New York’ta Beş Minare / Dördüncü Kestane'nin Kabuğu

"Ne de olsa yalanlarla doluydu 11 Eylül. Acar’ın FBI şefine doğrultuğu sözel silahın namlusundan petrol ve bir milyon ölü Iraklı fırlıyordu. İslâmî terör varsa bu petrol vahşetinden üreyen bir hastalıktı işte." Ben

Kestaneler karınlarında kocaman patlaklarla iştah açıcıydılar. Her zamanki gibi düşündürüyorlardı beni. Kabuklarından kolayca ayrılacaklar, keyifle yememe razı olacaklar mıydı? Denemeden bilemezdim. İlk kestane dağılıverdi elimde; kabuk sorun bile olmadı. Yerken biraz zorlandım. Ne vardı yani; tastamam ayrılsaydı kabuğundan. İkinci ve üçüncü kestanelerde de küçük inatlar dışında bir sorun olmadı. Ama dördüncü kestane çok inatçıydı. Bir kilo kestane yemişçesine yorgundum elim küçük su şişesine uzanırken.

Saat ilerlemiyordu. Önceki seansı kaçırmıştım ve bir sonraki seansa bir saatten fazla zaman vardı. Bir çay söyledim. Fragmanlarını izlemiştim 'New York’ta Beş Minare’nin. Bir sürü de yorum okumuştum, yazarından, çizerinden. Yakın uzak birkaç akraba ve kazara filme gitmiş bir dostun film hakkındaki kekeme anlatımlarından çok sonra filmi izlemeye karar vermiştim.

Herkesin işini görüp kalktığı sofraya oturup artıklarla yetinmek hiç hoşlandığım bir şey değildi, ama iş sinema filmi olunca hoşlukla ilgili fragmanları pek umursamıyordum. Filmi lezzetli yapan, izlemeden önce duyduğum olumlu veya olumsuz eleştirilerdi. Spoilerle ilişkili yorumlar dokunmadı gözlerime. Dokunsalardı da yakacakları bir ışık olamazdı.

Eleştiriler zayıftı. Senaryonun alışıldık pasajlarından söz edenlerin yanında, senarist/yönetmen Mahsun Kırmızıgül’ün dinî konularda danışmanlardan yararlanmamış olmasını eleştirenler de vardı. Mahsun ne yapmak istiyor? Mahsun nereye koşuyor? diye soranlar da. Kestanelerle film arasındaki ilişki belki de böyle bir şeydi. Üç kestaneyi kabuğundan kolayca ayıracak, son kestanede yorulacaktım. Yani filmi beğenme olasılığım %75.
1 No’lu salona girip F-12 koltuğuna kurulduğumda kocaman ekran, ışık oyunlarıyla salonun loşluğunu neşelendirip duruyordu. Merak ediyordum; koparılan fırtınaya değmiş miydi, acaba?

Bir İstanbul sabahında sitenin otoparkında top oynayan çocukları nereden bulduklarını sorgulamasam da, apartman katından kocasına el sallayan kadının patlayan arabayı gördüğü anda yaşadığı şok bana daha çarpıcı göründü. Gerçekten iyi çekimdi. Kompozisyon tüm doğal ayrıntılar için neredeyse kusursuzdu. Beyaz perdenin DVD görüntülerine karşı kaybettiği yeri de böylece görmüş oldum; perde pixel alarmı veriyor, görüntü kalitesini olumsuz etkiliyordu.

Bu filmin böyle başlaması normaldi aslında. İsmine yakışmasa da, yapabileceğim bir şey yoktu. Minarelerden İslâm’a, İslâm’dan terörizme, oradan New York imgesinde Batı’ya uzanan çirkin çizgiye karşı bir savunma yapılacağını biliyordum. Bu savunmanın ne kadar rasyonel olduğunu tartışmak gerekirdi daha önce. İslâm’ın savunmaya ihtiyacı yoktu. Bu kirli propaganda ile masumiyetleri lekelenen Hıristiyanlardı, Müslümanlar değil. İlk kurşunu sıkan onlardı. Onların onarılacak düşünceleri ve düşleri vardı ve bir de İslâm düşmanlarının.

Bu filmi neden Müslümanlar yapıyordu ki? Ama yapmak zorunda kalmışlardı. Sinema tam olarak buydu. Kırk yıllık Hacı babanızın aslında bir katil olduğuna inanmanızı sağlayan bir araç. O aracı şimdi çift tarafı kesin bir kılıç gibi kullanacak, hastalıklı saydığınız düşüncelerin tepesine indirecektiniz. New York’ta Beş Minare, kılıcı neo-con Amerikalılara ve cihadı terör sanan Müslümanlara aynı anda indiriyordu. Fakat burada bir sıkıntı vardı. O sıkıntı aslında her şeyin senaryodaki kadar net olmamasıydı.

Pentagon’un, CIA’in ve FBI’ın El Kaide, Taliban ve benzeri örgütlerle yaşadığı şeyler irregüler bir döngüden ibaretti. İki eski ortağın hâlâ ortak olup olmadıkları belli değildi; akla kara ayrışmamıştı. Ama film ayrışmış gibi davranıyordu; bu iki paradoksal nesneyi ayrık düşünüp öğütler vermek üzere tasarlanmıştı.

Ya da dördüncü kestanede yaşadığım disleksi, sinema dilinin koşullayıcı irrasyonalitesinin, yine aynı irrasyonel koşullayıcılıkla aşılabileceğini düşünmesine bağlıydı Mahsun Kırmızıgül’ün. Batı Terörle İslâm’ı bir şekilde yan yana getirmeyi başarmıştı, o halde bu koşullayıcı geni, aynı yöntemlerle söküp atmanın akıllıca olacağını düşünmüş olabilirdi, Kırmızıgül. Mevlevi dergâhının Hocaefendisi ile Bozkurtların yemin töreni birdenbire çıkıp gelmişti filmin içinden. Sonra da beyaz dairede sema gösterisi…

Batı İslâm’ın ak yüzü diye Celaleddin Rumi’nin ve Yunus Emre’nin sufistik çoğulculuğuna çağırılıyordu. O çoğulculuk eksik betimlenmiş dinî bütün market sahibi Hacı Gümüş’ü Hıristiyan Maria ile, Müslüman bir genç kızı, Hacı Gümüş’ün kızı Jasmine’i Hıristiyan bir delikanlı ile hem Kilise’de hem Câmii’de evlendirirken temel İslâmî kaidelerden birini bozuyordu. Müslüman kadın, Müslüman olmayan bir erkekle evlenemezdi. Sufistik çoğulculuğun vardığı en sarsıcı düş buydu işte.

“İman etmedikçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kadından, imanlı bir cariye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, müşrik bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar cehenneme çağırır. Allah ise, izni ile cennete ve mağfirete çağırır. Allah, düşünüp anlasınlar diye ayetlerini insanlara açıklar.” Bakara/221. Teslis, üçlü ortaklık ve Hz.İsa’da bedenlenmiş bir ilah anlayışına teslim olan bir Hıristiyanla evlilik olamazdı. Bu radikal İslâm’ın emri değildi; açıkça Allah’ın emriydi. Allah’a da radikal denmeyecekti herhalde.

Film, belki de Ridley Scott’un Leonardo Di Caprio ve Russell Crowe’a oynattığı ‘Body of Lies- Yalanlar Üstüne’ filmi ile birlikte hazmedilebilirdi. Ne de olsa yalanlarla doluydu 11 Eylül. Acar’ın FBI şefine doğrultuğu sözel silahın namlusundan petrol ve bir milyon ölü Iraklı fırlıyordu. İslâmî terör varsa bu petrol vahşetinden üreyen bir hastalıktı işte.


Bu hastalık, kişisel kinlere, kan davasına dönmüş bir cehaletle örülüydü. Modern Amerika’nın çağdaş FBI Şefi’nde İkiz Kuleler’de yok olan unutulmaz bir kardeş kanı, Komiser Fırat’da da kalleşçe öldürülmüş bir baba besliyordu karanlığı. Filmin sonunda Bitlis’teki köy evinin önüne dikilen cehaletin simgesi, kan davasının kirli yüzü olarak yanan kapkara cehalet bayrağı, Amerika’da dikili duruyordu.

Acar’ın FBI Şefi’ne yüklediği ve söylettiği pişmanlık, olası bir kara bayrak yangınına işaret edebiliyordu sadece. Her Müslüman terörist değildi ve namaz kılarken saygısızca itilip kakılmamalı ve kara Amerikan cehâleti secdeye varacak olan Hacı Gümüş’ün ellerini kelepçelememeliydi. Filmin ana mesajı buydu; kan davası güden câhil Amerikalılar ve câhil Bitlisliler, doğulular; birbirlerine eşittiler.


Filmin dilinde eleştiri tek, hedef ikiydi; FBI ne kadar cahil, işkenceci ve saldırgansa AB üyelik perspektifinden önceki Türk Polisi de o kadar işkenceci. Türkiye değişiyor, Amerika’da değişmeli.

'New York’ta Beş Minare' filminde Mahsun Kırmızıgül’ün 'Beyaz Melek', 'Güneşi Gördüm' filmlerindeki senarist zekâsı, ana hikâyesi bambaşka olan bir senaryo üretmiş. Fırat’ın ve Hacı Gümüş’ün kan davasına sarılmış alt mesajlar sosyolojik sorun alanlarına yönelik keskin eleştiriler içeriyor.

Kırmızıgül, derin yapılanmaların kuklası olan dinî grupların varlığını seyircinin kafasına kazıyor. Geldiği toprakların iç yakıcı duygusal seronomilerini iyi tanıyor ve tanımlıyor. Seyircinin gözyaşlarını yönetmeyi biliyor. Sarsıcı sonlarda çözdüğü düğümler, 'Beyaz Melek', 'Güneşi Gördüm' filmlerinde olduğu gibi 'New York’ta Beş Minare' filminde de seyirciyi şokluyor.

Filmin ikinci sekansı, 'Güneşi Gördüm’de rastladığımız gibi dağınık. Ek mesaj kaygıları, serim akışını karmaşıklaştırmış. 'Beyaz Melek', bu anlamda Mahsun Kırmızıgül’ün en başarılı filmi.

Haluk Bilginer filmde çok renksiz ve statikti; rolünü doğallığın dışına çıkacak kadar abartmıştı. Mustafa Sandal'ın Mahsum Kırmızıgül'den daha iyi bir oyun çıkardığını düşünüyorum. Robert Patrick ve Gina Gershon misafir oyuncu gibi göründüler bana; Kurtlar Vadisi Irak'ın Billy Zane'si bu anlamda gerçek bir profesyoneldi. Danny Glover için daha yumuşak sözler söylemek mümkün, namaz kılarken alışmamış dizleri için sandalye kullanmak zorunda kalsa da iyiydi. Eşref Kolçak'ı tanımakta güçlük çektim, ama oyunculuğu kusursuzdu. Ali Sürmeli, Takiye'deki rolünü sürdürdü, başarılıydı. Zafer Ergin ve Salih Kalyon'un hangi rollerde oynadıklarının hiçbir önemi yok; onlar her zaman aynı kalıyorlar. Fırat'ın Babaannesi Suna Selen yılların deneyimiyle karşımızdaydı. Hacı Gümüş'ün kızı Justine Cotsonas, yabancı oyuncular içinde filmin ruhuna uygun sıcaklıkla Bitlis'ten gelen bir koku gibiydi.

İngilizce diyaloglara Türkçe dublaj yapılması, Haluk Bilginer'i Bitlis aksanıyla İngilizceyi Türkçe konuşan bir uçukluğa taşımış. Böyle bir komediye izin verilmemeliydi.

Filmin görüntüleri beyaz perdenin kurbanı olsalar da çok da rahatsız edici değillerdi. Ancak helikopter kameraları New York’un gökdelenlerinin tepesinde çok sık aralıklarla gezdirilince, “Yönetmen filmin New York’ta çekildiğine inanmamızı çok istiyor”, diye düşündüm. Sultanahmet ve Ayasofya’da kameralar muhteşemdi. Hücre baskınında, profesyonel ellerin kameraları yönettiğini, açıların doğru zamanlarda doğru derecelerle çatışmayı yansıttığını söylemek, hakkı teslim etmek demek. Aktif kamera, anamorphic lenslerin gücünü de kullanmış.

Müzik, görüntüyü, olguyu doyurdu her karede. Kostümler için söylenebilecek bir şey yok. Yeşilçam’ın kostüm sorunu hiç olmamıştı zaten. Filmin kestane ölçeği yanıltmadı beni; beğeni oranım %75.
Biraz bilgi topladım. 'New York'ta Beş Minare', Mahsun Kırmızıgül'ün 'Beyaz Melek' ve 'Güneşi Gördüm' filmlerinin ilk 3 gün izlenme oranlarını geçmiş. Türkiye'de 3 günde 703 bin 330 kişi, Avrupa'da ise 95 bin 671 kişi tarafından izlenen film, toplamda 799 bin 1 kişi tarafından seyredilmiş. 'Beyaz Melek' ilk 3 günde 157 bin 785,'Güneşi Gördüm' ise 507 bin 932 kişi tarafından izlenmişti.

Film, İstanbul, New York ve Bitlis üçgeninde çekilmiş. Filmde, 'Cehennem Silahı' adlı filmle ünlenen Danny Glover, 'Yüz Yüze' filminde rol alan Gina Gershon, 'Terminatör' filminin ünlü robotu Robert Patrick'in yanı sıra Justine Cotsonas, Laine Rettmer, Bob Arı, Hisham Tawfio, James Chen, Michael Olajide Jr. Ernest Rayfordve Sharrieff Pugh kamera karşısına geçmiş.

Kırmızıgül, yerli ve yabancı 2 bin 500 oyuncunun rol aldığı filmin müzikleri için 'Beyaz Melek' ve 'Güneşi Gördüm' filmlerinden sonra 'New York'ta Beş Minare' filminde de 140 kişilik müzisyenden oluşan 'The City Of Prague Film Harmonic-Prag Senfoni Orkestrası' ve 'Prague Opera Korosu' ile çalışmış. Filmin müzik mixleri 'London Air Stüdyoları'nda gerçekleştirilmiş.

Film, Türk sinema sektöründe birçok ilke imza atmış. Yarısı Amerika'da çekilen ilk Türk filmi olma özelliği taşıyan 'New York'ta Beş Minare' filminin çekimleri, İstanbul, New York ve Bitlis'te 8 haftada tamamlandı. Yarısı İngilizce çekilen filmde ilk kez 'anamorphic lensler' kullanılmış. Sendikalı ekiplerle çalışılan ilk film olma özelliği de bulunan filmin çekimlerinde yerli ve yabancı 300 kişi çalışmış.

Filmin konusu özetle şöyle:
''Kırmızı bültenle aranan radikal dinci bir örgütün lideri 'Deccal' kod adlı suçlunun Amerika'da yakalandığı bilgisi gelir. Onu teslim almak için teşkilatın en başarılı iki polisi Amerika'ya suçluyu teslim almaya giderler. Bundan sonrası kolay gibi görünür, ama hiçbir şey göründüğü gibi değildir. İstanbul, New York, Bitlis üçgeninde geçen hikâye, yakın dönemin Türkiye'sini sorgularken, 11 Eylül sonrası Amerika ve dünyada yaşanan 'İslam paranoyasının' altını çiziyor.''


Film İle İlgili Teknik Bilgiler:


Yönetmen: Mahsun Kırmızıgül
Senaryo: Mahsun Kırmızıgül
Oyuncular: Haluk Bilginer, Engin Altan Düzyatan, Ali Sürmeli, Danny Glover, Mahsun Kırmızıgül, Onur Ünsal, Salih Kalyon, Robert Patrick, Zafer Ergin, Gina Gershon, Hüseyin Avni Danyal, Mustafa Sandal, Murat Ünalmış, Eşref Kolçak, Suna Selen, Yüksel Arıcı, Emma Walton, Justine Cotsonas, Scott William Winters, Bob Ari, Ernest Rayford, Hisam Tawfıq, James Chen, Ümit Okur, Ali Güney, Bejay Rose, Laine Rettmer, Michael Olajide Jr, Ryan Silverman, S Novym Godom, Sharrieff Pugh
Müzik:Mahsun Kırmızıgül, Yıldıray Gürgen, Tevfik Akbaşlı
Görüntü Yönetmeni: James Gucciardo
Görsel Efektler: Manuel Ray Gonzalez
Yapımcı Firma: Boyut Film
Yapımcı: Murat Tokat
Filmin Türü: Aksiyon, Casusluk, Dram, Macera, Polisiye, Politik
Orijinal Adı: New York’ta Beş Minare
Yapım Yılı: 2010
Yapım Ülkesi: ABD, Türkiye
Orijinal Dili: Türkçe/İngilizce
Vizyon Tarihi: 05.11.2010
Filmin Süresi: 110 dakika

Bilgi:

faruk tamer


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.