“Felsefeyi bir kelime ile tanımlamak gerekseydi, “…ölçüde” sanatıdır felsefe diyebilirdik. Tesadüfen “…ölçüde” diyen birini görürseniz, evet, düşünce doğuyor diyebilirsiniz. Düşünen ilk insan ”…ölçüde” diyendir. Niçin? “…ölçüde” kavram sanatıdır. “
Elimizde felsefeye giriş açısından önemli bir kitap var:20.yy. kıta felsefesinin önemli figürlerinden olan çağdaş Fransız düşünürü Gilles Deleuze (1925–1995) çalışmalarını daha çok batı felsefe tarihinin önemli düşünürlerine dair hazırladığı monografiler üzerinden geliştirmiştir. Vincenns’ de verdiği derslerin bant çözümlemeleri olan bu üç kitaplık seri (Leibniz-Kant-Spinoza) felsefenin üç temel noktasını teşkil eden bir çalışmadır. Derslerin tarih sırası değil içerikleri gözetilerek Ulus Baker tarafından çevrilmiş, Aliye Kovanlıkaya tarafından yayına hazırlanmış, Şubat 2008’de Kabalcı Yayınevi tarafından basılmıştır.
Bu kitabı okumaktan zevk aldığımı belirtmek isterim. Ara ara yorucu olsa da serinin diğer iki kitabını da okumayı düşünüyorum. Burada Etik isimli büyük bir külliyattan seçilmiş konular Deleuze’ nın perspektifinden verilmiş. Dolayısıyla iki tür okuma yapmak faydalı olacaktır. Birincisi, filozofu bir başka filozofun anlatımından okumak, Spinoza’ nın fiili bir imkân olarak sunduğu özgürleşme imkanını bu anlatımın içinden yakalamak, ikincisi; Deleuze’ nin Spinoza’ yla aramıza koymadığı mesafeyi metinle aramıza koyarak nispeten dışsal bir okumak yapmak.
Elbette eserin tamamına vakıf olmak daha iyi anlaşılmasına sebep olacaktır. Ama yine de akıcı bir uslupla Spinoza’yı hiç bilmeyen birinin de temel kavramları anlamasına vesile olacak bir kitap var elimizde, Deleuza’ nın arzusu felsefeyi sokaktaki insanın da anlayacağı bir pencereden sunmak olduğundan izahlar geniş tutulmuştur. Bu hususları kitaba bırakarak birkaç temel kavram üzerinden kitabı anlatmak istiyorum.
Şunu da ifade edelim: Felsefe tarihi üzerine çalışan Deleuze Spinoza’ya içten içe bir hayranlık besler ve ona filozofların en filozofu, en katıksızı, filozofların prensidir, der. Hatta filozofların İsa’sı ve en büyük filozoflar da ancak ve yalnızca bu gizeme yaklaşan veya uzaklaşan havarileridir Deleuze için. Bu nedenle kitabı okurken yazarın hayranlığı ve hayranlığının sonucu olan mesafesizlik hep akılda tutulmalıdır, der çevirmen.
Kısaca özetlemek gerekirse şu aktarımı yapmak faydalı olacaktır:
Aslında iyi ile kötünün, faydalının ve zararlının, yani tattığımız neşe ve kederin dışında Hayr ve Şer yoktur. Ama keder, şeyler hakkındaki ”uygun olmayan” bir bilgiden ayrılmaz. Şeylerin zorunluluğunu bilip tanıyan biri asla kederlenmez; yetkin olmak için dünyanın kendi keyiflerine uygun olması gerektiğini düşünenlerin yaptığı gibi gerçeğe kızmanın yeri yoktur. Gerçeği zorunluluğu ile tanıyan biri, görünüşte en korkunç bir gerçek söz konusu olsa bile, böylece bundan bir doyuma erişir. Hiç değilse ne olup bittiğinin biraz farkına varır. Özgür, yani aklın kılavuzluğunda yaşayan biri demek ki, hiçbir keder duymayacak ve hiçbir Hayr ve Şer kavramı oluşturmayacaktır. Ama bu elbette imkânsızdır ve yalnızca ideal bir durumdur: Biz hayal gücümüze bağımlı kalırız ve varoluşumuzun bir kısmını gözler açık rüya görerek geçiririz.-SPİNOZA-
Bir filozof nihayetinde yalnızca mefhumlar icat eden biri olmakla kalmaz; belki algılama tarzları icat eder, diyerek başlıyor dersine Deleuze. Onu okumamış bile olsanız merak etmeyin, hikâyeyi ben anlatacağım diyerek dinleyiciyi rahatlatıyor.
İdea: Temsil Edici Düşünme Tarzı
Duygu: Temsil Edici Olmayan Düşünme Tarzı
İdeanın bir biçimsel gerçekliği vardır; yani idea kendi başına bir şeydir. Bu biçimsel gerçeklik onun içsel karakteridir ve bu da onun kendinde kuşattığı gerçeklik veya yetkinlik derecesidir.
İdeanın bir biçimsel gerçekliği vardır; yani idea kendi başına bir şeydir. Bu biçimsel gerçeklik onun içsel karakteridir ve bu da onun kendinde kuşattığı gerçeklik veya yetkinlik derecesidir.
Duygu: Varolma Kuvveti veya Eyleme Kudretinin Sürekli Varyasyonu
Bir idea başka bir ideayı kovalar, bir idea başka bir ideanın yerini bir anda alır, bir süreklilik vardır ve bu Spinoza’ ya göre var olmak bu demektir.
Sahip olduğu idealara bağlı olarak herkeste eyleme kudretinin veya var olma kuvvetinin artması-azalması şeklinde bir sürekli varyasyon vardır.
Spinoza, duyguyla oluşan bu melodik sürekli varyasyon çizgisi üzerinde iki kutup tayin edecektir: Sevinç-üzüntü. Bunlar onun için temel tutkular olacaktır: Eyleme kudretinin azalışını içeren her tutku, her ne olursa olsun üzüntü, eyleme kudretimdeki artışı kuşatan her tutkuysa sevinç adını alacaktır.
Üç Tür İdea: Duygulanış, Mefhum, Öz
Duygulanış; bir cismin başka bir cismin eylemine maruz kaldığı durumdur.
Eğer bedenim böyle yapılmışsa, eğer bedenim bir parçalar sonsuzluğunu içeren belli bir hareket ve sükûnet bağıntısıysa ne olur? İki şey olabilir: Sevdiğim bir şeyi yerim, ya da başka bir örnek, bir şeyi yerim ve zehirlenip yere yığılırım. Kelimesi kelimesine söylersek birinci durumda iyi bir karşılaşma, ötekindeyse kötü bir karşılaşma yapmışımdır. Kötü karşılaşmada bedenimin bağıntısını bozan bir bağıntı ile karşılaşmışımdır.
Spinoza diyordu ki, kötülüğün ne olduğunu söylemek, anlamak hiç de zor değil, kötülük kötü bir karşılaşmadır. Bedeninizle kötü bir şekilde karışan bir cisimle karşılaşmadır. Kötü bir şekilde karışmak ise tali bağıntılarımızdan ya da bileşen bağıntılarımızdan birinin tehdit edildiği, tehlikeye atıldığı ya da bozulduğu şartlarda ortaya çıkan karışmadır
Kötülük, kötü bir karşılaşmadır der. Bu bağlamda tanrıbilimin temel noktalarından olan “Âdemi Yetkinlik Kuramı”na karşı çıkar ve Adem var olmuşsa, mutlak bir yetkinsizlik ve mutlak bir upuygunsuzluk tarzında var olmuştur. Oysa Hristiyan öğretiye göre, Âdem günah işlemeden önce, olabildiğince yetkin yaratılmıştır. Sonra da tamamen düşüş öyküsü olan günah öyküsü anlatılır. Oysa Spinoza bu durumu ilk yasak yerine kötü karşılaşma, zehirlenme öyküsü olarak izah eder. O elma zehirlidir, bu nedenle yememesi söylenmiştir. Yemiş ve bağıntıları bozulmuştur. Burada Âdem’in kabahati itaatsizlik değil hiçbir şey anlamamış olmasıdır, der.
Mefhum; Nedenin kavranmasına bağlı olarak upuygun(yazara ait bir kelimedir) olan düşünme tarzıdır.
Mesela zehirlendiğimde bu, arsenik cisminin benim bedenimin parçalarını, beni karakterize eden bağıntıdan başka bir bağıntıya geçmeye zorladığı anlamına gelir. O anda bedenimin parçaları, arsenikle tamamen birleşen, arseniğin dayattığı yeni bir bağıntıya girer; arsenik ise mutludur, benimle beslendiği için. Arsenik mutlu bir tutku yaşar, çünkü her cismin ruhu vardır. Ben ise üzgünüm, ölmek üzereyim. Yani burada mefhuma ulaşıyoruz.
Hâsıl-ı kelam; tesadüfî karşılaşmalara bağlı olarak etki aldığımda ya üzüntü ya da sevinçle duygulanırım. Üzülünce eyleme kudretim azalır, sevinçte eyleme kudretim artar
Spinoza kendisini bağlamamak için hiçbir yerde ders vermemiş yaşadığı esnada hiçbir yayın yapmamıştır. Öğrencileri ile mektuplaşarak felsefe sorularına cevap vermiştir.
İşte bu sorulardan biri; “Aşağılık bir duyusal iştah tarafından yönlendirilmem ne demektir? Hakikaten âşıksam durum nedir?” Blyenbergh’in bu sorusuna Spinoza da Şu cevabı verir: Orada, içeride bir eylem veya daha doğrusu bir eylem eğilimi vardır: Mesela arzu. Aşağılık duyusal iştah tarafından güdüldüğümde bu bir şeyin arzusudur. Mesela kötü bir kadını arzuluyorum, daha da kötüsü birçok kötü kadını arzuluyorum. Eylem her durumda erdemdir, bu eylem sevişmek bile olsa. Çünkü bedenimin yapabileceği bir şeydir, vücudumun kudreti dâhilindedir. Ama eğer burada kalırsam aşkların en güzeli ile aşağılık duygusal iştahı ayırt edebilmek için elimde hiçbir araç kalmaz.
Aşağılık duygusal iştahın can sıkıcı nedeni aslında eylemimi ya da eylemin imgesini, bağıntısını bu eylem tarafından bozulan bir şeyin imgesiyle ilişkilendirmemdir. Diyelim evliyim, çift olma bağıntısını bozuyorum, bu nedenle rahatsızım ama bozmadan aldığım keyifle aşağılık duygusal iştaha yeniliyorum.
Aşkların en güzelinde ise tam tersi bir durum söz konusu; Eylemim tam olarak aynı. Fiziksel eylemim, bedensel eylemim, eylemimin bağıntısıyla doğrudan bileşen bir bağıntıya sahip olan şeyin imgesine bağlanıyor. Aşkla birleşen iki birey, her ikisine de parçaları olarak sahip olan tek bir birey oluşturur. Aşağılık bir şekilde duyusal olan aşkta ise, biri ötekini bozar, öteki berikini bozar, yani tam bir bağıntıların bozulması sürecidir.
Ama her zaman şu noktaya çarpıp kalıyoruz: “Eyleminizin bağlanacağı şeyin imgesini nihai olarak siz seçmiyorsunuz. Burada sizin elinizde olmayan bir sürü neden ve etki işe karışır. Bu aşağılık duygusal aşkın sizi teslim almasını sağlayan nedir? Şunu asla diyemezsiniz: Ha, başka türlü de yapabilirdim.
Spinoza iradeye inananlardan değildir, onun felsefesi şeylerin imgelerini eylemlerle ilişkilendiren tam bir determinizmdir. O zaman şu formül çok tedirginlik verici hale gelir: Sahip olduğum duygulanışlara bağlı olarak ne kadar olabilirsem o kadar yetkinimdir, mümkün olduğu kadar kudretim yettiği kadar yetkinimdir.”
Duygulanış; bir şeyin imgesinin benim üzerimdeki anlık etkisidir. Mesela algılar duygulanıştır. Örneğin karanlık bir odadayım meditasyon yapıyorum, tam bir şey yakalayacakken öküzün biri(affınıza sığınarak bu tabirleri aynen kitapta geçmesi hasebiyle kullanıyorum) gelip ışığı yakıyor. Fikri kaçırdınız, kızgınsınız, ondan nefret ediyorsunuz, çok uzun sürmese bile nefret ediyorsunuz. Bu durumda aydınlık hale geliş size kudretinizin azalması sonucunu getirdi. Kuşkusuz karanlıkta gözlüğünüzü arıyor olsaydınız, size kudret artışı getirmiş olacaktı. Bu durumda ışığı yakan kişiye teşekkür ederim, seni seviyorum diyecektiniz.
Yani her duygulanış anlıktır. İçinde olduğum andakine bağlı olarak ne kadar olabilirsem o kadar yetkinim. Anlık özün aidiyet küresi işte budur. Bu anlamda ne iyi ne kötü vardır. Ama öte taraftan anlık hal her zaman bir kudret artışı veya azalışı kuşatır. Ve bu anlamda iyi ve kötü vardır.
Nefret etmek; sizi bozmakla tehdit eden şeyi bozmak istemektir. Üzüntü nefret doğurur. Ama nefret sevinç de doğurur. Nefretin sevinçleri nelerdir? Kötü kalpliyseniz, kalbinizin üzüntü sevinçleri ile ferahlayacağına inanarak kendinizi iyi hissedebilirsiniz. Ama hareket noktanız üzüntü lekesi olarak kaldığı sürece sevinçleriniz hep telafi sevinci olarak kalacaktır. Nefret adamı, hınç adamı başta üzüntü tarafından zehirlenmiş kişidir. Sonuçta böyle bir kişi sevinçlerini üzüntüden başka şeyden türetemez hale gelir. Bunların hepsi acınacak sevinçlerdir.
Rastlama, karşılaşma kavramlarına geri dönersek; pek görmek istemediğim biri odaya giriyor, kendi kendime diyorum ki yandık, bende bir tür kuşatma ortaya çıkıyor. Kudretimin bir kısmı bu nesnenin bana uymayan nesnenin üzerimdeki etkisiyle baş etmeye tahvil ediliyor, yatırılıyor, ayrılıyor. Şeyin üzerimdeki etkisini kuşatıyorum, kudretimin bir kısmını şeyin bende bıraktığı izi kuşatmaya hasrediyorum. Niçin? Kuşkusuz onu dışarıda bırakmak, belli bir mesafede tutmak, defetmek için. Sonuçta kudretim azalmış hareketsiz kılınmış, sabitlenmiştir. Bu az kudretim olduğu anlamına gelmez, ama etki ile eksilmektedir. Spinoza der ki, kayıp zaman gibi, bu durumda kudretimin belli bir kısmı sabitlenmiştir. Bu bir tür kasılma halidir, kudretin kasılıp, donup kalmasıdır; kötüye doğru gittiği ölçüde, zaman kaybı, kayıp zamandır.
Sevinçle işler çok ilgi çekicidir. Spinoza’ nın sunduğu şekliyle sevinç deneyimi: Mesela bana uyan bir şeyle karşılaşıyorum. Sözgelimi müzik. İç burkucu sesler vardır. Her şeyi daha karışık hale getiren şey ise, bu iç burkucu sesleri harikulade ve ahenkli bulan insanların olmasıdır. Ama hayatın sevincini getiren de işte böyle bir şeydir; yani sevgi ve nefret bağıntıları… Çünkü bu iç burkucu sese karşı nefretim, bu sesi seven herkese yayılma eğilimi gösterir, onlar da iç burkar hale gelir. O zaman evime dönerim, bana meydan okuma gibi gelen bu sesler kulağımdadır. Tüm bağıntılarımı hakikaten bozan bu sesler kafama girer, karnıma girer… Kudretimin bir kısmı bana nüfuz eden bu sesleri uzak tutmaya çalışırken sessizliğe ulaşırım ve sevdiğim bir müziği koyarım; her şey değişir. Sevdiğim müzik nedir? Benim oranlarımla bileşebilen ses bağıntıları demektir. Ve düşünün ki, tam o anda pikabım bozuluyor, nefret ediyorum.
Ama sevdiğim müziği dinlerken kudretim artıyor. Yani üzüntüdeki gibi kudretimin bir kısmı kasılmıyor. Çünkü bağıntılar birleştiğinde bağıntıları birleşen iki şey bir üst birey oluşturur, onları içine alan onları parçaları halinde kendinde bulunduran üçüncü bir birey. O zaman kudretimin artma ve genişleme halinde olduğunu söylerim. Bu örneklerin ele alınmasının sebebini Deleuze şöyle ifade eder: Nietzsche’nin affect dediği şey, Spinoza’nın affectus dediği şeyle tam aynıdır. İşte bu bakımdan Nietzsche tam bir Spinozacıdır, yani kudretin azalması ve artması bakımından.
Üzüntü ekip biçen insanlar vardır. Öyle kudretsiz insanlardır ki, işte tehlikeli olanlar bunlardır. Gücü, iktidarı ele geçirirler ve devamı için üzüntüye ihtiyaç duyarlar. Kölelerden başkası üzerinde hâkimiyet kuramazlar ve kölelik tam anlamıyla kudretin azalması rejimidir. Nefret edecek kimse bulamazsanız kendinizden nefret edin, üzüntüden geçmezseniz faydalı olamazsınız derler. Spinoza için bu lanet olası bir durumdur.
Üzüntüler hep olacaktır. Mesele var olup olmamaları değil, mesele onlara verdiğimiz değerdir, onlara atfettiğimiz itibardır. O ölçüde sorunu kuşatmak için kudretinizden kaybedeceksinizdir. O halde mutlu bir sevgide, sevinçli bir aşkta ne olup biter? Burada ötekinin bağıntılarının azami çoğunluyla, kendi bağıntılarınızın azami çoğunluğunu birleştiriyorsunuz; cisimsel, algısal her türden. Ve icat etme hiçbir zaman durmaz, bizim bağıntılarımızdan meydana gelen üçüncü birey önceden yoktur, her seferinde yeniden icat ederim. Bu nedenle bağıntılara dair size uygun adam ya da kadını bulacak bilimsel bilgiye haiz değiliz. El yordamıyla ilerlenir, körlemesine. Bazen yürür bazen yürümez. Asla yürümeyeceğini söyleyen insanlar vardır, işte bunlar üzüntü insanlarıdır.
Size uymayan bir şeyi hiçbir şekilde yapmayın. Bu yeni bir bulgu değildir, şunu yapmanız gerekir şeklinde bir ahlakçılık da değildir, herhangi bir şey yapmak gerekmiyor, kendi yolunu bulmak gerekiyor. Yani çekilmek değil, bir parçası olarak dâhil olabileceğim daha üst bireylikleri icat etmem gerekiyor, çünkü bu bireylikler daha önceden yok.
Öz ezeli- ebedidir. Siz bir kudret derecesisiniz. Yani, Tanrı kudretinden bir pay, parçasınız. Kudret niceliğine de her zaman YEĞİNLİK adı verilmiştir. “Kudret parçası” bir uzamlı parça değildir, açık bir şekilde bir yeğin parçadır. Biri ötekinin içinde ama merkezleri aynı olmayan iki çember gibi.
Spinoza insanın doğasına ait hiçbir şey olmadığını düşünmektedir. O her şeyi oluşa bağlı olarak düşünen bir filozoftur. Ancak akıllı, özgür gibi şeylerin bir anlamı varsa bu ancak bir oluş sürecinin sonucudur. Bu daha şimdiden yepyeni bir durumdur. Dünyaya atılmış olmak tam anlamıyla her an beni çözüp dağıtabilecek bir şeyle karşılaşma riski taşımak demektir.
Spinoza aforoz edilmiş bir yahudidir. Etik’in birinci kitabı, Tanrı’ya dair başlığını taşır.
Ateizm bir bakıma hiçbir zaman dinin dışında olmamıştır: Ateizm din çalışan sanatçı kudretidir. Tanrıyla her şeye izin vardır. Felsefe için de aynı şeyin geçerli olduğuna dair kuvvetli bir hissim var. Filozoflar bize Tanrı’dan o kadar çok bahsettilerse, tabi ki iyi Hıristiyanlar, inançlı kişiler olabilirler, bunun güçlü bir eğlenceli tarafı da olmalıdır. Bu inançsızlığın getirdiği bir eğlence değildir, yapmakta oldukları çalışmadan duydukları sevinçtir. Ve nasıl ki Tanrı ve İsa resim sanatının çizgileri renkleri ve hareketleri benzerlik zorlamasından özgürleştirmesi için olağanüstü vesileler oldularsa aynı şekilde felsefe için de Tanrı ve Tanrı teması, felsefede yaratımın nesnesi olan şeyi, yani kavramları, kendilerine dayatılan zorlamadan; yani kısaca söylersek şeylerin temsili olma zorlamasından özgürleştirmek için yeri doldurulmaz bir vesile olmuştur. Kavramın özgürleşmesi Tanrı düzeyinde olmuştur, çünkü artık herhangi bir şeyi temsil etmek görevi yoktur.
Spinoza’nın Etik’in birinci kitabında Tanrı diye adlandırdığı şey dünyanın en tuhaf şeyi olacaktır. Tüm bu olanakların toplamını bir araya getirdiği ölçüde Tanrı kavramı olabilecektir.
Etik, Deleuze’ ye göre spekülatif ya da teorik önerme adını verebileceğimiz büyük bir ilk önerme üzerine inşa edilmiştir: Mutlak olarak sonsuz, yani bütün sıfatlara sahip olan bir töz vardır; yaratılmış denen şeyler de yaratılmış değildir; bu tözün tarzları veya var olma halidir. Demek ki tüm sıfatlara sahip ve ürünleri var olma tarzı veya hali olan tek bir töz var. Bunlar tüm sıfatlara sahip tözün var olma tarzıysa, bu tarz tözün sıfatlarında var olur, sıfatlarda bulunur. Bu sıfatlar arasında hiyerarşi de yoktur.
“Aklın kılavuzluğunda yaşayan biri için acıma kendi başına kötü ve faydasızdır.”
İyi bir toplum; insanın özünün içinde gerçekleşebileceği bir toplumdur, der.
Klasik bilge neyi hedefler? Özün ne olduğunu belirlemeyi hedefler. Buradan tüm pratik görevler türeyecektir. İşte bilge kişinin siyasi hedefi budur.
Spinoza, Hobbes’u çok okumuştur. Düşünce âleminde skandallar yaratan bir düşünürdür Hobbes. Şeyler özle tanımlanmaz, kudretle tanımlanır. Buna bağlı olarak doğal hak şeyin özüne uyan değil, şeyin yapabilecekleridir. Bir şeyin hayvan olsun, insan olsun, hakkı yapabileceği şeydir. Büyük balık küçük balığı yutar, bu onun hakkıdır. Aslında herkes bunu biliyordu ama söylemiyordu, Hobbes geldi ve bu önermeyi sesli söyledi.
Sonuçta; varlıklar özleriyle değil kudretleriyle tanımlanır, formülüne ulaşırlar…
Acımayla herkes kaybeder, çünkü herkes başkalarının kederli halini görerek kederlenir. Bu kuşkusuz doğal bir duygumuzdur, ama onu ahlaki bir buyruğa dönüştürmemek gerekir; çünkü bu köleleştirici ahlak herkesi güçsüz kılmaya eğilim gösterir. Başkalarına gerçekten yardımcı olmak isteyen birinin onlara biraz daha güç kazandırmaya, özerklik vermeye çalışması, onlara acıyıp durmasından daha iyi değil mi? Komşusunun yardımına kadınsı bir acımayla, tarafgirlik veya hurafecilikle değil, yalnızca aklın kılavuzluğunda koşmak mümkündür.
Her bireyin sonsuz sayıda uzamlı parçası vardır. Yani bileşik olmayan birey yoktur. Basit bir birey Spinoza için tümüyle anlamdan yoksun bir mefhumdur.
Bu noktada Gueroult’ la beraber bazı farklar belirtseler de insanın uzamlı parçaları arasında diferansiyel bağıntı olduğunu vurgularlar. 17. yy. ikinci yarısında birçok filozof bu noktadaydı ve çoğu da felsefe yanında birer matematik bilginiydi.
Ölmek; artık parçalarım yok demektir ve bu sıkıcı bir şeydir. Bana ait olan parçalar artık bana ait olmaktan çıkar. Kurtları besler, böylece başka bir bağıntıya girer. Zaten tüm parçalar öze aittir. Ölümle etkili kılınan şey bağıntının etkili kılınmasıdır, kendisi değil.
Spinoza soruyu o kadar açık ve kesin bir şekilde sordurur ki, kendi kendimize işte cevap bu deriz ve cevabı gerçekten bulmuş olduğumuz izlenimine kapılırız. Size bu izlenimi verenler yalnızca büyük yazarlardır. Her şeyi tamamladıkları zaman dururlar, ama hayır, söylemeden bıraktıkları küçük bir şey vardır. Onu bulmak durumundasınızdır ve kendinize şunu dersiniz: Bulmak durumundaydım, buldum.
Spinoza bir pozitivisttir, çünkü ifadeyle işareti karşı karşıya getirir.
Spinoza TANRIBİLİMSEL SİYASİ ÇALIŞMASI’nın çok güzel bir sayfasında şöyle ifade ediyor: Hiçbir zamana devredilemeyecek tek bir özgürlük vardır, o da düşünme özgürlüğüdür. Eğer sembolik bir alan varsa bu buyruğun, emrin ve boyun eğişin alanıdır. Bu işaretlerin alanıdır. Bilginin alanı bağıntıların, başka bir deyişle teksesli ifadelerin alanıdır.
Her yazarı, düşünürü kendi kaleminden okumak önemlidir. Umarım bu çalışma Spinoza hakkında az çok bir fikir vermiştir. Umarım, bizi filozofun dünyasına taşıyacak bir köprü olmayı başararak, hakikati arama yolculuğunda sorularımıza ve cevaplarımıza bir ışık olur.
handan güler
bu kadar derin konularda, bu kadar öz bir anlatiş...
YanıtlaSilgerçekten çok etkilendim....
hakikati arama yolculuğunda tuttuğunuz ışık için teşekkürler...
ben teşekkür ederim mai
YanıtlaSilHakikaten çok ayrıntılı ve bakış açısı itibariyle tarafsız ama özel bir anlatım olmuş..Elinize sağlık Handan hanım:)
YanıtlaSilteşekkür ederim duygu hanım
YanıtlaSil