Bölüm Bir
“iyi yazarların iki ortak yönü
vardır.
Görünmekten çok anlaşılmayı yeğlerler
ve sivri ya da fazla titiz okuyucular için
yazmazlar”
F.Nietzsche
-1-
“Ahde
vefa” sözcüğü.. şimdi dur!
“Ahde
vefa” bir kavram mıdır sözcük müdür?
Zurnanın
zırt dediği yer burası. Benim böyle pespaye oluşum işte bu huyum yüzünden..
Kavram ne, sözcük ne.. sözcük deyince başka bir anlamı mı olacak, kavram
deyince başka bir kimliğe mi bürünecek? “Ahde vefa” söyleyişinde meram ortaya
konmuş olmuyor mu? Lafı uzatmaktan öte bir anlamı var mı ‘sözcük mü kavram mı?’ sorgusunun. Neyse daha
fazla uzatıp yoktan yere asabımı bozmayayım. Hazır yeni bir karar vermişken. Ah
kaçıncı karar.. yok, bu kararlar yazmakla ilintili ya da salt yazmaya ilişkin
kararlar değil.
Ah,
kaçıncı karar!
Diye
ünlenişim kendimi bildim bileli her şeyi yarıda bırakışımdan ötürü. Adeta
kendimi ite-kaka bu ana kadar getirdim. 50 yaşını devirdim. Hoş belki “ ne
demek oluyor ite-kaka!” diye söylenenler çıkabilir. –kim çıkacak ise- en
azından işte kendim diyorum, “ne demek oluyor ite-kaka?” şu demek oluyor
efendim.. hiçbir işi, hiçbir görevi, hiçbir toplumsal rolü istendik biçimde
yerine getiremedim. Getirmedim. Belki halimi, en iyi, Gonçarov’un “Oblomov”
karakteri betimleyebilir. Evet, birebir olmasa da, yaşayan bir Oblomovum.
Ben de
zaman zaman –başkalarının yönlendirmesiyle değil, kendi içimden gelen bir itki
ile- “tamam bunu böyle böyle yapacağım!” der, hemen yapmaya kalkışırdım. Bir
heves, sarılırdım. Sonra.. sonrası yoktu. Belki bir saat, belki bir gün..
belki, evet belki en fazla bir ay. Bakın
ortaokul zamanından bir örnekle açıklayayım. Ortaokul.. şimdi bu kavramın
karşılığı yok gibi. Hatta yok. Dediğim 1970’lerin başı. Şimdikinin 6.sınıfı
diyelim. Evet o zamanki ortaokul, şimdiki 6.sınıf. matematik dersinden en fazla
2 alıyorum. 10 üzerinden değerlendiriliyor sınavlar. Dersin öğretmeni öyle de
sert biri ki.. bu yazılıdan da zayıf alanların akıbetini kalınca sopasını
göstererek anlatmıştı. Ah.. sopa. Şimdi sıkı mı bir öğretmen bir öğrenciyi öyle
sopa ile dövsün. O zamanlar dövmeyenler kınanırdı. Zira ‘eti senin kemiği
benim!’ anlayışı hakimdi. Her neyse iyi bir dayak yiyeceğimi biliyordum.
Yattığım yerde düş kurmaya başladım. Yaşamım düş kurmakla geçti ya! Abimin
kalınca yardımcı matematik kitabını alıyordum, düşümde, bütün dikkatimi verip
çalışıyordum. Bütün konular çocuk oyuncağı gibiydi. İki bilinmeyenli
denklemler, gauss sistemi.. faktöriyeller.. aklımda kalan konular bunlar.. ha
bir de üçgenler falan vardı. Her neyse bütün bir kitabı aklımdan geçirdim.
Yataktan fırladım. Radyonun üstünde duran yardımcı kalın mavi ciltli matematik
kitabını aldım. Ve düz bir kitap gibi okumaya başladım. Kuşkusuz söylemeye bile
gerek yok, hiçbir anlamı olmadan elimden bıraktım. O dersi nasıl geçtim.
Sınıfları nasıl geçtim.. bugün bile hala anlamış değilim. Her neyse.. yine sala veriliyor.
Çokça
duyar oldum sala’ları. Sala. Minarelerden yükselen birinin ölümünün ilanı.
Çanlar kimin için çalıyor, diyen adamın bahtsızlığı, çanın bir şey söylemesi ve
fakat aslında hiçbir şey söylememesi. Oysa sala, doğrudan ölen kişinin kısa
künyesini verir. Mahalle camisinde verilen sala, “mahallemiz sakinlerinden
felan kızı/oğlu filan bu sabah hakkın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi öğle
namazını müteakip camimizden kaldırılacaktır!” la biter. Kentin ileri
gelenlerinden biri ise, merkez cami denebilecek bir camiden “şehrimizin güzide
simalarından felan kızı feşmekân oğlu.. vs. vs. vefat etmişlerdir. Cenazesi
ikindi namazını müteakip camimizden kaldırılıp asr-i mezarlığa defnedilecektir.”
diye tüm kente duyurulur.
Yoo..
Çanla sala kıyaslaması gibi bir şey, geçmiyor aklımdan.. Yani ikisini
kıyaslamak için bir şeyler söylemeye
niyetlenmiş değilim. Ahde vefa ile
sala’nın bir arada bulunuşundan kastımı da hemencecik söyleyeyim. Evet, çokça
duyar oldum sala’ları. Sanki her gün veriliyor. Daha önceleri duymaz mıydım?
Algıda seçicilik, bu olmalı. Salaları sıkça, çokça duyuşum yaşımla ilgili.
Evet. İçten içe sıranın bana geliyor oluşunu duyumsamam. Bu duyumsayışta
dedemin “gençler de ölecek.. ama yaşlılar muhakkak ölecek!” serzenişi yatıyor. Bunu biliyorum. Ahde
vefanın yeri, işte tam burası. Kendime bir söz vermiş olmalıyım. Söz vermek.
Sözünde durmak! Haysiyetli insanlar için, şerefli kişiler için verilen sözde
durmak.. işte onur buydu. Stendhal Kırmızı Siyahı’nda roman kahramanlarından
birine onurla ilgili bir şeyler söyletiyordu. Sanırım bir kentin belediye
başkanıydı. Aklımda kaldığı kadarıyla belediye başkanı, karısına çocukları için
bir öğretmen tutmaları gerekçelerini açıklarken
“..bu iş bize yüz liraya mal olabilir, ancak bu yerimizi, onurumuzu
korumak için gerekli bir gider sayılır!” diyordu.
Giderin
kadar onur. Çevremde kendini göstermek, mal varlığıyla caka satmak en büyük
ayıplardan biriydi. Alçak gönüllü olmak.. “Ah, ne mütevazi biri şu Rıfat bey!”
dedirtmekti onurlu olmak. Hele sözünde durmak.. ya da durmamak.. onurlu insan,
şerefli insan verdiği sözün ardında durmak zorundadır; ne pahasına olursa
olsun., Azıcık onurumuz var ise –yani öyle umuyorum, yok kimse onurum hakkında
ileri geri konuşamaz. Evet
tembelliğimden falan söz edebilirler ama.. kendime bir söz verdiğimi
anımsıyorum. Ve bu sözü mutlak yerine getirmeliyim. Mutlak bir söz vermişimdir
kendime. Böyle olmalı. Doğmuş, yaşamış
ve ölmüş olmak olmamalı varoluşum. Bir anlamım olmalı. Bu anlamı anlatmak için
kendime söz vermiş olmalıyım. Böyle bir söz vermiş olmalıyım kendime. Öyle seziyorum. Öyle diyor, içim. İşte şimdi
o içim bana “bak salalar ne çok okunur oldu.. ihtiyarlık salgınına yakalanmış
biri olarak sözünü çabucak yerine getirmelisin. Onurlu bir insan olarak bunu yapmak zorundasın.
İnsan onuru için değil de, başka ne için yaşar?” içim böyle diyor!
Anlayacağınız damardan damardan gidiyor.. bedava gaz işte. Yine de..
Bir
anlamım olmalı. Yani, var oluşumun bir anlamı olmalı. Bu bir saplantı mı? Bir
otun, bir taşın, bir kum zerresinin bir anlamı yok mu ki benim de “varlığımın
bir anlamı olmalı” deyişim bir saplantının dile gelişi olsun?
Çevreme
bakıyorum. Sonra hüzünlenerek;
“geçenler
geçti seni, uçtu pabucun dama” dizesi dökülüyor dudaklarımdan.,
Belki bu
tepki alelade bir kıskançlık gibi algılanacak. Ama olmadığını biliyorum. O
tepkinin ardında yatan herkesin, her varlığın kendine düşeni yerine
getirdiği, verdikleri sözlere sadık
kaldıkları, benimse bir haramzade gibi davrandığım, düşüncesi. Takıntı
denilecekse bu duyguya; denilsin., Demiştim ya; ite-kaka bugüne getirdim
kendimi. Şimdi yine ite-kaka kendime verdiğim sözü yerine getirmek için yola
çıktım. Ömrüm yeter mi? Gücüm bu isteğin altından kalkar mı? Bilmiyorum. Aslında
bilmek de istemiyorum. Hazır başlamışken.. bir heves doğmuşken.. diyorum yani.
İte-kaka da olsa.. yuvadan ben istemesem de uçuracaklar. Kanatları güçlenmiş
yavru nasıl da direnir annenin itip-kakmasına. O anne, onun iyiliği için
yapıyor; ama.. ben bu iyiliği anlayamıyorum işte. Ölünceye kadar öyle kalsa..
zırvalıyorum. Sanırım bir hevesin daha ölümü.. yoruldum. İşte iki satır yazdım
ve yoruldum. Yine düşlere daldım. Yuvadan uçma vakti gelen kuşların sonuçsuz
direnişleri belirdi gözümde. Eninde sonunda kanat çırpmasını öğrenecek yavru.
Ya da.. asfalta çakılacak. Ne bileyim belki beton bir zemine.. her ne halt
ise..
Rıfat
bey! Rıfat bey kendine verdiğin sözü tut ve yazmaya devam et! Yeter yaptığın
tembellik. Gözün tuşlarda olsun! Şu pencereyi ördürmeli. Bu odayı lambanın
ışığına mahkum etmeli. Yine dalıp, dalıp gidiyorum!
Yaptığım
planın epey gerisindeyim. Günde en az, en az dört saat yazacaktım. İki saat
sabah, iki saat öğleden sonra.. gel gör, ki;
üç gündür toplamda bir saat yazmadım. Hadi bir saat yazmış olayım; yedi
saat alacağım var. Yanlış hesapladım galiba. Öyle ya dört saat üç gün için 12
saat eder.. ben bir saat yazdım, diyelim; dedik. Demek ki; 11 saat borcum var,
kendime. Bu borçların birikeceğine adım gibi eminim ya.. neyse..
Bir tür
bibliyografya.. kendi kronolojik yaşamımı yazmaya niyetlendim. Kendime
verdiğimi söylediğim söz bu. Becerebilir miyim? Bilmiyorum. Yok, belleğime
güvenim var. Bellekten yana sıkıntım unutmayı becerememek. Keşke unutabilsem.
Evet, sık sık yinelerim bunu. Neredeyse beş yaşından 55 yaşıma kadar
önemli-önemsiz her şey.. sanki şimdi şu an yaşamışım gibi. Bu acı verici bir
şey. Görüntüleri asla unutamıyorum. Kişilerin isimlerini, yerlerin adlarını
unutsam da –ki; birçoğunu hatırlıyorum, hatta yarıdan fazlasını- görüntüleri
unutamıyorum. O da felaket boğucu oluyor. Unutmak büyük bir nimetmiş.. elinde o
nimetin farkında olmayanlara hem acıyor hem gıpta ediyorum.
Ortaokul
ikinci sınıfta Türkçe öğretmenimiz –neydi adı.. hah, Ernüvaz Hanım. O aklıma
sokmuştur bu yazma işini. Ama yazarlar dünyasına adım atamadım. Heveslendim.
Yazdım. Mahallî gazetelerde, dergilerde yazdım. Hepsi o kadar. Ernüvaz Hanım
“mükemmel bir gözlemcisin.. yazmalısın.,” demişti. Kompozisyon konusu olarak
“öfke ile oturan zararla kalkar” özdeyişini vermişti –özdeyiş mi atasözü mü her
neyse- ben de öyküleştirmiştim. Güya babam amcama bir saat hediye etmişti de..
öfkeyle saati duvara fırlatmıştı da..
sonra pişman olmuştu; falan filan.,. gerçi bir amcam yoktu; ama olsun, en
yüksek notu ben almıştım o sınavda. Sevinmiştim. Çocuktum elbette sevinirdim.
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.