"Karısı Ş., karşısında durmuş ona bakıyor!” dedi Şehrinaz, "Elinde tuttuğu eski sinema dergilerinden birinde adını bile söyleyemediği kadını görüyor Kasap."
"Hani
sinemanın içi boştu?” dedim,
"Sinemanın
içi boş filan değildi!” dedi Şehrinaz, "Bunları nereden
çıkarıyorsun?" Kuşkuyla yüzüme baktı, aklın nerelerde senin der gibi.
Uyandım, kendime geldim, anlattıklarını merakla dinlerken kuşkulanmasını
istemediğim için "Tamam!” dedim, "Sinemanın içi boş değildi, köşkün
içi boştu!”
"Haa
öyle!” dedi Şehrinaz, "Köşkteydiler!”
"Yalnızlıktan
bunalmışlardı, birbirlerine tahammül sınırlarını aşmışlardı..."
"Yok,
öyle değil!” dedi Şehrinaz,
"Karısı
karşısında durmuş ona gülümsüyordu da kalmıştık!” dedim,
"Aaa,
evet!” dedi,
"Kadın
gülümsüyor ve onu küçümseyici pozlara bürünerek, karısının yanında onu küçük
düşürmeye çalışıyordu." dedi Şehrinaz, "Köşkün her yeri karanlıktı,
insan bir yere gitmek için bütün bildiği duaları okuyup öyle çıkardı dışarı.
"Unutma F., sakın unutma emi!” diyordu karısı Ş., "Ben demeden dışarı
çıkmak yok!” Köşkte hiç kimselerin
olmadığı karanlık bir zamanda saklambaç oynadıklarını sanıyordu Kasap.
Yukarıdaki odadan geliyordu ses, sürgüyü kendine doğru çekip kapıyı aralık
bıraktıktan, arkasından kimsenin
gelmediğine emin olduktan sonra içeriye dalmıştı. Hayretle siyah tül içerisinde
işaret parmağıyla onu yanına çağıran kadına bakıyor Gave. Kimle konuştuğunu
ayırt edemiyor, onu gördüğünde;
"Bana
sormadan niye geldin?" diyor iğneleyici, alttan alan ses tonuyla karısı
Ş., sonra sinemadaki kışkırtan sesiyle "Çok ayıp!” diyor."
"Niye
çok ayıp olsun ki?” dedim, lafa böyle karıştım diye Şehrinaz bana kızdı, sonra
her zamanki büyülü sesiyle;
"Aynanın
karşısındaki yüz belirdiğinde her şey daha da karmaşık bir hale gelmişti!”
dedi, "Burada ürkünç bir haldeydi Kasap.. elindeki kesici alet kanlıydı!”
"Çok
korkunç!” dedim, "Elindeki kesici alet kanlı bir kasap? Yoksa cinayet mi
işlemiş?”
"Hayır!”
dedi Şehrinaz, "Sakat adamın birinin gözüne saplanmış aleti çıkarmaya
çalışan kasap filmdekinden daha korkunç bir canilik taşıyordu ruhunun
derinliklerinde de, siyah tüller içerisinde belirsiz yüzüyle o kadın ondan
sakınmayacak kadar bir ruh dalgınlığı yaşamaktaydı. Avuç içinde oynattığı
kasabın, yanında siyah bir tülle dolaşması sinirlerini altüst etmişti. Önündeki
bulut perdesi iyice açılınca Sinemacı Dayısı’nı görüyordu, kasvetli yüzüyle
elinde bir şey tutmuş, ilerde karanlık bir yeri göstermekteydi, günlerdir
uykusuz kalmıştı, yeşil tonlarla örtülü bir alanda yürümek canını sıkmış, soluk
soluğa yanlarına gelirken insanı Korkutan Afişler boydan boya duvarlarını
süslemekteydi daracık odanın.. Bir de o kadının hiç unutulmayacak olan
gülümseyişi daha henüz solup gitmemişti rüyanın beyazlığında, doya doya
bakamamıştı bile Kasap.
Sinemacı
Dayısı eliyle işaret ettiği yere kadar giden üç insandan biri, tamam olduğunu
haber vermek için geri dönerken yüzündeki ifadeden doğru düzgün bir şey
anlaşılamıyordu. Film çektikleri şey, onun da nazarı dikkatini hemen çekmişti
ki, gözlerini bir noktaya kenetleyip öylece kala kalmıştı dikeldiği yerde.
Arada bir bakışları kadına kaysa da, gözü Ş.,'nin dayısının üzerindeydi. Yaşlı
sinema kurdu sette çalışan işçilere bir yandan teknik bilgileri sıralarken, bir
yandan da güçlüklerin üstesinden nasıl gelebileceklerinin tekniğini gösteren bu
koca çınar, her defasında onu şaşırtmasını biliyordu. Ş., plajdaydı. Yaz bitmek
üzereyken onu, böyle mayolu bir halde, elindeyse eski bir sinema dergisi
okurken görmek işine gelmediği için canı sıkılmış, kameraların stop etmesini
beklemekteydi. Karısının böyle bir yüzle beyaz perdeye yansıtılmasını ucuz bir
Hollywood uyarlaması olarak gördüğünden olacak, ‘iki elim yakanda’ der gibi
dayısına bakıyordu. Efektlerin harika verildiğinden söz edecek kadar komik bir
durumdaydı biri. "Siz onu nereden tanıyordunuz?” diye soran yaşlı
Kiyanüs'ü, sonra diğerlerini de buradaki konuşmalarından hareket ederek
kişilikleri hakkında az çok bir fikir edinen Kasap;
"Bana
çırağı bulun!" diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu, son günlerde hep
kaytarıyordu, eşek sıpası, it oğlu it diye kendi kendine söylenirken, onu duyan
hiç olmuyordu..."
"Ne
biçim bir yer burası?” dedim, Karım Şehrinaz, filmin akışına kendini öyle bir
kaptırış kaptırmıştı ki, sözü kesilince bozuldu; dik dik yüzüme baktı..
aklımdan çıkmayan o sahne kimin fikriydi, onun mu, yoksa benim mi? Baktım karım
surat yapıyor, gönlünü almak için her numaraya yatan bir palyaçoyu oynamaya
başladım, hatta işi biraz da komediye dökerek;
"Filmin
adına.. Ş., PİLAJDA dense hiç de kötü olmazdı" dedim, "Nasıl, iyi
mi?”
"Yemek
boyunca hiç konuşmadan sürekli Ş.,'ye bakıp durmuş, o insanı bir yerlerden daha
anımsıyordu, ama.. ne yapmış ne etmişse bir türlü çıkaramamıştı" dedi
Şehrinaz, "Bobini yine tersine çevirince Sinemacı Dayı, olayın iki saat
öncesine gitmek zorunda kalan Kasap, karısıyla plaja gittikleri sahnenin
başında gerilimli anı ayrımsamış, şimdi başını sallamaktaydı iki yanına....
Keyfi yerine gelmiş bir Kasap olarak "Yalan!” diyordu, "Ş.."
"Hayatın
gizli senaryosu belki de burada yatmaktaydı." dedim, "Şehrinaz beni
anlayabiliyor musun şimdi?”
“Karşısındaki
kadına hayranlıkla bakıyordu!” dedi Şehrinaz, "Çırak daha şadırvandan
dönmemişti, kollamış, bakmıştı, her şey yolunda, ikisinden de ses çıkmıyordu,
ikisi de davetkâr ruhlarının kapılarını sonuna kadar açmışlardı..."
"Bunda
anlaşılmayacak ne var?” dedim, "Kanatlanıp uçmak istiyorlardı."
"Kadın
tamamen soyunduğunda onu da yanına çağırmaktan çekinmemişti!” dedi Şehrinaz,
"Kemiklerinden ayrılmayı bekleyen etlerin arasında onunla sevişmeyi
düşünmesi çılgınca bir şeydi, bu sefer affetmeyecek istediğini elde ettikten
sonra gözünü kırpmadan onu boğazlayacaktı Cüce Gave. Sınırsız bir rüya
coğrafyasında dolaştıklarından böyle bir şeyi hak etmiş gibi görüyordu, kim
bilir gazeteler ondan nasıl söz edeceklerdi, böyle bir cinayete kurban gitmiş
kadının ardından gözyaşı dökecek olanlar ampirik haz almadan sonra mitlerine
yeni bir mit kazandırmanın derin sarhoşluğuyla başları dönmüş o ışığı
kutsayacaklardı belki de!”
Filmin
burasını beğenmedim, onu sonsuz derinliğine, hazzın kucağına alırken
birleşmenin damarlarında dolaşan kanda şifrelenişi bayat kaçmıştı, kişiliğine
yansıtmasında yine eski saplantılarından kaynaklanan bir birikimle üzerine
gelmiş, onu bir köşeye sıkıştırıvermişti.
"Ama
Kadın onu bu sefer istiyordu!” dedi Şehrinaz, "Kaçış yolu elinden alınmış
bir kurban, ya da bir İspanyol Boğası gibi mızrak darbelerini şimdiden
beklemesinin yerinde bir hareket olacağını unutmuyordu Gave.”
"Kadını
kim bilir böyle kimler daha becermiştir!” dedim, "Bitimsizliğin peşinde
kıvranan, bir kedi gibi çarşaflara sürünen etin sonsuz çağrısına kulak vermiş
bir belleğin dışlaşmasından başka bir şey olamazdı bu kadın.."
"O
ne biçim laf?” diye çıkıştı Şehrinaz.
"Bunları
nasıl söylediğimi ben de bilmiyorum?” yanıtladım boynumu bükerek. Ağzımdaki
baklayı çıkarmam için yüzüme bakıyordu. "Filmin etkisidir belki de!”
"Mutlaka
filmin etkisidir!” dedi, "Yoksa sen bunları akıl edemezdin!”
"Evet,
öyle!”
"Sonra
bir kamaşma daha oldu!” dedi Şehrinaz, "Çabucak kadının üzerinden kalkıp
doğrularak kemerli pencerenin kırık yerinden dışarıya bakmıştı Kasap. Dışarıda
yağmur yağmaktaydı, siyah tül içindeki o kadını yağmurun altında ıslanırken
görüyordu. Siyah bir kedi de bacaklarının etrafında dolaşıyor, bir yandan da
miyavlıyordu.
A--
Karanlık bir tünelin içindeyken.. Dahası karanlık tünelin bir ucunda durmuş
karısı Ş.,'yi bekliyorken, tünelin diğer ucunda hareketsiz duran siluet de yine
onundu.
B--
"Buradan F. çiğim, hadi göreyim seni!" sözlerini sarf ettikten sonra
geçmesi için kenara çekilen siluet de babasının.. Bıyık altından ona
gülümsüyormuş gibi gelmişti daha çok.. Gözlerini bir iyice açarak orayı
yoklayan Ş.,'yle karşılaştığı lokanta sahnesinden bir önceki sahneydi bu, yanlış
bir şey yapmak istemiyordu.
C—Üç
Göz vardı karşısında, Üç Ayna'nın
dışında.
D--
Yürüdükçe yol açılıyor, ferahlıyordu.
E--
Hepsi ona tanıklık yapmak için oradaydılar..
Aynadan
yansıyan dünyanın içine nasıl sızdıklarını düşünemeyecek kadar karışıktı her
şey... Beyaz tülleri kararmış o pencerenin karşısında kendini de ele verecek
bir yolculuğa çıkması kaçınılmazdı sanki konukların eksiksiz gelişi onun için
bulunmaz bir fırsattı.
KASAPHANE’
nin içi boştu, o kadın nasıl olduysa kimseye görünmeden kaybolmayı başarmıştı.
Porsuğu uyanmış, dikliğini koruyordu, Y. yanına geldiğinde kendini tezgâhın
arkasına zor atıyordu Kasap, bir yandan da vitrinin önündeki aynada yüzüne
bakmaya korkuyordu, bir gören olursa ne derdi sonra, onca insanın yüzüne nasıl
bakardı?"
"Dede
telefonun var.." dedi çırak Pürmaye, "Kiyanüs seni arıyor...."
"Ne
Kiyanüs’ü?” dedim, "Nereden çıktı şimdi bu?” Şarküterine doğru yürüdüm,
reyonların arasında kaybolmak istiyordum, müşterinin kalabalık olduğu saatler
böyle olurdum, elimden bir şey gelmezdi, "Öyle değil mi?” dedim,
"Havale Teyze sen söyle.." Beni duymamış gibi yaptı, suratını asıp
karşısına bakarak çatık kaşlarla orada donup kaldı, arkın suyu boşa akmakta,
çocuklar vırak-vırak.. öten kurbağalara bakıyorlar..."Oynamayın
çocuklar...." dedim, "Havale Teyze bugün hiç iyi değil.." Bilgi
İşlem Merkezi’nin aynalı kapısı önünde kendime çeki düzen verdim, Kiyanüs’ün
suratı asıktır, kim bilir neye kızmıştır, etlerden şikâyeti olan gelmese bari?
Kapıyı araladım, yaşlı Kiyanüs koltuğuna gömülmüş, oturuyor.
"Buyurun!"
dedim, "Beni istemişsiniz.."
"Etler
hazır mı?” dedi, "Kaç saattir seni bekliyorum!” Sinsi bakışları
üzerimdeydi, bıyık altından bana gülüyordu Dehhak Döngel. Başımı salladım.
"Hazır efendim!" dedim, "Çırak paketliyordu!"
"Tamam!"
dedi Kiyanüs, "Buzluğa koyun, akşam giderken götürürüm.."
Dışarı
çıktım, yürüdüm, yürüdüm, kaybolana kadar yürüdüm...
"Bu
ne dalgınlık?” dedi Şekerci, "Kimseyi gördüğün yok.."
"Boş
ver!" dedim, "Seninle ilgisi yok!" Boş arsaya geldim, burunda
deniz görünüyor, buralar eskiden bu kadar kirlenmemişti, sessizlikte kalbimin
sesini dinleyerek kendime baktım, Şehrinaz'ın dünyasındakiler benden uzak!
Aramıza giren uçurumu büyüten kara büyücülerdendir şikâyetim, uzaklardan bir
yerden o müziğin melodileri kulağıma çalındı, zıkkımın beşi dedim, insana rahat
vermezler....
-V-
"Eee...Sonra!”
dedi Şehrazat.
Yüzüne
baktım, her zamanki gibi rüyalıydı, garip bir hüznün tülleştiği coğrafyada
nasıl dolaşacağımı şaşıran ben, karşımdaki yüze sıra gelince her şeyi
unutuyordum, her şeye baştan başlamak zorunda kalan ben, sorgulayan bir
insandan artık etkilendiğimden midir nedir ipin ucunu kaçıracağımdan
korkuyordum, büyünün bozulmasını istemesem de sanki bu masal bir yerde
bitecekmiş gibi bir hisse de kapılmıyor değildim, ya biterse gerçekten? Bu
fikri hemen kovdum kafamdan;
"Sonrası
bizim kırılmışlığımız" dedim, "Hepimizin kırılmışlığı!”
"Herkesin
mi?” diye sordu.
"Evet..
herkesin!"
Yüzüme
baktı, yüzümde oyalandı, son şeker çuvalını tekneye dökmüştüm, neredeyse bitmek
üzereydi... Ona kırılmışlığı, incinmişliği nasıl anlatacağımı düşündüm,
senaryoda böyle bir
bölümde
vardı, Cendel’in peşine düştüğü eksikli kitabın en gözde bölümlerindendi, başka
türlü olmayacaktı üstelik....
"Dinle,
bak!" dedim, "Bundan sonrakiler çok önemli!” "Anlat o
zaman!" dedi, "Haydi!"
"Cendel’in
senaryomun eksikli kısımlarını ele geçirdiği günü anımsıyorsun değil mi?”
"Evet!
" diye yanıtladı.
"Başının
derde girmesi de eksikli metinlerden oluyor.." dedim,
"Şöyle
ki.... “Sözcükler Üzerine Kaygılar”da yazılanları hiç unutmayan Cendel, bilinci
sakatlanmış kadının karanlık öyküsünü, sonra nasıl ortadan kaybolduğunu ve o
bitip tükenmeyen macerasını okuduğunda o kadar şaşırmamıştı. Bunlar yaşadığı
şeylerdi, Şehrazat’ın geçmişe dair böyle bir kazı çalışması yapmayı esinlendiği
gece çalıştığı yayınevinden korku senaryosu teklifi aldığını söylemiş,
telefonda bile nasıl heyecanlı olduğunu sözcüklere dökemeyecek kadar, hem de
kendini kaybettiğini bir bir anlatırken yemek masasında kahkahalarla yarıda
kalmıştı anlattığı şeyler.
Kör
Baykuş'u yeniden yazıp yazamayacağını soran yayınevi editörü' nün ciddi
olmadığı söylenemezdi doğrusu. Kitabın bir yerinde rüyayla hayatın birbirine
karıştığı o anı anlatmakta oldukça başarılı
olan
“Ferzenizm”i neden unutamadığını şimdi
daha iyi anlıyordu. Sanki şimdi kendisi de oradaydı, Şehrazat'ın yanında
durmuştu, belki de öyküyü daha da ileriye götürmekten korkuyor olmalıydı ama
Cendel.”
Yine
aynı ciddiyetini koruyarak "Benimki sadece bir merak!" diyordu,
"Başka ne olabilir ki?”
"İyi
o zaman!" diyordu Cemşid,
rahatlamış olarak, dalgınlığının geçmesi o kadar uzun sürmüyordu
hayalinde. Hep karşıya bakan bir insan kılığından onu kurtarmayı başarmış,
rahat bir soluk almıştı.
"O
gördüğün mavi şamdan var ya!”
"Karşında
duran şey.."
"Akreplerin
Dansı’ adlı öyküde geçen çocuğun evlatlık alındığı köşkün Hanımefendisi’ne
aittir...."
Sonra
da zaman kaybetmeden Akreplerin Dansı’nı anlatmaya başlıyordu..
"...Bundan
yıllar önce doğu illerinin birinde dünyaya Şehrinaz yüzlü, nasıl derler ay
parçası gibi bir çocuk dünyaya gelmişti. Sadece ilginç olan şey çocuğun
gözyaşlarıydı. Mavi yüzlü çocuk ne zaman ağlamaya başlasa, gözyaşlarının
kristalleştiğini gören anne baba bunu ilk başlarda hiç kimseye anlatmamışlar,
lanetleneceklerinden korkmuşlardı. Çocuklarını sevdikleri için ellerinden
geldiği kadar gözyaşı dökeceği şeylerden uzak tutmaya çalışmaları kim bilir ne
kadar hoş bir şeydi bir çeşit gözyaşı mektebinden başarıyla mezun olmaları bu
sınava dahil edilmişti sanki, ulu Tanrı onları bununla sınamaktaydı belki de.
Her şeyden önce böyle bir sınavı başarıyla sonuçlandırmak o kadar kolay
olmayacaktı."
"Oldukça
ilginç!” demişti Şehrazat.
"Evet!”
demişti Cendel de.
Cemşid
bir an durup ikisinin de yüzüne bakmış, sonra gözlerini Duvarlı Ayak Aynası’na
dikip sessiz kalmayı yeğlemişti. Sonra yıllar önce Cemşid’in de buraya bu öykü
için geldiğini anımsamıştı, yüzündeki gülümseyişiyle. Bu dalgınlıktan onu
Şehrazat’ın yoğun soruları çekip çıkarmıştı.
"Sonra"
demişti Şehrazat, "Sonra ne oldu!”
"Çocuğun
özel bir bölmede saklanması kadar daha doğal ve akla yatkın bir şey olmasa
gerekti!” demişti Cemşid. ''Baba bu yüzden gecesini gündüzüne katarak, dünyaya
gelen ay yüzlü çocuğuna camdan bir bölme yapmış.. bu korunak, onu kötülüklerden
hem de kendinden koruyacağı için yaptığı şeyden büyülenmiş adeta!."
Kendisi
bile şaşırmıştır buna!” demişti Cendel buna benzer öyküleri çok dinlediği için.
Cemşid;
"Evet,
doğru!” diye onu tasdikleyince..
Cendel,
kayıp sevgilisinin yüzüne nasıl der gibi bakmıştı, çünkü kim ne derse desin her
şey düşündüğü gibi çıkmıştı.
"Bir
yerde yalıtıp, özellikler taşıyan cam bölmenin karşısına geçip baktığında
büyüleyici manzaranın karşısında neredeyse aklını kaldıracakmış Yasin!"
diyerek öyküye kaldığı yerden devam eden Cemşid bu sefer de Şehrazat’ın "O
da kim!” sorusuyla bölünmüştü. Başını sallayıp, bir iki yüzlerine bakıp,
bırakın da şöyle güzel güzel hikâyeyi anlatayım der gibi ikisinin yüzüne
baktıktan sonra..
"Babanın
adı Yasin imiş! " demişti Cemşid. "Görenleri şaşkına çevireceği için
yaptığı şeyin etkisinde kalan Yasin ve onun sevgili eşi Sebe her akşam cam
kafesin karşısına geçerek büyümekte olan çocuklarını seyre koyulmayı bir
alışkanlık haline getirdiklerinden geçen günlerin bile farkına varamayacak
kadar unutkanlaşmışlar.. bunu ilk gören insan da yine eve gelip giden uzaktan
akraba da sayılsa Ezop olmuş.
Sonra
çocuğun ağladığında gözyaşlarının nasıl kristalleştiğini, o kadar parlak
cisimleri o güne kadar hiçbir yerde görmediğini, ne de buna benzer bir şey
anlatıldığını .. Yasin’le Sebe'ninse büyülenmiş bir biçimde cam kafesin
karşısından hiç kalkmadıklarını, bir bir anlatıp durmuş köylük yerde. –tam
bunun Çehov’un bir öyküsünden araklanma, Çehov’un kahramanları da aynanın
karşısından ayrılamıyorlardı, diye düşüncemi belirtmek aklımdan geçtiyse de,
susmanın daha yerinde olduğuna karar verdim -Lanetlendiklerini, belki de ulu
Tanrı’nın onları böyle bir cezalandırmayla denediğini, dahası akıllarını
başlarına almaları için böyle bir uyarıda bulunduğunu sanıyorlar.. köyde gizli
ilimlerle uğraşan, diğer lakabıyla Simyacı Musa sanılarını daha da
pekiştirebilmek adına açıklamalarda bulunuyordu. Dilden dile efsaneleşerek
büyüyen öykü, padişahın sarayına kadar ulaştığı günlerde ülkeyi bir yas havası
saracaktı herhalde. Bunun kadar doğal ne olabilirdi.. bütün ahali, kadını,
yaşlısı, genci çocuğu demeden kim varsa yasın karanlığında boğulup gitmekten,
küçük bir şikâyette bile bulunmayacak kadar gözü kara geçinirlerken bir yandan
da padişaha itaatleri görülmeye değermiş? "
Cemşid,
öyküyü bitirdiğinde, gözlerini yine karşısında duran mavi şamdana dikerek bir
zaman susmayı tercih etmişti. Dışarıda yine bir sonbahar yağmuru başlamıştı,
billur damlaların camlara vuruşu erişilmez duyguların kapısını aralamak
üzereydi, Ernüvaz da etkilenmiş bir halde -neredeyse hipnoz olmuş gibiydi-..
Nereye baktığı anlaşılmıyordu. Sonra aklına yeni bir şey gelmiş gibi neredeyse
Büyük Hala’nın yaşında olan Cemşid;
"Burayı
da unutmamanız gerekir...." uyarısında bulunuyordu. Şehrazat dik dik
yüzüne bakınca "Şöyle ki efendim!" demişti, "O çocuk soyunun
lanetini gözlerinde taşıdığı için kimse kolay kolay gözlerine bakamaz! Çünkü
gözlerine bakanlar hep aynı hülyaya kapılırlar!”
Ferzenizm
kitabında da üç aşağı beş yukarı aynı şeyler yazmaktaydı. Bir farkla ki, evet,
bir farkla diyordu kendi kendine Cendel hayalin boşluğunda, başka görüntülerin
buraya sıkışmasını istemediğinden belki de.. çocuğun gözyaşlarının
kristalleşmesi doğruydu.. bu fikirlere aynen, o da, katılıyordu katılmasına,
bunun aksine bir iddia da bulunmak budalalık olurdu zaten. Ama kitapta soyundan
gelenler bunu somutlaştırmak adına bir takım çabalarda bulunmuşlar, gözle
görülür bir yanlışı sanki büyütmek istemişlerdi. Kristalleşen gözyaşlarından
şamdanlar, mumluklar, vazolar, gözyaşı şişeleri, daha buna benzer bir sürü şey
yapıyorlardı. Hatta onların da, tıpkı Şekercilik loncasına benzeyen bir lonca
kurdukları, yine bir söylenti olarak varlığını sürdürmekteydi. Çünkü aylardır
ilk defa böyle bir olay başına geliyordu. Yorgunluk ve içinden çıkılmaz Mayıs
ayını hiç yaşamak istemediğini söylerken ne kadar da içtendi, duygularına söz
geçiremediği nasıl da hareketlerinden,
yüz ifadesinden, havada yaptığı anlamsız el kol hareketlerinden
anlaşılmaktaydı. Asansör kapısı açıldığında kendini dışarıya zor atabilmişti,
kadın da onunla birlikte merdiven sahanlığına çıkmış, sonra Cendel, soluğunu
tutarak ona dokunmak istemişti.. dudakları mavi rujla boyanmış olan bu kadın,
ona bilinmez bir alemin sırlarını açacak gibi geliyordu, dokunduğu dünya, elini
attığı her şey mavi bir renge boyanacaktı sanki. Sonra kadın merdivenlerden
süzülerek ortadan kayboluncaya kadar ardından baka kalan Cendel, kapının önünde
bir zaman belleğinin aydınlığa kavuşmasını ve kendisini iyi hissedinceye kadar
kapıyı çalmamayı düşünmüştü.
Tüm
anlamların gizlendiği bölmeyi keşfetmiş gibi sevinçliydi, kapı kapı dolaşan
tuhaf kıyafetteki insanları, aynı zamanda Şehrinaz’ın da içlerinde olduğu
öndeki kalabalığı daha önceleri başka bir resimde de gördüğünü anımsayarak
kapıyı çaldı bir iki defa.. salonun loş aydınlığında, bilmediği o kadından,
asansörde gördüğü ve tanımaya çalıştığı kadarıyla mavi dudaklı o kadından işte
bir ize rastlayamadı, geniş perdelerde solup giden bir hayali sonuna kadar
vardıramadığı için telaş ve suçluluk içindeydi, senaryodaki yüz onu bile bile
terk etmişti sanki. Akşam gazetelerini okuduğunda da yine o kadının kapısını
çalacak hissine kapılmıştı bir an, belki de bu yüzden gazetelerin hiç birini
dikkatini vererek okuyamadı, salondaki akvaryumda Japon balıklarına eskisi gibi
fazla bakamadı, çalışma
odasındaki
Şehrazat'ın duvarlara yapıştırdığı eski film artistlerine de bir anlık
alışkanlığın verdiği duyguyla bakabilmişti ancak.. Duvarların solgun açık
pembesi içini okşayan diğer resimlerle aynı
paralelde
yer alıyordu, çiçekleri sulamadan gitmiş olmalıydı, Destigayp.
Aynı
şekilde.. yolculuk ve ölümün dayanılmaz gücü Ernüvaz’a bir şeyler göstermek
istiyordu sanki.. Bundan sonraki dakikalarda Cemşid, böyle normal bir anlatıyı
içinden çıkılmaz hale getirdiği için Şehrinaz’la karşılaştığı güne gitti.. Aynı
şeyleri günlüklerden büyük bir titizlenmeyle çıkarması ve belleğine
yerleştirmesi o kadar fazla zamanını almamıştı. Geçmişi ölümlerle ve ortadan
bir sır gibi kaybolanlarla dolu bir senaryonun nefes kesen serüveni oldukça
merak uyandırıcıydı.. televizyonda izlediği filmlerde meraklandığı sahnelerde
yaptığı gibi davrandı.. soluğunu tuttu ilk başta, yüzüne kan sıçramasın diye
alnına ıslak bir bez parçası koymayı da ihmal etmedi, ne de olsa peşine düştüğü
senaryo eğlenceli bir oyun haline gelmişti, kimi yerde kendini gülmekten bile
geri alamıyordu. Renkli bir oyun, rahatlıkla izlenebilecek anlatı şakalarıyla
yüklü bir serüven örgüsünü çözdükten sonra, senaryonun karanlık koridorlarını
aydınlatabilmesi için elinde oysa günlüklerden başka bir şey yoktu. Sonra
gazeteci dostunu aramaya karar verdiği 7 Temmuz pazartesi günü dışarıya çıkıp,
daha sonra da ortadan kaybolan bir insandan daha söz ediyordu Cemşid, hayali
daha başka kahramanlar olup olmadığını şimdilik bilmese de Cendel, günlüklerin
sonuna yaklaştıkça yeni kahramanlarla karşılaşacağını, akrostişleri, başka
kadınlara yazılmış ateşli mektupları, kaybolmayla ilgili masal parçalarını,
ayna öykülerini, sonu gelmez o yokluk ve kıtlık günlerini çarpıtarak masal
şablonu haline getirmeye çalışan üniversite talebelerini, sevmiş ama sevilmemiş
gençleri, gözü yaşlı anneleri, bir süre susan ve sustuktan sonra da konuşmaya
takatları kalmamış gibi davranan kürsüdeki hatipleri -papağana benzetmiş miydi
gerçekten Cemşid? O zamanki gibi sanki
yeni keşfediyormuşçasına nasıl da heyecanlanmıştı. Kitaptaki altı çizilmiş
cümleleri bir bir kendi de okumaya başladığında akşamın ne de çabuk olduğunu
anladı ve Cemşid’in daha başka hangi takma adlarla ortaya çıktığını bulmaya,
bulunca da bunları Şehrinaz’a bir bir anlatmaya karar verişi aynı zamana denk
gelmişlerdi. Cendel, araştırmalarının kesintisiz sürmesi için.. "Bu takma
adlarla fazla oyalanmamalıyım!” derken, ne kadar haklı olduğunu birilerine
neden anlatmak ihtiyacı duyduğunu kendine bile açıklayamazken, kapının zili
çalmıştı.
cemal çalık
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.