non je ne regrette rien*
Şimdi masamın başında bir
bilgisayar ekranının düşük yoğunluklu ışığında sana bu satırları yazıyorum.
Gözüm hep pencerenin dışına dalıp gidiyor. Şehrin diğer yamacında, başka
evlerin ve başka hayatların ışıklarını seçmeye çalışıyorum. Sonra birden cama
yansıyan kendi görüntümün farkına varıp ürperiyorum.
Bu ben miyim acaba?
Solgun ve durgun bir yüz, gümüşe
yakın kırlaşan saçlar ve suratımda birkaç günlük bir sakal.
Aklıma seni ilk kafede gördüğüm
parçayı buluyorum müzik listemden. Her zaman ki gibi Kaldırım Serçesini
dinlerken hislerimi anlatmam gerek. Seni ilk gördüğümden bugüne geçenleri.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien,
ni le bien qu'on m'a fait, ni le mal,
tout ça m'est bien égal.
Seninle değişen hayatımı ve
değişen hayatıma seni alamamanın verdiği burukluk; kekremsi bir tat dilimin
ucunda. Anla işte. Ama nasıl diyeceksin gerçi.
Sana garsonla gönderdiğim o
köstekli saatin hikâyesini de anlatmalıyım ve niçin sana bıraktığımı o saati.
Bu satırları okurken avucunun içinde durmasını istiyorum o saatin. Bil ki
saatin tik takları yüreğimin sana karşı nasıl da bir güvercin ürkekliğinde
attığının da şahidi olacak. Çünkü o saati sana vermeden önceki son gece,
yüreğimin üstüne gelecek şekilde koydum gömlek cebime. Kurmadım ama. Senin
eline geçtikten sonra senin kurmanı bekledim. Ve güneşli bir Salı günü yine
aynı köşeden saati garsonun sana getirmesini ve yüzüne yansıyan o şaşkınlığı
izledim. Kapağı kaldırınca içerisinde ufak bir not bırakmıştım.
« Lütfen kur ve tik takları dinle »
Kurmaya çalışırken verdiğin arı
çaba ve kulağına götürürken ki anı hala unutamıyorum. Belki de uzak denizlerin
gemilerinin güvertelerinde ilk aklıma bu görüntü gelecek. Aynı bir sinema
karesi gibi. Bilirsin seni de ilk sinema salonunda görmüştüm. Görmüştüm
dememeli aslında ilk sinema salonunda duymuştum o buruk duru sesini.
bilmiyorum nasıl sever başkaları
eskiden nasıl severlerdi,
yaşıyorum, bakarak, severek seni,
aşk tabiatımdır benim
Yine kelimeler uçsuz bucaksız bir
sahranın kumları arasında kayboluyor.
Ah! Unuttum evet sana köstekli
saatin hikâyesini anlatacaktım.
Saatin kapağını açtığında da
göreceksin ki; üzerinde büyük bir gemi resmi var. Dedem gemiciydi. Bu saati de
uzun seferlerin birinde Cebelitarık limanında birkaç saatlik mola verdiğinde
oranın çarşısından almış ilk gençlik yıllarında. Ondan sonra da hiç çıkarmamış
cebinden. Babaannem babama hamileyken, dedemin yine uzun bir sefere gitmesi
gerekmiş. Bu sefer hiç yanından ayırmadığı saatini babaannemin avuçlarının
arasına bırakmış. Ona sıkıca sarılmış ve « belki dönemezsem bu saati doğacak
evladıma yadigâr olarak bırakıyorum »
Dedem gerçekten de bir daha geri
dönmemiş. Gemi nereye gitmiş. Dedem bambaşka diyarlara mı yelken açmış yoksa
gemi bir azgın fırtına da sürüklenip taifeyi soğuk sulara mı sürüklemiş belli
değil.
Babam doğduktan sonra yıllarca bu
hikâye ile büyümüş. Görmediği babasının soluk bir fotoğrafı ve ondan ona
yadigâr kalan üzerinde gemi resmi olan köstekli bir saat. Babaannem babamın
gemici olmasını istememiş ama babasının bıraktığı o yadigâr saat babamın içine
işlemiş. İşte bir gün habersizce bir yük gemisine atlayıp açılmış uzak
denizlere. Sonra zar zor annemle evlendirilen babam ve sonrasında ben doğmuşum.
Babam yine böyle bir sefer öncesinde (dedem gibi içine mi doğmuş bilemiyorum)
bu saati elime tutuşturdu ve soğuk bir kış günü pencerenin arkasında onu
uğurlarken sokağın başından kayboluverdi.
Ve babasının kaderini yaşayan
evlat misali babamda bir daha geri dönmedi.
İşte o zamana kadar denizle
ilgisi olmayan ben. İçime okyanus gibi bir kurt düştü. O kurt, ortaokul
yıllarımdan ilk gençlik yıllarına dek içimi kemirdi. Ve bir gün lise öğrenimini
bitirir bitirmez annemin gözyaşları arasında Karaköy Limanından kalkan jilete
çıkması için benim ilk seferime çıkmamı bekleyen bir gemiyle hasret kokan
sulara açıldım. Artık birkaç aylık deniz yolculuklarına çıkıyor. Sonra 15 gün
bu kentte yazgılarıyla yüzleşmiş annemi ziyaret ediyor ve denizin yılgınlığını
ve yalnızlığını üzerimden atan filmleri seyretmek için sinema salonlarının
koltuklarını dolduruyordum. Böyle anların birinde sen çıktın karşıma işte. Ve
ilk olarak Marsilya limanın arkasındaki döküntü cafelerinin birinde dinlediğim
« kaldırım serçe » sinin parçasının eşliğinde senin kahveden bir yudum almanı
izliyorum. Kahvenin dumanı gözlerinin buğusuna karışıyor. O karışım geliyor
gözlerimi gözlerine değdiriyor ama sen fark edemiyorsun. Belki hissediyorsun
ama bir anlam veremiyorsun.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien,
ni le bien qu'on m'a fait, ni le mal,
tout ça m'est bien égal.
non, rien de rien,
non, je ne regrette rien
car ma vie,
car mes joies,
aujourd'hui,
ça commence avec toi...
O eflatun müzik kulaklarımda
yankılanıyor. Bütün limanlar da bu ses ve gözlerin parlıyor.
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
bana yapılmış iyilikler ve kötülüklerin
hepsi aynı bana
hayır, hiç, ama hiçbir şeyden
hayır, hiçbir şeyden pişman değilim
çünkü yaşamım,
çünkü zevklerim
seninle başlıyor bugün.
Ve artık sabahın ilk ışıklarıyla
elveda demenin tam vakti. Gemi limandan ayrılır öğlene doğru. Bu satırları
okuduğunuzda ben yavaş yavaş boğazı çıkmış oluru. Alnım sert rüzgârlara dönük.
Şunu iyi bilin ki babalar oğullar
ve torunların kaderleri hep birbirine benzer. O sebepten kendi kaderimin
ortasına çekemem sizi. Bu hatıram sizle beraber kalsın bir ömür boyu. Biri
vardı deyin bu cafede günlerce beni izleyip anlamadığım. Biri vardı maşuka
aşkını açamayan biri.
bu yüzden seviyorum seni, bu yüzden değil
o kadar neden var ki, o kadar az,
böyle olmalı aşk
kuşatan, genel
bayraklarda donanmış, yaslı,
yıldızlar gibi çiçek açan,
bir öpüş kadar ölçüsüz.
*hiçbir şeye pişman değilim
adnan söylemez
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.