Bölüm Altı
Bölüm Altı
Şehvet ahırı değil yeryüzü
Domuz ahırı değil yer toprak
C. Zarifoğlu
-1-
Sahil boyunca yükselen kayaları, daha sonra
gördüğü başka bir resimde, belki de ilk ismi Şehrazat olan kadını, beş yıl
öncekinden daha neşeli, daha bir yaşam dolu, parıltılı gözlerle akreplere
baktığı pazartesi akşamını okudu..
"Akreplerin Dansı" adlı resimden
kalma bir havayla canlandırmayı deneyen Cemşid’ in öylece orada, mağaranın
girişinde beklediğini okudu..
Ellerini yüzüne bastırmış olarak Şehrazat'ın,
siyah saçlarının alnına döküldüğü zamanki gibi, yüzünün belirsizleştiğini, aynı
zamanda akreplerin yolunu gözlediği uzak kış günlerini okudu..
Kapılar kapalıydı, yollar kapalıydı. O resmin
büyüsü yavaş yavaş çözülmekteydi, ona karşı duyduğu sevginin izleriyle dolup
taştığını okudu..
Hayatın sıradanlığına, o serüvenlere eskisi
gibi gülüp geçemeyen o kadını da, bir an Şehrazat sanmıştı, ama onun yüzü daha
inceydi ve hüznün tülleştiği bir siyah beyazlıktaydı, hüzün ve kış mevsimine
duyduğu özlemle pekişen müziği –Tatyos Efendi’ydi- Cemşid’ in kimi geceler tek
başına kapalı odasında dinlediğini okudu..
Salıncaklarda sallanan anne ve kızı da okudu..
Yorgun, yaşlı iki yüzün novele katılmak için
bekledikleri tren peronunda, eski kalabalığın üzerine çöken kasveti, sonra o
bilinmezliği de okudu..
Tren uzaklaşırken, kadının sırtı Cemşid'e
dönük bir halde çekilmişti fotoğraf. İstasyon peronu alabildiğine kalabalıktı,
belli belirsiz bir ışığın aydınlattığı peronun uzak köşelerinde beyaz lekeler
oluşmuştu kimileyin..
"Cemşid, Cemşid...." bağıranlar
arasında onlar da vardı.. Şehrazat, Şehrazat ve Memelerinin Ucu Kanayan Akrepli
Kız. Kadın onun için bir trajedi olmalıydı.
Üç Akrep resmini okudu, gerçeği inciten
papağanların eşliğinde. Niçin bu kadar ölü var, neden bu kadar çok ölüm? Daha
sonra ÜÇ AKREP resmindeki gizlenmiş hayatları, dokunuşları ve düşleri, deniz
kabuklarını kıran kız çocuğunu, deniz yolculuğundaki cüceleri okudu..
Kilimciler, halıcılar, fırıncılar, kuyumcular,
saatçiler aynı çarşıda irili ufaklı dükkanlarıyla dizilmişlerdi.. senaryonun
köklerini burada araması gerekiyormuş gibi bir duyguya kapıldı, umutsuzluk
içinde yürürken Şehrazat’ın eskimiş ve yıpranmış eşyalarını Hasırlı’ ya
kilitleyen Cemşid'i okudu..
Zaman
su gibi akıp geçmişti; bir kaç damla gözyaşı, sonra yine gelmeyen o kış
mevsimlerine bakan o kadını okudu..
Akrep senaryosunda.. "Sana öyküler
yazacak kadar aklımın son sınırına gitmeyi göze aldım, ey Şehrazat!' gibi çok
da dolambaçlı olmayan cümleleri de okudu..
Cemşid'i bocalarken, düştüğü içler acısı
manzarayı okudu..
Yakında çıldıracağı gözüyle bakan sevgili
Şehrazat’ının ona umutla baktığı günleri okudu..
Başka da şaşırmış, umutsuz, bitkin düşmüş bir
Cemşid'i geç kaldığı için hiç bağışlamayan öteki Şehrazat’la kıyaslamak
fırsatını yakalamıştı. Şehrinaz akrepleri tek gözlü çizmiş, bir de kendi
evlerinin krokisini -Hatıra Apartmanı- ev ödevi olarak çizdiği sayfanın bölüm
başlığına Akrep Albümü adını vermişti. Belki de akreplerle ilgili bir senaryo
yazma fikrini de Şehrazat’tan almıştı, pekala olabilirdi. Fragmanlarla Düşname
senaryosunun kaba taslak bir coğrafyasını ele vermiş oluyordu böylelikle.
"Bunları da yazarsan sevinirim!" demişti büyük halası Şehrazat'ın,
Cemşid köşkten ayrılırken., Kızının hatalı varoluşu hakkında anlattıklarını,
Cemşid’ in senaryolaştıracağını biliyordu demek ki.
Cendel daha fazla okuyamayacaktı. Kayıp senaryoyu,
Cemşid’ in gördüğü son rüyayı, belki bunun bitmeyen, eksikli senaryolarla da
bir ilgisinin bulunabileceğini düşünüyor; kendi sonuna ulaşabilmek için gördüğü
lekeleri, Ernüvaz'a doğru yorumlatıp yorumlatmadığını, iyimserlikle yeni baştan
ele almak istiyordu. İmgeleminde bir lekeden ötekine sıçrarken bilmediği
şeyler, o güne kadar gözünden kaçmış olan küçük ayrıntılarda gözünde yeniden
canlanabiliyordu, ölümle rüyalar arasındaki sıkı bağlantıları yeniden kendisi
de keşfediyordu bir yerde. Akreplerle Cemşid’ in durumu kadar, Ernüvaz’ın Tavus
Kuşu’na benzettiği son leke, aynada kendi yüzüne bakarken kaşlarının arasındaki
'Penguen Lekesi’ni andırsa da, Cemşid’ in Fragmanlarda üstü örtülü olarak
geçiştirdiği Akrep Mezarlığı’nın kapısını aralamak üzereydi.
-II-
Rüyalar Ansiklopedisi’nde geçen isimleri alt
alta sıralayan Cemşid’ in, yine Şehrazat'ıyla aralarının açılmasına neden olan
kadını okudu..
Akrep Ayağı.. Akrep gözü parçalayan kadının
ağzından çıkan.,. "Akrep ayağını görüyor musunuz? Tanrıların Kapısı
girişinde! Burada yaşayanlar buraya akrep ayağı derlermiş!” sözleri aynen
kaydettiğini de okudu. Akrep Gözü Parçalayan Kadın.. 0 tarihin başında lotus
çiçeklerini örnek alan kulelerin hemen yanı başındaki karanlık sokaklarda
dolaşmayı sever. Ona şans getirdiğine inandığı mavi yüzük taşı, akik yüzükleri
haftanın belli günlerinde takıp takıştırır, öyle çıkar dışarı. Boynunun hemen
altında o iz durur, dikkatli bakılmadığı sürece kimse bunun ne anlama geldiğini
bilemezdi.
Sokaklar.. Birbiri ardına açılan eski kentteki
kıvrımlı yollar. Dolambaçlı sokaklar.. Gece yarısında üzerine üzerine gelen
Kaleiçi’ndeki labirent sokakları hatırlatan hayali sokaklar! Kale Kapısı'nda
noktalanacağını bildiği için bütün bu hayallemeleri bir bir ardında
kalmışlardı. Bundan sonrası kolay bir işti. Şehrazat'la gecenin bu saatinde
karşılaşmaları fragmanlarda öyle kısa cümlelerle geçiştirilmişti ki; Cendel,
Şehrazat'ın o saatte dolambaçlı sokakta ne aradığını bile doğru düzgün
anlayamamıştı. Burada yine, sanki her şey rüyadaki gibi birbirinin içine
girmişti.
Hasırlı’daki Kadın.. Halası. Biraz öncesine
gidersek.. Mutluluğun çizgileri bir ara Cemşid'in yüzünde dolaşırken Şehrazat
ile merdivenleri çıkıyorlardı. Pencerelerden gözünü alamayan halası, o kış
gecesi küllerinden savrulan görüntülerle bütünleşmişlerdi. 0 mutlu, o güzel yüz
yalnızca Şehrazat'ın olabilirdi. Bunların da diğerleriyle birlikte Cemşid'in
yazdığı Akrep Mezarlığı’nda geçtiğini, Cendel sonradan anlamıştı. Yine ona öyle
geliyordu ki, Cemşid, o kış sabahı okumaya daldığı fragmanlarda siyah pelerinli
kadına rastlamasıyla iki gerçeğin çeliştiği düşünülebilirdi. Ama uykularında
sayıkladığı görünmez yüzlü kadın, aslında Şehrazat’tı.
ANETTA.. Karanlık, su birikintileri içindeki
çamurlu sokaklardan, sertçe sarsılan kapıların arkasındaki insanlara aldırış
etmeden, adını bilmediği düşsel yaratıklardan, mitostaki diğerlerinden ve kim
bilir nelerden çekinerek, o ışığı buluncaya dek yürüyecekmiş gibi sakınmadan,
yılmadan yürümüş insandı Anetta.
AKREB'İN DANSI.. Saatlerce oyalandığı deniz
kenarında kendini yok yere paralayan, debelenen, hızını alamayarak kendini
yerden yere atan, akreplerin kanlı başlarıyla her an karşı karşıya gelecekmiş
gibi yüzünü aynalardan kaçırdığı diğer pazartesileri, ondan önceki günleri de
unutmak isteyen Anetta'yı gördü..
Kahkaha Akrepleri’ nin resim üzerindeki
simetrik dağılışlarını da, belli belirsiz lekelerin yer yer belirginleşmeye
başladığı son pazartesi akşamı, duvardaki sarı yüzlü saatin ikiyi gösterdiğini
de gördü.. önce titremeye ,sonra ise bir karabasana dönüşen o bir anki kendini
kaptırmayla sallandı bir iki Anetta. Çükü Anetta Akrep oluyordu....
Bu yetmedi; ellerini dayadı, yüzünü dayadı,
dudaklarını dayadı, burnunu dayadı, ayaklarını dayadı ve artık sözcükler ona
yetmezmiş gibi bir kış günü mağaranın girişinde gördüğü Akrepli Kız'ı anımsayan
Anetta, belki de onu bir daha geri getiremeyeceğini düşündüğü için, o anda
yaşadıklarını içine doya doya çekmek isteyen Anetta, içindeki ışığın giderek
sönükleştiği böyle bir akşam vakti böyle bir şeyi nasıl becerebildiğini gördü..
Karanlık holde kimsecikler yoktu, elindeki bıçağı böğrüne saplarken
mızıldanmaya benzeyen bir ses çıkarmıştı..
-Yok yok.... Boğuntuluydu, sanki birini
boğazlıyorlardı- Elindeki kanlı bıçağı nereye saklayacağını bilemediğinden,
karanlıkta nereye atacağını bilemeyen Anetta.. evet kanlı bıçağı meydanlık bir
yerde bırakıp kendini Kaleiçi'nin karanlık sokaklarına nasıl vurduğunu gördü..
Işık sönükleşti, çekildi, -çekilmeden önce ışıldadı biraz- ufaldı, sonra
Anetta'yı yuttu.
Anetta kendini gören gözlerden ıraklaşmak
için.,. son bir çırpınışı daha gerçekleştirmek için yılındı, taa ki kanlı
bıçağı görene dek?
O zaman bıçak elinde değildi.
Kendini tanımanın uzak iklimlerinde dolaşan
Anetta bir akrebin yarı baygın, yarı hülyalı bakışlar atarak çevresine,
yanındakilere, neden dolaştığını da kestiremezdi. Yani çocukken Anetta.. yani
üstü başı akrep kokuşuyorken.. yani her oturuşunda her kalkışında akreplere
dair hikayeler anlatırdı annesi....
Rüyaları akreplerden dökülme bir kuşak olduğu
zaman Anetta, yani diyorum ki, Anetta kantolu bir ağızdır, Akrepler belki de
annesinin saçlarına dair düşülen bir duadır. Ağza alınmadık sürelerle
memelerinin, bacaklarının ve rahminin geceye sürünen kokularından döküldü
memelerinin ucu kanayan Akrepli Kızın.
Yani her evde akreplere dair bir şey vardı.
Yani akrepler geceye çıkıyor karanlığa ki;
birbirine sürünen memelerinin ağır kokusudur çeker akrepleri birbirine.
Yani kuruyan ağzında gecenin yanağından
getirilmiş renkleri hizaya getirmemişti daha, derken bu kadar akrep yanağından
dökülen aynanın..
Memelerinin ucu kanayan Akrepli Kız'ın
tarihidir.. Çok uzun günlerin Kafında hizaya sokulan Akrepler! Onun gövdesinden
yalıtılmış güneşleri dağlayan annesi!
Yani akrepler uyurken tapınıyor gizlice ve
sarkaca bacaklarını uzatıyor ki geceye eşit bölünsünler.... Yani Anetta sonsuz
tiryakisi sabah ağızlarının, yani bizim rüyalarımızın gönül gömleğini giyinip
çarşı pazar dolaştırıldığı ipin gölgesiz resmi!
Yani epik Akrepli Kızın memelerinde kat kat
açılan Tiryaki Akrep!
Yani ayaklarına sünger çekilmiş tarih
bilenmeden, üzerimize gelmeyen giysilerle Anetta bilendi!
Yani diyorum ki.. ayaklarından çekilen
denizin, çekilen kumsalın, çekilen tarihin yalınayak karanfilleri memelerinin
ucu kanayan Akrepli Kız'ın içe kapanık dünyasında Anettaya çekilmiş bir araftı.
Evet.. Akreplerin melankolik resmi Anetta kendini gören gözlerden ıraklaşmak
için.. son bir çırpınışı gerçekleştirmek için yılındı, kanlı bıçağı görene dek
içindeki hıncın dineceği de yoktu!
"Sonunda başardım işte!" sözleri
pıtırık dudaklarından döküldü, elindeki bıçağı bir kenara savurup, sonra
kendini yollara vurduğunu okudu.. Kaleiçi'nin karanlık, dolambaçlı sokaklarında
çıldırmışçasına koşarken, kanlı bıçak sanki elindeymişçesine ince kollarını
havada sallayıp duran Anetta’yı görenler bundan hiçbir şey anlayamadılar! Oysa
ona çocukken akrep öyküleri anlatan annesinin kanını dökerek içindeki zehiri
nasıl boşalttığını, gözlerindeki canlı parıltıdan okumak hiç de o kadar zor
değildi. Akrep Söylencesi’nin yılkılı gözbebeklerini anımsatıyordu..
İhanetin ürkekliğini üzerinden çabucak
atıvermeyi öğrenmiş bir insandı, Anetta.
Doğumun ve ölümün bu çizgiyle belirtildiği
sayfaları da okudu.. Sonra...Sözün bittiğini!
Ernüvaz Efendi.. Aharlı kağıtların üzerine
kapanmış ağlıyordu, dün geceden beri uyku tutmayan gözleri ağlamaktan kan
çanağına dönmüşlerdi. Odada ki mumlar da eriyip tükenerek, kendiliğinden
söndüklerinde, karanlıkta kalan şeyhin gözleri korkulu bir hâl almıştı.. bazen
titremelerine engel olamıyordu. Kendinden geçtiği anlarda bir hayal gibi gelip
önünde durduklarında, orada vecd halindeki
insanı kendi bile tanımakta güçlük çekiyordu. Oysa elinde somut deliller
olduğu halde, bir kapının açılmasını beklemekle geçirdiği üç gün öncesinin
akşamını gözlerinin önüne getiriyordu da, eli kolu birbirine bağlanıyordu.
Orada hayatından gayet memnundu ki, mutlu bir yüzle görünmekteydi, hatta daha
sonraları kendisinin böyle kılıktan kılığa gireceğini sezmişti de, şimdi,
bunlara akıl sır erdiremeyen insan kimliğiyle sahneye çıktığından artık
bozuntuya vermeyerek, vecd hâlini bozmamaya gayret gösteriyordu. Sonra yine
masanın üzerinde açık duran kitaba dönüyor, orada okuduklarını harfi harfine
uygulayan bir insan olmayı deniyordu. Ama kitapta yazılanları gün yüzüne
çıkaran bir insanın mutluluğuyla, bulduklarını aharlı kağıtlara geçiriyor,
böyle bir şeyin olamayacağını söyleseler de, bu fikrinden caymayan Ernüvaz..
mutlulukla gülümserken, bir yandan da aslında her şeyin bu kitapta yazdığını,
nasıl olmuştu da bugüne kadar gözden kaçırmıştı? Bunu anlayamadığını belirten
hareketlerde bulunuyordu. Sonra, dün akşam gördüğü rüyayı pek hayra alamet
bulmasa d,a annesi dedesinin yanında durmaktaydı, ona yeni bir kapının
açıldığını söylüyordu. Sonra, yine elinde tuttuğu terazinin sağ kefesinde iyiliklerin,
sol kefesindeyse kötülüklerin yer aldığını anlatırken, Büyük Baba’yı hiç öyle
kaygılı görmediğini, yüzündeki çizgilere bakılırsa, olacaklardan sanki
kendisini mesul tutmasınlar, diye önceden onları uyarmaya çalışan bir insanın
memnuniyeti de gizlenmişti şimdi. Ona bakılırsa o köprüden -Sırat Köprüsü-
günahları az olanların uçarak geçeceklerini, günahları çok olanlarınsa cehennem
narında yanacaklarını söylediği bir sahne de bunlara karıştığından, Şeyh
Destigayp, Mahpere Hanım’ın düştüğü içler acısı duruma üzülse mi, yoksa sevinse
miydi? Buna bir karar veremiyordu.
Adrianus Kapısı.. Adrianus Kapısı’ndan
çıkarken İskele Kapı’ ya kadar yürüyeceğini, daha önünde uzun bir yolun
olduğunu, dolambaçlı sokaklarında kim bilir daha kaç insanın onun gibi
şaşırarak, hep aynı yolları tekrar tekrar geçtiklerini düşündü.
-III-
"Af edersiniz..... Feridun bey yok mu?!”
diye sormuştu içeri giren adam.
"Şu an burada değil!" demiştim.
Adamı baştan aşağı şöyle bir süzdükten sonra
"Ne içindi?” diye sürdürmüştüm konuşmamı "Ben yardımcı olayım."
Yabancı adam sesini yükselterek:
"İşel'den geliyorum!", demişti,
"Bozuk bir terazi varmış!"
"Son kullanma tarihine baktınız mı!”
"Anlamadım!”
"Son kullanma tarihi.. geçmişse ambalaj
hatası olabilir." dedim.
"Bayım ben servisten geliyorum....."
demişti şaşkınlığını masum bir kızgınlığa yükleyerek, "Arıza için
aramışlar.. Feridun Bey’i görmemiz gerekiyormuş...."
Dalgınlığımı yenerek, gittiğim uzak
noktalardan kendimi toplamaya çalıştıkça bocalamıştım, ama en sonunda
bilmiyormuş gibi;
"Yaa, öyle mi?!” karşılığını vermiştim,
ama karşımdaki ciddiydi, oyun duygusu gelişmemiş bir zavallı daha.. toplumda
böyleleri çoktur dedim Mahi Azadecuy, hayatı ciddiye aldıklarından sürünmeye
mahkumdurlar, başka bir şey bilmezler, Feridun Bey’in gözüne girmek için
yapmayacakları şey yoktur, yeter ki Feridun Bey istesin.,...
"Zırvalamayı bırak da işine bak!"
dedi Mahi Azadecuy, "Adamı bekletme...." Mahi Azadecuy’e küsemezdim,
benim en sadık dostumdu, onu kıramazdım, peki anlamında başımı salladım, onu
kabul ettiğimi göstermek için istemeye istemeye ciddileştim:
"Biraz önce çeşit nosu 611 nolu ürünü
şikayet ettiydiler de!”, dedim, "Onun için, yani.. Ne ise boş verin!"
-Adam yüzüme bön bön bakmaktaydı-
"Yan odaya geçin, şarküteri sorumlusu
var!",dedim, "Yaka numarası 0005! O ilgilenir sizinle...."
"Teşekkürler!", dedi adam,
çıkarken..
"İyi günler!" demiştim ben de,
adamın yüzüne bakmadan. Kapı kapandıktan sonra derin bir soluk aldım, dünya
varmış Mahi Azadecuy! Masanın üzerinde duran Şehrinaz'ın resmine bakarak zaman
kazanmak istedim.. Rahattım rahat olmasına, ama işte karşımda duran yüz,
karımın rüyâlı hali, bana şimdi ne şiirler esinletiyordu. Onu hâlâ o eski
günlerdeki gibi büyük bir tutkuyla seviyordum, fotoğrafta bile insanı
etkileyecek kadar büyüleyiciydi. Senaryo-Game'e girdiğimde, aylardır yazmaya
çalıştığım senaryonun belki de neden böyle uzadığını anlar gibi oldum. Anlatı,
uzadıkça içinden çıkılmaz olmuştu, senaryonun sürükleyiciliği vardı yine de.
MABET, istediğim gibi gitmiyordu.
“Sonra dayanamayıp dışarı fırladığında,
reyonların arasında dolaşmaya başladığını görüyorum binlerce ürünün arasında
tanıdık bir yüzü, sıcak bir dokunuşu aranırken Eleğimsağma, Cemşid Ulu'nun
çiçeği burnunda bir mirasyedi olduğundan haberi olamazdı. Çünkü dondurulmuş
yüzlere, vitrindeki mallara, insanların mesafeleri konuşmalarına aldırış
etmeden hep o yüzü, biricik yüzü aranıp duran insan kılığından soyunarak
kendini bulmanın yollarını araştırmak, ona hiç de acı vermiyordu artık. Çünkü
Dehhak Döngel anahtar elinde şangırdatarak yürüyor, her yerde korku ve
otoriteyi duyurmaya çabalıyordu Feridun Bey’in adına. Mankenler ve ulusların
öldüğü çöplükte işler uyarındaydı ne de olmazsa. Çünkü tek dişi kalmış
canavarın saçlarını astığı balkonda iki kişiydik, yalnızca. Güzel yüzlü mankenlerin
konulduğu vitrinin önünde durup şapkalara bakarken, kendi yüzünü bile
tanıyamayacaktı. Burada her zamanki gibi iki dakikadan fazla kalmamıştı.
Güvenlik görevlisinin neredeyse gelme saatiydi. Burunları büyümüş bebeklerin
bölmesinde küçük kızın düşsel zenginlikteki bakışlarından -başka bir deyişle
mavi gözlerinden- etkilenmemek için şemsiyeleri tercih edişi, onun bileceği
işmiş gibi görüyorum. Yaka numarası 0017 olan kıza bakmayı unutmamızdan sonra,
sıra ona gelmişti, beklenendeydi sıra. Kapıyı üç defa tıklatmasından anlıyorum;
yoksa başka ne olabilir? Bakışlarımızda
yerini aldığında sen kalkıp ona gidiyordun, benzi yanık saraylar.. onda
kalıyordun iki saniye ve iki saniyede olanların bir bültenini yapmak için
kollarımı sıvazladığımda beni ötekilere benzettiğin için yarım kalıyordu bu
bakış....
Evcilleştirilmiş Oyuncaklar Diyarı’nda fazla
oyalanmıyorum Hatta oyun bozanlığı yine sen yapıyordun.. "NORMAL BÎR
ETÎKET ASKISI OLMASIN SÖZLERİMİZ!” cümlesini ikimizin boşluğuna savurarak,
ikinci sahnede ikimizin üzerinde dolaşan karanlık bulutları dağıtmaya,
kendimize gelmeye çabaladığımız zamanlara gelinmişti. Ama senin suratın hep
asıktı, sürekli ufuklara bakıyordun, aradığın şey ne ise, neyin peşine
düştüğünü benden hep gizlediğin için ister istemez kuşkulanmakta haklıydım.
Dehhak Döngel’de, "Tamam, tamam!",
demişti. Yaka numarası 0017 olan kız, bebeklerle dolu reyonlara bakıyordu,
belki de onu süsleyen bir yolcu olduğundan habersiz, ceplerine doldurulmuş
tüylü zamanlardan yakasını kurtaramadığından, tenine yayılan sıkıcı kokudan
rahatsızdı.
Dehhak Döngel saatine baktıktan sonra,
"İyi, peki!" demişti, "Gülen Yağmurluk!”
-Bu da tutmamıştı.-
"Zaman ölçen gülüşler! Bu nasıl?”,
demişti.
“003 rakamlı gülüşü oradan çıkarmaya çalışan
küçük kız, yakalandınız.... Adınızın hiç bir ilgisi yok, firmanızın RAMSES
olması suçunuzu bağışlatmayacağı gibi, size antik kokulu bir ayrıcalık
sağlayacağını sanıyorsanız bir kere hemen şunu söyleyeyim ben size, her şeyden
önce söylemek zorundayım ki, evet, aldanıyorsunuz...büyük bir aldanış içerisindesiniz.”
“Haahh haahh..haa.. İçinizin anılar çöplüğüne
dönmesi, ya da anılarınız rakam çöpüne dönse de buradan kurtulmanız olanaksız
bir kere.. Hem sonra yakanızı kurtarmanızın da bir anlamı yok....
Heveslerinizin ve beklentilerinizin rakam üzre oluşu.. bir kere daha
belirtmeliyim ki, RAMSES firmasının bir yan ürünüyle değiştirileceği
kuruntusuna kapılmanızda, miladı geçmiş bakışların tek eğlence yeri olmasıyla
ilişkilendirilmesi bir bilinçaltı üvertürü artığıyla dolaşıp dururken, alt
kattakilerin itirafları da kabul edilmeyecektir.. işte söylüyorum.. Antik
kokular sürünmenizin 003 rakamlı gülüşü oradan çıkarmanıza yardım edeceğini
sanıyorsanız, her şeyden önce şunu söylemeliyim ki, yanılıyorsunuz.. Büyük bir
yanılgı içerisindesiniz.. Hem üstelik şurası da mühim; böyle yapmakla elde
edeceğiniz yalnızca bir kuruntu olacaktır.... Siz de hala daha geçmişe ait
kalıntıların olduğunu göstermekten başka bir ipucu vermeyecektir, onlara.. işte
söylüyorum.. Kulak kabartıp beni iyi dinleyin ki sonra pişman olmayasınız..
daha sonra bunları nereden çıkarttığımı şaşırıp da sormayasınız -' kulaklarınız
iyi duysun ki, Hamur Kabartma Toz’una benzemez söylediklerim,
söyleyeceklerim-... Aynalar kesmişti önünü, aynalarınız vardı, hep aynıydı
kıvranışları gülüşlerinizin eğlendikleri köşelerde. Belki de bu yüzden insanın
durup şöyle bir soluklanmak için, kendini tartıp bir ölçüye vurmak için biraz
yalnız kalmaya gereksinimi vardı hiç kuşkusuz!
Mabettekiler paniktelerdi, böyle bir şeye
alışkın olmadıklarından, ne yapacaklarını da bilemiyorlardı. Mabetin katibine
danışmaya karar verdiklerinde her şeyin düzeleceğini sanmışlardı. O kadının
korkulu yüzüyle buluşan iki insan bunu sır katibine bir ulakla haber
ulaştırmakta geç kalmadıkları için mutluydular.
Aynaların arasından geçerek çıkış kapısına doğru yöneldiğinde, dışarıda
sıcak bir temmuz güneşi vardı. Yağmurun Efendisi'ni düşünüyordu Eleğimsağma.
Ondan kaç zamandır haber alamadığına üzülüyordu, insanlar birbirlerinden
çekinerek, birbirlerinden korkarak ilerliyorlar..
Siyah bir kadın için, senfoni başlamış
oluyordu. Birbirlerine bol gülücükler dağıtmaktan yorulmuşlardı, yapmacık
hareketleri kanıksadıklarından yalnızlıklarını eğitebilecekleri tüylü zamanlar
taşımaktaydılar ceplerinde. Gök gürlemesine benzer bir sesi duymuşlardı ilkin,
sanki yer yerinden oynamaktaydı. Sonra da o yırtılma baş gösteriyordu.
Önlerinde açılan çatlak giderek büyümekteydi.
'Suskunlar Ordusu' bunun önü alınamayacağından beklemeyi yeğlemişti. Artık
gizlisi saklısı kalmamıştı bu işin. Yetkililerin önlem almak için bir çaba
gösterdikleri söylenemezdi doğrusu. Dışarıdaki dünya lanetlenmiş o insanın –
Adı Yasef’ti, bir zamanlar Eleğimsağmanın en yakın arkadaşıydı.- söylediklerini
doğrulamak için kurulmuş olabilirdi.. belki de düzmece bir varlıktı.. belki de bu
yüzden hiçbir şeye dokunamıyordu.. belki de bu yüzden gözüne ilişen bir nesneye
uzaktan bakmakla yetiniyorlardı. 'Son kullanma tarihi çoktan geçmiş gülüşe'
rastlayan yaka numarası 0017 olan görevli kız, bir resmin çekiciliğinde
kaybolup gitmekteydi. Onu oraya kimin astığı o kadar önemli değildi.. kendisi
böyle bir ikilemi yaşamadığından rahat sayılırdı. Dehhak Döngel, olayı daha
fazla büyütmenin kimseye yarar sağlamayacağını söylemişti, o sırada
müşterilerin böyle bir gerginlik yaşaması istenmediği için, olayı örtbas yoluna
gitmişlerdi. Işığa doğru yol aldıklarında kim bilir kaç çöl zamanı geçmiş, Üç
Kayalar'a daha varmamışlardı. O akşam mağarada konakladılar.. birbirlerine
fazla ilişmeden.
"Acıyın kendinize!”, demişti Mahi
Azadecuy, "Kendinizi düşünmüyorsanız, sevgili karıcığınızı, o garibi
düşünün biraz!"
Dün gibi aklımda bazı şeyler. Bir
film, bir kare, virane bir çay bahçesinde içtiğim limonata. Birkaç gün evvel
elim bir motosiklet kazası geçirdiğini bildiğim Seyfi Teoman’ın ne zaman
iyileşeceği aklıma düştü.
Her iki filminde de duyu
organlarında telve bırakan Teoman’ın nasıl bir yeni film çekeceğini hayal
ettim.
Genç bir yönetmen ve genç bir
ölüm. Bir sürü edebi metinden alıntı yapıp kendi hüznümü sizlere de yansıtmak
istemem.
İyi eserler vardı ortada ve sanat
erbabından daha iyi eserler alabilmenin tadı da her daim içimizdeydi. Böyle bir durumda nasıl keyif alınabilir ki
yaşamdan.
Barış Bıçakçı’yı severim. Onun romanlarında
ve hikâyelerinde ki “Ah! O çocukluğumuzdaki yokluklar, mutsuzluklar, kırılganlıklar…
Bizi ne güzel de besliyorlarmış. Şimdi mutluyuz ama içimizde kocaman bir boşluk”
anlatışını sevdim hep. Sonra onun öykülerindeki bir cümle yahut romanının
tamamının Seyfi Teoman tarafından perdeye aktarılması…
Tatil Kitabı’ndaki kendinden
yaşça büyüklerce korkutulup köprü altında kalbi “güm güm” atan çocuğun
hissettikleri veya askeri okuldan ayrılma kararı alan abisinin evli bir kadına
bakıp sonra utanarak bakışlarını kaçırdığı sahneler hiç unutulur mu? Bir kıyı
kasabası ve orada yaşayan bir günleri diğer günlerine dek sıradan insanlar.
Filmin ilk kareleri ile son kareleri arasında fark bulamamak… uzun uzun
anlatacak bir ruh halim yok. Şurada bir şeyler karalamıştım bu film ve
esinlenilen hikaye kitabı hakkında…
Sonra heyecanla beklenen ikinci
film. Yatılı okul günlerinde serserice dolaşılan Ankara günlerini bulmak için
sinema salonuna koşuş. Ve tahmin ettiğim gibi izlerken üniversitede okurken
kaldığım evi görmem. Orta sınıf, sıradan, tertipli erkeklerin dünyasında
kendimi bulma arzum. Bir fasulye yemeğinden sonra içilen türk kahvesi, karagöl’de
dirseğini yere dayayıp oturarak piknik yapan Anadolu erkekleri.
Ne çok ta hafızama nokta bırakmış
filmleri…
Seni Unutmayacağız Seyfi Teoman.
Keşke bir film daha çekseydi
diyeceğiz hep…
adnan söylemez
2 comments
AB Başkanlığı ve AB Dışişleri Bakanlığı gibi yüksek dereceli tartışmalar gündemdeyken AB’nin dağılmasından söz edebilmek güç gelebilir; fakat aynı tartışmaların geçmişi, derinliği ve yaşanan anlaşmazlıklar dikkatle incelendiğinde ‘Dağılma Olasılığı’nın, birliğin Başkanlık gibi üst bir temsiliyet makamı ile daha da güçlenme olasılığından daha yüksek olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Zor işlerin altından kalkma becerisi gelişmemiş olan Avrupa Birliği ülkeleri-aslında Fransa ve Almanya- Başkanlık görevini, küçük bir ülkenin etkisiz bir liderine devrederek kendi ulusal duvarlarını yükseltmeye devam edeceklerdir. Yüksek profilli bir başkan seçememek, açık bir şekilde Avrupa Birliği’nin güçlendiğine değil, zayıfladığına ve dağılmaya başladığına dair en büyük delildir. AB güçlenmek isteseydi, temsiliyetten daha öte bir AB Başkanlığı çerçevesi çizerdi. Güçlenmeyen birliklerin zayıflaması ve nihayetinde dağılması sıradan bir doğa olayıdır.
En son Çeklerin Lizbon Anlaşması’nı onaylamasının ardından son durum şu(*):
A.Son Fotoğraf:
Avrupa Birliği liderleri, 19 Kasım'da birliğin ilk başkanı ve dışişleri temsilcisini kararlaştırmak için özel bir zirve düzenleyecek. Atamalar, 27 üye ülkenin liderleri tarafından yapılacak oylamada nitelikli çoğunluğun oyu ile yapılacak. Lizbon Antlaşması uyarınca, Avrupa Konseyi başkanı iki buçuk yıllığına atanacak. Görev süresi bir kez uzatılabilecek. Bu görevin oluşturulması ile hedeflenen ise AB'nin başlıca politika alanlarında daha fazla devamlılık ve istikrarın sağlanması. Başkanlık için Belçika başbakanı Herman Van Rompuy'un yanında diğer adayların, Hollanda başbakanı Jan Peter Balkenende ve Lüksemburglu mevkidaşı Jean Claude Juncker olduğu söyleniyor. İtalya'nın orta sağ kanattaki eski başbakanı Massimo D'Alema ise AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi görevi için şansı en yüksek adaylardan biri olarak görülüyor. Bu görevi üstlenecek olan isim aynı zamanda Komisyonun başkan yardımcısı olacak. Lizbon Antlaşması 1 Aralık'ta yürürlüğe girecek. Zirvede kararlaştırılacak üçüncü isim ise, Konsey Sekreteryası'nın Genel Sekreteri olacak. Bu görevi üstlenecek olan isim, 27 AB hükümetini bir araya getiren Konsey'in işleyişinin yönetiminden sorumlu olacak.
B.Sondan İki Önceki Fotoğraf:
Bundan bir süre önce İngiliz tarihinde arka arkaya 3 seçim kazanan tek İşçi Partisi lideri olan Tony Blair, Irak Savaşı yüzünden partisinde çıkan isyan üzerine Haziran 2007`de başbakanlığı Gordon Brown`a devretmek zorunda kalmıştı. Aralık 2007 ‘de Vatikan’ı ziyaret ederek Katolik olduğunu ilan etmiş; muhtemel AB Başkanlığı için kulis yapmaya başlamıştı. Daha sonra BM çatısı altında kurulan Ortadoğu Dörtlüsü`nün temsilcisi olmuştu. O dönemde AB Başkanlığı için Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Juncker, Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen ve Polonya`nın eski Cumhurbaşkanı Aleksander Kwasniewski`nin isimleri geçiyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy, Lizbon`da yaptığı açıklamada Blair`in 'en Avrupa yanlısı İngiliz' olduğuna işaret ederek, AB başkanlığı için iyi bir isim olacağını kaydetmişti.
C. Sondan Bir Önceki Fotoğraf:
Köprünün altından çok sular aktı. Danimarka Başbakanı Rasmussen NATO Genel Sekreteri oldu. Almanya, Blair’e sıcak bakmadı ve Blair devre dışı kaldı. Aslında Blair, ABD`nin 2003 yılında Irak`a girmesine desteği nedeniyle çok tercih edilen bir isim değildi. İngiltere`nin AB`nin ortak parası euro ve birliğin serbest dolaşım alanı Schengen`e dâhil olamaması Blair`in şansını iyice azaltıyordu. AB zirvesinde Blair`in adaylığına en büyük darbeyi kendi siyasi ailesi Sosyalistler vurdu. AB Başkanlığı yerine yine Lizbon Anlaşmasında AB Komisyonunun başkan yardımcılığını da üstlenmesi öngörülen AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi`nin kendilerinden atanmasını isteyen Sosyalistler, Blair`i kendi ailesinden bile destek alamayan bir aday konumuna itti.
Brüksel`de `yüksek profilli` bir başkan görmek istemeyen Almanya Başbakanı Angela Merkel`in de Blair`e yeşil ışık yakmaması, eski İngiliz Başbakanına daha önce desteğini açıklayan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy`yi de tavrını gözden geçirmeye zorlarken, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi`nin kızıl hastalığına yakalanıp zirveye gelememesi, Blair`i en büyük destekçisinden mahkûm bıraktı. Blair`e karşı çıkan AB liderlerinin açıklamalarında Irak savaşına özel atıf yapılırken, Lüksemburg Dışişleri Bakanı Jean Asselborn, "Gelecek nesiller, Irak, Bush ve Tony Blair arasında bağ kurmaya devam edecek",dedi. Blair`in önemli konularda doğru tavır alamadığını ve Avrupa`yı temsil edecek en iyi aday olmadığını söyleyen Asselborn, 'O birleştirmekten çok bölen biri` suçlamasında bulundu. Blair`i desteklemesi beklenen İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ise fikrini değiştirerek Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende`yi tercih edeceklerini açıkladı. Tony Blair`in büyük ölçüde yarış dışı kalmasıyla, uzlaşmacı kişiliğiyle ve düşük profilli yönetim tarzıyla tanınan Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkenende, AB Başkanlığı için en muhtemel isim olarak öne çıktı.
Öte yandan Blair`in en azılı rakibi ve AB`nin Euro grubunun başkanı Juncker ise, Fransa ve İngiltere`nin eleştirilerine maruz kaldı. Le Monde gazetesinin sorularını yanıtlayan Juncker, ``Eğer AB için iddialı bir vizyon ortaya koyacaksa, başkanlık göreviyle ilgileniyorum`` dedi. Tecrübeli politikacı, bu tür bir teklifin gelmesi halinde, reddetmesi için hiçbir nedenin bulunmadığını söyledi. Göreve aday olmayacağını, teklif gelip gelmediğine bakacağını ifade eden Juncker, tek koşulunun bu görevin iddialı bir AB yaratılması hedefine sahip olması olduğunu söyledi.
Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende, Finlandiya`nın eski Devlet Başkanı Paavo Lipponen, Letonya`nın `Demir Lady`si` unvanını alan Vaira Vike- Freiberga`nın adları da kulislerde zikredildi. Daha sonra AB başkanlığı için kulislerde Avusturya Başbakanı Wolfgang Schüssel’in adı tekrarlanmaya başladı.
AB Başkanı’nın Birlik İçi Stratejik Önemi:
AB başkanlığına oturacak kişinin, öncelikle, bir AB ülkesinin eski devlet ve hükümet başkanı olması ve AB`nin Hıristiyan Demokratlar ailesine üye olması gerekiyor. Büyük ülkelerin hırslarını, küçük ülkelerin ise hassasiyetlerini kavrayabilecek birisi olması isteniyor. Dönem başkanı İsveç'in başbakanı Fredrick Reinfeldt, "Kilit görevler arasında sağ ve sol siyasi figürler, Kuzey ve Güney Avrupa, büyük ve küçük ülkeler, kadınlar ve erkekler arasındaki dengenin gözetilmesinin pek çokları için önem arz ettiğini" söylüyor.
AB Başkanlığı’nın Küresel Stratejik Önemi:
Başlangıçta ABD’ye karşı oluşturulmak istenen Avrupa Birleşik Devletleri’nin test mekanizması olan AB Başkanlığı, Avrupa Birliği çatısının son basamağıdır.
Analiz ve Sentez:
AB dağılacak mı? Bu sorunun cevabını aramadan önce 26.08.2008 tarihli ‘Euro ve Chopin; 2010'dan Sonra Euro Yok’ başlıklı analizin sonuç bölümüne ve 01.01.2008 tarihli ‘Yahudiler Terk ettiler; Avrupa İçe Kapanıyor’ başlıklı analize bakmamızda fayda var:
“Sonuç olarak; Euro gün geçtikçe Avrupa Birliği vatandaşlarının gözünde itibarını yitirmekteyken, daha doğrusu tüm ekonomik ve sosyal olumsuzlukların sebebi sayılmaktayken fiili olarak da çatırdamış; çöküşün eşiğine gelmiştir. Avrupa Anayasası ile ilgili olumsuz gelişmeler, Avrupa Birleşik Devletleri'ne giden yolun sıradan politikacılar sebebiyle tıkanması ve ortak iç ve dış politikalar üretilmemesi, iç politik unsurların her Avrupa ülkesinde neredeyse bağımsızlık postulatlarına uygun bir ritimde ilerlemesi, AB'nin güvenilirlik katsayısının hızla düşmesi ve hiç beklenmeyen bir şekilde Türkiye'nin yeniden küresel bir güç olmaya başlaması Euro'nun Chopin'in notalarıyla sonsuz istirahatgâhına gönderilmesine aracılık etmektedir.”(1)
“Gerçekler apaçık oysa; Dünya ticaret dengeleri Avrupa aleyhine değişiyor. Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya ve diğer Avrupa ülkeleri teknoloji ihracatçısı olmaktan uzaklaşıyorlar (Silah ve otomotiv satışlarından kaynaklanan ihracat da onlar için yeterli değil-Fransa'nın dünya silah pazarındaki payı yüzde 8'den yüzde 6'ya düştü-). Kuzey Avrupa ülkelerinin ben merkezci ihracatı da Avrupa için bir kazanç değil. İngiltere, Fransa ve Almanya'da işsizliğin artması (%10), sosyal güvenlik kurumlarının çökme tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi, büyümenin yavaşlaması (binde 6), pazar daralması, üretim düşüklüğü ve ekonomik küçülme, teknoloji imalatçısı şirketlerin küresel sermayedarlara satılışı, büyük sermaye sahibi Avrupalı şirketlerin dış yatırımlara yönelmesi, siyasî istikrarsızlıklar, değişen sosyal yapılar, Avrupalı olmayan ırklardaki nüfus artışı, ırkçı ve militarist söyleme sahip siyasetçilerin hızla artması Avrupa Ülkeleri’nin hızla içe kapandığının kanıtlarıdır.(2)
2009 Sonunda İzlenen Manzara:
Avrupa Birliği’ni oluşturan devletler sömürgeci kapitalizmin çöküşüyle çok ciddi ve derin bir bunalımla boğuşuyorlar. Bu bunalım tek boyutlu bir bunalım değil. Yüksek Avrupa kültürü, özgüvenini yitirmiş durumda ve bu özgüven kaybı dolayısıyla marijinal akımlar güçleniyor. Avrupa ülkelerinde Avrupa kökenli olmayan birlik vatandaşlarının can ve mal güvenlikleri, Avrupa Değerleri ve standartlarının aksine gün geçtikçe daha güç sağlanıyor.
Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratlar daha sık ortak nokta bulmaya başladılar ve Yeşiller görece nesnel politikalarını Sosyalistlere ve Hıristiyan Demokratlara benzetmeye devam ediyorlar. Klasik içe kapanma refleksleri hızla güçleniyor. Özgürlükler daha kolay kısıtlanıyor; vergiler yükseltiliyor ve birlik vatandaşlarının hassasiyetleri sürekli canlı tutularak Birlik bilincinin aksine duygusal araçlar daha etkin bir çerçevede kontrol edilerek kullanılıyorlar. Dolayısıyla politik çatışmaların büyük çoğunluğunu kulislerde ve gizlilik derecesi yüksek anlaşmalarla çözmeye alışkın olan Fransa ve Almanya, vatandaşlarının fikirlerine daha çok önem verir gibi görünmeye dikkat ederek, uzlaşmazlıklarını gizlemeye çalışıyorlar. Avrupa Birliği ülkeleri, iç ve dış politik/ekonomik hamlelerini ülke çıkarlarının arkasına sağlayarak, bu tür davranışların birlik içi sorunları arttıracağını bile bile ulusal şirketlerine kaynak temininde bencil davranmaktan çekinmiyorlar. Nüfus artış hızı eksiye düşüyor ve sosyal sigorta fonları yaşlanan Avrupalıların emekli maaşlarını finanse etmekte güçlük çekiyorlar. Birliğin nitelikli iş gücüne olan ihtiyacı gittikçe büyüyor.
Öngörü:
Yakın gelecekte muhtemelen Hollanda Başbakanı Jan Peter Balkanende(Bakınız Not) AB Başkanı olarak seçilecek. Bu seçim, Avrupa Birliği’ne güçlü bir koordinatör Başkan seçmeye niyeti olmadığını gösteriyor. Güçsüz ve uzlaşmacı bir kimliğe sahip olan Balkanende, Fransa ve Almanya’nın etkisinde kalacağı için, Avrupa Birliği, şu andaki başkansız döneminden daha farklı davranma şansına sahip olmayacak. Bununla birlikte ulusal ayrışmalar hızlanacak. Avrupa Birliği, AB Anayasası’ında öngörüldüğünün aksine küresel politikalar üretmekte zorlanacak. Uluslararası ticarette Euro’nun mübadele aracı olmaktan çıkması ve ulusal paraların tedavüle çıkmaya başlaması üzerine, AB, dağılmaya ilişkin gayri resmi sorunlarla uğraşmaya devam edecek. Almanya-Rusya ilişkileri güçlenerek sürecek ve bu ikili ilişkiye Fransa dâhil olmaya çalışarak diğer Avrupa ülkelerini kaderleriyle baş başa bırakacaklar. Ancak Fransa, Alman-Rus ilişkilerinde iki tarafın isteksizliği sonucunda üçüncü partner olamayacak. Ekonomisini finanse etmekte ve enerji ihtiyacını farklı kaynaklardan temin etmekte zorlandığından Kuzey Afrika ülkeleri ile ilişkilerini geliştirecek.
Birlikten, önce, ekonomik olarak zarar gören ve Birliğin oluşturduğu ekonomik zincirlerden yeterince beslenemeyen İskandinav ülkeleri ayrılmayı deneyecekler. İngiltere, söz ve güç sahibi olamadığı Başkanlık seçimleri sonrasında ekonomik sorunlarla başa çıkamayacak ve birlikle ilişkilerini kendi ticarî çıkarları nedeniyle sınırlandıracak kararlar almak zorunda kalacak.
Vatikan, Birlik Anayasası’na dâhil edemediği Hıristiyanlık tabanı üzerinde yeterince güç sahibi olamadığını, desteklediği Blair’in seçilmemesi ile kanıtlayarak birlik politikalarının dışında kalacak. Ve bu kaybına karşılık Fransa ile ilişkilerini güçlendirerek ayrışmayı hızlandıracak.
Sonuç:
AB, Başkanı’nı seçerken yaptığı/yapacağı düşük profilli tercihlerden dolayı dağılmaya başladığını göstermektedir. Avrupa, açıkça öngörülebilecek şekilde ortaçağ karanlığına hızla geri dönüyor. Yaşlı küremizi bekleyen en büyük tehlike Avrupa’nın ortaçağ karanlığına geri dönmesi ve savaşçı hormonlarının tekrar aktif hâle gelmesidir. Türkiye’nin enerji koridorlarına hâkim bir konumda bulunması, Türkiye’yi muhtemel bir savaş’tan uzakta tutacak gibi görünse de, Türkiye’nin etki alanlarında çıkabilecek bir savaş Avrupalıların genetik özelliklerini çağrıştırır niteliklerde olabilecektir. Yine de savaş, analizimizde yer alabilecek yakın bir öngörü değildir. Çünkü; Avrupa, savaşabilecek vizyona sahip liderlere sahip değildir.
Not: 19.11.2009 akşamı yapılan liderler zirvesinden Belçika başbakanı Herman Van Rompuy ismi çıktı. Bu isim, seçim üzerinde Almanya'nın mutlak gücünün etkili olduğunu gösteriyor. İngiltere'nin cılız etkisiyle de AB Komisyonu İngiliz üyesi Catherine Asthon AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği'ne seçildi.
(*) Derleme haberler, BBC Türkçe (11.11.2009), Sabah Gazetesi (30.10.2009) Zaman Gazetesi (23.10.2007, 27.10.2009, 31.10.2009), Yeni Şafak Gazetesi(30.10.2009), Türkiye Gazetesi (05.10.2009) ve CNNTürk’ten elde edilmiştir.
seçkin deniz
Sinema tarihinin en yüksek bütçeli filminin adındaki aşinalığa projektör tutmadan geçmek olmazdı. İnternet kullanıcılarının üye oldukları formlarda veya sohbet odalarında ‘bir avatar seçiniz’ irkilmesiyle başlayan şaşkınlığın sonradan yavaşça ortadan kalktığını, şimdi hatırladığımızda ürperiyoruz.
İnternet kavram dizinine Hint Mitolojisinin nasıl yedirildiğini, insanların bilinçaltlarında tanrılar-beden ilişkisinin sezdirmeden sıradan bir eyleme dönüştürüldüğünü de net bir şekilde anlamış bulunuyoruz. Acaba şu güzel mavi kürede kaç internet kullanıcısı farkındadır, bu aldatmanın? Daha başka hangi deformasyon kavramları zihinlerin üst köprülerine asılı bırakılmıştır? Dahası bu kavram Avatar filmiyle daha çok dikkat çekeceği yerde, sadece bir isim olarak kalacak gibi görünüyor. Hepsi o kadar; biz veya başkaları domuz yağı kullanılmış olmasından kuşkulansak da çikolatayı yemiş bulunacağız.
Geleceğe dönüş serilerinde izlediğimiz önce ve sonra ilişkisi ile zaman yolculuğunun kafamıza kazıdığı çatışma hâli, terminatör serileriyle bir limanda demirlemişken, kelebek etkisi ile zamana müdahale etmekle ilgili mistik sarsıntılar yaşamıştık; kader ve daha başka kavramsal pencere, üretilen beyaz perde kasırgaları tarafından açılıp kapatılmış ve her yere saçılan cam kırıkları izleyen tüm gözleri çizmişti.
Matrix, Siyonist mekanizma ile Adam Kadmon’u zihnimize transfer ederek insanın tanrılaşma sürecini, kader simülasyonlarıyla inceden inceye kristalize etmiş ve güçlü ve didaktik bir performansla kurtuluşu tanrısal özellikleri belirgin olan Mesih’e bağlayarak belki de bizi, bize karşı yapılacak olan Armageddon’da kendi tarafımıza düşman olmaya hazırlamıştı.
İşte avatar böyle büyük projelerden biri. James Cameron Titanic’te, titanic'i ‘Tanrı’nın bile batıramayacağını iddia eden küstah adamların' basit bir aysberg’e yenilmelerini teşhir ederek dindar insanların yüreğini ferahlatmıştı. Fakat şimdi değil, şimdi Avatar’la o yürekleri kanatıyor Cameron.
Bazı yorumculara göre ABD’nin Irak ve Afganistan’a yaptıklarını eleştiriyor gibi görünen Avatar, aslında tam tersini yapıyor; değerler eleştirisini ana hedef olarak seçtiğini belli edercesine totemci bir mistizmi, tanrısal bir anaya bağlayarak neredeyse tüm ilahi dinleri elinin tersiyle bir kenara fırlatıyor. Savaşı ve hırsı Göksel Dinlerin suç listesine eklemekten çekinmeyen Cameron, Karma’ya müdahale etmeyen tanrısız Budizm ile belirsiz tanrı-tanrılar fenomenine sahip Hinduizm’in karmaya sadece iyi yönde etki eden Brahman’ı arasında kalıp Kutsal Ana’yı üretirken, büyük bir meydan okuma turuna çıktığını da saklamıyordu.
Kutsal Ana, olaylara kayıtsız kalamayan bir tanrısal fenomendi. Cameron, her iki Hint dininin mistik yönlerine kızıl renkler çalarken, bu iki dinin savaşçı olmayan miskin mensuplarına Avatar’da büyük bir savaşçı kimlik giydiriyordu. Güçlü bir ironi ile zihnimize dayattığı kahraman Na’viler, savaşçılıkları dışında birer Hindu’dan ve Budist’ten farksızdılar. Pandora’nın ormanları Hindistan’ın büyüleyici ormanlarını andırırken de çekinmiyordu Cameron; Hindistan ormanlarında yaşayan canlıların fantastik modellerine, doğu efsanelerinin canavarlarını monte etmekten zevk alıyor ve bu keyfi saklamıyordu da.
Pandora, Irak’tı, Afganistan’dı; bundan sonra Amerika ve İngiltere için Hindistan mı olacaktı, belli değil; zaten köleleri olanlara saldırdıklarına göre hiç de olasılık dışı değil Hindistan’ın yeni av olarak seçilmesi.
Sömürgelerin işgal edilmeden önce işbirlikçilerce motive edilmesi sıradanlaşan adımlarıydı Vahşi Batı’nın. Önce Batılı modern/ vahşi insanın avatarlaşması gerekiyordu. Beyaz insan bir tanrıydı Cameron’un efsanesine göre. Çünkü; Hinduizme göre sadece Tanrılar avatarlaşabilirdi. Avatar, Hint mitolojisine göre tanrıların yeryüzüne indiklerinde büründükleri şekillerdir. Filmin öyküsüne göre, birer avatarla eşleşen insan, aslında tanrılaşmış avatarların gezegeni Pandora’yı ele geçirmeye çalışıyordu. Hinduizm’e göre o avatarların da bir tanrısal fenomeni vardı ve o fenomen Kutsal Ana idi.
Proje, Pandora’lı bir avatara aşık olan insanın, insana ihanet ederek Pandora’yı istila edilmekten kurtarması, insanlığından vazgeçerek avatar bedenini seçmesi ve Pandora’da yaşamayı tercih etmesi üzerine kurgulanmıştı. Iraklı kadınlarla evlenip Irak’a yerleşen Amerikalı askerleri anlatan ve ülkelerine sakat olarak dönen savaş artığı(!) askerlerin kendi hallerine bırakılmasını da eleştiren gerçek bir yönü de vardı filmin.
Star Wars serilerinden kopya edilmiş teknolojik savaş görselliğini yirmi metrekarelik odada sanata dönüştürdükten sonra Cameron , en yüksek bütçeli filmiyle milyar dolarlık hasılat rekorları kırıyor ve vahşi kapitalizmin uçbeyi olduğunu bir kez daha teyit ediyordu.
Yine aşkı sömürüyordu Hollywood, insanları uysallaştırıyor ve zihinlerine yeni uyuşturucular sürerek doğru bir eleştiri yapılmasını da ustalıkla engelliyordu. Fakat bu kez, kuyruklu avatarla insanın seks potansiyelini değerlendiremiyor, Titanic’te yaptığı gibi cinsellik üzerinden fantastik kareler çekemiyordu. Tek eksiği de buydu Cameron’un.
Türkiye’de ise, ilginç bir eşleşme yapılıyor Ebabil kuşları ve tasavvuf aranıyordu filmin içinde. Müslümanlar domuz yağı kullanılmış olmasından kuşkulansalar da çikolatayı kendilerinden bir şeyler katarak yemenin yollarını aramaktan vazgeçmeyeceklerdi. Rüyalarında avatarlaştıklarını görecekler, kendi din algılarının yavaş yavaş aşındığını fark etmemekte hiç zorluk çekmeyeceklerdi. Matrix kaldığı yerden devam ediyordu.
Filmin Konusu: 22. yüzyılda, Pandora adlı bir uyduda geçer. Bir gaz devinin yörüngesinde dönen Pandora, 3-4 metre uzunluğunda, mavi insansı görünümlü, kabile kültürünü benimsemiş, saldırıya uğramadıkları sürece barışçıl olan Na'vi halkına ev sahipliği yapmaktadır. İnsanlar, Pandora'nın havasını soluyamadıkları için, sinirsel bağlantı aracılığıyla kontrol edilebilen insan ve Na'vi karışımı Avatarlar üretirler. Felç olan Deniz Piyadeleri mensubu Jake Sully (Sam Worthington), bir Avatar olarak Pandora'da yaşamaya gönüllü olur. Bir Na'vi prensesine aşık olan Sully, kendisini Pandora'yı gün geçtikçe tüketen insan ordusu ile Na'vi halkının arasındaki çatışmanın ortasında bulur. Onu en çok etkileyen şey, en nihayetinde daha iyi bir beden içinde olup, felçli olan bacaklarını tekrar hissedip ( Avatar bedeninde ) eskisi gibi koşabilmesidir. Zamanla Prenses Neytiri ile bir ilişki içine girdiklerinde, Jake artık insanların amacını tamamen unutup, Na'Vi direnişine katılarak organize bir şekilde insanlara karşı koyar. Daha sonra Na'Viler, Jake'in onlara ilk başlarda yalan söylediğini anlayınca onu öldürmeye kalkarlar ama en sonunda bu karardan vazgeçerler. Hikayenin sonu, Neytiri ve Jake'in tekrar buluşması ve Jake'in tamamen Avatar bedenin içine girmesiyle biter.
Film ile İlgili Teknik Bilgiler:
Yönetmen : James Cameron
Senaryo : James Cameron
Kurgu: John Refoua, Stephen Rivkin
Oyuncular : Michelle Rodriguez, Sam Worthington, Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Giovanni Ribisi, Peter Mensah, Dileep Rao, Joel David Moore, Stephen Lang, Kevin Dorman, Laz Alonso, Nikie Zambo, Wes Studi, CCH Pounder, Jacob Tomuri, Matt Gerald,Harun Incisi, Julene Renee, Peter Dillon, Dean Knowsley, Sonia Yee, David Van Horn, Ilram Choi, Jahnel Curfman, James Pitt, Jason Whyte, Jon Curry, Kelly Kilgour, Kelson Henderson, Kyla Warren, Luke Hawker, Michael Blain-rozgay, Scott Lawrence, Sean Patrick Murphy, Sean Anthony Moran,Woody Schultz
Müzik: James Horner
Görüntü Yönetmeni: Mauro Fiore
Yapımcı Firma : Lightstorm Entertainment
Yapımcılar: James Cameron, Laeta Kalogridis, Colin Wilson, Janace Tashjian, Peter M. Tobyansen, Josh Mclaglen, Jon Landau, Brooke Breton
Filmin Türü : 3 Boyutlu, Aksiyon, Bilim Kurgu, Dram, Fantastik, Macera, Romantik
Orijinal Adı : Avatar
Yapım Yılı : 2009
Yapım Ülkesi : ABD/İngiltere
Orijinal Dili : İngilizce
Dağıtıcı Firma : Tiglon
Resmi Sitesi : www.avatarmovie.com
Vizyon Tarihi : 18.12.2009
Filmin Süresi : 162 dakika
faruk tamer
Yaratılmış ölümlü yaratabilir misin? Buna gücün yeter mi?
***
Ne kadar saygısızca bir iddia! Yaratmak ne, sen nesin?
***
Anlatsana! Nasıl anlatacaksın yaratabileceğini? Yarattığını iddia ettiğin şeyleri mi örnekleyeceksin? “Yarattıklarım, yaratacaklarımın kanıtıdır” mı diyeceksin? Hadi bana bir masal daha anlat, ucu açık kibrinle süslediğin. Hadi gülümset beni, bir grip virüsüne yenilip yataklara düşen sen! Nâz yapmadan anlat, nasıl yaratacaksın?
***
Resimlerinden mi bahsedeceksin? Bahset hadi; bekliyorum. Resimlerindeki en küçük detayı, nasıl oluşturduğunu anlat. Evet, sen tuvaline resmetmeden önce o detay yoktu. Sen çizdin fırçanla; oldu. Yoktu daha önce. Sen tüm detaylarıyla resmini tamamladığında, resim önceden yokken sonradan var oldu. Şimdi sen onu yoktan var etmiş mi oldun? Sen onu yaratmış mı oldun?
***
“Evet, ben yarattım mı”, diyorsun? Yaratmak, yoktan var etmekse, sen resminde daha önceden olmayan bir şeyi gösterir misin bana? Bir tek fırça darbesiyle tuvale yansıttığın hangi küçük detay, daha önceden yoktu? Ağaç, ağacın dalları, dağlar, dereler, yüzler, meyveler, hayvanlar, gökler ve yer…hangisi?
***
Resmindeki nesneleri sen yaratmadın, değil mi? Tamam onları yarattığını kastetmedin zaten sen, resmini kastettin. Tamam, resmindeki nesneler, sen resmetmeseydin o tuvalde olmayacaklardı. Onları sen çizdin, önceden var olan örnekleri taklit ettin; onları adı üstünde resmettin. Onların tuvalde olmalarını sağladın; onları dilediğin formda kopyaladın. O resmi sen yaptın. Yaptın! Yaratmadın. Yaratamazsın da. Kopyalamak yaratmak değildir ki.
***
Resmindeki nesneleri yaratamadığına göre, söyler misin o nesneleri resmetmeye yarayan hangi şeyi sen yarattın? Tuvali mi? Boyaları mı? Fırçayı mı? Tuvali, boyaları ve fırçayı başka bir sen mi yarattı yoksa? Nesneleri resmeden ellerini, resmedeceğin şeyi görüp tuvale yansıtmanı sağlayan gözlerini, resmini tasarlarken ve yaparken düşünmek için kullandığın beynini ve farklı resim yapmanı sağlayan aklını ve zekânı da sen yaratmadın. Peki, sen ne yarattın?
***
Sürreel çalışıyorsun. Evet, bu doğru; kopyalamıyorsun. Örneksiz sandığın tablolarının tüm detaylarına bakalım mı? Hangi bir detay sırf senin yaratıcılığınla var oldu? Sen, o resmi yapana kadar gördüğün, yaşadığın ve yaşanmışlardan faydalanarak hayal ettiğin şeylerdeki yaratıcı katkını göster bana? Sürreel resimlerin, hangi yaratılmış olmayan şeylerin birer kombinasyonu? Yaratılmış olan zekânla yaratılmış olan her şeyi yeni ve kendine has kompozisyonlarla yaptığını biliyorsun değil mi? Hadi söyle; seni, kendini yaratıcı görmeye iten güç ne? Kibrin değil mi? Sana senin de bir yaratıcı olduğunu söyleyen nefsin, seni kibrinle aldatıyor. Değil mi?
***
Sen de yüksek sosyete mensubu heykeltıraş, sende yaratamazsın. Traşladığın malzeme de yaratılmış, traştan sonra elde ettiğin ürün de kopya. Sen sinemacı, sen tiyatrocu, sen modelist! Hepiniz birer taklitçisiniz. Böbürlenmeyin öyle!
***
Sen yaratamazsın, ölümlü! Yaratmak adı üstünde örneksiz önceliğe ve yokluktan benzersiz gelişe göre tanımlanır. Sende bu iki şeyden zerresi yok ki. Neden yalan söylüyorsun?
***
Sen yoksa bilim adamı mısın? Yoksa düşünen bir adam veya kadın mı? Hadi söyle bana, hangi bilimle meşgul olan adam bir nesneyi, olguyu, olayı yarattığını iddia edebilir? Bilimsel bilgi diyorsun, o bilgi yığmalı/birikimli bir bilgidir; öncesi yoksa şimdisi ve sonrası olmaz. Bilim adamı yaratamayacağını biliyor bu dünya denen minik kürede. Teknoloji ve daha birçok bilimsel eylem sonucunda elde edilen nesnenin yaratılmamış olduğunu, aksine yaratılmış materyallerden elde edilmiş yeni bileşikler olduğunu da bilir. Edepsizce ben yarattım, oldu, demez. Diyemez. Dediği anda kendi birikimli bilimsel bilgisine ihanet eder.
***
Mesela bilim der ki; “Ey Descartes, sen 1637 de, Sen Euler 1732’de ve sizler Cauchy ve Gauss kompleks (karmaşık) sayıları son haline getiren adamlarsınız, ama siz İsa’dan sonra 49. yılda İskenderiye’de başlayan1800 yıllık serüven sonunda keşfedilen karmaşık sayıların yaratıcısı değilsiniz. Hiçbiriniz değilsiniz, olamazsınız da. İlk merak eden de değildir. Hepiniz onları keşfedenlersiniz.”
***
Israr mı ediyorsun. Teorilerini alda gel, onlara bakalım. Teorilerindeki hangi kavramı sen yarattın? O teorileri üretirken kullandığın araçların hangi birini sen yarattın? Yokken var ettiğin ne var söylesene? Senin yaratmadıklarınla elde ettiğin yeni bir şey var orta yerde ve sen tüm bileşenleri önceden yaratılmış olan bir bileşiği ben yarattım diyorsun. Ayıp değil mi? Hakkını yemeyelim onu yapan sensin. Ama o kadar sadece; sen yapansın, yaratan değil. Kombine edensin! Sendeki bu yeteneği yaratanın sana verdiği güç bu.
***
Tamam, bilim adamı da değilsin. Nesin sen? Bir yazar mı? Romanlarındaki kahramanları, olayları, olguları her şeyi, onlar önceden olmadıkları halde sen oldurdun, öyle mi? O kibirli ressamdan ne farkın var? Mesela kahramanlarından biri, bir kadın; ona bakalım mı biraz? O kadının hangi bir özelliği tanıdığın başka başka yaratılmış kadınlardan çalıntı değil? O’nun daha öncede yaşamamış bir kadında olan hangi fiziksel bir özelliği, ihtirâsı, merhameti, aşkı ya da kaprisi var? Sen basit bir çorbacıdan başka bir şey değilsin, ey yaratılmış ölümlü; bu yüzden yaratamazsın! Yaparsın veya keşfedersin. O kadar!
***
Medeniyet mi yaratıyorsun? Yeni bir din mi? Ya da yeni bir dil? Baksana o kadar yaratıcı görünmene rağmen, yokluktan varlığa gelen yeni bir dil yaratamamanın sebebi ne? Sen daha örneksiz bir alfabe bile kuramıyorsun, ey yaratılmış ölümlü! Hangi şeyi yaratmaktan bahsediyorsun sen?
***
Medeniyetini gördük senin, senden öncekilerden çaldıklarınla ortaya çıkardığın medeniyette senin ilk kez ortaya koyduğun ne var? Bir tek yasadan bahset bana, sebepsiz ve illetsiz yaratılmamış olsun.
***
Göğe çıkıyorsun, yaratılmış nesnelerden elde ettiğin yeni nesnelerle. Yaratılmış olan atmosferde Hava’nın itme gücüne muhtaçsın. Atmosferin dışında da başka yaratılmışlıklara. Oturduğu yerden konuşuyorsun uzaydaki astronotla, onu görüyorsun da. Ses dalgalarını, o dalgalarla giden sesi yaratmadığın halde yaptığın cihazlarla konuşmayı yaratmak mı sanıyorsun? Sen neyi yarattığını iddia ediyorsun. Anlatsana yalancı!
***
Sonra dönüp bana,” insan yaratabilir”, diyorsun. “Kızacak ne var bunda?”Bir yalan uyduruyorsun Allah’a karşı ve diyorsun ki; “Gel bu yalanı kabullenerek benle yoldaş ol ve yeni bir medeniyet yaratalım”. Ne medeniyeti bu? Allah’a denk olmayı şiâr edinen İblis’in medeniyeti mi? Bırak seninki sende kalsın, benimki bende. Bana saygısızlık yapma yeter; kendi bunalımlarını meşrulaştırma ey yalancı. Sen yaratamazsın, o kadar! Gücün yetiyorsa, ölmemeyi de yaratsana kendin için. O da henüz yok, var etsene! Görüp susalım sessizce! Ol, desene hadi; olsun. Bekliyoruz.
***
Bak dinle, Allah şöyle bildiriyor:
”….. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”(Araf 54)
"De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." O halde de ki: "O'nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?" De ki: "Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?" Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir." (Rad 16)
"O halde, yaratan , yaratmayan gibi olur mu? Hala düşünmüyor musunuz?" (Nahl 17)
"Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar. İsteyen de aciz, kendinden istenen de!"(Hacc 73)
"Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?"(Tûr 35)
alper selçuk
Arz-talep ilişkisinin yetişkinlere ait derin, geniş ve uzun soluklu bir ilişki olduğu; bu kaçınılmaz ilişkide kavramların, kendi özel tanım aralıklarında, bazen sığ, bazen de çok karmaşık anlam yansımalarını sonsuzca kez ve ardı ardına doğurduğu dikkate alınırsa, bir çocuğun kendisi ve diğerleri için oluşturacağı anlam dünyasının kıyılarında gezinirken, yetişkinlere ait kavramsal problemlerle neler yaşayabileceğini iyi irdelemek gerek.
İyi irdelemek gerek, çünkü; sorunlarımızın kökeninde kavramsal paradokslarımız var; paradokslarımız ve bu paradokslardan keyifle ürettiğimiz çatışmalarımız. Çocukların, yetişkinlere ait her an çatışık, yön ve konum değiştirebilir kavramsal arz ve taleple ilgili bizimkine benzer kaygıları yok; doğaları gereği böyle kaygılarının olması da mümkün değil. Ancak biz, bize ait bu türden kaygıları, onlara ait kılmak için elimizden geleni yapıyor, elimizden gelmeyeni ise başkalarına yaptırıyoruz.
Çocukların doğalarını, onları inanılması güç yöntem ve tekniklerle kavramsal paradokslara yönelterek esnetiyor ve iki tercihli bir dayatmaya mahkûm ediyoruz.
Çocuklar, bizim bütün öğretilerimize sinmiş kavramsal yapılanmayı reddetme fırsatına sahip olmadıklarından, kavramlara yüklediğimiz anlamlara karşı iki zıt tavır takınıyorlar; ya saf dünyalarına ait anlam yansımalarını kullanarak yetişkinlere ait kavramları sıradan, bakımlı, çelik raylarından çıkarıp gizli bir savaş ilan ediyorlar ya da kavramlarımızı bizlerin yaptığı gibi kutsallaştırarak zihinlerine kopyalıyor ve aslında pek de irdelemediğimiz, ama onlara dayattığımız anlam yansımalarını taklit etmeye çalışıyorlar.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, başlangıçta ve sonraki her adımda hata yapıyoruz. Doğdukları andan itibaren, kulakları, gözleri, burunları, ağızları ve elleriyle nesnelerle ilişki kuran, nesneleri kendilerine ait bedensel ya da ruhsal tepkilerle tanımlayan çocukların, bize ait kavramlarla ilişki kurmalarına yardım etmediğimiz gibi, onların doğuştan getirdikleri özelliklerine uygun arz/sunum yeterliliğine sahip olmadığımızı da fark etmiyoruz.
Birbirimizle paylaştığımız deneyimlerin dilinde yumrulaşan paradoksal tortularımızdan biri ‘küçükken iyiler, büyüdüklerinde başa çıkılamıyor’ nakaratıdır. Özelde tanısal kopmalar yaşadığımızın en büyük göstergesi olarak da bu nakarat duruyor. Çocuklarımızın ‘başa çıkılamazlık’ zırhına bürünmelerindeki esas nedeni ıskalıyoruz.
Kavramsal kutsallaştırma mağduru çocuklarımızın ‘başa çıkılabilir’ olması, büyürken kavramlarımıza diledikleri anlam yansımalarını yükleyen, yüksek ‘men riski’ taşıyan yaş gruplarını aştıklarında da kutsal anlamlarımıza karşı sürdürdükleri gizli savaşı açığa çıkaran çocuklarımızı ‘başa çıkılamaz’ yapıyor. Sıradan, bakımlı, çelik raylarımızdan çıkarılan kavram dizgemiz çocuklarımızın saf dünyalarında ‘başa çıkılabilir’ küçük bir ayrıntıya/soruna dönüşüyor.
Sonuç, yenilmiş bizlerin aczini taşıyan koca bir çınar gibi duruyor karşımızda; kavramsal paradokslarımızı önemsemeyen ve kendi olağan şüphelerini bize dayatan Adem’le aynı yaşta ‘âsi çocuklar’.
Paradoksal diyorum, sonuçlara; başka bir şey diyemediğim için. Sorun katmanlarımızın en geç yerinde ‘başa çıkılabilir’ çocuklarımızın yetersizliği duruyor. Kutsal kavramlarımızın kutsal anlamlarında bizce, bize göre, dinginlik bulan çocuklarımızı sonraki yaşlarda ‘yetkin yetişkin olarak’ göremediğimizde bir kez daha çarpılıyoruz.
‘Başa çıkılamaz çocuklar’ ile ‘başa çıkılabilir çocuklar’ arasındaki ‘yetkinlik makası’ açıldıkça, kutsallaştırılmış kavramlarımızın ve sınırlarını daralttığımız anlamların amaçladığımız bir ‘tür’ü yetiştirmeye yetmediğini görüyoruz. ‘Başa çıkılabilir çocuklar’ yetişkinliklerinde onlara aşıladığımız paradoksal çatışmalarımızla uyuşuyor, uyumsuzlaşıyor ‘başa çıkılamaz’ oluyorlar.
Periferik kırılganlık çatık kaşlarımızın önünde dimdik duruyor; çocuklar, esnetilmiş de olsa kendi içerlek doğalarını korumaya devam ediyorlar.
Belki de doğru olan ‘başa çıkılamaz çocuklar’ ın, ‘başa çıkılmak’ gibi bir cendereye tabi tutulmaması ya da ‘başa çıkılabilir çocuklar’ üretmeye çalışmamak; kavramlar ve anlamlarla ilişkimizi, çocuğun doğal öğrenme sürecine teslim etme yürekliliğini göstermek; çocuğu arz-talep kaygılarımızla besleyip doğasını esnemeye zorlamamak.
Çok ötelere gitmeye, zirvelerden kar aşırmaya gerek yok; çocukların oyuncakları ile ilişkilerini yönetme gayretlerimiz ile onların oyuncaklara yükledikleri anlamları örtmeyelim yeterli. Oyuncaklar, kavramsal dizge haritalarımızda ileri doğru gelişecek, genişleyecek ve ilişki kurdukları her nesneyi kendi anlam örgülerine eklemleyerek kendi haritalarını oluşturacaklar.
Yani tanı, yetişkinlerin oyuncakların bütünleşik saflığına müdahale etme hastalığı; başkaca bir şey değil.
mustafa akdeniz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.