Düşlerin İsyanı XII



-III-
"Kaldığı apartmanın çatı Katında Cendel, 19.. yılının 22 Haziran tarihli gazetelerine göz atıyordu.. mumya kılığına giren kadınla ilgili bir habere rastlamadığından olacak, Şehrinaz’ın gerçekle böyle oynamasında kimlerin etkili olduğunu, onu yönlendirenlerin mutlaka bir yerde açık vereceklermiş gibi didik ettiği günlüklerde, beş aşağı beş yukarı aynı şeylerle karşılaşmak neredeyse sabrını taşıracak noktaya gelmişti. Daha sonra terzihanenin sırrı dökülmüş aynasında yüzüne bakınırken o fikre kapılabileceği en akla yatkın olanıydı.. aynanın puslu köşelerinde belli belirsiz lekelerin ortaya çıktığı , gördüklerinin bir bellek ayartması olduğunu söyleyen kadın –Yüzü Pudrayla Peçeli Kadın yazılmıştı nedense- fincanın geniş ağzındaki lekelere, evet sakallı papağanlara nasıl benziyorlar demişti de, o da, sanki hiç umudu kalmamış gibi terzihaneden çıktığı anı düşündü.. Eski gazete sayfalarında "Antalya'daki konuk insanı", sonra ‘Kendine kıymış aynı konuğun intihar haberini bulacağını’ bu kaçıncı düşünüşüydü Şehrazat’ın, bilmiyordu. Ne var ki sayacak ne bir zamanı ne da bir fırsatı olmuştu. Senaryonun sessizliği yine tutmuş olmalı ki, Şehrazat o lekelerden ve kabuslardan kurtulabileceğini yine geçen yıl -yine bu ayın üçüncü haftasına rastlayan Pazartesi günü- düşünmüştü. Ernüvaz konuşmadan, ama hiç konuşmadan Korku Senaryosu’nun serüvencisi Cendel -Ne tuhaf ismini değiştirmeyi, ya da gizlemeyi Şehrazat uygun görmemişti demek ki- in yolculuklarını iç serüvenine eklemede bir takım güçlükleri yeneceğinden, o insandan da bir an uzaklaşabileceğini yine aynı sabah düşünmüş.  Aynı gün gri sevinci yüzünde sönüp gitmemiş gencin senaryonun yazılmasında oynadığı rol küçümsenmeyecek kadar büyüktü. Her gün aynı koşturmacanın bildik ya da her zamanki aynı yüzleriyle Şehrazat’ın kara kalemle çizdiği akrep resimlerinin aynı sayfalarda yer alması, kitaptaki ‘Yarasalar’ bölümündeki  Silik Rüya Arşivcisi Çocuğun biriktirdiği rüyalarla birlikte düşünülürse Cendel, uzun bir zaman işin içinden çıkamayacaktı. Vapurun ardından koşan bir martının eşliğinde 22 Haziran'ı hiçbir şey unutturamıyordu.. ne ona, ne de Şehrazat’a. Çok şükür vapur kalkıyordu ve biraz olsun rahatlamıştı. Turnikeye koşan insanların hepsinde aynı tempo, aynı telaş vardı.. nasıl ki o sabah Şehrazat'ın yüz hatlarını güzelleştirmek için yaptığı makyajı yarıda bırakıp evden çıktığı ve nereye gideceğini kestiremeyen uyur gezer halasının rüyalarında sürekli gördüğü şeyi sayfalara aktarırken küçük ayrıntıları bile not etmişti. Bunları günü gününe yazan Şehrazat hayatına yön veren senaryonun akışında hiç umulmadık terslikler yaratarak acaba okuyucudan çok, bir gün bunların sevgilisi Cemşidin eline geçebileceğini düşündüğünden mi yapmıştı? Bir karar veremiyordu, kestirilmesi oldukça güç bir durumdu, şıkların ikisi de mantıklı görünüyordu. Eminönü İskelesi’nde pineklerken, yeni kalkan bir vapur sesine, mavi sular üzerinde kırpışan, sanki yarınları için huzursuz o küçük köpüklü, giderek büyüyen dalgacıklardan belleğine üşüşen diğer hayal parçacıklarına, çağrışımlardan kurulmuş bir dünyaya nasıl elveda diyeceğini de bilmiyordu. Kolalı yakası, ütülü redingotuyla bastonlu, eski zabiti düşleyerek, belki konağa bir daha dönmeyeceğini düşünüp de üzülen, dahası kahrolan Büyük Hala’yı, Şehrazat’ı, Ernüvaz’ı günün akışına kaptırmış Cemşid huzurunu kaçıran görüntülerin ortasında bırakıp, çekip gelmiş sayıyordu kendini.. Sonra hem bütün bunlarla meşgul olan havsalası zorlandıkça, senaryo, böyle bir sabah vakti başlamalıydı, diye düşünmüştü. Eksikli senaryonun küçük bir bulgusunu daha ele geçirmenin keyfini iliklerine dek tattırması kadar olağan daha ne olabilirdi ki?
***  ***  ***
Mağaraya geldiğinde hava neredeyse karardı, kararacaktı.. Eski eve ulaşmadan önce yapacağı şeyleri unutmuş gibi görünüyordu. Havadaki tuhaf  gerginlik, adını koyamadığı bir renkle örtüşmüş, bunaltıcı nemle birlikte kıyı köşeye sinmişti sanki.  Cendel,  tuhaftır, sanki buraya daha önce gelmiş gibi adımını attığı her yerde, elini attığı her şeyde tanıdık bir ize rastlıyordu. Mağaranın kapısında camları silinmemiş vitrinin solunda ona bakan kadını görebilmiş, ama onunla konuşmaktan çekindiğinden midir nedir -evet o an kadından çekiniyordu-, bunu gözlerinden okuması için kadına ters ters bakan Cendel, başka bir zamanın düşüyle elinden geldiği kadar oyalanmamaya, hatta ilgilenmemeye çalışmıştı. Ne var ki, orada tanımadığı bir yüz, kapının karşısında onu karşılamak için akşam akşam üşenmemiş, uykusunu bölerek koşup alt kata kadar inmiş, sonra sofada bir şeylerin ters gitmesinden olacak bütün gövdesini kaplayan heyecanını gizleyemeden kapıya kadar gelmiş, ona bakıyordu buzlu camların ardından. Geniş vitrinleri olan dükkanın birinde demir yolu işçilerinin çekilmiş fotoğraflarını gördüğünde de, rüyanın küçük ayrıntılarıyla burun buruna geldiğini anlayan o insandan giderek nasıl ayrıldığını anlatabilirdi ona. Parfümeri bölümünden de, Şeker Paketleme Atölyesi’nden de oldukça karanlıktı içerisi.. Kuşkuyu ve ürküntüyü beraberinde getiren, her türlü hastalığı, acıyı, kederi, resmi, yazıyı, resimli ve yazılı kitapları raflarda sıralanmış, hem de kir-pasın içinde, tozlu raflarda bekletilen geleceği okumadan önce, aklından bile geçirmediği o kadını da gördü.. Evet, yanılmasına olanak yoktu, ona dokunmak istese dokunabilirdi, bu yüze, eski bir dostun yüzüne bakar gibi bakıyordu Cendel. Demek ki hepsi buradaydılar ve onu bekliyorlardı.
"İşte geldim, bakın!"

-IV-
"Haydi ne duruyorsunuz, kucaklasanız ya beni! Hadi, hadi!"
Sözlerini kendisi de duymuştu. Madenî, tok bir sesle gürlemişti kapalı kapıların ardında. Sonra öne doğru atılarak parfüm dolabını kucaklamak isteyen de kendisiydi, meydanlığın biraz daha aydınlık köşesine gelerek reklam panosunun önünü kapatmaktan kurtulmuştu.. Ama her şeyin, evet her şeyin bir camın arkasında soluk alıp vermesi şaşırtıcı olduğu kadar, insanın soluğunu kesmesi de olağandı artık. Bu garip bir hüzne, yıllardır etkisi üzerinden hiç gitmemiş bir kadının, bir yerde yalnızlık dolambacının imgelerini yüzünde yakalayacağını, buna iyice yaklaştığını, söylüyordu ona. Peki salonda siyah smokin giyinmiş penguen kılıklı insanların Şehrazat’a Buhuru Meryem çiçekleri verdiklerini gördüğünü de mi inkar edecekti, kadın... Her şeyin üzerine ağır bir havanın çökmüş olduğundan mı? Çok sonra kendini tıpkı onlar gibi görmeye başladığı bir an, rüyalarının belki de sonuna gelmekten korktuğu için, sigara üstüne sigara içmişti. Koyulaşarak insanı etkisi altına alan böyle bir havada, Şehrazat ‘ı n yüzünü çizmeye çalışan insanları gördü.. Yarı loş aydınlıkta nasıl bir güç, nasıl bir heyecan, nasıl bir hayalle çalışıyorlardı. Bunların senaryo katibi olduğunu söylüyordu kadın, Şehrazat’ın unutulmaz yüzünü çizmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Düşten çok bir masalı andırıyordu. Kıyafetleriyle olsun, hareketleriyle olsun Cemşid’in de içlerinde olduğu ve senaryonun ortalarına doğru zapt etmekte güçlük çektiği bu insanlar, şimdi kendi başlarına buyruk kesilmişlerdi. Ne var ki Cemşid  Efendi’yi göremiyordu bu karanlıkta.. ama hayaleti sözcüklerin tozuna bulaşmış böyle bir insanı görmeden şuradan şuraya gitmeyeceğini bilmelerini istiyordu Cendel. Bu saatte bunları düşünmekten men ediyordu kadın onu, sanki bir daha uyanmayacakları bir düş görüyorlardı. Uzun yıllar buraya hapsedildikleri için yaşayan birer ölü olduklarını, onlara birinin söylemesini bekledikleri an gelip çatmış mıydı, yoksa? Cendel, elindeki kırmızı gülleri çengelli iğnelere geçiren kadını gördüğünde de hiç şaşırmadı. Elindeki kırmızı gülleri öteki kadın da görmüş ve puslu aynanın bir köşesinde ona davetkâr bakışlar fırlatan, Firancesca Bertini bakışlı bu kadını, ilk defa gördüğüne inanmak istemiyordu pek.. Anlaşılmaz çekiciliğiyle, albenisine kapılan insanları düşündü.. böyle yaparak daha kaç kişiyi aldattığını, bunun ilk olmadığını, günlüklerden okuduğu kadarıyla öğrenebilmişti, ancak. Hatta Şehrazat’ıyla aralarında bir telefon görüşmesinin geçtiğini öğrendiğinde Cendel, Cemşid’in takma adlarını kadının telefon rehberindeki isimlerden çıkarmıştı. Durdu. Nedense o tabloyu da unutamıyordu, durup Akrep Balkonu’na uzun uzun bakmıştı. Sanki kendi bilinmezliğine, o dipsiz karanlığına Cendel’i de çağırıyordu. Büyük salgının olduğu yıllara gitti, ilk senaryo için söylenecek bir şey yokken böyle yüksek gerilimli, erotik, kendine özgü şiddetin kaçınılmaz olduğu bir anlatıyı kaleme alan Cemşid’i buna kimin ikna ettiğini anlayamadı, yoksa böyle bir senaryo yazmasını Ernüvaz mı istemişti ondan?
Akrep Balkonu’nu anlatmasını istiyordu ondan, sanki hiç vakti kalmamış gibi Finamek'in sabırsızlığını bari okusa gözlerinden, nasıl sabırsızlandığını çıkarsa hareketlerinden. Çünkü; yeniden başa dönmek de istemiyordu. Galiba kadın, her şeyi, akreplerle ilgili her şeyi anlatmadan önce.. Cendeli sınamak, bir takım deneylerden geçirip, istediği sonucu elde ettikten sonra Akrep Balkonu’yla ilgili her şeyi anlatmaya dünden razıymış gibi görünüyordu. Akrep balkonu resmini Şehrazat'a, Matmazel Raşel vermişti, öğrenmek istediklerinden birincisi buydu. Sonra, “Akrep Balkonu resmini yapan kadının bir Türk Ressamı olduğunu biliyor muydun?”, demişti kadın.. Cemşid’le çektirdiği fotoğrafta da Raşel’in duvarlara ve kapı girişindeki küçük bölmeye yaptığı resimlerin bunlarla hiç ilgisi olamazdı, sık sık akreplerden söz etmesini anlayamıyordu. Cemşid’i huzursuz eden belki de daha henüz senaryoyla ilgili belirsizliklerin bitmeyişi, sonbahar kokusunda sürüp gidişiydi. 0 sabah gizliden gizliye bir el işaretini bekleyen Cemşid, belki de aynı kalabalığın içinde Şehrazat'ı yitirdiği için çok üzgün.. her şeyden önce onu bir daha göremeyeceğimi anlamış.. uzak kış günlerinin dışında anne ve kızı, Nigar Hanım, atölyede akreplerin resimlerine dalıp kalmış kızıl saçlarıyla göz kamaştıran Şehrazat senaryonun havasına kapıldığında, Haydarpaşa'da trene bindiği sabah insanlarla kaynaştığını düşündüğü tren yolculuklarından söz etmeye başladığı dönemlerine dek uzanan zincirlemede, Cendel, kadına daha fazla soru sormak istemedi. Ama kadın, o sorsun diye salonun karanlığında dikilip kalmış gibiydi.. gizli sevişme anına kadar hevesini saklaması gerektiğini söyleyen kadın sözcüklerin bazı harflerini yutuyordu da. "Akrep Mavisi!” lafını da ilk defa orada, kadının ağzından duymuştu, Cemşid’in annesinden daha çocukluğunda anlattığı akreplerle ilgili öyküyü nasıl abartarak metinlere aldığını, yine kadından öğrendiği için keyifli sayılırdı. Sonra dolaplara da iyi bakmalıydı. Cemşid’in çok sevdiği oyunlardan biri aklına gelmiş gibi, en üst göze bakmayı ihmal etmemesini, yine kadın söylemişti. Orada Akrep Balkonu’nun bir benzerini de buldu, ama onu oraya kimin koyduğu konusunda kadının hiçbir fikri yoktu; daha başka bakacakları şeyler de vardı.. bunun için kadın önde, Cendel arkasında tahtaları gevşemiş merdivenin basamaklarını birlikte çıktılar.. Üst kat oldukça karanlık olmasına karşın, ikisi de bundan fazla etkilenmiş sayılmazdı. "Kapı, buralarda bir yerde olmalı!”, demişti kadın, "Şömineli odaya açılan kapı!" Cemşid’in bir zamanlar burada nasıl kaldığına Cendel de, tıpkı kadın gibi, şaşırarak baktı; sonra kadın filmlerdeki gibi ani bir el hareketiyle ışığı buldu, elektrik düğmesine basar basmaz ışık yanmamıştı tabii ki.. kadın şamdandaki mumları yakmayı söylediğinde ise Cendel çaresiz.. o yorgun, o bilinmezliğin eşiğindeki iki insan arasındaki sessizliğin büyüsü de bozulmuş oldu böylelikle. Cemşid’in geçirdiği onca güne, burada boşu boşuna paraladığı günlere akıl sır erdirmek olası değildi.. Bir gün belki Akrep Balkonu’ndan ve küçük kızı gece Akrep Adaşım gidince ceplerinden akrep resimleri çıkan insanın ilk sahibinden konuştuğu, güldüğü, sonra ellerine baktığı, sonra camlarda büyüyen gölgeleriyle Korku Akrebi, Kahkaha Akrebi, akreplerin sıkıntısını, hiç kimsenin bilmediği sahildeki çocukların buldukları kilitli sandığı, sonra kendini unutmuş insanı, evlerine dönen babalarını karşılarında gördüklerinde şaşırarak ne diyeceğini unutmuş sararık yüzlü kızı, sahilde unutulmuş olan ama çok sonra bulunduğunda her şeyi bir anda tersine çevirecek kadını, kusurlu varoluşunu, gece konuşmayı seven akrepleri, memelerinin ucu kanayan Akrepli Kızı anımsama defterinin solgun yüzlü sayfalarından okumuştu. Acaba bunlar neyin işaretiydi diye sormayacak mıydı kadına? Sonra yine kadına dönecekti. Küçük not defterine, o tarihle ilgili kuşkularını giderici sorular soracak ve aldığı yanıtları teker teker yazdıktan sonra derin bir soluk alacaktı. Küçük bulguların bile önemi vardı Cendel için.

-VI-
Önce SERVİS yaz, sonra TOPLU KONTRELLERE gir, DEL NOKTA NETRES NOKTA DTA POSKUR, daha sonra ARA TUŞU'na bas, FlO'la onaylat, işte bu kadar, oyuna başlayabiliriz. “Mahi Azadecuy”, dedi Cemşid Ulu sevimli bir yüz ifadesi takınarak .. "Uzay Gemisi'ne binecekler lütfen E-3 kapısına...." anonsu birkaç defa tekrarlanmak zorunda kalmıştı. Ters giden bir şeyler olmalıydı mutlaka.. Belki de son anonstu bu!  Kadının mikrofonik sesi kulaklarında yankılanarak geniş helezonlar oluşturmayı sürdüren yapışkan bir sıvıya dönmüş, silip yok etmek olanak dışı olmuştu artık. Prens Muşkin sıkılıyordu.. başına ilk defa böyle bir şey geliyordu, uyandırılıp böyle bir yolculuk için hazırlanması istendiğinde Petersburg gecelerini buruk bir tatla andıktan sonra, artık o yılların bir daha geri gelmemek üzere roman sayfalarında kaldığını bilmek pek bir şeyi değiştirmemişti sanki. Aklı hep o yıllardaydı, ancak yolların dönüşe gitmediği bir zaman aralığında soludukları belliydi, hatırlatılmasına gerek yoktu. Kalabalığın içinde görebildiği kadarıyla Raskolnikov da vardı. Bir an göz göze geldiler.. onu tanımamazlığa vermişti nedense. Hâlâ daha bir kuşku vardı, bir bit yeniğinin olabileceğinden o kadar emindi ki, bu da daha şimdiden Kuşku Dosyasını kabarttıkça kabartmıştı, karanlık yüzlü kişilerin olmayışı güvenli bir yolculuk yapacaklarına dair bir işaret olmasına işaretti; yine de o bildik okunurluk dünyasından görünürlük dünyasına göçüyorlardı, kuşkularının yersizliğinden söz etmek ya da haklılığından erkendi elbet; bunu duyumsuyorlardı.. Eskiye dair ne varsa unutulmuştu artık, geleceğin ne gibi oyunlarla kuşandığı ise belirsizdi daha. Çok geçmedi ki kalabalıktan ayrılarak biraz soluklanmak istemişti. Oturduğu bölmenin hemen yanı başında, bir başına oturan kadın gözüne ilişti.. “hüznün yüzünde tülleştiği yarından umudunu kesmiş bir inzivacı daha!”, demişti kendi kendine, 'Eğlence istiyorum. Fantezi istiyorum!" diyen kadını da hemen tanımıştı, ceplerine taş doldurarak kendini bir ırmağa atıp canına kıymayı düşleyen Mss. Dalloway'in yazarı Virginia Wolf’tu. Kafka'ya posmodern bir bıyık çizme sevdalısı kesildiği o akşam, Mahi Azadecuy’un neşesi de yerindeydi. Sonra karşısına geçip olmuş mu, olmamış mı diye bakmıştı; gülümsediğine bakılırsa, bu da olmuştu. Metrodaki sıkışıklıktan dolayı oldukça geç kalan 'Beyaz Şapkalı Adam’ yer altı tünelinden çıkıp da E-3 kapısına yöneldiğinde, aynı bıyıkların onda da olması Mahi Azadecuy'e hiç de şaşırtıcı gelmedi
"Günaydın!"
"Dünyanın bu kadar çabuk tüketileceğini bilmiyordum!”
"Artık iş işten geçti! Ağlayıp sızlanmanın zamanı değil.... "
"Bir an önce işimize bakarsak, bizler için daha iyi olur, demek istiyorum ben! Sözlerim neden başka şeylere çekilmek istenir anlamadım...."
"İyi, iyi. Tamam!”
Renkli ışıklar bir yanıp bir sönüyordu; bu karmaşada kimsenin kimseye sıcaklık göstermesi beklenemezdi, onlar da kendi derdine düşecek kadar ayartılmış bellek taşımaktaydılar yanlarında. Belki de bunların hepsi ona rastlamasa gün ışığına çıkamayacak kadar güçsüz yaratık olmaları Mahi Azadecuy’un gururuna dokunuyordu. “'Rating' kaygısından kaynaklanan bir şey olsa gerek!”, diye çıkışmıştı Mahi Azadecuy, hala daha Prens Muşkinfin canını sıkmayı sürdürmesine bir anlam veremiyordu. Kafka bıyığı metrodakilerin de canını sıkmıştı ki; kopardıkları şamata ayyuka çıkmıştı..
Daha sonra bu ayrıntıyı bir kenara iterek yolculuğunu sürdürmek kaygısında olan Cemşid Ulu, bilmekten öte, sonuna kadar götürüp götüremeyeceği belirsiz olan anlatının kilit cümlelerinden birini yakalamış gibi sevinmişti bir an.. "Burada bir KEDİ eksik!" diye söylenirken, bir yandan da belleğinde savruk duran düşünce tokalarını sıkı düzene sokması açısından önemliydi sanki bütün bunlar.. Kafka'nın postmodern bıyıklı haliyle çıktığı bu yazı yolculuğunun -yer altı tünelinden çıkıp E-3 Kapısı'na yönelen Beyaz Şapkalı Adam’ın ortasından ikiye bölünmesi düşündürücüydü, düşündürücü olmasına ya.. o, daha çok rating kaygısını düşünmekteydi. Dehhak Döngel devreye girdiğinde yine savaş oyunları başlayacaktı. Sistemden çıkmak o kadar zor değildi aslında, zaman istiyordu sadece .. insanların ürerine bombalar yağarken nasıl mutlu olabilirdi ki .. ama yine de asker askerliğini bilmeliydi, sokakta yürürken bile askerce yürümeliydi .. sesle yankılanıyordu.. canhıraş feryatlar yükseliyordu. Bir anlamı var mıydı? Ya da olmalı mıydı?
“Kediler karşıdan karşıya geçmenin bedelini çok ağır ödüyorlar, çok ağır bir bedelle ancak, anlıyor musun beni Mavi Yakalı, seni gidi pis kripto faşist?!”
Elimde olmayan şeyler adına suçladığınız ben kulunuzu düşünün bir. Hem üstelik ne yapabilirdim?  Ne yapabilirim? Var mı bir imkanı? Büyük Rumulus, can sıkıntısından dudaklarını yemekle oyalanıyordu...
"Ben Küçük Prens...." demişti.
Şakalaştılar. -Görülecek bir sahne, ellerini yine öyle arkasında gizliyordu.- Mahi Azadecuy.. "Mahmut da sana 'Küçük Prens' derdi, değil mi!” diye sorduğunda, Cemşid Ulu, ""Evet, n'olmuş?!” karşılığını vermişti. Dik dik Dehhak Döngel’e bakıyordu. Son hamle sırası ondaydı, ama yenilmeyi sevmediğinden, onun mutlu olması için yenildiğini, yenileceğini nereden bilebilirdi ki?
"Sen karışma!", diye bağırmıştı Mahi Azadecuy'e, "Oturduğun yerde kal, orada kal ve dışarı çıkma! Prenslerden sonra Raskolnikovu da alalım, Nietzsche'nin bu konuda ne düşündüğü beni ilgilendirmez. ‘Ön Koltuklarda Oturanların Dikkatine!' de bir levha asıldı mı, tamamdır bu iş.. Rating'leri yükselir, her iş yerine dağıtmalı bunlardan ..”
“İnsanlar muştu size, kurtuluşunuz için muştu sizlere!”
Uzay Gemisi kalkmak üzereydi, zaman hızla geçtiğinden, bahtlarının haberi bile olmamıştı. Ona umutsuz bir vaka gözüyle bakıyorlardı.
"Ama Prensçiğim sen yapmazsın değil mi?” diyordu Mss. Dalloway. -Kapının sağında karanlığa açılan sol koridorluğun temizliği sürmekteydi-. Mahi Azadecuy'e "Sen ne dersin?” diye sormuştu Cemşid Ulu. Oysa yalınayak Sokrates onu duymamış gibi Prens Muşkin'e bakmaktaydı. Sanki yüzünde bir yolculuğa çıkmış da, şimdi geriye nasıl döneceğini unutmuş gibiydi; belki de geriye dönmenin dalgınlığıydı bu.. Kurmalı bir bebek gibi aynı sözcükleri yineleyip duran MAHİ AZADECUY, “Sözcüklerimi çaldılar!”, diyordu.. dönüp ona bakıyor, “Pek umurumda değil!”, diyordu.. “Hem olsa ne olur ki?!”, diyordu.. omuzlarını silkeliyor.. çocuklaşıyordu.. Sonra yine başa dönüp, “İşte çaldılar sözcüklerimi.”, diyordu.. Bir sırrı fısıldarcasına sesini kısarak;
“İşte çalındı sözcüklerim! Fakat inadına direniyorum.. Dümeni kırık -ya da bozuk olacak- herhangi bir deniz taşıtı gibi yalpalıyor insanlar.. Bireyler yığınlar ve toplumlar..” Sanki bir sıtmaya tutulmuş gibi, titreme nöbetleri başlıyordu bunun ardından.. Sonra gözlerini aynı noktaya dikerek donup kalıyordu.. donup kalması açılınca, yine eski haline dönmüş bir halde kurmalı bebek olmaktan dışarı çıkar çıkmaz, “Sanılar yanıltıcıdır zaten!” tümcesi dökülüyordu ağzından.. “Yine de umursamazdım diyordu!” Sonra başını sallarken, kendini haklı olduğuna inandırmaya çalışır gibi “..hatta umursamadım!” diyordu.. “Herkesin "HER ŞEY!" konusunda yargıda bulunduğu, bir başka söylemle "HER ŞEYfin reklamsal bir uslamlamayla tanımlamaya çalışıldığı ve işte bu tavrın dayatıldığı bir ortamda SUNUSU GERİ ÇEVRİLEN BEN, ‘yani sözcükleri çalık’, ‘HER ŞEY’i yerli yerince tanımlamaya karar kıldım! 
“Her ne kadar akademi dünyası, beni FİKRİ MUHAYYER olarak tanısa da, Anetta da adım, yani gerçek adım MAHİ AZADECUY!” diyordu, sonra tekrar eski haline dönüp de kendine geldiğinde Cemşid Ulu'yu karşısında bulduğundan sevinmiş; ne yapacağını bilmez bir halde içini boşaltıyordu.
Telefonun ziliyle PİYES-GAME'den kopmuştum, sol elim almaca uzanırken Mahi Azadecuy’un kahkahaları kulaklarımda çınlayıp durmaktaydı hâlâ. Kopmanın verdiği sinirle;
"Alo, kimi aradınız?!” diye sormuştum. Feridun Bey’i soruyorlardı, ince sesli bir kadındı, "Feridun Bey yoklar efendim, daha gelmediler!" dediğim halde, telefonun diğer hattındaki insan ısrarla Feridun Bey’i soruyordu. En sonunda karşımdaki insana bir şey anlatamayacağımı anlayınca, telefonu kapatan düğmeye bastım. Ne de olsa bitirici bir şeydi bu! Tam kesin çözüm, eğer karşı taraftaki insan inat edip aynı numarayı tekrar çevirip de telefonun zilini çaldırtmazsa.... Boş uğuldayan almacı yerine götürüp koyunca rahatlamıştım. Bilgisayara böyle bir ürün kodunu yazdığımı çok iyi biliyordum, bunlardan daha önce yazmıştım, ama nasıl anlatacağımı bilemiyordum, ışığa kapılan belleğimin giderek uyuştuğunu hissedebiliyordum, gövdemin yorgunluğuyla baş edemeyecek bir durumdaydım, etrafımda ışık yağmuru başlamıştı; her şey dönüyor, noktalar büyüyerek beni karanlığa çekmek istiyorlardı sanki. Bir ara belleğimi tamamen yitirdim, belki de bayılmıştım, bulanıklık çekilince sesler duymaya başladım, sonra bu seslerin içinde birininkini daha çok ayırt edebilmiştim, Şehrinaz beni çağırıyordu.. "Gel bak!" diyordu, "Burada ne buldum!”
Karımın sesine kulak kabartarak bir yön tayinine kalkışınca, siyah noktalar arasından yüzümü çekip çıkarmayı başarıyordum. Elinde şıngırdattığı anahtarları gösteriyordu sevgili ışığım.. Kaybolan anahtarlık en sonunda bulunmuştu. Sonra suları boşalan küvetin içine akıyordu bütün görüntüler. Aynadaki’nden korkmuş bir hâlde televizyonun durduğu odaya yol alırken, karımın en son mutfakta bir şeylerle oyalandığını düşünüyordum. Senaryodaki GAME'LER ÇUKURLUĞU'na bu sefer kendim düşmüş olmalıydım, "Yok, daha da neler!" dedim kendi kendime, "Kuş yuvasından uçmuş!" Buradan kolay kolay çıkamayacağım korkusuna kapıldım, bilgisayar oyunlarıyla büyülenmiş belleğime söz geçiremiyordum artık, önümde açılan yoldan yürümem gerekiyordu.
"İvan, İvan! Koş.... Annen seni çağırıyor!". "Gark..." peşine de "Garç... ", diye bir şey işitildi. Odaya giren kimse korkmuş olmalıydı; soluk almakta bile zorlanıyordu. Gregeor'un kız kardeşiydi; tüylü bir zaman, kulaklarını şişirmişti. ‘Samsa’yı yakalamaktı’ bütün derdi, onu yakalamak ve hapsetmekti dört duvar arasına. Yaramazlığı bıraksa ne kadar iyi olacak.. iyi, tatlı bir böcek olsa, belki de sevdirecekti kendini. Ama her şey anlama yetisinden kaynaklanan bir bozukluğun bilinçaltı karmaşası olabilirdi olsa olsa. Fruedyan açıdan bakarsak, daha da ileri götürebilir miydi işi? Belki!
"Barkodu bozuk, bu yüzden okumamıştır, Manuelle girmelisin..", demişti gülerek Mahi Azadecuy. Sanki çalınan sözcüklerinin peşinden buraya kadar gelmişti, karşımda durmuş bana bakıyordu, öfkeli ve yalınayak bir Donkişot’u andırıyordu, 'Geri Çevrilen Sunumu’ndan sonra bir iyice çileden çıkmıştı, ona yetmeyen bir zamanla başı dertte gibiydi.
“Bay bay” bile diyemeden çekip gitmişti. Işığın içinde kaybolmak var olmak kadar kolaydı onun için., Onunla konuşmayı bir alışkanlık haline getirmiştim. Bazen o kadar kendimi kaptırıyordum ki, o halde Mahi Azadecuy'le konuşmayı sürdürüyordum. Son günlerde onunla konuşma saplantım gün yüzüne çıkmıştı.
"Bulaşık fırçaları geldi!", demişti Şehrazat.
"Sayıp teslim aldınız mı!”, diye sormuştum.
"Evet., altmış dört adet!"
"Her birinden birer tane getirsinler... Barkodları farklı olabilir!”
"Koliyle getirsem?!”
"Koliyle mi? Bilgi işlem Merkezi'ne sormak gerek. Evet! Yoğurt fiyatları mı? İyi de daha yeni değişti.. kaç çeşit? Peki, peki.. Haa! Sen.. Koliyle getirsinler... Getirsinler. Elektrikler kesiliyor, sular kesiliyor!"
-"Faturalar geç ödendiği için!" demişti Mahi Azadecuy. "Değil... neden olduğunu bilmiyorum." Karşılığını vermiştim. Şehrazat'ın gitmesini bir fırsat bilmişti sanki. - "Aslında anladığın bir bok yok!" diye bağırmıştım. Kapı açıldığında toparlanmaya bile fırsat bulamamıştım, içeriye siyahlar giyinmiş bir kadın süzülerek girdiğinden, onun Şehrinaz olduğunu anlayamamıştım. Bilgisayarın karşısında bir yandan kendi kendime konuşurken, bir yandan da Senaryo-Game'e bir şeyler yazmaktaydım.
"Affedersiniz!” demişti Şehrinaz.
"Buyurun!” demiştim ben de, "Ne istemiştiniz?!”
"Telefonu kullanabilir miyim!”
"Tabi, buyurun.." demiştim.


- VII-
"Trabzanlardan sıkı sıkı tutunmuş, merdivenleri birer ikişer atlayarak çıktığı hâlde, onları yakalayamamıştı!” dedi Şehrinaz, "Pürmaye’nin olmadığını, neden böyle kuruntulandığını Ş., kim bilir kaç kez üstüne bastırarak söylemişti de, Kasap, bir türlü gururuna yediremediğinden "Peki hayatım, peki; öyle olsun!", dedikten sonra dışarı çıkıyor, içindeki kuşkuyu yenemediğinden bir zaman kapının önünde duruyor, sonra yine tavan arasındaki Bağdadî Odası’na yöneliyor babaannenin!”
"Yıllar sonra karısı Ş.'nin anlattıklarına kulak asmayıp tavan arasındaki odaya çıktığında, oldukça dikkatli davranmaya çalışıyordu Kasap, ne olursa olsun "Yine tedbirli olalım biz!" diyordu kendi kendine, onu bu halde gören hiç çekinmeden ‘deli’ diyebilirdi.. geçtiği yerlere, gördüğü şeylere eski zamanların hülyasıyla bakmayı bir kenara bırakıp, 'işini bir an önce bitirmesi gereken bir insanmış gibi' hareket eden Kasap.. kilitli duran acem işi sandığı, duvarda asılı duran siyah duvağı, pencere kenarındaki zili, eski somyayı, geyikli duvar halısını, sonra o at nalını, dahası ‘Türk Sineması’nın Sarışını’ diye anıla gelmiş kadını görünce kendini yine eski hayallerin kucağına bırakmaktan korkuyordu..
"O sandığı oraya niye koymuşlar?” dedim.
"Budalalığın yine üstünde!”, karşılığını verdi Şehrinaz.
"Tamam!”, dedim uysallıkla, "Bir daha olmaz!”
"Söz mü?”, dedi.
"Söz, söz!”, dedim,
"Uzun uzun bakmaktan kendini alamadığı 'Lake' sandık karşısındayken bütün kuşkuları siliniyordu Kasabın.", diye sözlerini sürdürdü Şehrinaz, "Karısının öncesi ve sonrası o sandıkta kilitli durmaktaydı sanki. Yaşadıkları, yaşayacakları, önüne geçilmez anıları, sonra yaralanmışlıkları, dahası özlemle baktığı yarını, neredeyse incitilmişliği o sandıkta uzun yıllardır uyumaktaydı. Her şey elini oynatmasına bakıyordu. Uyuyan şeyler dışarıya döküleceklerdi!”
"Belki de onları hiç uyandırmamalıydı!”, dedim, "Uyusunlardı, kalkmasınlardı!”
Dik dik yüzüme baktı Şehrinaz, beni öyle yalvarmaklı bir hâlde görünce, “Boş ver!” diyerek başını salladıktan sonra. "Siyah Albüm  de oradaydı!” dedi, "Tozları silkeleyince üzerindeki lekelere gözü kaymıştı Kasabın. Yılların titizlikle ördüğü bir karmaşanın ilk ipuçları olarak da değerlendirilebilirdi bunlar. Üç nergis çiçeği biçiminde leke.... İlginçliği bir yana, belki de bunların hiçbiri gerçek değildi.. o bile şu anda bir hayalin uzantısı olarak var olmuştu, hayal bitince o da sönüp gidecekti.. belki de hiçbir zaman kendi olamayacaktı!”
"Ne demek istiyorsun Şehrinaz?” dedim, "Ben hiçbir şey anlayamadım bunlardan!”
"Bir başkası olarak yaşamını sürdürmek gibi bir yazgıya çarptırılmıştı Kasap!” dedi Şehrinaz, "Anladın mı şimdi?”
"....!”
"Bu ne demek sağır mısın sen?” Neredeyse ağlamaklı olmuştu, çıkışı bulamıyordu artık, “Çıkış nerede anne?”, diyordu. “Elimden tutmayacak mısın anne?”, diyordu..
“No Exit!”, diyordu annesi.. “Çıkış yok sana!”, diyordu.. sanki İngilizcesi çok kuvvetliymiş gibi, “Onlarla öyle konuşulmazdı, biraz alttan aldın mı tamamdır iş, kuşu koynunda bil!”
"Hadi göster bakalım!” dedim, "Nasıl oluyor bir de senden görelim!"
"Dur, ilişme!” dedi Şehrinaz, "Kasabın rüya gördüğü bölüme geldik!”
"Kendini Doğu Palas'ın karşısında bulmuştu Kasap!” dedi Şehrinaz, "Üç katlı eski kagir bir binaydı, burada bir acı Cemşid Dram’ı yatıyordu. Sinemacı Dayı’dan oğulları yönetimi devir aldıklarında, ilk iş olarak sinemanın ismini değiştirmekle başlıyorlardı işe.. Adını ŞEN PALAS koyuyorlardı sinemanın, seyircinin dikkatini daha çok çekeceğini düşünmüşlerdi. Seyirci ilk başta yadırgamış, ama zamanla alışmıştı. Ş.'nin annesi Havale Teyze de öyle söylüyordu.. "F.'ciğım sendeki bu pirelenme olduğu sürece bir yere varamazsın!" Sonra dönüp yanındaki yaşlıya, "Öyle değil mi çiçeğim benim!", demeyi unutmuyordu. Havale Teyze -karısının bir yerlere koyamadığı kadın- durmadan kılık değiştirdiği için, onu, rüyalarında bile tanıyamaz bir hale gelmişti Kasap.
Rüya bittiğinde, panayır alanının çoktan boşalmış olduğunu görüyordu. Karısı Ş., belki cüceliğinden değil de, bu yönünden iğrenmekteydi. Sürekli pireleniyordu, sürekli kuşkulanıyordu, sürekli, sürekli, sürekli. Ş.,surat yapmaktaydı; eğlenemediği her halinden okunuyordu. ‘Uzun ve bol elbiselerle alanı dolduran palyaço kılıklı insanların içinde ne aradığımı’ bile soramamıştı Kasap. Gülüyorlar ve eğleniyorlardı. Onlar için hayat sanki gülmenin ve eğlenmenin dışında hiçbir şeydi, o da öyle yapmaktaydı!”
"Olayları neden böyle abartıyordu ki?” diye sordum karıma.
"Yeri geldiğinde - belki işine geldiği için, belki başka sebeplerden dolayı kim bilir, kim bilebilirdi ki- olayları çarpıttığından eğlenemiyordu!” yanıtladı Şehrinaz, "Eğlenemediği gibi onları suçlayıcı bir tavırdan da vaz geçmiyordu ama! Babaannenin dizleri dibinde ağlayan Cüce Gave insandan kaçmıştı bunca yıl. Ona yalvarıyor, ne diller dökerek bağışlanmak istiyordu!”
Şehrazat susuyordu.
Cüceyi sorduğumda babaanne mecbur kaldığı için artık, rahmetlinin yüzüne bakarak, sanki göz göze geldiklerinde aynı lanetin ona da tesir edecek bir kuvveti vardı, bunu istemediğinden, küçük torununun aynı laneti taşımasını istemiyordu belki, bunun kadar doğal bir şey olamazdı kim ne derse desin bildiklerini anlatmıştı. Sesimi çıkarmadan, bu yaşlı kadını gece yarısına kadar dinleme zahmetine katlanmıştım, bir ara Şehrinaz'ın boğazı kılçıklanmış, boğulur gibi ince, narin boynunu ovaladığını görmüştüm, boğazına sanki bir şey düğümlenmişti. Annesinin hülyalı gözleri karşısından hiç gitmeyen Gave, cumartesi öğleden sonraları herkesten kaçıp bu tavan arasındaki odaya gizlenmekte ne bulurdu sanki, ailede bir bilen de yoktu, babaanneyi o kadar sıkıştırmama karşın bir şey elde edememiştim. Sarışın İlahe’ye aşık olduğu söylenirdi, onun için gece gündüz yas tutmuş bir insanı gözümde bu kadar neden büyüttüğüme şaşıyordum, şimdi.
"Köpeği için kemik soran kadına ne diyeyim usta!” demişti çırak, Mihri Mah burnunu kaşımaktaydı. Dalgın "Verin, gitsin!" dedim, "Dehhak’ı boş verin siz!" Bir an önce kurtulmak istiyordum bu sıkıntıdan. Şimdi içeri de gidemezdim, Büyük Hala’nın imâlı bakışları karşımdaydı; beni küçümsüyorlardı. Vitrinin aynasında yüzüme baktığımda rengimin kaçtığını, bir ölünün yüzü gibi bembeyaz kesildiğini görmüştüm, anamın “Alçıya dönmüş yüzün!” sesi yankılanıyordu içimde.
Büyük Kapı'dan çıkarken A.Kasası'ndaki kızın bakışlarını hiç beğenmedim, kendi halinde, kimseyle pek konuşmayan kızın bakışlarından insana hayır gelmezdi. "Kumkumacı n'olacak!" dedim,” Her şeyden kuşkulanır!” Caddenin karşısına geçtiğimde biraz olsun ferahlayabilmiştim, depoya giden geniş yolda yürürken kafam hâlâ karışıktı, “Yüzümden bile okunuyordur!”, dedim. Şekerciye bildiklerimi nasıl anlatacağımı, ona neden bu kadar yakınlık duyduğumu bilemiyordum... aslında o kadar güven verici biri değildi, yine de insanı kendine çeken bir şey vardı onda. Deponun bahçesine girdiğimde, çocukların şamatasıyla sinirlerim biraz daha gerilmişti, birisini elime geçirsem bütün hıncımı ondan alacakmışım gibi, top oynayan çocuklara bakmıştım. Bakışlarımdan rahatsız oldukları için yavaş yavaş alandan uzaklaştılar.. "Ne var deyyuslar?" diye bağırdım, "Hiç insan görmediniz mi?!” Deponun kapısına yöneldiğimde, içimin boşaldığını sanmıştım.
Deponun puslu camlarına gözümü daldırdığımda ilk başta hiçbir şey göremedim, Şekerci'nin içerde olduğundan emindim. Mihri Mah "Hayrola!" deyince ürpererek başımı sola çevirip sesin sahibini arandım. Aşçı kadın kuşkulu bakışlarla bana bakıyordu. "Hiç!" dedim, "Şekerciye baktım, ama o da yok herhalde!"
"Gitti!" dedi Mihri Mah. Bakışlarındaki donukluktan korktum; çarpılmamak için geri çekildim. İnsanlardan sakladığı şey gözlerinin içindeydi, o kamaşmayı görüyordum, Şekerci’nin söylediği kamaşma! Tersleyici bir ton sezinlesem de sesinde aşçının, üstelemedim; bu gün herhalde aksiliği üstündeydi herkesin..
"O kadar da önemli değildi!" dedim, "Ben sonra yine ararım!"

cemal çalık


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.