Kabusa Uyanış 3 - Ayrılış,Umuda Haykırış



Bu zor günlerinde de Veli'nin en büyük yardımcısı, şüphesiz ki yengesi Gara Gelin olacaktı. Gara Gelin lâkabı Garip Ali'den mi- ras kalmıştı!  Ama  o buna hiçbir zaman üzülmemiş, sıkılmamış, hatta hoşuna gittiği zamanlar bile olmuştu...
Veli'nin, bir ölünün arkasından yapılması gerekli olanlarla ilgili acemiliğini, yengesi gayet vakur ve becerikli bir şekilde izale edi- yordu. Yengesinin bu tutumu karşısında gözleri yaşarıyor, ona te- şekkür ediyor; bazen de sarılıp, annem annem diye hıçkırıyordu!


Yengesi bu anne sözünün ne demek olduğunu gayet iyi anlıyor- du. Her ne kadar Veli onu annesi gibi gördüğünü anlatmak, his- settirmek istese de, Gara Gelin çok iyi biliyordu ki; hiç kimse bir ananın yerini tutamazdı. Hele; doyulmamış bir ananın yerini tut- mak, doymamış birine ana olabilmek!...
Garip Ali öleli üç aya yakın bir zaman olmuştu. Veli tayin ha- berini sabırsızlıkla bekliyordu. Bundan sonra onu teselli edebile- cek, acılarını unutturabilecek tek şey ülkesine hizmet etmek, boz- kırları yeşertmek;  binleri, on binleri okutmak, okutturabilmekti. Artık Yeşilvadi'de ne anası, ne babası...
Beklediği müjdeli haber eylül ayına doğru eline ulaşmıştı Ve- li'nin. Evet bu bir tayin haberiydi, hem de kendi kazasının bir kö- yüne. Her ne kadar Yeşilvadi’ye yirmi kilometre kadar uzakta ol- sa, doğru dürüst bir yolu olmasa da, bu habere oldukça sevinmiş- ti. Ah bir de bu müjde, babası ölmeden eline ulaşmış olsaydı!
Veli artık,  görev  yerine  gitmeden;  babasının  vasiyeti  hâline gelen koçu kurban edip dağıtmalıydı. Bir kasap bulup kestirdi ve yengesiyle beraber konu komşuya, fukaralara dağıttı. Sonra gidip anne babasının mezarını ziyaret etti. Her birinin mezarı başında durup düşündükçe değişik duygulara kapılıyordu: Bir yanda do- yamadığı, kokusundan başka hayalinde hiçbir şeyini canlandıra- madığı annesi. Öte yanda; tam ona kol kanat gereceği, onu okut- maya razı olduğu için minnet borcunu ödeyecekken uçup giden babası!...

Perişanköy... Adını yengesinden, Fikriden duyduğu bu köyü daha önce ne görmüşlüğü, ne de gitmişliği vardı Veli'nin. Yeşil- vadi'nin kuzeybatısına düşen bu yüksek rakım köy, yengesinin anne ve  babasının  yüydü. Neredeyse bir kasaba kadar büyük olan bu köye, ancak şimdi öğretmen olarak gidiyordu.
Bir sabah erkenden yola koyuldu. "Önce gidip bir bakayım, da- ha sonra da gelip ihtiy duyacağım eşyalarımı götürürüm" diye söyleniyordu. Bir  süre kestirme yollardan yürüdükten sonra, in- sanları gibi perişanlıktan inleyen toprak araba yoluna düştü. Ola- bilir miydi, bir araç gelip de Veli'nin daha şimdiden için için ç- kırmaya başlayan tabanlarına sus şekeri uzatır mıydı?
İyi olan şu idi ki; Veli yol boyunca değişik düşüncelere dalıyor, bu sayede yorgunluğunu, ayaklarının isyanını pek hissetmiyordu. Acaba yeni yörede, yeni görevde başına neler gelecekti? Güçlük- lerin üstesinden gelebilecek miydi? Her ne kadar kendine güveni- yor, inanıyorsa da; yeni bir iş, tecrübesizlik, değişik âdetler, deği- şik insanlar...
Karababa... Veli'nin ter içinde aşmaya çalıştığı; nice hikâyelere, ıstıraplara konu olm burası, yörenin en yüksek rakımlarından biriydi. Yazın havası hoştu, ancak kışın Allah kimseyi gazabına uğratmasın!
Evet, Veli Karababa'yı dönmüştü. Artık önü bir müddetliğine de olsa  inişti. Tahminine göre de yolun üçte birini götürştü. Bu esnada  arkadan; insana yalnızlık, kimsesizlik, gariplik içeri- sinde yüzdüğünü ihtar eden bir ses işitmeye başladı. İlk irkilme geçince iyice kulak kabarttı ki, evet, bu bir araba sesiydi. Dönüp dikkatlice bakınca; arkadan,  birkaç kilometre gerideki bir döne- meçten bir kamyonun gelmekte  olduğunu gör. Sevinmişti… Eğer arabacı alırsa, muhtemelen Perişanköye kadar gidebilecek- ti. Yolun kenarına çekilip kamyonun  gelmesini bekledi. Yakla- şınca el hareketiyle durmasını işaret etti. Kamyon durdu, ama şo- för mahalli doluydu. Arkada da yük vardı. Şoför kafayı camdan uzatınca Veli:
_ Perişanköy'e gidiyorum. Yolunuz üzeri ise beni de alır mısı- nız?
_ Volla gardaş gidiyoh amma, göriysin işte, araba dolu...

_ Üstüne çıkıp idare ederim.
_ Yük doludur, düşüp müşmiyesin…
_ Merak etme gardaş, dikkat ederim.
_ Peki, eyleyse atla da gidek.
Veli'nin  ayakları  yerden  kesilmiş,  neşesi  de  yerine  gelmişti. Yüklerin  arasında bir yer bulmuş, zgârdan kendini koruyacak bir siper edinmiş, hoplaya zıplaya gidiyordu işte! Bu kimsesizler, sahipsizler yolunda "tükürsen yalanır" asfalt yolculuğu sefası ya- pacak değildi ya.
Neşesi, bir süre sonra yerini hüzne kiraya verdi! Gidiyordu... Baba yurdunu terk ediyordu. Daha doğrusu öyle yapmaya mec- burdu. Bu  aslında karmaşık bir duyguydu: Bir yanda kavuşmak istedikleri, öte  yanda  arkada bıraktıkları. İşte arkalarda bırakma hissi düşüncelerine girince, yıllarca unutmaya, uyutmaya, bastır- maya çalıştığı; anne  babasının dışında bir başka sevdiğini daha geride bıraktığı hüznü, belki de bundan sonra bir daha zihninden asla söküp atamayacağı şekilde  beyninde zonkladı! Evet, o bir başka sevdiğini daha geride bırakıyordu! Bazı geride bıraktıkları- nı bir daha görmesi imkânsızdı. Ama onu bulması, görmesi müm- kün iken; geride bırakması, gerilerde bırakılmaya yol açacak te- şebbüssüzlükle ilerlemesi ne kadar acıydı!...

"Ben de seni seviyorum..."
Veli kendini yalnızlık gemisinde, bilinmeyen bir diyara doğru füzelenmiş gibi hissediyordu. Bu sonsuz kimsesizlik okyanusun- da ona en sadık arkadaş, şüphesiz ki yine hayalleri olacaktı.
Ne kadar da yufka kalpli olduğunu düşünmeye başladı. Öyle miydi,  yoksa sevgi mi doluydu? Acaba şimdiye kadar kaç tane sevgiyle, aşkla kucaklaşmıştı? Daha küçücük bir ilkokul talebesi iken tanışmıştı ne  olduğunu tarif edemediği duygularla, tatlılık- larla şu körpe sevgi  nyası! Sonra ortaokul, öğretmen okulu... Birer birer gözünün önünde canlandırmaya çalıştı ve en son aş- kında takıldı kaldı! Bu öyle bir takılıştı ki, onu; hayal âleminden alıp, ya âlemiyle kucaklaştıracak ve inletinceye kadar da yaka- sını rahat bırakmayacaktı!...
Evet, belki diğerleri gelip geçici, çocukluk aşklarıydı, ama so- nuncusu öyle değildi galiba. Düşündükçe bir tuhaf oluyor, ondan uzaklaşmanın,  onu bir daha bulup bulamayacağının endişesiyle perişan oluyordu. Neden şimdiye kadar onu bulmaya çalışmamış- tı? Neden onun ilgisine gereği gibi yanıt vermemiş veya vereme- mişti? Tamamen kaybediyor muydu onu? Ah şu kötü talih! Belki babası ölmemiş olsay bir yolunu bulup ona ulaşabilirdi. Sonra tayin işi... Şimdi artık büyük bir sorumluluğun altına  giriyordu. Kendisine emanet edilecek minileri yalnız bırakıp, onu aramaya nasıl yollanabilirdi?



Öğretmen okulunda tanımıştı son aşkını. Yıllar boyunca bera- ber,  ay nıfta okumuşlardı. Her geçen gün Veli'ye olan ilgisi artmıştı  Milliyet'in. Veli de ondan hoşlanıyordu. Ay ilin bir başka ilçesinden gelmişti. Hemşehrisiydi. Çalışkan, ahlâklı, idea- list...
Çok kereler  beraber  ders  çalışmışlardı.  Beraber  dolaştıkları, gezdikleri, tozdukları olmuştu. Ama her ikisi de hiçbir zaman kendilerinden,  müstakbel  bir  öğretmenden  beklenen  seviyenin altına  inmemişlerdi. Sulandırmamışlar, bulandırmamışlardı yüce 
sevgilerini, aşklarını. Onlar arkadaş, dost ve birbirlerini derinden seven sevgililerdi. Milliyet ilişkilerini daha da ileri ve ciddî boyu- ta taşımayı düşünmüştü. Ama Veli belki korkudan, belki çekin- diğinden, belki de  üzerinde hissettiği ağır sorumluluktan dolayı kaçınmıştı. Bir babası vardı onun... Kendisinden neler neler bek- leyen binlerce çocuk, köylü, şehirli... Bütün bunların üzerine bir de evlilik, aşk olur muydu hiç? Hem de en  çok sevdiği biriyle! Ya onu mutlu edemezse? Ya hayallerini zemheriye çevirirse? Bu nasıl bir sevmek olurdu? Ya da kendisine muhtaç olanları  mut- suz, umutsuz bırakırsa? Yahut da hepsini berbat ederse!
Bu duygularla ayrılmıştı ondan. Ne bir adres almış, ne bir tele- fon, ne  de bir umut ışıltı vererekten! Ama ayrılırlarken Milli- yet'in gözleri dolu dolu olmuştu! Belki de sadece iki kelime duy- mak istemişti: "Seni seviyorum..."
Milliyet zeki, saygın bir kız olduğu kadar, tuttuğunu da koparan birisiydi. Veli'ye biraz kırılmıştı ayrılırlarken. Onun kafasındaki tereddütleri söker atar, arar bulurdu. Ama hiç değilse o iki keli- meyi de mi söyleyemezdi insan? “Seni seviyorum
"Ben de seni seviyorum..." diyebildi sadece Veli. "Ama ben ül- keme, insanlarıma da âşığım; onları da çok seviyorum. Seni ih- mal  ederim,  mutlu  edemem.  Eğer  seni  çok  seviyorsam,  senin mutsuz olmana sebep olmamalıyım. Lütfen beni anla…" da diye ilave edecekti ki, aşağıdan şoförün: "Perişanköy'de inecek gard, geldük köye" seslenmesiyle,  arabanın fren yaparak silkelemesi birleşince, ancak o birkaç kelimeyi yleyerek mutlu yasından uyanmak zorunda kaldı.
Veli arabadan inince şoföre:
_ Borcum nedir arkad?
_ Bi şey istemez gardaş. Gal sağlıcahla...
_ Teşekkür ederim. Ben bundan böyle bu köyün öğretmeniyim. Yolunuz düşerse uğrayın da bi çayımı için.
Veli, araba gidince yolun bir kenarına çömelip yü inceden inceye süzmeye başladı. Kör topal da olsa şu yolun köyün için- den geçmesi ne bulunmaz bir nimetti. Gün olur o da yapılır, dü- zeltilirdi. Ama yün kıraçlığı onu bayağı üzmüştü. Nerede o Ye- şilvadi!...
Vay be, bayağı da yük bir yere benziyordu! Bu dağ başında böylesine bir köy! Fakat biraz dikkatlice bakılınca, ismiyle ne kadar da barışık olduğu belli oluyordu: Perişanköy, perişanlık!...
Kalkmaya cesaret edemiyordu Veli. Ne yapacağını bilememesi onu,  üzerine  binlerce  ton  yük  yüklenilmiş  gibi  ağırlaştırmıştı. "Vay canına! Öğretmen olmakla kendimi bir şey olm sanıyor- dum. Bak ne yapacağımı bile bilemiyorum" dedi kendi kendine. Biraz ileride, sekiz on yaşlarında birkaç çocuk oyun oynuyorlar- dı. Bir süre de onları izledi. Çocuklar da onu fark etmişlerdi. Kö- ye bir yabancının geldiği  muhakkaktı.  Bir süre sonra içlerinden biri Veli'ye doğru yaklaşmaya başladı. Eee, bu kadarını da anlardı artık. Bu çocuk büyük ihtimalle  ilkokul  öğrencilerinden biriydi. Kara kuru, kafası makasla tıraş edilmiş, üstü başı perişan çocuk, Veli'nin içine güven ve sevgi ışınlamaya başlamıştı. Yanına yak- laşınca:
_ Abey, burda ne yapiysin? Yabancısın degül mü? Kimi ariy- sin?
_ Evet, yabancıyım şimdilik. Ama bundan böyle değil…
_ Nası yani?
_ Bundan sonra köyünüzün öğretmeni olacağım. Adın ne senin bakayım arkadaş?
_ Benim adım Veli abey.
_ Güzel! Benimki de Veli. Demek seninle adaşız.
Küçük Veli sevinç çığlıklarıyla arkadaşlarına doğru koşuştur- du: “Heyyy, yaşasııın! Arhadaşlar müjde! Öğretmen geldi, öğret- menimiz  geldi.” Sonra iki arkadaşıyla beraber heyecanla tekrar Velinin yanına döndü:
_Öğretmenim, eyleyse sizi muhtar emmiye götürek. Nah şura- daki ev onundur.
Veli adaşını sevmiş; onun kendisine yol göstermesinden hem memnun  olmuş, hem de hayret etmişti. Bir küçük, cahil ylü çocuğu ha! "Ey Veli, şu körpe çocuktan iyi bir ders aldın, sen de onlara hayatı vermelisin" diye geçirdi içinden. Küçük Veli ve arkadaşları önde, o  arkada  yürüyorlardı. Çocukların oyun oyna- dıkları yerden geçerken Küçük Veli yine haykırdı: "Heyyy! Öğ- retmenimiz geldiii. Gelin de elini öpün." Çekingen diğer çocuklar da  Velilere  takıldılar.  Bir,  beş on  dakika  kadar yürüyerek muhtar emminin evine vardılar. Küçük Veli kapıya vurdu:
_ Muhtar emmmi, muhtar emmmiii. Öğretmenimiz geldiii. Bir süre sonra kayı açan yaşlıca bir kadın:
_ Ne var Veli, ne bağıriysin?
_ Memnune yenge, Haydar emmi yoh mu? Öğretmenimiz gel- di.
_ Oğlum tarlıya endiydü, birazdan gelür. Geç içerüye baham evlâdım. Şöyle otur da birazcuh dinlen. Muhtar emmin nerdiyse gelür.
_ Sağ olasın Memnune ana...
Memnune ana biraz sonra mutfaktan bir tas soğuk ayranla dön- dü:
_ İç evlâdım, yorğunluğu giderür. Pek de gence benziysin.
_ Evet ana, yeni okulu bitirdim.
_ Nerelüsün sen baham?
_ Yeşilvadi'den.
_ Haaa, şeherden... Bizim torpah. Evlü müsün?
_ Yok ana.
_ Merahlanma evlâdım, o da olur bi gün.
Memnune yengeyle Veli'nin muhabbeti bir süre daha devam et- ti. Çok hoşuna gitmişti Memnune ana Veli'nin. Görünüşte temiz, aklı başında, sözü sohbeti yerinde biriydi. Kanı kaynamıştı ona. Sanki yeni bir anaya kavuşmuştu! Yavaş yavaş endişesi diniyor, kendine güven geliyordu. Evet, bunlar da kendisinden birer par- çay işte. Küçük Veli, Memnune ana, belki muhtar emmi... İşte bu duygular içerisinde dalmışken, kapının dışından:
“Gız Memnuneee. Huuu” diye, sırtında bir yük otla muhtar em- mi sesleniverdi. Memnune ana hemen kapıya koşup muhtar em- miyi karşıladı:
_ Hoş geldün herif. Bi misafirümüz var.
_ Kimdür? Hoş gelmişler ola…
_ Köyümüze yeni bi mallim gelmüş. Şeherden, Yeşilvadi'den. Muhtar emmi sırtındaki yükü indirip kapıdan kafasını uzattı:
_ Selâmünaleyküm muallim beg. Hoş gelmüşsen… Gusurumgalma da şu üzerümü başumu bi degüştürem.
_ Aleymselâm muhtar emmi. Rahatsız ettik sizi.
_ Rahatsuzluh da ne demek be evlâdım, estafurullah. Ben he- mencecük gelürüm.
Muhtar emmi bir süre sonra yeni misafirinin karşısına; bir mu- allime ayıp olmayacak şekilde giyinerek, tıraş olarak dönmüştü:
_ Gız Memnune, misafirümüz acdur, bi şeyler hazurlasan...
_ Muhtar emmi aç değilim. Zahmet etmeyin lütfen.
_ Sus be evlâdım. Sen garışma. Uzun yoldan gelmüşsen. Allah ne  vermüşse beraber yiyelüm. Memnune, gııız, bi de çay goy hele. Sana evlâdım deyünce darulmassun degül mü muallim beg?
_ O nasıl söz muhtar emmi! Ben zaten sizin bi evlâdınızım. Na- sıl istersen öyle söyle.
Bir süre sonra Memnune ana çayı demleyip, yanında da peynir, çökelek, yoğurt, bal, tereyağı... döşeli siniyle geldi. Kendisi eri- ye çekilince, muhtar emmiyle Veli baş başa kalmışlardı. Bir yan- dan atıştırırlarken, bir  yandan da muhtar emmi durmadan sual ediyordu:
_ Söyle baham muallim beg, Yeşilvadi'de kimlerdensün?
_ Bize Garipler derler Haydar emmi.
_ Haaa, o zaman sen Memmet emminün nesisün?
_ Torunu olurum, tanıyor musunuz dedemi?
_ Ne demek be evlâdım! Onu bu ahalide tanımayan, ekmegünü, aşunu yemiyen mü var? Baba dostuydu... Çoh ge getti! Bekir'in mi, yohsa Ali'nin mi oğlusun?
_ Ali'nin oğluyum.
_ Babanı da bu diyarlarda çoh eyi tanurlar. Az mı tutunu, üzü- münü yemişüzdür. Yıllarca çerçülük etti. Son zamanlarda gelmez oldu. Nassı, eyü mü?
_ Babam, sizlere ömür!... Üç ay kadar önce öldü muhtar emmi.
_ Vah, vah, vaaah! Allah irehmet etsün. Çoh üzüldüm vollah. Garibim az çile çekmemüştür gayrı. Ufah yaşta öksüz yetim gal- dı. Sonra anan... Neyse canım Üzme gendi. İnsanoğlunun ba- şuna her şey gelür. Sabır lâzım, gayret lâzım, itikat lâzım...
Hakikaten de bu çay ve kahvaltılık iyi gelmişti Veli'ye. Çok macıkmıştı, yoksa dağ havası mı iştahı mıştı. Ohhh, şu serin havada  da çay ne güzel gidiyordu! Belki de suyundandı. Ya şu çökeleğe, peynire, tereyağına ne demeli. Yoğurtla bal da bir güzel oluyor canım… Enfes kara kovan balından atıştırırlarken, Veli ile muhtar emminin sohbeti iyice koyulmıştı:
_ Muhtar emmi, arı da var galiba?
_ Var evlâdım. Birgaç govan gara petek var. Daha çohtu amma hastalıh geçürdü. Gala gala bu galdı. Beş on kilo çıhiy. Birazını biz yeyük, birazını konu gomşuya veriyoz. Biraz da uşahlara gön- derük.
_ Uşahlar nerede Haydar emmi?
_ İstanbul'dalar. İki oğlan, altı torun… Burada geçinemedüler, çekip gettiler gurbete. Eyi de ettiler. Galsalar perişanlıh... Arazi yetersüz, susuz. Bi şey vermiy. İş yoh, ohuma yoh. Birbirini çe- kemezlük, gavga, gürültü...
Anlaşılan bu muhtar emmi oldukça iyi birine benziyordu. Aklı başında, zü sohbeti yerindeydi. Veli'nin içine bir sevinç, bir gü- ven dalgası sökün etti. ye indiğindeki endişe ve şaşkınlığı kay- bolmuştu. Muhtar emmi ile el ele verirlerse gör ne işler yaparlar- dı. Sonra sözü dönüp dolaştırıp köye getirdi Veli:
_ Muhtar emmi köy galiba bayağı k?
_ Öyle sayulur evlâdım. Beş yüze yahın hane, ama çoğu boş. Bin küsur nufus. Fagat ismü gibün perüşan!
_ Neden perişan?
_ Arazi verümsüz, susuz, kıraç. İnsanlar garnını doyuramiy. Şe- her uzah. Göriysin te, dağın başında yalunuz bi köy. Dru dü- rüst muallim bulunmaz. Ebe yoh, yolu doğru dürüst degül. şın beş altı ay gapalı galur bu yollar. Hasta olan, yolda galan... Her sene bir iki gişi hastalanarah ya köyde, ya da yolda ölür. Gaç tane olmuştur bülmem kü; doğururkene ya bebegi, ya da gendüsü ölüp giden!
_ Anlaşılan çok çalışmamız m muhtar emmi. Uğraşıp bura- yı bir nahiye yapmamız gerek. O zaman ebe de verirler, belki de sağlık ocağı  bile açılır. Köyün başka öğretmeni var mı muhtar emmi?
_ Ne gezer be evlâdım! Bi tene gız ögretmen vardı, o da mayıs ayında tayinünü aldurup getti.
_ Kaç tane talebesi var okulun?
_ Yüzü aşgun.
_ Çocukların hepsi okula gidiyor mu?
_ Yoh be, nerdeee! Belkü yarusu...
_ Yaaa! Bu çok kötü işte… Öyleyse ikimize de çok iş düşecek muhtar emmi.
_ Ne yapabülürük muallim beg biz?
_ Çocukların hepsini okula göndermek için çalışacağız.
_ Bu heç te o gadar golay degül be evlâdım. Çoğu perişanlıhtan gönderemiy. Bi de cahalet var. Gız çocuhların çoğu ohula get- miy. Uğraşsah da pek bi şey çıhacağını sanmim. Sonra bizim ağa da pek dellenür!...
_ Neee! Köyde ağa da mı var muhtar emmi?
_ İşte eylesüne bir ağa canım... Senün anlayacun; dışı senü, içi benü yahar" cinsten. Belâ bir adamdur Seydo Ağa suyundan huyundan  getmezsen. yün çoğunu maraba olarah çaluşturur. Birçoh iti köpegi vardur. Vurdu gırdı, gan, zyaşu... Amma bi var ki mert, deliganlı adamdur doğrusu damaruna basmazsan.
_ Kan davası da var mı yoksa köyde?
_ Perişan dediydüm ya... Perişanlıh sade parayınan, pulunan ol- miy ki. Cahalet en yük perişanlıh. Nice babayigitler bu gan da- vası yüzünden boşu boşuna devrüldü getti!...
***
Akşam yaklaşıyordu. Veli köy hakkında epey bilgi edinmişti. Hem karamsarlık, hem de başarabileceği ümidiyle kafası epeyce karışmıştı. Muhtar emmi ona bayağı destek olacağa benziyordu. Zaten dedesini,  babasını tanıdıklarına göre; bir dost, bir tanıdık gibi  yardımcı olmaları  da  gerekirdi  doğrusu.  Köyde  gör  daha kimler babasını, dedesini tanıyıp ahbap çıkacaklardı? Ama prob- lemler de oldukça çok ve büyük görünüyordu: Koca bir köy; ne- redeyse yarı okula gitmeyen, ya da  gönderilmeyen, gönderile- meyen çocuklar. Kan davası, ağalık, ebesizlik,  kapanan yollar... Biraz daha muhabbet ettikten sonra muhtar emmi:
_ Veli, evlâdım, sen şu içerükü odaya geçüp birazcuh uzan. Yol yorğunusundur, dinlenürsün. Biz de yengenle ahurun işlerünü ya- pıp  dönelüm. Şimdi çoban gelür. İrahatına bah. Yabancu gibün davranma gayrı.
_ Peki muhtar emmi. Siz işinize bakın.
Gerçekten de kısa bir şekerleme Veli'ye iyi gelmişti. Muhtar emmi ahırın işini bitirip büyük odaya geçmiş, misafirlere has lüks lâmbasını  yakmıştı. Muallim beyin geldiği yün her tarafında fısıltı  hızıyla  duyulmuştu!  Duymayanlar  da;  “muhtar  emmüde löküs yanduğuna görem bi gelen olmuşdur” deyip, birazdan sö- kün ederlerdi. Muhtar emmi Veli'yi çağırmaya geldiğinde, Mem- nune yenge sofrayı; güzelim bir bulgur pilâvı, ayran, sebze ve yo- ğurtla donatmıştı.
_ Veli, evlâdım. Hadi gayrı, bi şeyler atuşturah. Birazdan kö- yün ahalüsü ahun eder.
Evet, gerçekten de bulgur pilâvı ve ayran bir harikaydı. Karın- larını  doyurduklarında ylüler de yavaş yavaş yeni muallimle- rini görmeye sökün ediyorlardı...
***
Kısa sürede muhtar emminin evi ylülerle dolmaya başlamış- tı. Muhtar gelenleri teker teker yeni muallime tanıtıyor; köyler de Yeşilvadiden, kendilerinden biri olan muallimlerini sevgiyle, sempatiyle  bağırlarına basıyorlardı. Yaşlıların hemen hepsi Ve- li'nin dedesini ve  babası tanıyorlardı. Babasının öldüğünü du- yunca içten üzüntülerini belirtip, teselli ediyorlardı.
Muhtar emmi gelen misafirlere de çay demletti. Uzun süre mu- habbet  ettiler. Gecenin ilerleyen saatlerinde misafirler evlerine çekilince, yine muhtar emmi, Memnune yenge ve Veli baş başa kalmışlardı. Muhtar emmi:
_ Veli, evlâdım, isterüsen yatağunu serelüm de yat. Vahıt epey oldu.  Yorğunsundur. Yarın götürüp ohulu gösterürüm. Anahtar bende.
_ Muhtar emmi, okulu gördükten sonra Yeşilvadi'ye varayım. Birkaç  parça eşya getireyim. Bana kalacak bir de yer bulursun her hâlde o zamana kadar.
_ Evlâdım, işte galacah yer. Gosgoca ev… Zaten yengenle ya- payalnuzuh. Neydeceksün başga yerü?
_ Olmaz muhtar emmi. Size yük olmak istemem. Allah razı ol- sun. Siz  bana destek olun yeter. Yapacağımız çok şey olacak köyde. Lütfen bana ufak tefek bir yer ayarlayın. Ben yine sık sık gelir, sizi yalnız bırakmam.
_ Merah etme muallim beg. Köyde boş ev çoh. Bırahıp gettiler böyük memleketlere.
_ Teşekkür ederim. Umarım yüzünüzü kara çıkarmam.
_ Çıharmazsun, çıharmazsun evlâdım. Ohum adamsun. Hem senün soyun sopun da temüzdür. Gız Memnune, Veli'nin yatağu- nu hazurla da yatsun.
Bir süre sonra Memnune yenge yatağı hazırladığını yleyerek içeri girince muhtar emmi:
_ Veli evlâdım, galh gayrı... Gendi evün gibün rahat ol, he mi?
_ Sağ olasın muhtar emmi.
_ Ben sabahtan erkence galhar ahurun işini halleder, sonra da beraber ohula giderük. Haydi, şimdi Allah irahatlık vere.
_ Size de Allah rahatlık vere muhtar emmi. İyi geceler…
Veli bu dağ köyünün enfes havasında, gecenin ilerleyen saatle- rinde yalnızlık melodileri eşliğinde yatağa girerken değişik duy- gular ve hayaller içerisindeydi. Ona umut veren şeyler yok dil- di: Muhtar emmi, akşamki misafirlerin candan tavırları, dedesinin babasının tanınıyor olması... Ama ya ağalık, kan davası, perişan- lık, verimsiz arazi, okula gitmeyen çocuklar... Bunları da düşün- dükçe derin bir ümitsizliğe kapılıyordu. Tek başına bir muallim bu kadar sorunla nasıl başa  çıkabilirdi? Gerçi bu problemlerin ekserisi çoğu yerde vardı. Fakat ya  ağalık, Seydo Ağa! Düşün- dükçe içini bir korku sardı. Sanki kâbusa uyanıyorm gibi göz- lerini kapadı ama...
Bir türlü zünü uyku tutmuyordu. Genç, tecrübesiz bir öğret- men ne yapabilirdi? Ama daha önceleri o kendine ne kadar da gü- veniyordu! İş başa düşünce başka mı oluyordu ne? Ya bir de Mil- liyet?...
Geçmişini düşündü, gelecekle ilgili hayaller kurdu. Kâh pes et- ti, kâh  üstesinden geldi. O yandan o yana döndü durdu. Bunlar her neyse de, bir süre sonra tahta kuruları vücudunu istilâ etmeye başlayınca!...
Evet evet, gidip Milliyet'i bulmalıydı. Ona en azından hisset- tiklerini anlatmalıydı. O da burada olsa ne iyi olurdu! İki iradesi sarsılmaz neler  yapmazlardı ki... Ya işi aşka meşke döküp de, yapmak istediklerini tamamen perişan, kendi kaderine bırakırsa! Olur mu canım; ne o, ne de  Milliyet yle bir şeye asla izin verirler miydi hiç! Peki onu nerede  bulacaktı? Şurada okulların açılmasına kısa bir süre kalmıştı. Belki de bir başka diyara çoktan tayin olmuştu bile! "Ah akılsız başım! Neden daha önce onunla güzelce konuşmadım ki?" diye, kendi kendine çatıştı durdu. Bir yandan da canını acıtan tahtakurularına veryansın etti. Didinmek- ten bitap düşmüş olarak sabaha doğru tatlı bir uykuya daldı. Artık tahtakuruları bile yorgun düşen bedenini ve beynini uyarabilecek güçte değillerdi!...
Güneş epey yükselmişti. Muhtar emmi birkaç kez Veli'yi uyan- dırmaya  gelmiş, tatlı uykusunu görünce yamamıştı. Sonunda kapıdan kafasını uzatıp:
“Veliii, evlâdım, galh gayrı. Vahıt epey yümüze irehmet getürdün. Sabaha garşu gözel bi ymur yağdı. Hadi, gendine gel de gahvaltı edek.”
Veli pencereden mahmur gözleriyle bir süre etrafı seyretti. Ger- çekten  de güzel bir yağmur ymış, hava mış, güneş ortalığa gülücükler dağıtıyordu. Enfes bir toprak ve ot kokusu...
Yüzünü elini yıkayınca sofraya oturdular. Memnune yenge taze süt kaynatmış, yufkadan sac böreği yapıp tereyağı ile yağlamıştı. Karınlarını bir güzel doyurunca muhtar emmi:
“Hadi Veli Ögretmen, galh bi mektebe gidek” deyip Velinin önüne düştü.
Yol boyunca selâmlaşarak, dün geceden Veli’yi tanıyanların tatlı tebessümleri eşliğinde yürüyüp, köyün ortalarına doğru var- dılar. Muhtar emmi:
_ Aha burası ohulumuz, deyince, Velinin yüreği cızzz etti. Dışı böylesine perişansa içi nasıldır, diye düşündü. Muhtar biraz zor- lanarak kapıyı açıp Veli'yi buyur etti. Evet, içerisi daha içler acı- sıydı. İki nıflı  bu garip okul bakımsızlıktan ağlıyordu! Yerler toz toprak, pencereler desen hak getire... Sandalyeler, sıralar sa- vaş yemiş gibiydi!
_ Burada nasıl ders yapılmış?
_ Gız muallim tek başuna yetmeyünce çocuhların hepisinü bu böyük  sınıfta toplardı muallim beg. Amma çoh sıhışıh oluydu. Bülmem sen nası edecen gayrı?
_ İşimiz zor muhtar emmi. Okulun açılmasına da pek bir şey kalmadı. Hemen gidip yalarımı getireyim de kolları sıvayalım. Bu şartlar altında çok zor öğretim yapılır burada. Şimdilik gide- lim. Ben bir de Musa emmilere uğrayayım. Beni oraya götürebilir misin? Yengemin babası  olurlar. Gelirken bir çıkın da vermişti yengem...
_ Ha şu bizim Musa dayı! Doğru ya, Zeynep senün emminle evlüydü gerçekten. Aha şurası, gel berabar gidek. Eyi insanlardur Musa emmiler.
Musa emmiyle karısı, kızlarından selâm getirildiğini duyunca öylesine sevindiler ki! Yaşlı teyze hanım hemen muhtarla Veli'ye birer tas suk ayran getirdi. Biraz muhabbetten sonra Veli:
_ Musa emmi, kusura bakmayın, Yeşilvadi'ye gitmem gerek. Yengeme  bir diyeceğiniz var mı? Birkaç güne kadar dönerim. Artık köyünüzün muallimiyim.
_ Sağ olasan evlâdım. Bizden de selâm götür. Eyi olduğumuzu söyle. Merah etmesünler.
Allaha ısmarladık deyip ayrıldılar. Muhtar emmiyle beraber yü- rüyorlardı. Bir an önce gitmeliydi. Yapacak çok şey vardı. Dal- gındı. Muhtar emmi Veli'nin dalgınlığını fark edince takıldı:
_ Ne o Veli Ögretmen, temüz havadan ayrılmah senü üziy gali- ba?
_ Hayır muhtar emmi. Yapacak çok işim var. Bir an evvel git- meliyim. Kasabaya da ineceğim. Resmî dairelerde de işlerim var.
_ Şimdük sen gel bizüm evün önünde bekle. Baharsın bi araba ya da motor gelür. Atlar gidersün.
_ Gelip gelmeyeceği belli olmaz muhtar emmi. Ben en iyisi ya- vaş yavaş yüyeyim. Gelirse ne âlâ… Gelmezse, h değilse çok gecikmeden varırım.
_ Peki Veli evlâdım, sen daha eyisü bülürsün. Yolun açıh ola. Dönünceye gadar uyğun bi yer ayarlarum sa. Ama ben gene söylim. Bizimle beraber gal. Biz de yalnuzuh. Yengene de, banada can yoldaşı olursun.
_ Sağ ol muhtar emmi. Ben her zaman yine size can yoldaşı
olurum. Ama kusura kalmayın da, bana bir yer ayarlayın lütfen.
_ Pekeyi, öyle olsun bahalım. Gal sağlıcahla. Gecigmiyesün, ösketmiyesün gendinü…
***
Kararsızlığa doğru yürüyordu Veli! Kafasındakileri netleştir- mek  için  bir hafta kadar bir zamanı vardı. Yeşilvadi'ye inecek, ertesi günü  kazaya inip millî eğitimle görüşecek, yalarını alıp köye dönecek, okulu şöyle bir elden geçirecek... yle toz toprak içinde, yıkık dökük bir yerde eğitim öğretim olur muydu hiç! Pek de kolay olmayacaktı okulu adam etmek. Önü kış... Kırık camlar, dökülmüş sıvalar, sıralar, masalar... Ya Milliyet?...
Yürüdükçe kafası karışıyor, bir türlü zihnini netleştiremiyordu. Gitse  miydi Milliyeti aramaya? Nereye gidecekti? Bildiği tek şey, hangi kazadan olduğuydu. Koca bir kaza... Ne yü, ne de mahallesi belli.  Samanlıkta iğne aramaktan farkı  neydi? Daha önce de ne gitmişliği, ne de görmüşlüğü vardı o kazaya. Yolu da tersti. İnecekti şehir merkezine, oradan da oraya... Sabah erken- den yola çıksa, belki de ancak akşamüstü varabilecekti. Garip bir memlekette nerede kalacak, kime soracaktı? Yoksa gitmese miy- di? Bu sefer de tamamen kaybetmiş olmaz mıydı? Ah bir görebil- seydi! Görüp de; "ben de seni seviyorum, ama..." diyebilseydi!...
Kâh araba  yolundan,  kâh  kestirmeden  ilerliyordu.  Ne  meret ıssız bir dağ başıydı. Hiç mi bir Allah'ın kulu olmaz, hiç mi bir araba gelmezdi!  Yavaş yavaş yorulmaya başlamıştı, ama daha yolun da başında sayılırdı! Tek desteği, tek dostu düşünceleriydi! Daldıkça, ona yorgunluğunu unutturuyorlardı...
Öğle  sıcağı  vurmaya  başlamıştı,  ancak  artık  sıcakların  hızı epeyce kesilmişti. Ara sıra da bu yalnız dağların serin rüzgârları nemlenen rtını yalayıp geçiyordu. Acaba bir karara varabilecek miydi? Nasıl bir karar vermeliydi? Doğrusu neydi? Ben ülkeme, insanlarıma âşığım, deyip unutmalı mıydı? Yoksa bir arama de- nemesine çıkmalı mıydı? Ah keşke bunu bir netleştirebilseydi!
Yine araba yoluna çıkmıştı. Uzaktan bir ses onu alıp çocuklu-
ğuna götürdü. Arkasına döndü, baktı, baktı… Ses yabancı değildi, ama görünürlerde de bir şeyler yoktu. Bu ses; bazı yörelerde olduğu gibi, o yörenin insanlarının da motor dediği, bir traktörün yalnız dağlarda  yankılanan hüzün mbüşüydü. Yolun kenarına çömelip, arkaya doğru  ince eleyip sık dokur cinsinden dikizle- meye başladı. Ses bir azalıyor,  bir çoğalıyordu. Anlaşılan Peri- şanköy civarlarından geliyordu. Bir dönemece girince sesi azalı- yor, çıkınca da çoğalıyor olmalıydı. Hemen  muhtar emmi geldi aklına. Onu dinleseydi, belki de gereksiz yere bu kadar yorulma- yacaktı.
Evet, evet görmüştü onu. Kö geçmiş, ağır ağır geliyordu. Böylesi yolda başka nasıl gelecekti? Ralli yapacak değildi ya.
Oturup beklemeye koyuldu. On beş yirmi dakikada varırdı her hâlde.  Ya başka bir yere saparsa? Olsun, tekrar tabanvay derdi. Ah şu yalnızlığa  sonsuzluk hüznü veren ses! Onu bu karma- lıktan alıp sadeliğe, çocukluğuna götüren ses! Yıllar öncesini ona yaşattığı için ne kadar da memnun olmuştu:
İlkokul,  ortaokul  yıllarında  bu  yalnızlığı  doyaya  yaşamıştı Veli. Bazen üç beş tane kuzusunu, bazen sığır nöbetini, bazen de babasıyla dağa ot biçmeye gittiklerinde arkadaş olurdu ona! Karşı dağların yamacındaki yoldan geçen arabaların, motorların hüzün şarkılarıy bunlar! Onlar kaybolunca yerini sinek vızıltıları, yaz melodileri alırdı. İliklerine kadar hisseder, içine çekerdi yalnızlı- ğı, annesizliği, sevgilisizliği...
Fena  olmamıştı  Veli'nin  çocukluğuna  dalması!  Beklediğine değmiş, motor kendisine doğru yaklmıştı. Ayağa kalkıp bekledi ve bir el işaretiyle durdurdu:
_ Yeşilvadi'ye kadar beni de alır mısınız?
_ Elbette, ne demek gardaş… Atla.
Veli birkaç parça ya bulunan morka atladı. Ön tarafta şo- förle beraber bir kişi daha vardı. Onlar aralarında muhabbet eder- ken, Veli de amansız dağları seyredip, düşüncelerine kaldığı yer- den devam etmeye başladı.
Karababa'nın zirvesindeyken gözü Munzur'a doğru kaydı. Ka- fasına beyaz kukuletalar geçirmişti. Bunlar da, baharı müjdeleyen kar çiçekleri, yazı müjdeleyen badem çiçekleri gibi kışın müjde- cileriydi.  İyi  bilirdi  Veli  buraların  kışını!  Ama  Karababa'nın amansız şmına hiç uğramamıştı şimdiye kadar. Umulur ki, hiç de uğramak zorunda kalmazdı!...
Evet, bir an önce dönmeli, okulu hal yoluna koymalıydı. Ne zaman baskın yapacağı belli olmazdı bu zalim kara kışın. Sobası var mıy acaba okulun? Ya odun mür?... Kömür diye aklından geçirince gülmeye  başladı. Bu dağ başında mürü kim bula- caktı? Hayva mürü, tezeği bir bulup da bin şükretseydi! Sahi okulun yakacak işini mil eğitim  karşılamaz mıydı? Var mıydı acaba imkânı? Varsa da bu dağ başına  kim, nasıl getirecekti? Gerçekten bütün bunları o mu düşünmeliydi?  Kim  düşünecekti peki?...
"Tabi ki ben şüneceğim" dedi yüksek sesle. Neyse ki traktö- rün gürültüsünden öndekiler duymamıştı. “Tırlatık galiba” diye- bilirlerdi.  Peki  kendisi nereden bulacaktı odunu, tezeği? Köyün uzaklarında koruluklar görmüştü. yden birilerinin eline üç beş kuruş tutuşturup, oradan biraz odun getirtebilirdi. Her hâlde ka- zaya vardığında bir miktar para vereceklerdi. O da bu işlere yet- meliydi...
Odun mür olayını çözmüş gibiydi... Okulu da ne edip eder, kısa zamanda bir hal yoluna koyardı. Gece gündüz uyumadan ça- lışırdı. Başka ne işi vardı sanki? Bakarsın ylülerden de yardım eden olabilirdi. Derin bir "ohhh" çekti ki, traktörün zalim bir sal- lamasıyla bütün “oh”larını  midesine “ahh” olarak mmek zo- runda kaldı!
Artık  Yeşilvadi'nin  meralarındaydı.  Çocukluğunda  dolaştığı yerleri  seyrediyordu. Nah şurada keven kesmiş, nah şurada kes dikeni toplamış,  nah şurada ot biçmişti. Geçmişe mi geri dön- seydi? Bu mümkün değildi, ama insan özlüyordu işte. O zaman daha mutluydu? Pek de  sayılmaz. Yorucu çalışma koşulları, anasızlık, parasızlık, umutsuzluk...  Ama her şeye rağmen özlü- yor, arıyordu işte o günleri. Ah bir anası, babası sağ olsalardı!...
"Bunları geç Veli, artık sen yüdün. Belli bir sorumluluğun var. Ülke, insanlar senden hizmet bekliyor. Bu insanları, bu ülke- yi sizler yücelteceksiniz, sorunları sizler çözeceksiniz. Geçmişte kalmaya, orada yaşamaya hakkınız yok." dedi sanki gizli bir fısıl- tı.  "Evet,  haklısın"  dedi  gayriihtiya olarak.  Sonra  Yeşilvadi uzaktan görülünce, çocukluğundan şimdiye süzüldü...
Öğle geçmiş, gölgeler hızla yüyordu. Uzaklardaki mezarlığı görünce: "Akşam olmadan anamı babamı bir ziyaret edeyim" de- di kendi kendine. Sonra aklına dedesi geldi. Ne kadar da seviyor- lardı şu Perişanköylüler dedesini. Hiç görmemişti onu, ama şimdi daha çok sever olmuştu. Elbette ki onun da mezarı ziyaret ede- cekti oraya kadar gitmişken.
Yengesinin kapısını tıkladı. Gara Gelin kapıyı açınca Veli'nin boynuna atıldı. Hâl hatır ettiler. Anasının babasının selâmlarını, sağlık haberlerini alınca devam etti:
_ Nasıl buldun köyümüzü Veli?
_ İyi iyi yenge… Ama henüz fazla tanıyamadım.
_ Gine gedecek misin?
_ Evet yenge. Artık işim bu… Bu gece burada kalacağım. Ya- rın çarşıya inip evrakları, resmî işleri yapayım. Belki bir iki gün- lüğüne de şehre inerim. Sonra gelip bir yatak, bir iki parça eşya alıp dönerim. Okullar yakında açılacak.
_ Şehre niye ineceksin?
_ ...
Veli gözlerini yengesinden yere doğru çevirip, başını da büke- rek sessizle müldü. Anlamıştı yengesi… Bu kor gibi bir sev- da olmalıydı! Derin bir geçirdi. Sonra eltisi gözlerinin önüne geldi, başladı ağlamaya:
_ Git Veli, giiit... Ananın yerini tutacah birini getür. Onu öyle öskim  ki... Bazen Allah'a dua edim ölüp de ona gavuşam diye. Hiç hatırımdan, düşümden çıhmiy...
Yengesinin hüznü Veli'yi de derinden sarsmıştı. O da başladı ağlamaya. Sonra yenge içeri girip bir tas ayran getirdi. Veli içer- ken o da sordu:
_ Neler götüreceksen söyle de ben yarın hazırlayam. Sen de git çarşıdaki işlerini hallet. Sonra da şeh...
Şehre diyemeden boğazında düğümlendi. Daha fazla Veli'yi üz- memek için kendini frenleyip moral vermeye çalıştı:
_ Eyi olur oğlum. İnşallah her şey galbine göre olur. Birazdan emin gelür. Sen şöyle biraz dinlen, ben de yemegi hazırlayam.


Yemeği yiyip biraz emmisiyle, yengesiyle muhabbetten sonra; tüm ısrarlara rağmen orada kalmayıp baba evine indi Veli. Gece sabaha kadar  bu özlem, hasret yuvasında yine debelendi durdu. Tatlı bir uykuday ki,  yengesinin sabah kahvaltısı için kapıyı tıklatmasına uyandı...






Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.