Düşlerin İsyanı XIIV


Bölüm Altı

Şehvet ahırı değil yeryüzü
Domuz ahırı değil yer toprak
C. Zarifoğlu
-1-
Sahil boyunca yükselen kayaları, daha sonra gördüğü başka bir resimde, belki de ilk ismi Şehrazat olan kadını, beş yıl öncekinden daha neşeli, daha bir yaşam dolu, parıltılı gözlerle akreplere baktığı pazartesi akşamını okudu..
"Akreplerin Dansı" adlı resimden kalma bir havayla canlandırmayı deneyen Cemşid’ in öylece orada, mağaranın girişinde beklediğini okudu..
Ellerini yüzüne bastırmış olarak Şehrazat'ın, siyah saçlarının alnına döküldüğü zamanki gibi, yüzünün belirsizleştiğini, aynı zamanda akreplerin yolunu gözlediği uzak kış günlerini okudu..
Kapılar kapalıydı, yollar kapalıydı. O resmin büyüsü yavaş yavaş çözülmekteydi, ona karşı duyduğu sevginin izleriyle dolup taştığını okudu..
Hayatın sıradanlığına, o serüvenlere eskisi gibi gülüp geçemeyen o kadını da, bir an Şehrazat sanmıştı, ama onun yüzü daha inceydi ve hüznün tülleştiği bir siyah beyazlıktaydı, hüzün ve kış mevsimine duyduğu özlemle pekişen müziği –Tatyos Efendi’ydi- Cemşid’ in kimi geceler tek başına kapalı odasında dinlediğini okudu..
Salıncaklarda sallanan anne ve kızı da okudu..
Yorgun, yaşlı iki yüzün novele katılmak için bekledikleri tren peronunda, eski kalabalığın üzerine çöken kasveti, sonra o bilinmezliği de okudu..
Tren uzaklaşırken, kadının sırtı Cemşid'e dönük bir halde çekilmişti fotoğraf. İstasyon peronu alabildiğine kalabalıktı, belli belirsiz bir ışığın aydınlattığı peronun uzak köşelerinde beyaz lekeler oluşmuştu kimileyin..
"Cemşid, Cemşid...." bağıranlar arasında onlar da vardı.. Şehrazat, Şehrazat ve Memelerinin Ucu Kanayan Akrepli Kız. Kadın onun için bir trajedi olmalıydı.
Üç Akrep resmini okudu, gerçeği inciten papağanların eşliğinde. Niçin bu kadar ölü var, neden bu kadar çok ölüm? Daha sonra ÜÇ AKREP resmindeki gizlenmiş hayatları, dokunuşları ve düşleri, deniz kabuklarını kıran kız çocuğunu, deniz yolculuğundaki cüceleri okudu..
Kilimciler, halıcılar, fırıncılar, kuyumcular, saatçiler aynı çarşıda irili ufaklı dükkanlarıyla dizilmişlerdi.. senaryonun köklerini burada araması gerekiyormuş gibi bir duyguya kapıldı, umutsuzluk içinde yürürken Şehrazat’ın eskimiş ve yıpranmış eşyalarını Hasırlı’ ya kilitleyen Cemşid'i okudu..
 Zaman su gibi akıp geçmişti; bir kaç damla gözyaşı, sonra yine gelmeyen o kış mevsimlerine bakan o kadını okudu..
Akrep senaryosunda.. "Sana öyküler yazacak kadar aklımın son sınırına gitmeyi göze aldım, ey Şehrazat!' gibi çok da dolambaçlı olmayan cümleleri de okudu..
Cemşid'i bocalarken, düştüğü içler acısı manzarayı okudu..
Yakında çıldıracağı gözüyle bakan sevgili Şehrazat’ının ona umutla baktığı günleri okudu..
Başka da şaşırmış, umutsuz, bitkin düşmüş bir Cemşid'i geç kaldığı için hiç bağışlamayan öteki Şehrazat’la kıyaslamak fırsatını yakalamıştı. Şehrinaz akrepleri tek gözlü çizmiş, bir de kendi evlerinin krokisini -Hatıra Apartmanı- ev ödevi olarak çizdiği sayfanın bölüm başlığına Akrep Albümü adını vermişti. Belki de akreplerle ilgili bir senaryo yazma fikrini de Şehrazat’tan almıştı, pekala olabilirdi. Fragmanlarla Düşname senaryosunun kaba taslak bir coğrafyasını ele vermiş oluyordu böylelikle. "Bunları da yazarsan sevinirim!" demişti büyük halası Şehrazat'ın, Cemşid köşkten ayrılırken., Kızının hatalı varoluşu hakkında anlattıklarını, Cemşid’ in senaryolaştıracağını biliyordu demek ki.
Cendel daha fazla okuyamayacaktı. Kayıp senaryoyu, Cemşid’ in gördüğü son rüyayı, belki bunun bitmeyen, eksikli senaryolarla da bir ilgisinin bulunabileceğini düşünüyor; kendi sonuna ulaşabilmek için gördüğü lekeleri, Ernüvaz'a doğru yorumlatıp yorumlatmadığını, iyimserlikle yeni baştan ele almak istiyordu. İmgeleminde bir lekeden ötekine sıçrarken bilmediği şeyler, o güne kadar gözünden kaçmış olan küçük ayrıntılarda gözünde yeniden canlanabiliyordu, ölümle rüyalar arasındaki sıkı bağlantıları yeniden kendisi de keşfediyordu bir yerde. Akreplerle Cemşid’ in durumu kadar, Ernüvaz’ın Tavus Kuşu’na benzettiği son leke, aynada kendi yüzüne bakarken kaşlarının arasındaki 'Penguen Lekesi’ni andırsa da, Cemşid’ in Fragmanlarda üstü örtülü olarak geçiştirdiği Akrep Mezarlığı’nın kapısını aralamak üzereydi.

-II-
Rüyalar Ansiklopedisi’nde geçen isimleri alt alta sıralayan Cemşid’ in, yine Şehrazat'ıyla aralarının açılmasına neden olan kadını okudu..
Akrep Ayağı.. Akrep gözü parçalayan kadının ağzından çıkan.,. "Akrep ayağını görüyor musunuz? Tanrıların Kapısı girişinde! Burada yaşayanlar buraya akrep ayağı derlermiş!” sözleri aynen kaydettiğini de okudu. Akrep Gözü Parçalayan Kadın.. 0 tarihin başında lotus çiçeklerini örnek alan kulelerin hemen yanı başındaki karanlık sokaklarda dolaşmayı sever. Ona şans getirdiğine inandığı mavi yüzük taşı, akik yüzükleri haftanın belli günlerinde takıp takıştırır, öyle çıkar dışarı. Boynunun hemen altında o iz durur, dikkatli bakılmadığı sürece kimse bunun ne anlama geldiğini bilemezdi.
Sokaklar.. Birbiri ardına açılan eski kentteki kıvrımlı yollar. Dolambaçlı sokaklar.. Gece yarısında üzerine üzerine gelen Kaleiçi’ndeki labirent sokakları hatırlatan hayali sokaklar! Kale Kapısı'nda noktalanacağını bildiği için bütün bu hayallemeleri bir bir ardında kalmışlardı. Bundan sonrası kolay bir işti. Şehrazat'la gecenin bu saatinde karşılaşmaları fragmanlarda öyle kısa cümlelerle geçiştirilmişti ki; Cendel, Şehrazat'ın o saatte dolambaçlı sokakta ne aradığını bile doğru düzgün anlayamamıştı. Burada yine, sanki her şey rüyadaki gibi birbirinin içine girmişti.
Hasırlı’daki Kadın.. Halası. Biraz öncesine gidersek.. Mutluluğun çizgileri bir ara Cemşid'in yüzünde dolaşırken Şehrazat ile merdivenleri çıkıyorlardı. Pencerelerden gözünü alamayan halası, o kış gecesi küllerinden savrulan görüntülerle bütünleşmişlerdi. 0 mutlu, o güzel yüz yalnızca Şehrazat'ın olabilirdi. Bunların da diğerleriyle birlikte Cemşid'in yazdığı Akrep Mezarlığı’nda geçtiğini, Cendel sonradan anlamıştı. Yine ona öyle geliyordu ki, Cemşid, o kış sabahı okumaya daldığı fragmanlarda siyah pelerinli kadına rastlamasıyla iki gerçeğin çeliştiği düşünülebilirdi. Ama uykularında sayıkladığı görünmez yüzlü kadın, aslında Şehrazat’tı.
ANETTA.. Karanlık, su birikintileri içindeki çamurlu sokaklardan, sertçe sarsılan kapıların arkasındaki insanlara aldırış etmeden, adını bilmediği düşsel yaratıklardan, mitostaki diğerlerinden ve kim bilir nelerden çekinerek, o ışığı buluncaya dek yürüyecekmiş gibi sakınmadan, yılmadan yürümüş insandı Anetta.
AKREB'İN DANSI.. Saatlerce oyalandığı deniz kenarında kendini yok yere paralayan, debelenen, hızını alamayarak kendini yerden yere atan, akreplerin kanlı başlarıyla her an karşı karşıya gelecekmiş gibi yüzünü aynalardan kaçırdığı diğer pazartesileri, ondan önceki günleri de unutmak isteyen  Anetta'yı gördü.. Kahkaha Akrepleri’ nin resim  üzerindeki simetrik dağılışlarını da, belli belirsiz lekelerin yer yer belirginleşmeye başladığı son pazartesi akşamı, duvardaki sarı yüzlü saatin ikiyi gösterdiğini de gördü.. önce titremeye ,sonra ise bir karabasana dönüşen o bir anki kendini kaptırmayla sallandı bir iki Anetta. Çükü Anetta Akrep oluyordu....
Bu yetmedi; ellerini dayadı, yüzünü dayadı, dudaklarını dayadı, burnunu dayadı, ayaklarını dayadı ve artık sözcükler ona yetmezmiş gibi bir kış günü mağaranın girişinde gördüğü Akrepli Kız'ı anımsayan Anetta, belki de onu bir daha geri getiremeyeceğini düşündüğü için, o anda yaşadıklarını içine doya doya çekmek isteyen Anetta, içindeki ışığın giderek sönükleştiği böyle bir akşam vakti böyle bir şeyi nasıl becerebildiğini gördü.. Karanlık holde kimsecikler yoktu, elindeki bıçağı böğrüne saplarken mızıldanmaya benzeyen bir ses çıkarmıştı..
-Yok yok.... Boğuntuluydu, sanki birini boğazlıyorlardı- Elindeki kanlı bıçağı nereye saklayacağını bilemediğinden, karanlıkta nereye atacağını bilemeyen Anetta.. evet kanlı bıçağı meydanlık bir yerde bırakıp kendini Kaleiçi'nin karanlık sokaklarına nasıl vurduğunu gördü.. Işık sönükleşti, çekildi, -çekilmeden önce ışıldadı biraz- ufaldı, sonra Anetta'yı yuttu.
Anetta kendini gören gözlerden ıraklaşmak için.,. son bir çırpınışı daha gerçekleştirmek için yılındı, taa ki kanlı bıçağı görene dek?
O zaman bıçak elinde değildi.
Kendini tanımanın uzak iklimlerinde dolaşan Anetta bir akrebin yarı baygın, yarı hülyalı bakışlar atarak çevresine, yanındakilere, neden dolaştığını da kestiremezdi. Yani çocukken Anetta.. yani üstü başı akrep kokuşuyorken.. yani her oturuşunda her kalkışında akreplere dair hikayeler anlatırdı annesi....
Rüyaları akreplerden dökülme bir kuşak olduğu zaman Anetta, yani diyorum ki, Anetta kantolu bir ağızdır, Akrepler belki de annesinin saçlarına dair düşülen bir duadır. Ağza alınmadık sürelerle memelerinin, bacaklarının ve rahminin geceye sürünen kokularından döküldü memelerinin ucu kanayan Akrepli Kızın.
Yani her evde akreplere dair bir şey vardı.
Yani akrepler geceye çıkıyor karanlığa ki; birbirine sürünen memelerinin ağır kokusudur çeker akrepleri birbirine. 
Yani kuruyan ağzında gecenin yanağından getirilmiş renkleri hizaya getirmemişti daha, derken bu kadar akrep yanağından dökülen aynanın..
Memelerinin ucu kanayan Akrepli Kız'ın tarihidir.. Çok uzun günlerin Kafında hizaya sokulan Akrepler! Onun gövdesinden yalıtılmış güneşleri dağlayan annesi!
Yani akrepler uyurken tapınıyor gizlice ve sarkaca bacaklarını uzatıyor ki geceye eşit bölünsünler.... Yani Anetta sonsuz tiryakisi sabah ağızlarının, yani bizim rüyalarımızın gönül gömleğini giyinip çarşı pazar dolaştırıldığı ipin gölgesiz resmi!
Yani epik Akrepli Kızın memelerinde kat kat açılan Tiryaki Akrep!
Yani ayaklarına sünger çekilmiş tarih bilenmeden, üzerimize gelmeyen giysilerle Anetta bilendi!
Yani diyorum ki.. ayaklarından çekilen denizin, çekilen kumsalın, çekilen tarihin yalınayak karanfilleri memelerinin ucu kanayan Akrepli Kız'ın içe kapanık dünyasında Anettaya çekilmiş bir araftı. Evet.. Akreplerin melankolik resmi Anetta kendini gören gözlerden ıraklaşmak için.. son bir çırpınışı gerçekleştirmek için yılındı, kanlı bıçağı görene dek içindeki hıncın dineceği de yoktu!
"Sonunda başardım işte!" sözleri pıtırık dudaklarından döküldü, elindeki bıçağı bir kenara savurup, sonra kendini yollara vurduğunu okudu.. Kaleiçi'nin karanlık, dolambaçlı sokaklarında çıldırmışçasına koşarken, kanlı bıçak sanki elindeymişçesine ince kollarını havada sallayıp duran Anetta’yı görenler bundan hiçbir şey anlayamadılar! Oysa ona çocukken akrep öyküleri anlatan annesinin kanını dökerek içindeki zehiri nasıl boşalttığını, gözlerindeki canlı parıltıdan okumak hiç de o kadar zor değildi. Akrep Söylencesi’nin yılkılı gözbebeklerini anımsatıyordu..
İhanetin ürkekliğini üzerinden çabucak atıvermeyi öğrenmiş bir insandı, Anetta.
Doğumun ve ölümün bu çizgiyle belirtildiği sayfaları da okudu.. Sonra...Sözün bittiğini!
Ernüvaz Efendi.. Aharlı kağıtların üzerine kapanmış ağlıyordu, dün geceden beri uyku tutmayan gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüşlerdi. Odada ki mumlar da eriyip tükenerek, kendiliğinden söndüklerinde, karanlıkta kalan şeyhin gözleri korkulu bir hâl almıştı.. bazen titremelerine engel olamıyordu. Kendinden geçtiği anlarda bir hayal gibi gelip önünde durduklarında, orada vecd halindeki  insanı kendi bile tanımakta güçlük çekiyordu. Oysa elinde somut deliller olduğu halde, bir kapının açılmasını beklemekle geçirdiği üç gün öncesinin akşamını gözlerinin önüne getiriyordu da, eli kolu birbirine bağlanıyordu. Orada hayatından gayet memnundu ki, mutlu bir yüzle görünmekteydi, hatta daha sonraları kendisinin böyle kılıktan kılığa gireceğini sezmişti de, şimdi, bunlara akıl sır erdiremeyen insan kimliğiyle sahneye çıktığından artık bozuntuya vermeyerek, vecd hâlini bozmamaya gayret gösteriyordu. Sonra yine masanın üzerinde açık duran kitaba dönüyor, orada okuduklarını harfi harfine uygulayan bir insan olmayı deniyordu. Ama kitapta yazılanları gün yüzüne çıkaran bir insanın mutluluğuyla, bulduklarını aharlı kağıtlara geçiriyor, böyle bir şeyin olamayacağını söyleseler de, bu fikrinden caymayan Ernüvaz.. mutlulukla gülümserken, bir yandan da aslında her şeyin bu kitapta yazdığını, nasıl olmuştu da bugüne kadar gözden kaçırmıştı? Bunu anlayamadığını belirten hareketlerde bulunuyordu. Sonra, dün akşam gördüğü rüyayı pek hayra alamet bulmasa d,a annesi dedesinin yanında durmaktaydı, ona yeni bir kapının açıldığını söylüyordu. Sonra, yine elinde tuttuğu terazinin sağ kefesinde iyiliklerin, sol kefesindeyse kötülüklerin yer aldığını anlatırken, Büyük Baba’yı hiç öyle kaygılı görmediğini, yüzündeki çizgilere bakılırsa, olacaklardan sanki kendisini mesul tutmasınlar, diye önceden onları uyarmaya çalışan bir insanın memnuniyeti de gizlenmişti şimdi. Ona bakılırsa o köprüden -Sırat Köprüsü- günahları az olanların uçarak geçeceklerini, günahları çok olanlarınsa cehennem narında yanacaklarını söylediği bir sahne de bunlara karıştığından, Şeyh Destigayp, Mahpere Hanım’ın düştüğü içler acısı duruma üzülse mi, yoksa sevinse miydi? Buna bir karar veremiyordu.
Adrianus Kapısı.. Adrianus Kapısı’ndan çıkarken İskele Kapı’ ya kadar yürüyeceğini, daha önünde uzun bir yolun olduğunu, dolambaçlı sokaklarında kim bilir daha kaç insanın onun gibi şaşırarak, hep aynı yolları tekrar tekrar geçtiklerini düşündü.

-III-
"Af edersiniz..... Feridun bey yok mu?!” diye sormuştu içeri giren adam.
"Şu an burada değil!" demiştim.
Adamı baştan aşağı şöyle bir süzdükten sonra "Ne içindi?” diye sürdürmüştüm konuşmamı "Ben yardımcı olayım."
Yabancı adam sesini yükselterek:
"İşel'den geliyorum!", demişti, "Bozuk bir terazi varmış!"
"Son kullanma tarihine baktınız mı!”
"Anlamadım!”
"Son kullanma tarihi.. geçmişse ambalaj hatası olabilir." dedim.
"Bayım ben servisten geliyorum....." demişti şaşkınlığını masum bir kızgınlığa yükleyerek, "Arıza için aramışlar.. Feridun Bey’i görmemiz gerekiyormuş...."
Dalgınlığımı yenerek, gittiğim uzak noktalardan kendimi toplamaya çalıştıkça bocalamıştım, ama en sonunda bilmiyormuş gibi;
"Yaa, öyle mi?!” karşılığını vermiştim, ama karşımdaki ciddiydi, oyun duygusu gelişmemiş bir zavallı daha.. toplumda böyleleri çoktur dedim Mahi Azadecuy, hayatı ciddiye aldıklarından sürünmeye mahkumdurlar, başka bir şey bilmezler, Feridun Bey’in gözüne girmek için yapmayacakları şey yoktur, yeter ki Feridun Bey istesin.,...
"Zırvalamayı bırak da işine bak!" dedi Mahi Azadecuy, "Adamı bekletme...." Mahi Azadecuy’e küsemezdim, benim en sadık dostumdu, onu kıramazdım, peki anlamında başımı salladım, onu kabul ettiğimi göstermek için istemeye istemeye ciddileştim:
"Biraz önce çeşit nosu 611 nolu ürünü şikayet ettiydiler de!”, dedim, "Onun için, yani.. Ne ise boş verin!"
-Adam yüzüme bön bön bakmaktaydı-
"Yan odaya geçin, şarküteri sorumlusu var!",dedim, "Yaka numarası 0005! O ilgilenir sizinle...."
"Teşekkürler!", dedi adam, çıkarken..
"İyi günler!" demiştim ben de, adamın yüzüne bakmadan. Kapı kapandıktan sonra derin bir soluk aldım, dünya varmış Mahi Azadecuy! Masanın üzerinde duran Şehrinaz'ın resmine bakarak zaman kazanmak istedim.. Rahattım rahat olmasına, ama işte karşımda duran yüz, karımın rüyâlı hali, bana şimdi ne şiirler esinletiyordu. Onu hâlâ o eski günlerdeki gibi büyük bir tutkuyla seviyordum, fotoğrafta bile insanı etkileyecek kadar büyüleyiciydi. Senaryo-Game'e girdiğimde, aylardır yazmaya çalıştığım senaryonun belki de neden böyle uzadığını anlar gibi oldum. Anlatı, uzadıkça içinden çıkılmaz olmuştu, senaryonun sürükleyiciliği vardı yine de. MABET, istediğim gibi gitmiyordu.
“Sonra dayanamayıp dışarı fırladığında, reyonların arasında dolaşmaya başladığını görüyorum binlerce ürünün arasında tanıdık bir yüzü, sıcak bir dokunuşu aranırken Eleğimsağma, Cemşid Ulu'nun çiçeği burnunda bir mirasyedi olduğundan haberi olamazdı. Çünkü dondurulmuş yüzlere, vitrindeki mallara, insanların mesafeleri konuşmalarına aldırış etmeden hep o yüzü, biricik yüzü aranıp duran insan kılığından soyunarak kendini bulmanın yollarını araştırmak, ona hiç de acı vermiyordu artık. Çünkü Dehhak Döngel anahtar elinde şangırdatarak yürüyor, her yerde korku ve otoriteyi duyurmaya çabalıyordu Feridun Bey’in adına. Mankenler ve ulusların öldüğü çöplükte işler uyarındaydı ne de olmazsa. Çünkü tek dişi kalmış canavarın saçlarını astığı balkonda iki kişiydik, yalnızca. Güzel yüzlü mankenlerin konulduğu vitrinin önünde durup şapkalara bakarken, kendi yüzünü bile tanıyamayacaktı. Burada her zamanki gibi iki dakikadan fazla kalmamıştı. Güvenlik görevlisinin neredeyse gelme saatiydi. Burunları büyümüş bebeklerin bölmesinde küçük kızın düşsel zenginlikteki bakışlarından -başka bir deyişle mavi gözlerinden- etkilenmemek için şemsiyeleri tercih edişi, onun bileceği işmiş gibi görüyorum. Yaka numarası 0017 olan kıza bakmayı unutmamızdan sonra, sıra ona gelmişti, beklenendeydi sıra. Kapıyı üç defa tıklatmasından anlıyorum; yoksa başka ne olabilir?  Bakışlarımızda yerini aldığında sen kalkıp ona gidiyordun, benzi yanık saraylar.. onda kalıyordun iki saniye ve iki saniyede olanların bir bültenini yapmak için kollarımı sıvazladığımda beni ötekilere benzettiğin için yarım kalıyordu bu bakış....
Evcilleştirilmiş Oyuncaklar Diyarı’nda fazla oyalanmıyorum Hatta oyun bozanlığı yine sen yapıyordun.. "NORMAL BÎR ETÎKET ASKISI OLMASIN SÖZLERİMİZ!” cümlesini ikimizin boşluğuna savurarak, ikinci sahnede ikimizin üzerinde dolaşan karanlık bulutları dağıtmaya, kendimize gelmeye çabaladığımız zamanlara gelinmişti. Ama senin suratın hep asıktı, sürekli ufuklara bakıyordun, aradığın şey ne ise, neyin peşine düştüğünü benden hep gizlediğin için ister istemez kuşkulanmakta haklıydım.
Dehhak Döngel’de, "Tamam, tamam!", demişti. Yaka numarası 0017 olan kız, bebeklerle dolu reyonlara bakıyordu, belki de onu süsleyen bir yolcu olduğundan habersiz, ceplerine doldurulmuş tüylü zamanlardan yakasını kurtaramadığından, tenine yayılan sıkıcı kokudan rahatsızdı.
Dehhak Döngel saatine baktıktan sonra, "İyi, peki!" demişti, "Gülen Yağmurluk!”
-Bu da tutmamıştı.-
"Zaman ölçen gülüşler! Bu nasıl?”, demişti.
“003 rakamlı gülüşü oradan çıkarmaya çalışan küçük kız, yakalandınız.... Adınızın hiç bir ilgisi yok, firmanızın RAMSES olması suçunuzu bağışlatmayacağı gibi, size antik kokulu bir ayrıcalık sağlayacağını sanıyorsanız bir kere hemen şunu söyleyeyim ben size, her şeyden önce söylemek zorundayım ki, evet, aldanıyorsunuz...büyük bir aldanış içerisindesiniz.”
“Haahh haahh..haa.. İçinizin anılar çöplüğüne dönmesi, ya da anılarınız rakam çöpüne dönse de buradan kurtulmanız olanaksız bir kere.. Hem sonra yakanızı kurtarmanızın da bir anlamı yok.... Heveslerinizin ve beklentilerinizin rakam üzre oluşu.. bir kere daha belirtmeliyim ki, RAMSES firmasının bir yan ürünüyle değiştirileceği kuruntusuna kapılmanızda, miladı geçmiş bakışların tek eğlence yeri olmasıyla ilişkilendirilmesi bir bilinçaltı üvertürü artığıyla dolaşıp dururken, alt kattakilerin itirafları da kabul edilmeyecektir.. işte söylüyorum.. Antik kokular sürünmenizin 003 rakamlı gülüşü oradan çıkarmanıza yardım edeceğini sanıyorsanız, her şeyden önce şunu söylemeliyim ki, yanılıyorsunuz.. Büyük bir yanılgı içerisindesiniz.. Hem üstelik şurası da mühim; böyle yapmakla elde edeceğiniz yalnızca bir kuruntu olacaktır.... Siz de hala daha geçmişe ait kalıntıların olduğunu göstermekten başka bir ipucu vermeyecektir, onlara.. işte söylüyorum.. Kulak kabartıp beni iyi dinleyin ki sonra pişman olmayasınız.. daha sonra bunları nereden çıkarttığımı şaşırıp da sormayasınız -' kulaklarınız iyi duysun ki, Hamur Kabartma Toz’una benzemez söylediklerim, söyleyeceklerim-... Aynalar kesmişti önünü, aynalarınız vardı, hep aynıydı kıvranışları gülüşlerinizin eğlendikleri köşelerde. Belki de bu yüzden insanın durup şöyle bir soluklanmak için, kendini tartıp bir ölçüye vurmak için biraz yalnız kalmaya gereksinimi vardı hiç kuşkusuz!
Mabettekiler paniktelerdi, böyle bir şeye alışkın olmadıklarından, ne yapacaklarını da bilemiyorlardı. Mabetin katibine danışmaya karar verdiklerinde her şeyin düzeleceğini sanmışlardı. O kadının korkulu yüzüyle buluşan iki insan bunu sır katibine bir ulakla haber ulaştırmakta geç kalmadıkları için mutluydular.  Aynaların arasından geçerek çıkış kapısına doğru yöneldiğinde, dışarıda sıcak bir temmuz güneşi vardı. Yağmurun Efendisi'ni düşünüyordu Eleğimsağma. Ondan kaç zamandır haber alamadığına üzülüyordu, insanlar birbirlerinden çekinerek, birbirlerinden korkarak ilerliyorlar..
Siyah bir kadın için, senfoni başlamış oluyordu. Birbirlerine bol gülücükler dağıtmaktan yorulmuşlardı, yapmacık hareketleri kanıksadıklarından yalnızlıklarını eğitebilecekleri tüylü zamanlar taşımaktaydılar ceplerinde. Gök gürlemesine benzer bir sesi duymuşlardı ilkin, sanki yer yerinden oynamaktaydı. Sonra da o yırtılma baş gösteriyordu.
Önlerinde açılan çatlak giderek büyümekteydi. 'Suskunlar Ordusu' bunun önü alınamayacağından beklemeyi yeğlemişti. Artık gizlisi saklısı kalmamıştı bu işin. Yetkililerin önlem almak için bir çaba gösterdikleri söylenemezdi doğrusu. Dışarıdaki dünya lanetlenmiş o insanın – Adı Yasef’ti, bir zamanlar Eleğimsağmanın en yakın arkadaşıydı.- söylediklerini doğrulamak için kurulmuş olabilirdi.. belki de düzmece bir varlıktı.. belki de bu yüzden hiçbir şeye dokunamıyordu.. belki de bu yüzden gözüne ilişen bir nesneye uzaktan bakmakla yetiniyorlardı. 'Son kullanma tarihi çoktan geçmiş gülüşe' rastlayan yaka numarası 0017 olan görevli kız, bir resmin çekiciliğinde kaybolup gitmekteydi. Onu oraya kimin astığı o kadar önemli değildi.. kendisi böyle bir ikilemi yaşamadığından rahat sayılırdı. Dehhak Döngel, olayı daha fazla büyütmenin kimseye yarar sağlamayacağını söylemişti, o sırada müşterilerin böyle bir gerginlik yaşaması istenmediği için, olayı örtbas yoluna gitmişlerdi. Işığa doğru yol aldıklarında kim bilir kaç çöl zamanı geçmiş, Üç Kayalar'a daha varmamışlardı. O akşam mağarada konakladılar.. birbirlerine fazla ilişmeden.
"Acıyın kendinize!”, demişti Mahi Azadecuy, "Kendinizi düşünmüyorsanız, sevgili karıcığınızı, o garibi düşünün biraz!"
cemal çalık



Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.