Metin Üstündağ İle..





  1. Öncelikle kendinizi kısaca tanıtır mısınız?



Malatya’nın Arapgir ilçesi doğumluyum. Üç erkek kardeşin en küçüğüyüm. Annem her hamile kalışında babamın; “Kız doğuracaksan hiç doğurmayasın” direktifine sadık kalması üzerine, ben de erkek olarak dünyaya gelmişim.

Rençper bir ailenin çocuğu olarak üç kardeş de üniversite mezunuyuz. 1961 yılında Arapgir’de doğup, ilk ve orta tahsilimi orada tamamlayarak İstanbul’a üniversite öğrenimi için geldim. Değişik üniversiteler okudum ve makine yüksek mühendisiyim.



  1. Sanırım nispeten erken sayılacak bir yaşta emekliliği seçtiniz. Sizi erken dönemde emekliliğe ve akabinde yazmaya iten nedenler nelerdi?



Kendi hayatımla ilgili dramların benzerleri kitaplarımda geçiyor. Üniversitelinin ÇIRPINIŞI adlı romanım bu konuda bir fikir verebilir. Ben seçmedim emekliliği, o beni seçti! Ülkenin bir çıkmazı… Okuyucuyu burada kahırlandırmaya gerek yok sanırım. Binlerce zulme uğrayanların hikâyesinden sadece birisi benimki de…

Yazmak farklı bir şey… Derdin varsa yazarsın yahut da tellere, sesine nazın geçer. Bizimki de aslında böyle bir şey. Birikim, topluma bir şeyler verme endişesi, benzer şeylerin başkalarının da başına gelmemesi için kendi çapında bir çırpınış… Yazmanın emeklilikle bir alakası yok. Çok öncelerden başlamıştı lavların fışkırması.



  1. Edebiyat deneme, şiir ve öykü imkânları da sunarken, sizi romana yönelten neydi?



Az sayıda olsa da şiirlerim de var. Fakat o bir ilham işi. Gelmeyince bocalayıp durursunuz. Yeri ve zamanı gelince volkan gibi fışkırır, ortaya çıkan eser de bir yarayı sarıp sarmalar.

Ancak roman farklı; sanki bir mühendislik, mimarlık işine benziyor. Derdinizi, sunmak istediklerinizi gıdım gıdıp, bir tablo işler gibi işliyorsunuz. Bir nevi eski gelinlik kızların kanaviçelere döktükleri göz nuruna benziyor. Onunla özdeşleşiyor, onunla yiyip içiyor, onunla yatıp kalkıyorsunuz. Ağlıyorsunuz, gülüyorsunuz kahramanınızla, satırlarınızla. Bir evlat yetiştiriyorsunuz. Sizinle beraber büyüyor. Asla benim değil, ben böyle demedim diyemiyorsunuz. Elinizi kolunuzu bağlıyor; adeta ayrılmaz bir parçanız, yakanızdan düşmeyen aynanız oluyor.



  1. Türkiye’de okurların durumu ortadayken, yazarlığı seçmek, roman yazmak, ciddi bir iş. İlk romanınızdan önce yakın çevrenizden iştiyakınızı kıracak yorumlar aldınız mı?



Bu bir yürek işi… İçinde acıyı, derdi, sorumluluğu hissetme meselesi. Çevreniz ne diyecek diye düşünürseniz, kalemi bile elinize alamazsınız.

Bence aslında ülkede okuyucu problemi yok, okutup okutmama mücadelesi var. Her köşe başında olduğu gibi o cenahta da bir tür mafyalaşma mevcut. Okuyucuya istediklerini ulaştırma veya ulaştırmama kavgası veriliyor. Hayal ettikleri gibi bir okuyucu tipi yetiştirmek, kısaca kendi tüketicilerini yaratmak istiyorlar ve epeyce de başarılılar.

Kitaplarımın okunup okunmaması konusunda çok ciddi bir derdim yok. Çünkü bu beni aşıyor. Ben kendi gücüm nispetinde sorumluyum. Ulaşabildiklerimden çok olumlu eleştiriler aldım ve alıyorum. Ulaşamadıklarım içinse kimse beni suçlayamaz. Ben yazarım; gerisi hak ediyorsam, hak ediliyorsa gelir. İsteyen elektronik ortamdan bulup okuyor ve ardından da teşekkür maili atıyor. Ayağına kadar gidip hediye ettiğim çok sayıdaki yakınların dilinden bir teşekkür dahi çıkmayacakmış, varsın çıkmasın. Fazla dert etmeye gerek yok.

İnsanın şevkini kıracak yahut da kırmaya yeltenecek tavırlar her zaman olağandır ve benim için de fazlasıyla olmuştur. Hala da olmaktadır. Başta yayıncılar bunu yapıyor. Burada fazla derinleştirmeye ne gerek var, ne de bir işe yarar. Ancak tam bir trajedi… Bütün olumsuzluklara rağmen can katan, şevk veren örnekler daha güçlü. İşte bir ikisi:



"MERHABA METİN BEY,


ÖNCELİKLE SİZE NASIL TEŞEKKÜR EDECEGİMİ BİLEMİYORUM. KUTLAMA MAİLİNİZDE EKTE BULUNAN VE SİZİN KENDİ ELLERİNİZLE YAZDIGINIZ BU DEGERLİ ROMANI BANA DA GÖNDERMİŞ OLMANIZ BENİ COK MUTLU ETTİ. SİZE BU MUTLULUGU NASIL İFADE EDECEGİMİ DE BİLMİYORUM. KÜÇÜK YASLARDAN İTİBAREN KİTAP TUTKUNLUGUM ANLATILAMAZ DERECEDE YOĞUN. YENİ YILA SİZİN KİTABINIZI OKUYARAK GİRMENİN HAZZI ÖYLESİNE GÜZEL Kİ. BENİM İÇİN EN GÜZEL YILBASI HEDİYESİ OLDU ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM.



AYRICA İKİNCİ MAİLİNİZDEKİ ŞİİR MUHTEŞEMDİ. ANAMDAN BABAMDAN AYRI, GURBETTE YASAYAN ANASINA HASRET BİR EVLAT OLARAK ŞİİRİ OKURKEN TÜM HÜCRELERİMDE HİSSETTİM VE GÖZLERİM DOLU DOLU ŞİİRİN BİTMESİNİ HİÇ İSTEMEMECESİNE OKUDUM.

 
ELLERİNİZE YÜREGİNİZE SAGLIK
HERŞEY İÇİN ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM
ÇALIŞMALARINIZIN BASARILI BİR SEKİLDE DEVAMINI DİLİYORUM 
İYİ AKŞAMLAR"

  
Şimdi bir anımı anlatayım:


Bir süre önce Ortaköy Dereboyu Caddesi'ne aşağı yürüyordum. ‘Metin Bey’ diye bir ses işittim. Bir baktım, komşumuz olan; hastalık yüzünden beli iki büklüm olup bastonla zor yürüyebilen 75 yaşlarındaki teyze hanım, caddenin yoğun trafiğini ortalamış bana doğru geliyor. Nefes nefese karşıma geçti: "Sizi tebrik ederim. Çok güzel bir kitap yazmışsınız. Bizim oğlanın elinden kaptım, ben okuyorum. Yazmaya devam edin lütfen…”



İşte bir bayan rektörünün dilinden dökülenler:


 "Sayın Üstündağ,



Kitabınızın ön söz bölümünü okudum ve benim de hissettiklerimi ne kadar güzel ifade etmiş olduğunuzu görünce mutluluk duydum: Onca olumsuzluğa rağmen, bu güzel ve türlü çeşit kaynaklarla bezenmiş ülkemizin, mümkün olanın çok altında da olsa, belli bir hızla gelişmesinde o isimsiz kahramanların varlığını hep bilmiş ve şükran duymuş bir kişi olarak kitabınızı ilgiyle okuyacağım. Bu mesajı ilettiğim Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanımız da isteyen mensuplarımızın ulaşımına açık hale getirecektir.

İyi çalışmalar dileklerimle,"



Ve dramlar içinde bocaladığınız günlerden birinin ertesi günü seheriyle birlikte bir ışık geliyor uzaklardan. Öz yurdundaki feryada duyarsızlığı sezercesine, inlercesine! Ta ötelerden, Kırgızistan'dan... O karanlık tabloda yol bulmamıza yardımcı olan ışığa bakalım:

 

"Sayın, Metin Bey

Gönderdiğiniz dosyayı aldım. Size çok teşekkürler ve basarılar dilerim. Sizin roman bizim okuyucularımıza çok gerekli olacağına eminim. Bu kitabınızdan baskı seklinde varsa, bizim kütüphanemize hediye olarak alabilsek daha yararlı olacaktır. Ole şansımız var mı acaba?

Saygılarımla,



Maksatbek INAKBEKOV

Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi

Kütüphane ve Dokümantasyon Dairesi Başkanı"



  1. Aslında her edebi eser özünde bir derdi saklar. Siz de "dertli" olduğunuz için mi yazmayı seçtiniz, yoksa bir hobi olarak da görebilir miyiz?



Hobilik yanının fazla ağır bastığını sanmıyorum. Hiç şüphe yok ki bir derdin eseridir. Bir sorumluluk, bir eser verebilme, dikili bir ağaca sahip olabilme endişesi… Niye varımın cevabına ulaşmak, kendini bu hale getirenlere bir teşekkür ve destek, insanlık rüzgârına bir esinti katma çabası…



  1. Yayınlanmış romanlarınız hakkında benim bilgim olsa da okuyucularımızı ilk yayınlanandan son yayınlanan romanınıza kadar bir yolculuğa çıkarabilir misiniz? Eser oluşmadan önceki, oluşum sürecinde ve noktayı koyduktan sonraki ruh halinizi nasıl özetlersiniz?



İlk romanım Üniversitelinin ÇIRPINIŞI. Tam bir dram… İnsan evlatları arasında ayrım yapamaz, fakat ilk göz ağrım ve o bir başka işte diyorum... Ağırlıklı olarak eğitimli, okumuş bir insanın dramını içermekle birlikte aslında tüm insanlarımızın, insanlığın, ülkemizin dramını özetliyor. Kendim bastırdım ve dostlarımla paylaştım. En saygıdeğer bildiğimiz bir yayınevine götürdüğümde aynen şöyle dediler: “Biz meşhur olmuş birinin kitabını yayımlamak isteriz. Sizin kitabınızı niye yayımlayalım ki?”

Bir arkadaşımın tepkisi de şöyle olmuştu: “Sizin çabanız da aynen, öldükten sonra tabloları antika olan ressamın durumuna benziyor!”

Fazla lafa hacet olduğunu sanmıyorum. Fakat hiçbir olumsuzluk beni yıldıramamıştır. Pes etme iradesiz insanların özelliğidir. Benim eğer bir derdim varsa yazar geçerim, gerisi beni hiç ilgilendirmez. İnsan inandığı yolda yalnız yürümesini bilmelidir.

Ve inandığım yolun ne kadar doğru olduğunu okuyucu tepkileriyle fazlasıyla gördüm. Bu da bana ilave güç verdi ve böylece Kâbusa UYANIŞ’ı yazdım. Bundan sonra da, bu bir taahhüt olmamakla birlikte üç cilt kapasitede olacağını tahmin ettiğim bir seri roman yazıyorum.

Noktayı koymak elbette ki çok güzel bir duygu oluşturuyor. İnsanı oldukça rahatlatıyor. Bir sabır, çile ürünü elle tutulur hale geliyor. Fakat derdiniz size noktanın altına bir virgül koyduruyor ve devam etmek durumunda kalıyorsunuz. Siz artık büyük bir ailenin sorumlususunuz. Evlatlarımı büyüttüm, okuttum, iş sahibi ettim, üstelik evlendirdim de deyip, ne halleri varsa görsünler kabilinden çekip gidemiyorsunuz.

Oluşum süreci dünyaya gelişinizle, belki de gen yapınızın şekillenmesiyle başlar. Ancak yazıya dökülmesi belli bir zaman alıyor. Örneğin sorulan sorular üzerine kâbusa UYANIŞ adlı romanımın 40 yıl+5 senede yazıldığını ifade ediyorum. Bazen de soruyorlar, “hangi yazarları okuyor, kimlerin çizgisini takip ediyorsunuz?” diye. Bu bir arıya hangi çiçekten bal topluyorsun diye sormak gibi garip bir şey.





  1.  Yeni bir roman üzerine çalıştığınızı da biliyorum. Çok detaya girmeden yeni romanınızın konusu hakkında da bilgi verir misiniz?



Bir Anadolu dramı… Yaklaşık yüz elli yıllık bir dönemi kapsayan, yöresel kültürün ağır bastığı ve bu ülkeyi bugünlere taşıyanlardan tipik üç örnek. Baba, ana ve evlat. Birbiri ile bağlantılı, fakat her cilt ayrı bir karakter ağırlıklı. Ve ciltlere orijinal isimlerini veren bir eser silsilesi. Bu eserlerde değişik bir tarzı da denemeye çalışıyoruz. Ancak bu sadece bir umut ve teşebbüsten ibarettir. Asla bir taahhüt olarak alınmamalıdır. Bugün varız fakat yarın…



  1. Tanınma veya çok okunma için özel bir gayretinizin olmadığını biliyorum. Bu noktada yazmayı, okunmaktan daha ziyade bir iç dökümü olarak görebilir miyiz?



Üstte de bahsetmeye çalıştığım gibi yazmayı bir birikim, bir sorumluluk ve insanlığa bir şeyler verebilme çabasının sonucu olarak özetlemek mümkündür. Elbette ki bu aynı zamanda bir iç dökümüdür de. Tanınmak, meşhur olmak benim ne derdim, ne de kaldırabileceğim şeylerdir. Bunlar ana derdi, davayı sulandırıp bulandıracak basit teferruatlar gibi geliyor bana. Ancak yazdıklarımın, faydalı gördüğüm, doğru bulduğum şeylerin insanlar tarafından okunması da, hiç şüphesiz ki her yazarın olduğu gibi benim de en büyük arzumdur.



  1. Son olarak kalemsah hakkındaki yorumlarınızı rica edeceğim.



Bir değerlendirme yapmak için henüz çok erken. Tamamen ve sürekli takip ettiğimi söyleyemem. Aslında bu ne benim işim, ne yetkim ve haddim, ne de gücümle orantılı. Yürekli birkaç gencin oluşturduğunu bildiğim bir ses. Bana da yazmam için teklifte bulundular, sağ olsunlar. Elbette ki her samimi ve dürüst teşebbüse elimizden geldiğince katkıda bulunacağız. Ancak günlük ve makale türü yazı yazmak benim ne harcım ne de tarzım. Arada sırada yazmak istersem de; bu kokuşmuş ortamda “Fincancı Katırları”nı ürkütmeden bir şey yazamayacağıma göre, korkarım ki bu da sizin başınızı ağrıtır. Ayrıca birilerinin çığırtkanlığını yapmadan, doğru dürüst düşünüp, araştırıp belgelendirmeden her gün ne yazılır onu da anlayabilmiş değilim. Ancak başarabilenleri de saygıyla selamlarım. Bana sunulan teklifte istediğimi yazabileceğim belirtiliyordu. Bu muazzam, kocaman yürekleri olduğunu gösterir arkadaşların. Böyle bir güvene layık olduğumu ve bu sorumluluğu taşıyabileceğimi sanmıyorum.



Kalemşah kendi güvenirliliğini kendisi oluşturacaktır şüphesiz. Asıl iş kadrosuna düşer. Sitenizin bir köşesine açık ve net bir şekilde vizyonunuzu ve misyonunuzu belirtmeniz yahut da yayın ilkelerinizi daha berrak hale getirmeniz önünüzü açar kanaatindeyim. Çizginiz net olursa kimsenin laf edecek durumu kalmaz. Hiç kimse sizin kontrolünüzü yapamaz ve yapmamalıdır da. Sizi vicdanınız, yüce değerleriniz yönlendirmelidir.



Evet, çizgi deyince bu çürümüş ve kokuşmuş ortamda işinizin oldukça zor olduğunu bilmeniz gerekir. Hangi zulme, iftiraya, çarpıtmaya; yalana, dolana, talana karşı çıkıp direnebileceksiniz? Asıl mesele bu. Sokaklardan harıl harıl insanları toplayıp çadırlara dolduran, hassasiyetlerini ve duygularını istismar ederek siyasi şekillendirme yapan ve güya demokrasiye hizmet ettiklerini iddia eden gözü dönmüşlere karşı nasıl duracaksınız? Milletin parasını siyasi kaprislerine alet eden ve borç batağına saplanarak hizmet üretemez hale gelen kuruluşlara nasıl direneceksiniz? Bir siyasinin ortağı olduğu bir marketin çeklerini satın alıp, bir nevi seçim veya referandum rüşveti olarak dağıttığı söylenen kurumlara yaptıklarının haksız, hukuksuz, adaletsiz, vicdanları sızlatan bir durum olduğunu söyleyebilecek misiniz?  Söylediğinizde başınıza gelebileceklere karşı durabilecek misiniz? Güçlüden yana mı, yoksa haklıdan yana mı tavır koyacaksınız? Gerçekleri haykırabilecek misiniz? Yahut da susarak, devir neyi gerektiriyorsa o mecrada kürek çekip binlerce benzerleri gibi mi olacaksınız? Dava için, hedefe varmak için her yol mubahtır diyenler safında mı duracaksınız; yoksa hak, hukuk, adalet, insanlık davasının savaşçıları mı olacaksınız? İnsanı hayrete düşürecek şekilde; sanki başka bir ülkede, başka bir dünyada yaşıyormuş gibi ayan beyan gerçekleri saptırıp, yalanın her türlüsünü yazmada bir beis görmeyenler gibi mi kalem tutup mürekkep akıtacaksınız? İşte sizi siz yapacak, öne çıkaracak esaslar bunlardır. Sizin dostunuz da düşmanınız da elinizde, yüreğinizde, beyninizde olacaktır. Konu derin, fazla uzatmayalım. Mezardaki ölüyü bile kullanmak isteyecek kadar gözü dönmüş zihniyetlerin kol gezdiği bir ortamda ne dense boş. Gelmiş geçmiş hiçbir yüce ve haklı davanın böyle bir ahlak anlayışı yoktur. Sizi tenzih ederiz. Öyle olmadığınıza inanarak elimizi uzatıyoruz. Daim olmasını dileriz.



Tel tel döküldüğümüz, en ulvi davaların ve kurumların bile çürüyüp kokuştuğu bir toplumda böyle bir cesareti gösterebilecekleri saygıyla selamlamaktan, onlara destek olmaktan başka ne yapılabilir ki? Artık öyle bir hale geldik ki; kendi ürünlerini, düşüncelerini, fikirlerini sorgusuz sualsiz tüketecek insanlar imal ediliyor. Toplu olarak hipnotize edilip uyuşturuluyoruz. İnsanların düşünme yeteneklerini ellerinden alıp sürüleştiriyorlar. Bir şeyler anlatmaya çalıştığınızda aynen şöyle karşılık alıyorsunuz: “Bak şimdi kafamızı karıştırdın. Ne güzel, bize şöyle yapın demişlerdi, biz de öyle yapıp kurtulacaktık!”



Bir süre önce, epeyce tahsil görmüş bir yakınımın arkadaşına; “Hocam… Konusunda ne düşünüyorsun? Bizim gazete savunduğu için ben de destekliyorum…” dediğini duyunca sarsıldım. Ne dehşet bir facia! İşte böyle bir ortamda korkusuz birkaç delikanlı çıkıyor ve size diyor ki, buyurun ne isterseniz yazın. Devamı gelir miydi bilemem, fakat bu bile takdire şayandır. Her yiğidin harcı olmasa gerektir. Bu sanki bana, hangi ocaktan gelirse gelsin, hangi kaynaktan beslenmiş olursa olsun; bu ülke gençliğinin vicdanlarına kelepçe vurulamayacağının, beyinlerinin tutsak edilemeyeceğinin umut ışıkları, haykırışları gibi geliyor. Yanık bağırları serinletmeye başlayan seher yelleri misali. Bilimi ve değerlerini rehber edinmiş yerli ve milli bir gençliğin ayak seslerini duyar gibi oluyor ve umutlanıyorum. Hayırlı ve mübarek olmasını dilerim.



Bu tutum devam ettiği sürece bizler de elbette onlarla beraber olacağız. Hâşâ biz bazılarının dediği ve uygulattığı gibi ne her şeyin en doğrusunu biliriz, ne de böyle bir iddiamız olabilir. Ancak arkadaşların yaş ortalamasına göre biraz daha az delikanlı sayılırız. Bu yüzden tecrübemiz fazla olabilir. Bunlardan onları yararlandırmak, benzer liyakati gösterenlere olduğu gibi onlara da mecburiyet olacaktır. Umarız ki bizim başımıza gelenler onların başına gelmez. Yalnız kalmaz, aforoz edilmezler, bölünüp parçalanmaz ve birbirlerine düşürülmezler. Yırtıp atarlar engelleri, hainlikleri, tuzakları... Dualarımız ve desteklerimiz onlarla, dürüstlerle beraber olacaktır. Yine birkaç gün önce tanıklık ettiğim bir husustan bahsedeceğim. Yaram depreşti, ibret dolu da:

Bir dostumuzda iftardaydık, kalabalık bir sohbet ortamıydı. Hatırı sayılır derecede eğitim almış bir yakınımız sohbetin akışı esnasında aynen şöyle deyince neye uğradığımı şaşırdım: “… biz de … öğrenci sokmak için soruları çalıp çocuklara verdik ve çocuklar full çektiler.”(*) Yüce bir davanın temsilcisi olduğunu iddia edenlerin dilinden dökülenlere, eğer doğru ise yapılanlara bakın! Nasıl bir davadır ki haram üzerine, yanlış ve hile üzerine inşa ediliyor!... Acaba başka ne tür rezillikler yapılıyor?



İşte böyle bir ortamda kalemsah’ın da, onun gibi olanların da işi oldukça zor. Ancak sabır gerek, direnmek gerek. Eğer siz doğru yol üzere iseniz, her zaman kazanan sizsiniz demektir. Dürüstlük davasından pay sahibi olabilmek ne büyük şereftir. O pasta herkese yeter. Mükemmel olmak gibi bir çıkmaza kapılmayın. Mükemmel iyinin düşmanıdır. Daha iyi olmak için çabalayın. Şüphesiz ki yanlışlarınız da, eksikleriniz de olacaktır. Hatadan dönmek gibi bir yücelik, erdem olduğuna göre fazla dert etmeye gerek yoktur. Düşe kalka yürürsünüz. Eleştirilere tahammül gösterin. Umarım ki çoklarının yaşadığı çileleri bu yiğitler yaşamazlar. Bununla beraber her tür iğfal, karalama, yıldırma, borazan edilme, rota saptırma, kavgaya tutuşturulma, komplo iğrençliklerine hazır olmalısınız. Doğru yoldan ayrılmayın. Başınız dik yürüyün, eğilmeyin. Büyümek, serpilmek, kocaman olmak gibi bir ihtirasınız olmasın. En büyük derdiniz doğru kalmak, dürüst kalmak, alnı açık kalabilmek olmalıdır. Bunlardan hesaba çekilirsiniz. Birileri sizi beğenmeyecekmiş, ne gam!



(*): Bahsi geçen olayla güncel KPSS skandalının bir ilgisi yoktur.


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.