. Teşhis haklı gerekçelere sahiptir, ancak ileri sürülen fikirlerin birer teoriden veya hayalden öteye gitme şansları yoktur.


Hilafet,dinî bir kurum değil bilâkis Papalık gibi siyâsî bir kurumdur. Kur'an'dan ve Sünnet'ten dayanağı yoktur. Eğer siyâsî bir kurumdan sözedeceksek kullanacağımız terimler dinî değil siyâsî olmalıdır ve yeni sözlerle yeni sistemler üretmek zorundayız. Akl-ı selîm bunu gerektirir. Aklı- selîm ise Kur'an'da sıklıkla zikredilmektedir. Bunu neden ciddiye almıyoruz? Akl-î selîm'in ne olduğuna dâir tereddütlerimiz mi var? Aklı selîm, bizi, gerçekleşebilme ihtimâli yüksek seçenekleri belirlemeye ve bu seçenekleri uygulayabilmeye götürüyorsa, kendisini diğer akıl yürütmelerden ayırdetmiş olacaktır.


Yeni sözlerle yeni siyaset tarzı belirlemek zorundayız. Hazırda siyâsî bir kurum var, uluslararası düzeyde kendisini yerleşik hâle getirmeye devam eden bir kuruluş: İslâm Konferansı Örgütü(Teşkilâtı). Bu örgüt adı üstünde Müslüman ülkeler arasındaki dayanışmayı hedefliyor. Üye devletlerin seçimiyle bir sekreter belirleniyor. Seçilen sekreter neden siyâsî bir temsiliyet imkânı kazanmasın? Bu temsiliyet makamına Hilâfet, seçilen kişiye de Hâlife demek zorunda mıyız? Geleneksel siyâsî kurumları ihyâ etmenin zorluğu, hatta imkansızlığı ortadayken bu seçeneği neden değerlendirmiyoruz? Amaç, Müslümanların Batılılarca tecavüze uğrayan hak alanlarına dair sınırları yeniden çizmek ise, bu siyâsî birlikle bunu sağlamak daha kolay değil midir?


Adını 'İslâmî İstişâre Teşkilatı' olarak değiştirebileceğiniz bu birliğin mevcut yapısını daha da geliştirmeniz de mümkündür. Üye her ülkeden seçilmiş liderlerin oluşturacağı seçici kurul,-Hz. Osman'ın seçilmesi gibi- aralarından bir temsilci seçebilir. Bu liderlerin din adamları arasından seçilmesi de gerek şart değildir. Din Adamı'nın siyâsî kurumları temsil etmesi kendi yeterliliklerini aşması demektir. Zira bu kurum Papalık gibi olmamalıdır -Gerekirse bu teşkilatta Din ile ilgili başka bir alt kurul oluşturulabilir-. Hem müslümanların hem de diğer insanların hak alanlarını koruyabilecek bir Din'in temsilcisi olmak sadece müslüman'a hizmet etmek demek değildir. İslâm bu yüzden evrenseldir, barış dinidir. Ama bundan önce üye her ülke, kendi idari yapısını seçime endeksleyen bir temele oturtmak zorundadır. Aksi halde, kendi ülkesinde hak alanlarına dair bireysel sıkıntılar yaşayan bir üye devlet bu yeni teşkilatta meşru olarak yer işgal edemez, bu teşkilat da küresel ölçekte bir etki oluşturamaz.


Gâye, 'Tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi' ise bu konuyu bu şekilde tartışmaktan başka çâremiz yoktur.

seçkin deniz


12 yorum:

  1. Seçkin kardeşim..Müslümanların kadim kültürlerinden mülhem kendi siyasi paradigmalarını kavram bazında dile getirememek gibi bir problemleri var doğru..Ama bu başka bir hakim paradigmalar dünyasının kulu ve kölesi olmamızı gerektirmemeli..İbrahim Sarmış bir sohbet sırasında benim zorlamama istinaden demokrasi kavramına alternatif olarak “Şura devleti” nden bahsetti. Ben de “Madem öyle, düşüncelerinizi bu kavram üzerinden inşa edin” demiştim..Ama bu mevcut siyasal düzlemde sıkıntılı bir iş..O yüzdendir ki “ortak kabul olarak en iyisi demokrasi üzerinden kendimizi ifade edelim” gibi bir durum söz konusu. İ.Eliaçık’ da malumunuz “Adalet Devleti” nden yola çıkar..
    Sonuçta o da “Demokrasi ile kavga etmenin ne gereği var?” der..
    Bana göre ise bütün bunlar bir çelişki..
    Bizler neyin baskısını üzerimizde hissediyoruz da küresel algının ortak kabulü üzerinden hareket ediyoruz? Her ne kadar yazı bağlamında eleştirilse de Batı Düşüncesinin dünya üzerinde bir egemenliği söz konusu..Oraya ait laboratuarların asırlar süren deney ve gözlemlerinin sonucunda ortaya çıkan ve aşısı ve antiseptiği ora insanı için üretilerek korunmaya, karantinaya alınmış, diğer toplumlara ise immün sistemi göçmüş bir şekilde ikram edilen demokrasiyi, felsefesi , profan ve seküler boyutu göz ardı edilerek sahiplenmek, kendi adıma isabetli bir bakış açısı değil..
    Daha önce de demiştim, rahatsız ediyorsa yönetim tarzının adı Halife olmasın ama demokrasi de olmasın..
    Kaldı ki Hz. Muhammed’in ve hemen sonraki neslin örnekliği diye bir olgu var..İcraatlarındaki tutarsızlıklarsa beşeri zaaflardan dolayıdır..Yanlış uygulamalarını elimine edersiniz olur biter..
    Tek başına bir emirlikten bahsedilmiyor o demlerde..Kılıçla düzeltilmeyi talep edenlerin istişareden bağımsız yönetim sergilemeleri söz konusu değil..
    Onlardan vazgeçtik, Hz. Muhammed’in Mekke’nin fethinden sonraki yönetim tarzı pekala kendi içinde kavramsallaştırılarak bugüne taşınabilir; tabii ki yönetim bilimi konusuna vakıf insanlar tarafından..
    Yani demokrasiyi kötülerin içinde en iyilerindendir diye sahiplenmek gibi bir zorunluluğumuz olmamalı.
    Yoksa bu gidişle, Hz. Muhammed zamanını ve uygulamalarını tarihin derinliklerine gömüp, Kur’an’ı sadece buradan bakarak ondan anladığımızı bugüne uyarlamak gibi bir kolaycılığa düşmemiz söz konusudur. Arayan buluyor malum: Laiklik ve Demokrasi zaten tamam da Liberalizm, kapitalizm, sosyalizm, milliyetçilik, ulusalcılık gibi kabullere de Kur’an’da işaret ediliyormuş!

    YanıtlaSil
  2. Seyyid Kutub İslam'da Sosyal Adalet adlı kitabında aslında sizin de şu anda yorumunuzda yansıttığınız çelişkiyi yaşamış Mustafa bey.

    Batı'nın Medeniyetini/teknolojisini almayı, kültürünü almamayı önermiş, bir süre sonra da sadece medeniyeti almanın yetmeyebileceğinden bahsederek yaşadığı kafa karışıklığını olduğu gibi kitabına yansıtmıştı.

    Yaptığım analizde Kültür ve Medeniyet ayrımının kolaylıkla yapılamayacağından bahsetmiştim. Basit anlamda bugün kullandığınız, klavye, mause,televizyon başta olmak üzere teknik terimlerin her biri Batı Medeniyetine ait kültürel unsurlardır. Ve Batı medeniyeti kendi kültürüne ait kavramları/terimleri kullanarak geliştiği gibi, Dünya'nın diğer kısımlarından transfer ettiği bilimsel ve sosyolojik bilgiyi kullanmaktan da çekinmemiştir.

    Kanatimce batı'ya ait sandığımız medeniyet tüm insanlığın ortak geçmişidir. Ve Batı Medeniyeti kavramlaştırması aslında başlı başına hatalı bir kavramlaştırmadır. Doğrusu İnsanlık medeniyeti veya Dünya Medeniyeti olmalıydı. Batılı bilimadamlarının İbn-i Rüştle ilgili tartışmada itiraf ettikleri esas nokta şu; İbn-i Rüşt olmasa bugünkü Batı bilimi olmayacaktı.

    Demokrasi'de bu anlamda Dünya Medeniyetine ait bir kavramdır. Temel ihtiyaçlara dahil edilmeyen yönetim biçimleri bence temel ihtiyaçlar sınıfına dahil edilerek değerlendirilmeli...Kızılderililerden, Orta asyaya, vikinglerden afrika kabilelerine kadar eski yönetim biçimlerinde demokrasi bazı temel ilkeleriyle daima vardı; istişaredir temel ilke...

    Egemen olan her neyse, onu temel ihtiyaçlara göre ve Kur'an'ın şûra emrine göre değerlendirmek gerekir diye düşünüyor ve katkınız için teşekkür ediyorum.

    YanıtlaSil
  3. Hz. Muhammed zamanında da sair yerlerden gelen eşyaların kullanılması gibi bir realite var..Batı düşüncesine mesafe koyanlara karşı bilindik bir refleksi kullanmışsın Seçkin kardeşim..Biz işin orasında değiliz ki..Demokrasinin kendine özgü bir felsefesi vardır ve uygulamada da görüldüğü gibi yukarıdan aşağıya olan ilişkilere yani aslında “Din” gerçekliğine alerjisi olduğu da bir gerçeklik..Türkiye’de 19 yy. öncesi ve sonrası ikame edilmeye çalışılan demokrasinin ne menem bir şey olduğu pratik göstergeleriyle gözümüze gözümüze sokuluyor..Darbeler, Ergenekon vs. hepsi demokrasi iddiasında bulunanların ülke insanının yaşam pratikleri ve düşünsel faaliyetlerini belirleme noktasında birer manipülasyon değil mi? Bahsettiğiniz şey liberal felsefenin iddiası ve başka bir versiyonu da tarihin sonu tezi ile ileri sürülmüş...O kabule göre İnsanlık ta baştan beri aksine bir duruş sergilese de vahiyden bağımsız kalmamış ve kendi hayrına keşiflerde bulunmuştur..Liberal sosla bezenmiş Demokrasi de bunlardan biridir..Hayata bir fiil müdahale ettiği için vahiyden bağımsız kalınmadığı doğrudur ama farkında olan kim? Ve vahye karşı duruş sergilemeyi göze almış insanın eşyayı tanımlamasında ve kendi hiyerarşik yapılanmasını kurgulamasında şeytanın müdahale etmediğini söyleyebilir miyiz?
    Ben özellikle vurgulamak isterim ki Müslümanlar olarak olayları ve hatta kavramları Dine karşı gelişmiş hakim paradigmaların etkisinde kalarak değerlendiriyoruz..Mesele bunu kendimize itiraf edebilmek..
    Garip ve ütopik gelebilir ki tezlerine göre zaten öyle; ama yine de kendi özgün tarih ve kültürümüzden ilham almak gerektiğine inanıyorum ben..Aydın veya daha ilerisi alim olmak bu tür çabayı göze alabilmektir..Var olanı kabullenmek değil, inandığımız Dinle çatışmayan ve kendi geleneğimizle yani Hz. Muhammed’in uygulamalarıyla barışık içtihatlarda, kavramsallaştırmalarda bulunmaktır esas olan..Yahudi ve Hıristiyan ve daha bir dolu başka kabullerle anlam dünyasını oluşturmuş toplumların değer yargılarına ve kavramlarına mesafe koymak niye çelişki olsun ki?
    Kullanılan dile ve o dilde mündemiç profan, seküler paradigmalara dikkat çekmek kabahat olmamalı..
    Farklı düşünsek de seninle muhabbet güzel sayın kardeşim..

    YanıtlaSil
  4. Sizinle de muhabbet güzel Mustafa bey,
    Kaygımız Kur'an merkezli düşünce olduğu sürece, farklı düşünmek ve bu farklılıkları görüldüğü gibi teati etmek esas olmalıdır zaten. Aynı düşünmek için aynı kaygıları analiz etmek ve çözüm bulmak gerek.

    Demokrasi'ye insanın ürettiği yasalar çerçevesi sebebiyle karşı çıkıyorsunuz. Hak veriyorum ancak, biliyorsunuz dinlerin yasaklarının çoğu ülkelerin çoğunda suç zaten. Adam öldürmek, yalan beyanda bulunmak, alkol hariç benzeri uyuşturucu nesnelerin tüketimi vesaire...Zina ise suç olduğu zamanlarda bile işlenen bir fiil.

    Şu anlamda insanın koyduğu kanunlar Kur'anla çelişmez diye düşünüyorum: Üst değerler Kur'an'da zaten belirlenmiş; buna demokratik sistemler anayasa diyor. Evrilmiş AB kanunları da bu anlamda egemen insana karşı egemen olmayan insanın haklarını korumak üzere geliştirilmiştir. Bir açıdan Kur'an'ın koyduğu üst normlara yaklaşıldıkça medeni gelişim kabul görüyor. Elbette AB'nin üst değerler algısı Kur'anla tıpatıp değil.

    Demokrasi'nin alt değerlerle ilgili kanunları üretmesinin Kur'an için bir sakıncası olduğunu düşünmüyorum.

    Neden demokrasi? Başka bir şey varsa onu da değerlendirelim; ama şu anda yok.

    Kaydımız sağlam olduğu sürece, gelişen insanlık herhalde Kur'an'ın çizdiği genel çerçeveye ulaşmaya çalışacaktır. Eric From'un sahip olmak yada olmak adlı kitabını analiz ettiniz mi bilmem, ama tarif ettiği adam ve tarif ettiği toplum Kur'an'ın tarif ettiği adamı ve toplumu anlatıyor.

    Bence önemli olan da bu çerçeveye uygun özgürlük bağlamını savunmak.

    Selam ve Sevgiyle

    YanıtlaSil
  5. 1-
    Eyvallah sayın kardeşim..
    Tartışmayı bilirsek, ortak noktalarda buluşmayı ve anlaşmayı da biliriz inşaallah..
    Eric Forum’u filan okumadım; ama Alper kardeşimin “Bol kükürtlü aforizmalar” ıyla karşılaşınca pişman filan da olmadım..Kur’an başta olmak üzre, anlamamız gereken o kadar şey var ki ona sıra gelmedi henüz..
    İnsanın yeryüzü doğrularını keşfetmesi, şahit olduğu olayları ve gözünün alabildiği kadarıyla eşyayı anlamlandırması tek başına bir anlam ifade etmez sayın dostum..Hani derler ya basit cinsinden, iyiliği ne için yaptığındır önemli olan..Vahyi algıdan bağımsız sergilenen iyi vasıflı ameliyeler, bizim usül kitaplarınca bile sadece cehennem azabını hafifletir..
    İnsan, aklını ve eylemlerini kendi varoluşsal gerçekliğinin farkında olmasından itibaren İlahi iradenin vahyine göre tanımlamak zorundadır. Aksi halde kendi aklını putlaştırmış, yüceltmiş olur; ki bunu yine ben söylemiyorum, kadim kültürün kaynaklarında böyle yazıyor çünkü..
    İnsanı veya toplumları görece iyilikleri, görece güzellikleri merkeze alıp değerlendirirsek sadece sosyal veya siyasal analiz yapmış oluruz..Nitekim Aborjinler de Afrika ve benzeri yerlerde yaşayan ve medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarla henüz ideal anlamda karşılaşmamış kabilelerde bahsettiğiniz doğrular var ama gidip soralım bakalım, o doğrular ne için sahiplenilmiş ve ne için uygulanır olmuş? Bazılarına göre tek Tanrıcı bir kabulle yapmışlarsa mesele yok ama sadece kendi hiyerarşik yapılanmalarının huzur içinse, ilahi irade gerçekliğinden bihaber bir şekilde gelişmişse yine itikadi usüller merkezine kaymamız gerekecek..
    Kötünün iyisi Demokrasiye gelince, her zaman söylediğim gibi o profan, seküler bir aklın ürünüdür..Din, yönetim bazında kesinlikle yönlendirici değildir yani ilahi iradeye dünya işlerine müdahale etmemesi için haşa yasak konulmuştur..Anayasa hükümlerine teolojik yakıştırmalar yaptığınızda kıyametin koptuğunu zaten siz de biliyorsunuz..Türkiye’de yaşanan siyasal gerilimlerin sebebi Dini kendi havzasında sıkıştırmak, hapsetmek değil mi? Kur’an’ın hüküm bazındaki emirlerine açıkça anayasada işlerlik kazandırılmasını isteyenler niye irticacı olmakla suçlandılar?
    Geçmiş uygulamalardaki zaaflar bahane edilerek Din’in sosyal ve siyasal görünürlüğüne karşı çıkılması ve sadece Allah’la kul arasındaki kalbi ilişkilere sıkıştırılması mazur görülecek bir şey midir?

    YanıtlaSil
  6. 2-
    Bu uzun mesele, söylenecek çok şey var çünkü..
    Demem o ki; demokrasi Din gerçekliğinin hilafına inşa edilmiş bir felsefe, bir yönetim biçimidir..
    Batıdaki kilise,iktidar çatışmasının doğurduğu ve laikle birlikte formüle edilmiş bir üründür..
    Bugün kötünün iyisi olarak var olması bu tespiti yapmamıza da engel değildir..
    Mesele birey olarak benim neyi nasıl düşündüğüm, neyi nasıl tanımlamam gerektiğidir..Bu çevreden baktığımda vahyi iradeyi dışlayan ideolojilere ve yönetim biçimlerine eyvallahım olamaz..
    Adam öldürmeyi, hırsızlık yapmayı vs. suç saymaları bu hakikati değiştirmez..Çünkü Allah’ın iradesini merkeze alarak uygulanan şeyler değil..
    İçki, zina gibi kabahatler ise topluma zarar vermedikçe, karşılıklı rıza esasınca çoktan meşrulaştırıldılar..
    Hülasa, üretilen kanunlar vahyi iradeyi esas almadan üretilmişlerse, Kur’an’la görece uyuşmaları hiç bir şey ifade etmez..Kur’an’la anlam olarak uyuşması da seküler siyaset bilimcilere göre zaten kabul edilebilir bir şey değildir..O yüzdendir ki Laiklik diye de bir şeyi merkeze alıvermişlerdir..
    Bir Müslüman olarak demokrasiyi içselleştirmem mümkün değil sayın dostum..Daha önce de yazmıştım, kadim kültürümüzde ve özellikle Hz. Muhammed’in uygulamalarında var bir şeyler..
    Yeter ki biz vakıaya teslim olmadan, meseleye oradan bakalım..Şunu da not olarak düşelim ki, batı tandaslı siyaset bilimciler bile İslam ve demokrasinin asla uyuşmayacağını söyleyip dururlarken, bizim mahallenin demokrasiyi baş tacı etmesi anlaşılır bir şey değildir..Ortadoğu’da despotlara yol verilirken yerine demokrasinin ikame edilmeye çalışılması da boşuna değil sayın kardeşim..
    Sıtma, ölüm ikilemine mahkum edilmek gibi bir durumla karşı karşıya insanlar, deve misali de ya yokuş, ya inişi sevmemiz tavsiye ediliyor, düzü yani İslami hassasiyetlerle şekillenmiş bir yönetim gerçekliğini de hiç kimse düşünmek istemiyor.. Haydi hayırlısı..

    YanıtlaSil
  7. Tamam, diyelim ki; Demokrasi'yi reddettik...Yerine ne koyacağız? İstişarî bir sistem değil mi?
    Bunu anlatsak? Bunun sistematiğini kursak?

    Bu işte size düşecektir şimdi...Buyurun Mustafa Bey, Kur'an'a uygun bir sistem üretin tartışalım?

    Not: Bana hâlâ tuhaf geliyor; ne demektir İslam'la demokrasi'nin uyuşması ya da uyuşmaması? Bu nasıl bir şey? islam Demokrasi ile uyuşmuyorsa ne ile uyuşur? Diktatörlükle mi? Böylesine ahlaksızca bir ikilem nasıl olur da karşılık bulur? Haddi zatında kim söylerse söylesin bu abestir, çukurdur.

    YanıtlaSil
  8. “Demokrasinin yerine ne koyacaksın?” diye sorarlarsa bir gün bize, söyleriz bir şeyler, merak etme sayın kardeşim..Ama şimdi kaale filan alan yok..Bu aralar kendi adıma düşünmeyi öğrenmeye çalışıyorum, olanca gerçekliğiyle şirkten, ideoljilerden korunmak adına aklıma ve düşüncelerime mukayyet olmak istiyorum..”Kur’an mesajının, Hz.Muhammed (yönetim tarzı da dahil) örnekliğinin özgün bir şekilde bugüne taşınmasını istemenin ne mahzuru olabilir ki?”sorusuna cevap arayarak..
    Son nefes vaki olana kadar da bu böyle..
    Yani reel-politiğin gereğidir diye demokrasiye güzellemeler yapacak değilim sayın dostum.
    Üstüne basa basa seküler algının ürünü olduğu söylenen -ki sonuçta bütün bunları da siyaset ve sosyal bilimcilerden, teologlardan, alim, aydın, aktivist nevinden insanlardan öğrendik biz, demokrasiye methiyeler düzmem söz konusu olamaz. Ayrıca, alternatifi var ama onu da tek adamlıktır, teokrasidir, monarşidir, saltanattır, kilise otoritesine benzer bir yapılanmaya teşnedir diye biz lanetledik..Kaldı ki demokrasiye, İslam düşüncesi merkezli alternatif aramak yine bence İslamın bizatihi kendisine zuldür, senin tabirinle çukurluktur..Ne hikmetse Demokrasi kavramına gösterdiğimiz ihtimamı kendi tarihimizin örneklerinden esirgedik biz. Çünkü egemen dünyanın, hakim paradigmanın emri böyleydi ki yakın tarihimiz, bu emrin fiilen hakkını verenlerin İslam Diniyle mücadelesini anlatır durur bize, ülkemizi karanlıklardan aydınlıklara kavuşturduk diye..Tabiidir ki bütün bu okuma biçimi de nereden, nasıl baktığımızla doğrudan alakalı..
    Öte yandan istişari sistem denilen yani danışmanın, meşveretin işlerlik kazandırıldığı, diğer inanç ve ideoloji sahiplerinin de temsil edildiği bir yönetim biçimine niye itirazımız olsun? Zaten arzuladığımız şey bu. Ama şimdikiler Din, vahiy gerçekliğine mesafeliler, Allah’ın mesajına karşı tavır içindeler..Allah, Din, Peygamber böyle buyuruyor denilince tüyleri diken diken oluyor..Böylesi bir yapıyı olumlamamız nasıl beklenebilir ki?
    Despotluk, tiranlık, jakobenizm gibi baskı rejimlerini istemek gibi bir zafiyet içinde de değiliz merak etmeyin..O tarz yöneticilerin şimdilerde başlarına gelenleri seyrediyoruz birlikte..Ama söyleyeyim, despotları yerlerinden etmeye çalışanlar, onlardan daha az despot değiller.Fransa’nın, ABD’nin, diğer devletlerin ne olursa gider tarzı bombalarla bahis konusu yerlere saldırı düzenlemeleri hemi de demokrasi adına mazur görülecek bir şey midir? İsrail’den esirgedikleri bombaları oralara boca ediyorlar; yine demokrasi adına..
    Özetle sayın Seçkin kardeşim; aslında neyin ne olduğunu çok iyi biliyorsun ama kuvvetle muhtemel iyi niyetindendir, reel şartların hakim paradigmanın dayatmalarıyla yorumlandığını bir türlü görmek istemiyorsun. Bugün, dünyaya hakim olan zihniyetten, asırlardır başarıyla oluşturdukları profan ideolojilerden bağımsız düşünemiyor insanlar ve görece, kukla iktidarları. Kullanılan dil ve kavramlar, yaşananlara dair üretilen çözümler hep o istikamette..Aksi bir durumda bombalar, kimyasal silahlar, şeytanca birleşmiş milletlerin tasallutu, istilası, işgali bekliyor insanları ve onların yaşadıkları coğrafyaları. Karşı çözüm üretme iddialarının, düşüncelerin bu gerçeklikten bağımsız şekillenebileceğini, yüzyıllardır sömürge devlet halinde yaşayan iktidarların, kendilerini sömüren güçlere ideal manada tavır geliştirebileceğini varsayabilir miyiz? Etkileşim diye, sosyal ve siyasal baskı diye bir şey var çünkü..Silah onlarda, para onlarda yani seküler gücün her çeşidi onlarda..Bizatihi batıya öykünmenin, onlara tabi olmak gibi bir durumun yaşandığını nasıl görmezden geliriz ki? Varsın kimilerince kıymet-i harbiyesi olmayan düşüncelerimizle kelaynak kuşu misali ortada kalalım ve yeterki birey olarak teslimiyetçiliğe koşuşturmayalım.
    Selam ve dua ile..

    YanıtlaSil
  9. Batı, bütün değerleriyle sömürü üzerine kurulu Mustafa Bey; biliyorsunuz. Batı kendi insanından başlayarak herkesi sömüren bir sistem algısına sahiptir. Bunu onaylamak veya bunu yaşatmak müslümana zûldür.

    Yeni bir medeniyet algısını inşa etmek istiyorsak, önceliklerimizi belirlememiz ve bir çatı oluşturmamız gerekiyor. Size bu nedenle sordum, öneriniz nedir diye? Yukarıdaki analizim aslında bir anlamda bu sorunun sonraki sahfaları nasıl olmalıya bir giriş içindi.

    Durum tesbiti yapmadan, sorunu algılamadan, çözümü somutlaştıramayız. Müslümanların kafası emevi saltanatına endeksli Hilafet kurumuna göre çözüm arayamaz. Ha bu kurum bir eklenti olarak sistemin içinde tartışılabilir; ama hedef olarak tartışılamaz. Ki; eğer sert bir gerçeği ifşa edeceksek söyleyelim: Hilafet kurumu da Kur'anî çerçeveye aykırıdır. Allah Peygamberlerine bile sınır koymuştur. Ve bugün din adına hiç kimse böyle bir yetkiyle donatılamaz.

    İleri adımlara sürükleyelim düşüncelerimizi ve tekrar soralım. Böyle bir sistem nasıl olmalı?

    YanıtlaSil
  10. “Batı, bütün değerleriyle sömürü üzerine kurulu Mustafa Bey; biliyorsunuz. Batı kendi insanından başlayarak herkesi sömüren bir sistem algısına sahiptir. Bunu onaylamak veya bunu yaşatmak müslümana zûldür.
    Yeni bir medeniyet algısını inşa etmek istiyorsak, önceliklerimizi belirlememiz ve bir çatı oluşturmamız gerekiyor. “
    Hay ağzına sağlık, Batı medeniyeti denilen şeyin tarifi de budur işte. Biz de bu sebeplerle oranın düşünce laboratuarlarında üretilmiş kavramlara mesafe koyalım diyoruz..
    Bu zamana dek yazışmalarımızdan teokratik, tek kişiye endeksli bir yönetim tarzı arzuladığımızı filan çıkardığını sanmıyorum. Sahih İslam düşüncesi istikametinde kafa yoran, kula kulluk yapılmayacağını çok iyi bilen, yeryüzü İlahlığı endişesi bağlamında biteviye tartışma yapan, İlahlığa soyunmuş yönetimleri ve kişileri şirk kavramını merkeze alarak sorgulayan Müslümanların, kendilerini tek lider, tek otorite altında ifade etmelerini nasıl bekleyebiliriz ki?
    Yönetim işi teknik bir meseledir, doğrudur ve bu tarz donanıma sahip insanlarla oturup projesi belirlenecek bir şeydir.. Bizim arzuladığımız şey de yürürlüğe konulacak hukukun her yönüyle Vahyi ölçeğe uygun olmasıdır. Tartışma bu noktada başlamalı ve istişare, şur’a, danışma, meşveret dediğimiz yöntemler de burada lazımdır zaten..Hz. Muhammed’in yönetim tarzından, sonraki adil yöneticilerin icraatlarından örneklikler çıkararak ve onları bize özgü kavramlar altında dizayn ederek pekala bir yönetim biçimi oluşturulabilir..Ama konulacak ad hiçbir şekilde sekülerizmi, profanlığı, senin dediğin gibi Batının sömürge ruhunu işaret etmemeli, taşımamalı..(“Sen” demem de yine bu sitedeki yazıdan cesaretle..)..Benim arzu ettiğim de işi bildiğini varsaydığımız Müslüman siyaset ve sosyal bilimciler, ilahiyatçılar ve hukukçular tarafından böyle bir projenin üretilmesidir..Tabii ki sair din ve ideoloji mensuplarının temsilcilerini ve beklentilerini de göz ardı etmeden, adalet ancak öyle sağlanır çünkü.
    Şimdi şekilde demokrasi filan denilmesine rağmen işleyiş hakkında bize hiç soru soran yok, sadece saf saf ağzı kalabalıklara kanarak sandıkta oy vermemiz isteniyor, o kadar. Öte yandan arzu ettiğimiz yönetim biçimi açısından için de bize soru sorar, fikirlerimize başvururlar mı bilemem ama en azından temennimiz iyi bir şeydir diye bekliyoruz şimdilik..
    Kendi terminolojimizden bir kavram, vahyi ölçeklere uygun bir hukuk ve o istikamette kurumsallaşma ve beraberinde istişare zeminli denetleyici mekanizmalar vs...
    Zor bir şey değil be dostum..

    YanıtlaSil
  11. Ama Mustafa Bey, Demokrasi batının ürettiği bir şey değildir:) İnsanlığın ürettiği bir şeydir...1789 mason ayaklanmasından sonra Seküler unsurlar iliştirilmiş olabilir,ancak takdir edersiniz ki; demokrasi salt yunan yahut roma seçkinciliğinden de kaynaklanmaz... Az ötede vikingler herkesi yenen adamı 'seçmişlerdir' lider olarak...

    Dört Halife'nin seçimi de örneğini antik yunan veya Roma demokrasisinden yahut truva senatosundan almaz.

    Bu sebeple, tarihte daima 'ana' olarak telakki edilen temel yasalar olagelmiştir. Ve bu yasaların kökleri İlahi yasalara dayanır. İnsanlar katilin öldürme haklarını - mesela baştaki kişinin idam yetkisi- yasal saysalar da yasalarından öldürmeyi çıkaramamışlardır.

    Yani itiraz ettiğiniz noktalar, köken itibarı ile Demokrasinin seküler bir ürün olduğunu sanmamıza neden olmasın lütfen...Firavunun sisteminden daha seküler bir sistem düşünülebilir mi? Seküler olmadığını düşündüğümüz Emevi ve Abbasi hanedanı ile Osmanlı hanedanının uygulamalarının Firavunun seküler uygulamaları arasında ne gibi farklar var ki? Asılan kesilen arazisi gasbedilen kişiler yönetimdeki kişinin hangi hakkına binaen mağdur oluyordu? Seküler olmayan dinî hakkına binaen mi?

    Kendi terminolojimiz; bu terminolojinin bağlayıcılığı nedir ki? Adaletten başka hangi kavram hangi terminolojiyi normalleştirebilir?

    Biliyorsunuz, Batı kendinden önceki imparatorlukları taklit etmektedir. Ve yine biliyorsunuz ki; insan yaşadığı sürece egemen olacağı tüm araçları kullanmakta asla çekingen olmamıştır. Allah'ı bilenlerin tek kaygısı ise kayıtsız şartsız adalet ile hükmetmektir...

    Bu anlamda demokrasi, diğer sistemler gibi adalet ile hükmetmenin garantisi değildir. Ne fayda ki; bundan sonra üreteceğimiz sistemler demokrasiden daha fazlasına ulaşabilecek gibi görünmüyorlar...

    Şahsıma göre;Anayasal sorunların kesin çözümü bu anlamda ortalıkta gezinen değişebilirlik sorunlarını rahatlıkla giderecektir. İran demokratik diyor kendisine laik demiyor;ama yine de bu, onu istibdat çengelinden koruyamıyor...

    YanıtlaSil
  12. Haydi hayırlısı..
    Bu gidişle bahis mevzuu olan kavram hakkında ortak bir noktada buluşacağımıza eminim sayın dostum..Bilirsin fıkıhta şöyle bir kaide var: Eşya aslı üzre ibahedir; yani eşya kendi başına temizdir..Lakin insan bu, tabiatı da çamur zaten; bir de şeytani özelliklerle donanmış mı, hep o tarafa meylederse durdur durdurabilirsen eşyayı ve kavramları kirletmeden ve seyrediver her çeşidinden zalimlikleri, despotlukları!
    Demokrasinin nereden çıktığı, kimin icat ettiği önemli olmakla beraber, özellikle 18/19 yy.dan bu yana ona verilen görev, biçilen misyondur ve bu misyonu çerçevesince özelde Türkiye genelde diğer İslam ülkeleri karşısında aldığı pozisyondur bizim mesafe koyduğumuz..
    Demokrasinin gündeme getirilişi özellikle İslam coğrafyalarını, Müslümanları hizaya çekmek için midir, değil midir, sayın kardeşim?
    Önce burada anlaşalım.
    Senin iyi niyet dairesi içindeki değerlendirmelerin kurtarmıyor bu durumu..
    Felsefeyi bilen biri, demokrasi kavramı üzerinde inşa edilen ve özelde sistematiğini İslam dini karşıtlığı üzerine kuran demokratik siyasetin felsefesini nasıl görmezden gelir?
    Hadi koy demokrasi kavramını bir tarafa, onu biteviye dillerine dolayanlara bir bak, neden bahsediyorlar; sürekli ladini bir yaşam felsefesini işlemiyorlar mı insanların beynine?
    Babalarının hatırına mı, Allah rızası, cihad için mi düştüler Libya yollarına?
    Sayın kardeşim, son olaylar için geliştirilen tartışmalara bir bak Allah aşkına, Dini İslam var mı?
    Onun hayata ilişkin çözüm ve önermeleri hiç bahis konusu oluyor mu?
    Örneğin;Tunus için en radikalleri bile biz şeriat yönetimi filan istemiyoruz diyerek dönüyor ülkesine yani birilerine “siz bize dokunmayın, sizin rızanız dışlında bir hükümet filan kuracak değiliz, merak etmeyin” demek ihtiyacı hissediyor..
    Özgür tabiatlı atların terbiye ediliş biçimlerini hatırla, aynen Müslüman halklar üzerinde de benzer terbiye yöntemleri uygulanmıyor mu?
    Tevhiddir, Dindir, İslamdır, davadır, mücadele ve mücahededir, haramdır, helaldir, İslamı tebliğdir, ihlâstır, takvadır… ila ahir kavramların yerlerini neler aldı günlük yaşam dilimizde, bunun farkında olmamız gerekmiyor mu? Varsa yoksa demokrasiye göre şöyle, demokrasiye göre böyle..
    Demokratlık şunu gerektirir, şöyle olursak demokratikleşiriz vs.vs..
    Dilimiz sekülerleşmiş, ladini profan bir istikamete doğru yelkeni çoktan açmış, anlam dünyamızın da tahrip olmayacağının bir garantisi var mı?
    İ.Özel’i hatırlattın bana illaki: Yere, toprağa cünup basanlarla işbirliğinin sonucunda hayr bekleyenler çok beklerler!
    Bahsettiğin adalet kavramının nasıllığını filan insanlığa öğreten de vahiydir ve vahyi disiplinin olmadığı, göz ardı edildiği yerde de adaletten filan bahsedilemez sayın dostum..
    Daha açıkça söyleyeyim mi: Kullanılan dil böyle oldukça yani seküler,profan bir boyuta kaydıkça, İslama özgü kabuller ifade edilemedikçe ben muhalefet şerhimi koyacağım sayın dostum..Kimin kaale alacağı da çok da umurumda değil..

    YanıtlaSil

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.