Çıkrık ne kadar sağlam olursa olsun, kolları güçlü olmayan adam kuyunun derinliklerindeki suyu yukarı çekemez.” Mustapha Méditerrané
Zamanın aynalara yansımayan köşklerinde oturtup durduğumuz, bize sezdirmeden büyüyüp giden içimizdeki biz, doğmamış olanların doğup büyüdükleri ve bizim eskiden durduğumuz yerlerde durmaya başladıkları zamanlarda ve onların diri, heyecanlı seslerini duyar olduğumuz anlarda uyanır. Bu uyanma öyle sıradan bir uyanma değildir tabi. Tıpkı bu uyumanın sıradan bir uyuma olmaması gibi. Galiba, bir yaştan sonrası ciddi bir uyanma dönemi her açıdan. Kapı kulplarını tutup sarsmak için sahici bir uyanma dönemi. Bu uyanışta içimizdeki biz, genç insanları görüverir birdenbire ve şaşkınlıkla içimizdeki bize, karşımızda onlar varmış gibi seslenir: ”Siz ne zaman büyüdünüz? Biz ne zaman eskidik? Ne haldesiniz? İyi yetiştiniz mi? Sahiden biz sizi yetiştirebildik mi? Yoksa siz de bizim gibi tırnaklarınızla kazıya kazıya mı geldiniz bizim eski yerimize?. Yoksa, evet yoksa bizden bazıları gibi kuyruğuna mı yapıştınız heveslerin, kuklaların?” Dersiniz. Gençlerin çoğunluğunun vakit geçirdiği yerleri gördüğümüzde alacağımız cevapların bizi uyandığımız andakinden daha fazla sarsmayacak olması mümkün mü? Şaşkınlıkla dönüp durduğumuz yerde şaşırmış olmak bedbahtlığını kendimize yakıştırmayacağız da ne yapacağız? Her şeyin sorumlusu bizdik, biziz. Bizden öncekilerdi. Sıra sıra atalardı; ama artık onlar birer ölüydü. Biz de ölü namzetleriydik. Genç dirilerin ne halde olduğunu onlara göstermeliydik ölmeden önce. Sonrakilerin ataları olacak olan bizler bu girdabın çıkış noktasını gösterebilmeliydik gençlerimize.
Zamanın aynalara yansımayan köşklerinde oturtup durduğumuz, bize sezdirmeden büyüyüp giden içimizdeki biz, doğmamış olanların doğup büyüdükleri ve bizim eskiden durduğumuz yerlerde durmaya başladıkları zamanlarda ve onların diri, heyecanlı seslerini duyar olduğumuz anlarda uyanır. Bu uyanma öyle sıradan bir uyanma değildir tabi. Tıpkı bu uyumanın sıradan bir uyuma olmaması gibi. Galiba, bir yaştan sonrası ciddi bir uyanma dönemi her açıdan. Kapı kulplarını tutup sarsmak için sahici bir uyanma dönemi. Bu uyanışta içimizdeki biz, genç insanları görüverir birdenbire ve şaşkınlıkla içimizdeki bize, karşımızda onlar varmış gibi seslenir: ”Siz ne zaman büyüdünüz? Biz ne zaman eskidik? Ne haldesiniz? İyi yetiştiniz mi? Sahiden biz sizi yetiştirebildik mi? Yoksa siz de bizim gibi tırnaklarınızla kazıya kazıya mı geldiniz bizim eski yerimize?. Yoksa, evet yoksa bizden bazıları gibi kuyruğuna mı yapıştınız heveslerin, kuklaların?” Dersiniz. Gençlerin çoğunluğunun vakit geçirdiği yerleri gördüğümüzde alacağımız cevapların bizi uyandığımız andakinden daha fazla sarsmayacak olması mümkün mü? Şaşkınlıkla dönüp durduğumuz yerde şaşırmış olmak bedbahtlığını kendimize yakıştırmayacağız da ne yapacağız? Her şeyin sorumlusu bizdik, biziz. Bizden öncekilerdi. Sıra sıra atalardı; ama artık onlar birer ölüydü. Biz de ölü namzetleriydik. Genç dirilerin ne halde olduğunu onlara göstermeliydik ölmeden önce. Sonrakilerin ataları olacak olan bizler bu girdabın çıkış noktasını gösterebilmeliydik gençlerimize.
Üniversite’nin o esrarengiz haşmetiyle hem dem olduğumuz vakitler de; ”Eğer bir devlet adamı, bir siyasetçi seçilecekse üniversite gençlerinden seçilmeli”, derdim. ”Meclis 20-35 yaş arası gençlerle dolu olmalı”. Bana göre o vakitler -89-93 arası-, gençlerin duru görüleri, kirlenmemişliği seçip alabiliyordu bataklığa saplanmış bir ülkenin resminden. Onlar çözüm üretebiliyorlardı. Onlar, karanlığı hissettikleri halde karanlığın ellerini görmedikleri için ışığı başlarının üzerinde taşıyacak kadar cesurdular. Çünkü; onlar 80 ihtilâlinde ilkokulu bitirmek üzereydiler; ölüleri sokak aralarında görmüşler, silah seslerini kovboy çatışmalarıyla kıyaslayarak anlamaya çalışmışlardı. Ve onlar kavganın ölümle sonuçlandığını o zaman öğrenmişlerdi. Fark ettikleri bu acı gerçek onları şok etmişti. Kavgalar ölüm getiriyordu. Şaşkındılar. O güne dek, oyun arkadaşlarıyla kavgalarını, sadece onları yere yıkmak ve onların sırtlarının üst-orta kısmını yere değdirmeye çalışmak olarak algılıyorlardı. Kavga onlar için yumruk değildi; burun kırmak değildi; öldürmek değildi. Hele yerdekine tekme vurmak hiç değildi. 80’den önce şahit oldukları her şey onlara ölümün ne demek olduğunu öğretti. Sonu en fazla ölüm olan kavgalara, izleye izleye alıştılar. Bu, söylenenlerin aksine, onların yüreklerini ölüme karşı korkusuz kıldığı gibi, ölümün karanlığını tatmış olanların yaşadığı en büyük tecrübeyi yaşamalarına sebep oldu. O erken yaşlarda hayattaki en temel gerçeği anladılar; İnsan hayatının önemini. Sağcıların ve solcuların hazırladıkları ölüm listelerini, kurtarılmış mahalleleri, karşı kutuplarda karanlıklarla bezenen kardeşlerin aynı evde yumruk yumruğa kavgalarını unutmadılar.
Bugün kavgayı seçmeyen onlar, birer yetişkin olarak, kavgayı seçmeyen siyasi partilere oy veriyorlar. O eski çocukların çocukken verdikleri o güzel kararın etkileri hâla sürüyor,sımsıcak sarıyor bu ülkenin her tarafını. İnsan’a, kendilerine verdikleri önemi yaşamaya devam ediyorlar… O nesil, ülkenin bugün iyiye giden yollarına döşenen taşları sessizliklerin yaygarasız derinliğinde döşediler. Bu ülkenin vakarı, onların sırtında yükseldi. İş buldular, iş kurdular, okudular, yazdılar, okuttular. Onlara 'Özal Gençliği' diyerek küçümsüyor, eskiler. Oysaki onlar Özal’la dinozorların ölümüne şahit olmuşlardı. Onlar Özal’la geçmiş ve geleceği mukayese edebilmek gibi bir derin tecrübeyi erkenden yaşamışlardı. Farkı fark ediyorlardı. Onlar Özal’da eskilerin göremediklerini görüyorlardı. Onlar Özal’la cesareti de öğrenmişlerdi. İhtilal mızraklarının ortasından çıkıp gelen Cuma Ezanlarına duyulan saygıyı yeşerten o adamın cesaretine, onun cesaretini ödünç alarak selâm duruyorlardı. İşte şimdi burada, içimizdeki biz’e sorulacak soru şu olmalıdır: ” Özal’dan emânet alınan o içi dolu cesâreti, biz yeni nesle aktararak emâneti sahiplerine teslim etmiş olduk mu? Yoksa 80 öncesi câhil cesâretini mi mirâs bırakıyoruz?”
Çok okuyan, çok izleyen; ancak bir yarış atından azarlana azarlana yüzsüzleşmiş bir uyuz mahalle köpeğine dönüşen çocuklarımıza baktığımızda ne görüyoruz? Saygı ve sevgiyi kaşarlanmış televizyon dizisi karakterlerinden öğrenmelerine izin verdiğimiz o güzel masum çocuklarımız, bilgisayar oyunlarından ve üçüncü sayfa haberlerinin tüm ayrıntılarıyla işlendiği televizyon ekranlarından etkilenerek günbegün değişen ruh halleriyle birden bire uyuz mahalle köpeği olmaktan çıkıp, vahşi, saldırgan ve kıstassız isyankârlara dönüşmesini mi, bu duyguların büyüyerek gençleşmesini mi görüyoruz? Yoksa başka şeyler mi?
Gençlerimizin nasıl yetiştiğinden haberdar mıyız? Üniversitelerimizde neler yaşanıyor? Üniversitelerimizde okuyan gençlerimiz için o eski vakitlerde düşündüklerimizi düşünebiliyor muyuz? Meclisimizi onlara emânet edebilecek miyiz ,onlar 20-35 arası yaşlardayken? Onlar bağımsız fikir üretebilmek için karanlığın ellerinden yeterince uzaktalar mı? Sanmıyorum. Karanlığın elleri en çok inandıklarının içinden fırlıyor akıllarının üstüne. Paramparça edilmiş saygı, takatten düşmüş sevgi, istikâmetini yitirmiş olduğu halde bunun farkında olmayan bir genç için ne anlam ifâde edebilir ki? Üniversite kantinlerinde, kahkahalar ve küfürler eşliğinde, kurtulmuş olmanın getirdiği rahatlıkla verilen genç fetvaların, okunan fermanların haddi hesabı belli mi? Gençlerimiz hangi karanlık ellerin oyuncağıdırlar yine? Yoksa biz vehimlerle mi yaşıyoruz? Atalarımızın korkularını mı taşıdık bugüne? Gençlerimize biz kılavuzluk yapamadığımıza göre, onların kılavuzu kim? Biliyor muyuz?
Gençlerimiz büyük bir salgının, bizden biraz daha genç olanların, yüksek kibirleriyle getirip bulaştırdıkları bir salgının pençesindeler. Helenistik kültür goygoycuları ile Batı felsefesinin mukallitleri olmaktan başka bir özellikleri olmayan kendini beğenmiş, ancak Kur’an’ın ve Peygamber’in ışığından beslenmeyi bir süreliğine erteleyen Müslüman kimlikler bulaştırıyorlar bu hastalığı. Sanat ve felsefe kaygısı içinde, ölü düşünürlerin fikirlerini tartışmaktan hayatı tanımaya ve yaşamaya vakit bulamayanların çizdikleri yolda ilerliyorlar. 80 öncesi solcu gençlerin içerisinde yanıp durdukları ateş onları da sarmış durumda; hem de 30 yıllık gecikmeyle. Yaşadıkları toplumu ıskalayan ve ürettikleriyle sınırlı sayıda insana hitâbeden onlar, karanlık mı aydınlık mı olduğu belli olmayan ellerin ileri sürdüğü yeni kılavuzlar mı yoksa? Ne kadar bizden uzak dil, o kadar bizden kurban. Yeni trend bu mu?
Çok okuyorlar, ama ne okuyorlar? Çok tartışıyorlar; tartıştıkları şeylerin ne işe yaradığını bile bilmeden. Sadece üstün gelmek adına bağırıp çağırıyor ve haklı olduklarını, haklılıklarını kanıtlamadan ısrarla vurgulayıp duruyorlar. Kırıp geçiriyorlar, dönüp özür dilemiyorlar. Altta kalmak onlar için yok olmak demek. O kadar ucuza indiriyorlar kendilerini. Erdem sandıkları şeylerin hemen hepsinde yanılgı içindeler. Üretmiyorlar, sadece çene çalıyorlar. Biz de onların iyi şeyler yaptıklarını düşünüyoruz. Oysa görebiliyor muyuz, bilmiyorum; yanlış bir yolda bunalımlarla boğuşuyorlar. Büyük bir aczin içinde, farkında olmadan bizden yardım bekliyorlar. Kendi kibirlerini aşamadıkları için bizden yardım da isteyemiyorlar. Bizim uyarmak dışında yapabileceğimiz bir şey yok; ne fayda,uyarılarımızı da umursamazlar. Biz onlara yardım edebilecek olsaydık, onları öyle yetiştirmezdik. Demek ki; biz de 80 öncesinin bize yaşattıklarını derinlerde bir yerde gömmüşüz, uyumuşuz; onları anlatmamışız. Kavganın uzandığı ana yüreklerini açıp gösterememişiz. Yazamamışız, konuşamamışız. Biz kavgadan uzak kalarak gençlerimizi kavgadan uzak tutacağımızı sanarak yanılmışız. Bu gün onları bu halde görünce, kendi varoluş mücadelemizde, kendi içimize kapanıp kaldığımızı fark etmiş olmak ne kadar acı! Onlar bizim bıraktığımız boşlukları başka şeylerle doldurmuşlar. Onlar bizim yazamadıklarımızı, başkalarının yazdıklarında arıyorlar. Mukayeselerimizi onlara anlatmadığımız için mukayese edebilecek bir şeyler arıyorlar. Yakın geçmişi, bizim geçmişimizi umursamıyor; bizleri değersiz birer dinozor olarak görüyorlar. Tamamen haksız da sayılmazlar, ama bizim getirdiğimiz yerde duran bu ülke, geçmişten çok daha iyi. Bunu anlamaları için kendi suskunluklarımızdan vazgeçmeliyiz. Onların geleceği adına, onlar için iyi olanı biz biliyoruz belki, ama bırakalım onlar da seçebilecekleri şeyleri görsünler.
Romantik filmlerin gözlerimizde bıraktığı nemi de özleyecekler onlar. Gözleri kupkuru. Yaşamıyorlar, sıkıştıkları cenderenin içinde kıvranıp duruyorlar. Aile bağlarından habersizler, kaçıp gitmek istiyorlar geceye. Önemsendikleri en derin yer neresiyse orada olmayı tercih ediyorlar. Gencecik ruhlarını pervasız karşı cinsin ellerinde rehin bırakarak birer yaşayan ölüye dönüşüyorlar. Karşı cinste aradıkları şeyler fikirlerden ziyâde bedenlerin hazları. Eş seçemiyorlar. Çevrelerine verdikleri bencilce mesajlardan sonra da eş olarak seçilemiyorlar. Yalnızlığın derin karanlıkların da iblis’e açık kapılar bırakarak yol alıyorlar. Belki de bizden istemeden aldıkları tek lânetli miras bu.
Onlara anlatmalıyız; terslenmeyi, küçümsenmeyi, aşağılanmayı göze alarak. Bizim en büyük ödevimiz bu. Varsınlar bizlere alacaklı olacağımız şeyler yapsınlar. Kulakları duymaya, gözleri görmeye başladığında, bize teşekkür etmeyi akledecekleri bir küçük bir neden bırakalım onlara. Ebeveynlerimizin bize bıraktığı nedenlerin boyutlarına bakmadan onları rahmetle anıyorsak, biz de rahmetle anılacak işler yapalım. Onlara kızsak ta onları sevdiğimizi bilsinler. Bıkmadan usanmadan onlara insan için tek kılavuzun Kur’an olduğunu anlatalım. Sabrı anlatalım. Işıklar külliyen sönmeden
alper selçuk
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.