“Dünyada senden sonra da
yaşayabilecek olan şey sözdür! Sen sözü hor görme!”
Firdevs’i
-1-
Sorun salt sözcüklerden kaynaklanmıyordu elbet. Her şey değişiyordu. Değişmeye direnmek gibi bir şey düşündüğüm yoktu. Ama bir terslik vardı. Hala da var. Örneğin canımı sıkan şeylerden biri de mart ayında kedilerin sessizliğiydi.
“Mart kedileri gibi ne böğürüyorsun!” demenin bir anlamı kalmamıştı. Kalmadı. Hoş kediler böğürmez de.. lafın gelişi öyle denirdi. Kediler artık canhıraş feryat etmiyorlardı mart ayında; hâlâ da etmiyorlar. Bunda bir terslik yok muydu? Bir terslik yok mu? Terslikler karşısında direnemedim. Tamam Sartre amca, sorumluluğu üzerime alayım almasına da.. ya kediler.. bak yine mart ayındayız. Neredeyse geçip gitti.. ama ben yana yakıla dişisine seslenen bir tek kediye rastlamadım. Hazır mamalardan ötürü mü? Dünyanın hiçbir yerinde kedilerin mart ayında feryat etmediğine yemin ederim.. yemin ederim, çünkü; dünyanın her yerinde aynı tip alışveriş merkezleri var ve o marketlerdeki market arabalarından tutun da ürünlerine varıncaya kadar, çalışanlarına müşterilerine varıncaya kadar her şey aynı.. öyle ise burada ağlamayan kedi bir başka yerde niye ağlasın? Bütün kedi severler 09068141250' -pedigree maman- nin ya tavuklusunu ya hindilisini alıyorlardır.. bir şeyler ters gidiyordu. Bunun ayrımındaydım. Öylesine bunalmıştım ki bir şeyler yapmalıyım deyip işin ortasında çıktım odadan.. Bilgi işlem merkezinin dışında bir dünya daha vardı. Marketin içindeki farklı dünyalardan söz ediyorum. Kasap bölümü vardı. Kasabın karısı Şehrazat vardı. Çırağı Pürmaye vardı. Kasap Gave vardı. Adları bire bir öyle miydi dense; kuşkulanırım. Dururum. Ama kasap vardı. Çırağı vardı. Ve Şehrazat vardı. Bir masal dünyasından fırlamış gibiydiler. Ya da.. ben masal dünyasından gerçeklikler dünyasına fırlamıştım. Fırlatılmıştım, yani bir fırlamayım da diyebilirdim ama Ernüvaz Hanım ağzıma biber sürer şimdi. Hem biber sürmese de üzülür. Öyle dediydi bir keresinde.
“Böyle devam edersen beni üzersin!” Yo! Ernüvaz Hanımı üzemem.. varsın ben çıldırayım.. ama o üzülmesin. Kendimi dar atmıştım bilgi işlem merkezinden dışarı. Ayaklarım kendiliğinden kasaphane bölümüne yönelmişti. İradî değildi, oraya doğru yürüyüşüm. Hem Şehrazat ne arıyordu ki kocasının yanında? Kasaphanede ne işi vardı ki? Orda mı çalışıyordu? Çalışıyor olsa da ben bilemezdim ki.. elimde satır kendime geldim. Satıra baktım. Bir süre öylece durdum. Şehrazat’ın sesi geliyordu. Kocası Gave’nin sesi geliyordu. Canımı yakıyorsun, diyordu. Aklını başına al, yanıtını veriyordu Gave. Kasabın çırağı Pürmaye elimdeki satıra gözleri fal taşı gibi açılmış –fal taşının nasıl açıldığını bilmediğimi itiraf edeyim, niye böyle bir tümce kurdum doğrusu bir yanıtım yok. -sanki, gözlerini iri iri açmış elimdeki satıra bakıyordu, desem olmayacak. Tuhaf alışkanlıklar işte- Şaşkındı. Belki ben ondan da şaşkındım. Kasaphanenin vitrinindeki aynanın önünde durup kendi savrulan gölgemin peşinden gittim, görüntüler aleminin içine sürüklendim. Var mıydılar? Gölge miydiler? Yoksa zihnimin birer ürünü müydüler? Kararsızdım. Satır yoktu elimde. Bir kadın belirmişti. Yok bir kadın yılan süzülür gibi kayıp gidiyordu gözlerimin önünden.. Bak dense bir yılan nasıl süzülüp gider onu hemencecik betimleyebilirim. Sözün özü “yılan gibi süzülme” tümcesinin bizatihi bir nesnesi bende var. Alışkanlıkla söylenmiş bir şey değil. Yılanlar içinde büyüdüm desem; elbet yalan olur. Ama çok yılan gördüm. Siyahından beyazına kadar çok yılan gördüm. O siyahlara bürünmüş kadın yılan gibi süzülüp gidiyordu kasaphanenin beyaza boğulmuş holünde. Kaybolup giden anılarıma kederli gözlerle bakan o siyah giyinmiş kadını, beyaz koridorluğun başına kadar izleyen Şehrinaz, beni kuruntu yapmakla suçluyordu..
"Cemşid, bak! Kimse yok.... Yine hayal görüyorsun herhalde!” kendini tümsek aynada seyreden kadın beni görünce afalladı, benden kaçmak istediği aşikardı. Şehrinaz aynanın sütresinde durmuş o kadınla bana bakıyor ses bile çıkarmıyordu. Döne döne açılan nokta başka insanları da gölgeleriyle içine almıştı, neye benzedikleri belli olmayan, masallardan, evet, eski zamanlarda kalmış artık, Şehrinaz tükenmiş görüntüdeki kılıklarından savrulup da buralara kadar gelebilmişlerdi, sonunda yine kendi yokluklarına çekileceklerdi hiç kuşkusuz.. belki de biraz daha sokulup düşlere, yakınlarına gittiğimde babaannenin anlattığı divlerden biriyle karşılaşmam içten bile olmayacaktı.. ne var ki; buraya nasıl düştüğümü, buradan mutlaka bir çıkışın olduğunu ve de eninde sonunda çıkışı bulup oradan kurtulacağımı düşünürken.. siyah duvaklı kadın böğürtüye benzeyen sesler çıkarmaya başlamış, ürkünç yaratığın pençeleri arasında can vermekteydi. Bütün bunlar çocukları uykusunda boğan Alkarısı'nı getirmişti aklıma! işte bunlardan sıyrılıp Pürmaye ’ye yeniden bakmaya yeltenişim, beni, yine kendime bağlamıştı; kendimden dışarıya çıkmak istiyor bir türlü beceremiyordum.. dışarı çıksam, başka bir insan oluvereceğimi biliyordum, rüyalarıma giren karanlık yüzlü kişinin belki de ondan başkası olmadığı kesinleşecekti.. o korkunç, o eli kanlı cani oluvermekten korkuyordum. Bunları aklıma sokanın kim olduğu o kadar önemli miydi gerçekten? Bunlar bir yerde Dehhak Döngel’in anlattığı korkunç öykülerin bir yansıması olmalıydı, yoksa böyle şeylerin artık geçmişte kaldığını, yaşanan çağın gerisinde kalmış şeylerle kafamı neden böyle bozduğumu anlayamıyordum doğrusu.. ama Pürmaye, hala oradaydı, kendi tenini bulduğunda, bana, orada ne yaptığımı soran bakışlarla camın ardından bakıp durmaktaydı. Gave adlı bir kasabın yanında ne aradığımı, karısından başka derdinin olup olmadığını, daha buna benzer can sıkıcı sorularla niye uğraştığımı anlayamayan bir yüz ifadesine bürünmüştüm. Aynada kendimi hayretler içinde süzüyordum. Dehhak Döngel’in anlattığı şeylerin boy aynasında, nasıl yol alacağımı şaşırmış gibi sürekli ileriye bakıyordum. Bunlardan kurtulmalıyım , ama nasıl diyordum kendi kendime.. aynanın karşısından nasıl çekilmeliyim ve onu alt etmeliyim? Ancak böyle kurtulabilirdim. Aynaya bakmasam, holde yürümeye devam etsem her şey düzelecek gibime geliyordu. Ben kimdim? Ben yaşıyor muydum? Bir zihnin ürünü müydüm? Yaşadığım her şey Dehhak’ın zihninde olup biten şeyler olabilir miydi? Dehhak bir oyun yazacağını söyler dururdu. Yok ben Dehhak değilim. Adım Cemşid. Şu garip tecelliye bakın ki Cemşid’i tahtından eden Dehhak’la benim de başım beladaydı. Ernüvaz Hanım olmasa.. bir senaryonun kişisi olduğuma hükmedip bir köşeye çekilebilirim. İşte apaçık başka birisinin ağzıyla konuşuyordum.. sanki ben, artık başkasıydım, kendim değildim, kendim olmaktan dışarı çıkmıştım, olsa olsa Dehhak’ın yazmaya çalıştığı senaryodaki kasap olabilirdim, hepimizi bu kadar etkileyebilecek kadar nasıl bir sihir vardı elinde o insanın, gerçekten de akıl sır erdiremiyordum.. Şu anda içimin boşatıldığını duyabiliyorum, bana yeni bir ruh ve biçim verildiği sonu belli olmayan bir arenadayım sanki.. ne kadar acınacak bir halde olduğumu anneme ağlayarak anlatabilirdim ancak, içimi böyle dökebilirdim. Karanlıkta bir an yüzünü seçer gibi olduğum kadın, sırf ben içimi kusayım, rahatlayayım ve de eski ‘Cemşid Ulu’ olayım diye, çıkıp gelmişti.
Beni, kalfanın yanında bağrına bastırarak bağışladığını söylemişti. Anlayışla karşılanacak bir gerilim yaşadığımı, hepsinin artık geçtiğini biliyordu, karımın da bunlarda bir parmağının olduğunu düşünmüştü, İstanbul’dayken de onu gözü hiç tutmamıştı ne yazık ki, ama ne yapsın bir kere olmuştu, artık geriye dönülmezdi, onu da anlayışla karşılamalıydım..
"Kendine geliyorsun!” dedi Şehrinaz, "Bütün bunlar bir hayaldi!”
Babaanneye baktım, iri kulakları olan yaratık dizlerinin dibinde oturmaktaydı. Yaşlı dul kadın "Uslu durmazsan bu dive verir ham yaptırırım seni" derken.. Şehrinaz’ın suratı asılmıştı. İri kulaklarıyla oynayan kadının "Cücelik de sana pek yakışırmış, cücelik hem de sana çok yakışırmış ...." sözleri kulaklarımda çınladığında iyice şaşırmıştım, gözlerime inanasım gelmiyordu. Dedim ya belki de bütün bunlar Dehhak Döngel’in başı altından çıkıyordu.. "Benim gerçeğimi bozmaya kimsenin hakkı yok!" diyecek oldum bir an.. Ama Pürmaye hala oradaydı, camın ardında bana bakıp durmaktaydı, beni, böyle kuruntulu bir kasap halinde yakalamak çok hoşuna gitmiş gibi, sanki bu halimle eğleniyormuşçasına bir yere de kıpırdamıyor, hep bana bakıyordu.
*** *** ***
Sinemaya gitmeye karar verdik. Daha doğrusu Şehrinaz istedi. Hiç keyfim yoktu.. ama kırmazdım. Kıramazdım Şehrinazı.. sinemada aradığımı bulabilir miydim? Ya orda da görüntülerin saldırısına uğrarsam.. uğrayacağımı biliyorum. Hem daha kesif.. daha yoğun.. daha kesif daha yoğun.. iki sözcük de aynı anlama geliyor, biliyorum, biliyorum ama çalındı sözcüklerim burada karıştırıyorum. Sözcüklerimin çalınmasında filmlerin oldukça önemli bir yeri vardı. Hani şair;
“Beni bu havalar mahvetti” diye sızlanmış ya.. ben de;
“Beni bu filmler mahvetti!” diye sızlansam yersiz olmaz. Daha çocuktum ilk sinemaya götürüldüğümde; hem de “kovboy” dedikleri türden bir filmdi. Ortanca amcam –üç amcam vardı-
Babamın ikazlarına kulak tıkamış; 21 matinesine, arkadaşı Canip’le birlikte güneş sinemasına götürmüştü. Altı yaşında var, yokum. Öyle olmalı ki, henüz okula gitmiyorum. Abim gidiyor. O ilkokul 3.sınıfta. Amcamın onu sinemaya götürmeyişinin sebebi de, sabah okula gidecek olması. Demek ki; ben gitmiyorum. Her neyse.. gittik. Aman Allah’ım.. o atlar nasıl üzerime üzerime geliyor. Âl-i Osman’a sinema geldiğinde de kocaman adamlar benim yaşadığım halet-i ruhiyeyi yaşamışlar. Gelen tren karşısında yerlerini terk etmeyişlerinden bahsedenler olmuş.. böyle bir bilgiyi yeni öğreniyorum.. sonradan kendime kızışımda ne kadar yersizmişim. Ben kendi elimden neler çektim ya. Bak Sartre amca sorumluluğu kendi üzerime alıyorum. Puanı mı isterim. Şimdi atların üzerimize üzerimize gelişi karşısındaki hem korkak hem cesurane duruşumun olağan bir hal olduğunu fehmedebiliyorum. Korka korka Şehrinaz’la sinemadan içeri girdim. Atlar olmayacaktı biliyorum. Hem beyaz perdede ölenlerin de mahsusçuktan öldüğünü öğrenmiştim. Bunu çoktan öğrendim. Ama.. ama şimdi daha berbat.. o beyaz perde denilen yerden niceleri çıkıp yanıma gelmiştir, gelir.. kimi gırtlağımı sıkmaya, kimi kalbimi durdurmaya yeminli gibidir.. Şehrinaz gelmeyecektik. Getirmeyecektin.. Bugün hiç havamda değilim. Sahi sen var mısın? Varsın ve benim eşim misin? Kasabın karısı Şehrazat’la bir ilgin, benzerliğin yok değil mi? Bak.. bunu gizlice kulağıma fısıldasan da olur.. beni buraya sen getirdin.. Seninle gelişimde bir kastım yok. Sen getirdin.. Bir kastın varsa da.. Tanrı şahidimdir ben masumum!
-II-
Beyaz perdede beliren yüz annemin kılığına girerek yanıma kadar gelmişti. Beni sıcak, yumuşak kolları arasına almak için ellerini uzatıverince, yine aynı şakayla karşı karşıya gelmek istemedim, hayalimdeki kasabın yüzüne baktım.. Geri dönmek için çırpınıyordu.
Benim yerime hareket etmek için birilerinden emir almış gibiydi .. "Ben ne yapayım, görüyorsun? Ben de bir emir kuluyum .." diyordu. "Yok daha neler!” dedim, "Bütün bunları nereden çıkarıyorsunuz?."
Kapının girişindeki karanlık holde, konuşması için onu bekliyordum.. sinema salonunda bir o ve ben vardım sanki; seyirciler yumuşak koltuklarında bir kukla gibi, sanki her şey yerli yerinde mesajını vermek için oradaydılar, ilk önce filmin yazıları perde de yansımıştı, çıt bile çıkmıyordu, ama o kadını, “ben senin annenim” diyen, “nasıl tanımazsın beni?” diye bana sitem eden kadını daha önce bir yerlerden anımsıyordum, onu nasıl unutabilirdim ki hem; Liz Taylor’du, bir iyilik meleği gibi üzerime geliyor.. "Korkma ...." diyordu.. "Bütün bunların düzelmesi için ne lazım geliyorsa, ne gerekirse yapacağım, sen yeter ki canı sıkma Cemşidim!" O karanlık sesiyle yine beni üzerine üzerine bastırarak koruyucu kanatları altına aldığını göstermeye çalışıyordu sanki.
"Bakın, durun biraz.." diyecek oldum bir an, "Ben o kasap değilim, anlayın ne olursunuz? Beni öteki kasapla karıştırıyorsunuz... Ben o Cüce kasap değilim, İstanbul’u bile görmedim hayatımda, atları sevdiğim doğru, köydeyken hep atların rüyalarına daldığım da doğru, ama bakın, bu işte bir terslik var! Sizi de ilk defa görüyorum... Liz misiniz, ne iseniz, sizi de ilk defa görüyorum desem yalan olmaz...." Hepsi bir karede nasıl toplanmışlardı, yoksa gerçekten aklımı mı kaçırmıştım? Babaannenin, "Oğlum aynalara fazla bakma! Aynaya fazla bakmak iyi değildir, uğursuzluktur sonu!' sözleri kulaklarımda çınlarken, bu karede kapanıyordu. "Uğursuzluk, bırak!" diyordu biri, "Çekil başımdan!'
"Sakat at geldi mi?” diye soruyordu Dehhak. Gözlerimde esen öfkenin tozları silinip gitmemişken, çocukların onu burada böyle görmelerini istemeyen pozlardaki insan hapşırığından sonra, burnunu silip de ona dönerek, Liz'i unutmuş, büyük halayı da, o ucube köşkü de bir daha anıp çocukların aklına sokanların düşünmesi gerekiyormuş gibi, burnumu bir sağa bir sola oynatmayı unutmayıp.. "Daha gelmedi, efendim!" dedim. Acılı sesim yankılandı bir iki kasaphane ‘nin duvarlarında. Dehhak Döngel çekilip giderken, son günlerdeki gerginliğime bir anlam veremeyen bakışlarını da yanında alıp, götürmüştü. Pürmaye ‘nin nereye saklandığını bulmaya çalışır gibi tezgahın altına bakmıştım, vitrinin parlak camları gözlerimi kamaştırmış gibi öfkeyle başımı kaldırdım, elimde bıçak ""Zıkkımın beşi...." dedim, "Bu ne rezalet?!" Kimsenin kimseye baktığı yoktu, pislik başını almış gidiyordu.
Müjgan kırıntı peynirleri atıştırmakla oyalanıp dururken, ellerimin titrediğini görmemişti, ya da görmüştü de üstünde durulacak bir şey olmadığına hükmederek kendini rahatlatma yoluna gitmişti. Onun için peynir kırıntılarını atıştırmak kadar güzel bir şey olamazdı o anda. Başımı sallayarak öteki tarafa geçtim.
Şehrinaz son günlerde üzerime fazla geliyordu, geçen hafta gittiğimiz film de bunu perçinlediğinden kendime karşı öfke duyuyordum, öfkemin bir yansıması mıydı bütün bunlar yoksa? Kendime hakim olmam gerekirken, kuru hayallerle başını şişirmeye ne hakları vardı?! “Ben artık kendimi tanıyamıyorum”, diyecektim.. “Şehrinaz ne yapsak acaba?”, diyecektim.. karım da bana yardımcı olmak istermiş gibi -buna dünden razıymış gibi-.. -FİLMDEKİ GİBİ- Liz Taylor’un ona sokulması gibi sokulup .. "Üzme tatlı canını Cemşidim!" der miydi? -Onu iyice zıvanadan çıkarırdı bu laflar- “Hayır, bak,” diyecektim.. “Sen bile beni anlamıyorsun meleğim”, diyecektim.. “Çünkü ben köyde doğdum, büyüdüm”, diyecektim.. “Bizim köyü sana nasıl anlatabilirim ki?”, diyecektim.. “Ben bile bazen kendini unutan adam olduktan sonra”, diyecektim.. “Beni anlamalısın bir tanem”, diyecektim.. “Bütün bunları anlayamıyorum”, diyecektim.. -Kenara çekilip biraz soluklandıktan ve etrafı göz kolaçan ettikten sonra.. Ya da her şeyin uyarında gittiğini görüp de, bu kadar endişelenecek bir şey olmadığının ayırdına varıp yüreğimi rahatlattıktan sonra .. Ya da sevgili karım yanı başımda durmuş, beni, munis bir kuş gibi sevip okşarken .. O da, bütün bunlara artık hiç sabrının kalmadığını gösterip boşaldıktan sonra.. -Cemşidin ona nasıl tutulduğunu, nasıl bir tutkuyla bağlandığını, FilmTutkusu'na bunca yıl rıza gösterişinin alkışlanması gereken gurur verici bir şey olduğunu, ama bunda da yine Dehhak Döngel’in bir hinliğinin olduğunu, ama kısa zamanda atlatacaklarını, baba annesinin köyde hep uğursuz bir kadın olarak anıla geldiğini, annesinin nasıl öldüğünü, ona da uğursuzluk bulaşmasa cüce gibi bir piç doğurmayacağını, bu yüzden ondan nasıl da korktuğunu, dedesinin yarım bıraktığı kitabı samanlıkta otların arasında bulduğunda hiçbir şey anlamadığını, ama o kitapta yazılanların yarım kalmış bir rüya kitabı olduğunu, rüyaların insanları nasıl etkilediğini, bazen kafasına o ağrıların girip de -annesi gibi- onu bir yere bırakmayışını, aslında cüce kasabın o olmadığını, Dehhak’ın uydurduğu bir senaryo kahramanı olduğunu, hepsini, evet, hepsini bir bir anlatıp da yine kendi yerini aldığında -sevine sevine- .."Şimdi beni anlıyor musun?” diyecektim.. "Şimdi beni anlıyor musun bir tanem, benim neler çektiğimi anlayabiliyor musun?”
"Neyi?” diye sormuştu Müjgan..
"Hiç!” diyebilmiştim ancak, "Sen kendi işine bak!"
Müjgan, terslendiğini anlayınca huysuz bir at gibi arkasına bakmadan Kasaphaneyi terk etmiş, reyonlara doğru yürümüştü.
Bendeki bu aksiliği, o da anlayamıyordu, bir terslik, vardı mutlaka, ama ne?
"Ama, neyse ne!” demiştim kendi kendime, "Herkes kendi işiyle uğraşsa ya!"
"Herkes kendi işiyle uğraşıyor!' demişti Kiyanus sert bir sesle, "Ama bir sen, kasap efendi.. evet, sadece sen kendi işinle uğraşmıyorsun!" Sanki her şeyi biliyordu, her şeyin farkındaydı bu ses. Kiyanus, müdürümüzdü. Alışveriş merkezinin müdürü. Tükürdüğü yerde ot bitmezdi. Bak, bu deyişin de bende nesnesi var. Nesnesi Kiyanustur. Her ne kadar kendini bazı kimselere ‘Feridun’ diye tanıtsa da, ben onun adının ‘Kiyanus’ olduğunu biliyordum. Tükürdüğü yerde ot bitmediğini de biliyordum.
"Bakın, efendim!" dedim, "Aslında ben, bildiğiniz gibi değil!" Kapı açılınca içeri dolacaklar sandım. Karım Şehrinaz’ın SinemaTutkusu'nu ölçüp bir dengeye oturtamıyorum, diyecektim.. Oradakilerle birlikte belleğimin karanlık koridorluğunda asılı kalmışlardı; kimsenin ilişemeyeceği bir yerde olduklarından bu kadar rahattılar. Karanlık, bir o kadar da ele avuca gelmez yanlarını, her defasında eşeleyip göz önüne sermek, ona kalıyordu.. sonra o ‘Cüce Kasap’ kılığına bürünerek, karşısına geçip bu karanlığı yırtabiliyordu.. sonra da yırtılan karanlığın ortasında bir başlarına kala kalıyorlardı.. hep o konuşsun, diye bekliyorlardı. Sonra ağzındaki laflara göre kendini ayarladığını düşünmesinler, diye bıyık altından gülmüştü de; kendisi olduğunu söylüyordu biri, ama kim?; belli değildi.. “Bu da kim oluyor?”, diye söyleniyordu biri, “her şey yalan”, diyordu sonra Cüce kasap; “hepsi bir hayal ürünü”, diyordu, “yoksa gerçekten böyle bir şey olmaz”, diyordu kendi kılığına bürünmüş o ucube işte.. Ama karım Şehrinaz’a bakarsan, hiç de öyle değildi.
cemal çalık
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.