Sizlere iki sorum var


 
Değerli okurlarım, 

Bu yazıyı okumadan önce aşağıdaki iki soruya cevap vermenizi rica ediyorum. Ancak , salt mevcut bilgilerinizle ve soruyu okuduğunuz an cevap vermeniz gerektiğini eklemek istiyorum.
 

1.Yasin suresini hangi zamanlar ve ne için okuyorsunuz?

2. Yasin suresinde ne anlatılmaktadır?
 

Bu yazıyı, yapılan bir araştırmanın sonuçlarını incelediğimde, yaşadığım şaşkınlık ve üzüntü üzerine yazmaya karar verdim. Ama öncelikle Yusuf İslam'ın oldukça manidar bulduğum bir sözünü sizlerle paylaşmak istiyorum.

"İslamiyetten önce müslümanları tanısaydım, müslüman olamazdım"
 

İslamiyet, öylesine güzel bir din ki ve aslında bu dünyaya müslüman bir ailenin evladı olarak gelmek öylesine bir şans ki; kolay elde edilmiş olan herşey gibi; o da değerinin farkedilememesi ile cezalandırılıyor. Eğer müslüman bir aileye doğmuşsanız, otomatikman müslüman olacaksınız demektir ki; bu, Kur'an-ı Kerim'i çok uzaklarda aramak zorunda kalmayacaksınız anlamına gelir. Çünkü her müslüman ailenin evinde en az bir adet bulunur bu kutsal kitap. Ne büyük bir şanstır bu esasında. Ama ne var ki; insanoğlu, sahip olduğu değerlere hep hoyrat davrandığı için olsa gerek; çoğu müslüman evladı da, bu mucizevi kitabı öğrenmeyi ve müslüman olmayı, namaz surelerini ezberleyip, perşembe geceleri ve cenazelerde Yasin okumaktan ibaret sanmakta.
 

Benim uzun süredir gözlemlediğim ve üzerinde düşündüğüm bu konu üzerine yapılan bir araştırmanın sonuçları, durumun vehametini çok açık bir şekilde ortaya koymakta. Araştırmaya göre; Kuran 'da en çok okunan sureler, Yasin, Mülk ve Vakia.
 

Kuran'ı neden okuyorsunuz diye sorulan sorulara verilen cevaplara baktığımızda ise oranlar şu şekilde karşımıza çıkıyor; cevap verenlerin %89'u ölmüş anne babasının ruhuna göndermek için, % 8 i benim de anne babama okur musun diyen yakınları için, % 2 si de kırk bir Yasin okunurken takip edenlerden oluşuyor. Kuran'ı anlamak için okuyanların sayısı sadece %1.
 

Yapılan başka bir araştırma ise; ilahiyat fakültesinde okuyan 267 kişi üzerinde yapılmış. Sorulan, "İlahiyat fakültesinde Kur'an mealini baştan sona okudunuz mu?" sorusuna, ankete katılanların verdiği cevaplar incelendiğinde ortaya çıkan sonuç çok düşündürücü, zira; sadece %38,9 u okudum cevabını vermiş. Çarpıcı olan bir diğer sonuç ise; evet cevabını vererek bu %38’lik oran içine giren öğrencilerden sadece üç tanesi Kur'an mealini birden fazla okuduğunu belirtmiş.

Kur'an- ı Kerim'in bir kez okumakla anlaşılamayacağı gerçeğinin yanı sıra, Kur'anı öğretmek üzere mezun olacak bu öğrencilerin bu durumda olmaları islamiyet ve müslümanlık için çok endişe verici.
 

Kur'an beni öylesine hayrete düşüren bir kitap ki ; bazen bu kitap için yeterince çaba sarfetmetmediğim için kendime kızmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Kur'an bize geçmiş, gelecek her türlü konuda bilgi vermekte ve henüz bilmediğimiz ve açıklanmamış sırları ayetlerinde apaçık gösterdiği halde yanlış ya da eksik yorumlayabiliyoruz. Örnek verecek olursak;
 

Neml suresi der ki;

"Dağları görürsün de, onları donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde yapan Allah’ın sanatıdır (bu)." (Neml Suresi, 27/88)
 

Yasin suresi 40.ayette ise;

“Ne Güneş Aya yetişir, ne gece gündüzü geçer. Hepsi bir yörüngede yüzer, gider.” denmektedir.


Ve, Enbiya suresinin 33.ayetinde,

“Geceyi, gündüzü, Güneşi ve Ayı yaratan da O’dur. Bunların herbiri bir yörüngede yüzmektedir.” denir.
 

Oysa Kuran yeryüzüne gönderildiğinde ne dünyanın yuvarlak olduğu, ne de kendi etrafında döndüğü bilinmekteydi. Bilim ilerledikçe bulmacadaki boş kareler yerine oturtuldu ve Kuran'ın verdiği mesajların şifreleri çözülebildi. Kim bilir daha nice bilmezliğimizden mütevellit eksik, yanlış yorumlamalarımız var ve kim bilir birgün Kur'an ın bize şuanda elimize aldığımızda dahi söylemeye çalıştığı şeyleri, sırları başka yollardan çözdüğümüzde anlamış olacağız. En azından bu inanılmaz kitabı gelişmişliğimiz yettiği kadarınca anlamaya çalışsak ne kadar farklı bir dünyada yaşıyor olurduk belki de.
 

Yazımın başında sorduğum iki sorudan ikincisinin cevabını naçizane bilgilerimle cevaplayıp huzurunuzdan çekiliyorum efendim.
 

Yasin suresi toplam 83 ayetten oluşan ve bizlere, ilk üç ayette Kuranın niçin gönderildiğini, devam eden 29 ayette Allah'ı ve islamı insanlığa anlatırken daha önceki resullerin başına gelenler, Hz Muhammet'in görevinde yapması gerekenler ve inanmayanların başına gelmiş ve gelecek hadiselerden bahsederek, 33.ayetten itibaren, Allah'ın varlığını işaret eden evrendeki tüm olan bitenden bahseden ve sonunda da Allahın varlığının ve birliğinin altını çizerek "hepiniz O'na döndürüleceksiniz" diyen, uzun ve oldukça hikmetli bir suredir. Tabii, anlayana, anlamak isteyene.
 

Sevgi ve merhametle kalın.
 

aybike tuba
  • Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52:1(2011), syf. 157


2 comments

Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.

Topraktan Gelen Sorular

 
 
                                                                                                Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
     Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir!
                                                   (Necip Fazıl Kısakürek)
Kalemşah'ta son paylaşımımdan buyana neredeyse iki yıl geçmiş! Çok güzel niyetlerle kurduğumuz ve tamamen fedakârlıkla yayın yapan bu siteyi kuran dostuma ve sadece paylaşım için yazan tüm kalemşah yazarlarına teşekkür ederek başlamak istiyorum yazıma. Geçen iki yıllık zaman zarfında yazı göndermedim ama kalemşahı sürekli takip ettim. Üç yıl önceki yoğunluk olmasa da kaliteli yazılar her zaman oldu ve olacak inşallah. Sanırım biraz daha gayret etmemiz gerekecek. İki yıldır yazı göndermememin sebebi okumalarım arttıkça, daha güzel deneme, şiir ve öykülerle karşılaştıkça, yazmaya karşı soğukluk hissetmemdi. Dürüst olmak gerekirse cesaret edemedim. O kadar güzel metinler, şiirler varken, "kötü" yazılarla insanların vaktini de zihnini de yorma dedim kendime. Şu anda ise düşüncemi değiştirmiş bulunmaktayım. Şöyle ki; şekil olarak kötü olsa bile muhteva olarak "iyi" şeyler yazabileceğimi düşünüyorum. İçime kapanıp kitapların dünyasında yazarlarla hasbihal etmek güzel ama güzel şeyler kişi ile sınırlı kalıp başkalarıyla paylaşıl(a)mayınca "çok güzel" olamıyorlar. Bu noktada bir söz düşüyor belleğime, "Sadece kendisi için yaşayan insan değildir!". Tamam, bu sözle içinde biriktirdiği güzellikleri kimse ile paylaşmayan insan değildir gibi bir çıkarım yapmıyorum elbette. Sadece bir hassasiyetten bahsediyorum. Dilimizde ve daha da önemlisi yüreğimizde kullanma sıklığı gittikçe düşen bir kavram olsa da hassasiyete, hassas insanlara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Girizgâhı biraz uzattım sanırım. Konuya geçelim. Önce şiirleriyle tanıdım İbrahim Tenekeci'yi. Samsun'dayken kitaplarım İstanbul'da olduğundan iki şiir kitabını tekrar almıştım. Yazdıklarından iç dünyasını az çok tahmin edebiliyordum. Yıllar geçti, tüm şiir kitaplarını, denemelerini, İtibar dergisinde yazdıklarını ve Yeni Şafak'ta çarşamba ve cumartesi günleri yazdıklarını okuyunca şuna kanaat getirdim: İbrahim Tenekeci ile aynı dünyada yaşıyoruz fakat o bu dünyadan değil! Çoğumuzun gündemini dünyalık "oyuncaklar" işgal ederken, o dağlara çıkıyor, ağaçlarla selamlaşıyor, şehirden ve şehirlilerden uzaklaşıyor.  Şairi şimdi daha iyi anlayabiliyorum; "dağların durduğu böyle anlarda/Yalar yarasını içte bir geyik/Her yerden görülen bir şeyken dünya/Sağa çekip ağaçları seyrettik(Kimsenin Kalbi, İbrahim Tenekeci)
Ekseriyetin her yerden dünyayı seyrettiği bir zamanda sağa çekip ağaçları seyreden bu güzel insan bu günkü yazısında(03.04.2013, Yeni Şafak) bir cümle kurmuştur ki bu cümleye layık olan müstakil bir kitap olduğu halde ben küçük bir yazı ile yetineceğim!
Ekmeğe Çalışırız Fakat Soruların Hepsi Topraktan Çıkar!
Bu cümleyi okudum, sonra dönüp dönüp tekrar okudum ve kendimi sınava çok çalışan ama hiç soru gelmeyecek yerlere çalışan bahtsız öğrencilere benzettim. Sadece kendimi değil, bir çoğumuzu...Ev, araba, akıllı telefon, çocuk, iş, kariyer, beğenilip takdir edilme arzularımız, "ben biliyorum" yanılgılarımız, "o da ne anlar ki" diyerek karşıdakini küçültüp küçülmelerimiz, tevazu süsü verilmiş kibirlerimiz, "hayırlısı olsun" deyip de istediğimiz olmayınca isyan edişlerimiz, hep kendimize yontmalarımız, o tertemiz kalplerimiz(!), “benim kalbim temiz” deyip yapmamız gereken şeyleri yapmayışlarımız, şerde acele edip hayrı öteleyişlerimiz, Filistin’de veya Myanmar’da katledilen yüzlerce kardeşimize son dakikada kaçan bir gol kadar üzülmeyişlerimiz…Listeyi çoğaltmak mümkün. Saydığım şeylerde çok başarılıyız ama toprak konusunda korkarım çoğumuz sınıfta kalacağız. Yazdığım şeyleri “ekmek”le ilişkilendirmek belki en kutsal nimet olan ekmeğe çok büyük bir saygısızlık olacak ama ekmek beni affetsin! Ekmeği dünya ile toprağı da ukba ile eşleştirince her şey netleşiyor. Netleşme deyince aklıma bir şey daha geldi, gözleri çok sağlam olanların birçoğunun aslında hipermetrop olduğunu düşündüm geçenlerde. Hipermetrop yakını görememe olarak tanımlanabilir.  Ama benim kastım yakın değil yakin* azlığı! Gerçek hipermetrop da yakını değil yakini göremeyen sanırım.
Toprağın Altı - Toprağın Üstü
Toprağın üstünde yaşıyoruz, toprağın üstünde toprağın altından gelen mahsulleri tüketiyoruz, toprağın üstünde toprağın altını kirletip duruyoruz ve toprağın altından geldik toprağın altına gidiyoruz yavaş yavaş. Ama çağımızda neredeyse her şey bize gideceğimiz yeri unutturma derdinde. Televizyon, internet, tüketim kültürü, şehvete indirgenen “aşk”lar ve kullanımı günden güne artan antidepresanlar. Hepsinin derdi tek aslında. İnsana gideceği yeri unutturmak…
Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür, demiş büyükler. Dünyalık unutuşların telafisi çoğu zaman mümkündür ama toprağın altını unut(tturul)uşumuz fayda vermeyecek sonsuz pişmanlıklara gebe. Efendimiz(s.a.v) “Ağız tadını bozan ölümü çok hatırlayınız” buyurmuş, Hz. Ömer(r.a) kendisine her gün ölümü hatırlatması için parayla bir çocuk görevlendirmiş sakallarına ak düşene kadar.
Toprağın üstünde toprağın altına kayıtsız olarak yaşayanların ahvalinden şüphe edilir. Toprağın altını unutmayan ve orada değeri olacak şeyleri yapanlardan olmamız duasıyla…
 
*yakin: 1. Sağlam, kesin bilgi. 2. Bir şeyi iyice, kesinlikle bilme(TDK, Güncel Türkçe Sözlük)
aziz kağan güneş


3 comments

Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.

Üç noktalar koymaz bana





“Üç Noktalar Koymaz Bana…”
-DOST’A-

         Hayat denen sürprizler ve ihtimaller manzumesinin bizi nereye taşıyacağı belli değil diyerek kader akışının gücünü ve her şeyin geçip gideceğini vurgulayan bir dostum vardı bir zamanlar. Yıllar rüzgâr gibi geçse de kalbime konukluğu geçmeyen dostlarımdandı. Evet, her şey geçer diyordu sık sık. Geçmez mi hiç, sevinç de keder de akıp gidiyor ömrümüzle beraber gönlümüzden.

         Hani bir gün sen de demiştin ya, buradan gideceksin unutacaksın geçen güzel günleri. Hayatımızdaki ortaklıklar azaldıkça kopacak bağımız. Sonra başkaları girecek hayatımıza, başka yerler, başka insanlar… Her gittiği yere gönlündeki dostlarını da taşıyan biri olarak önce üzülmüştüm söylediğine. Ama bunun hayatın bir gerçeği olduğunun da farkındaydım. Lakin bu gerçeği hatırlattığın anda içim öyle acımış, bir anda unutuluşun soğuk duvarlarına çarpan zihnim yıllar öncesine gitmişti: Biz bütün torunlar olarak Hacıbabama çok düşkündük.  O da hepimize özel hissettirirdi kendimizi. Zaten bu sebeple sevmez miyiz gönlümüzdekileri. Hacıbabam, o en sevdiğim, sırtını verdiğinde kendini güvende hissedeceğin, heybetli bir dağ misali o güçlü adam, ömrünün sonralarına yaklaştığı malum olmuş gibi bir akşam hepimiz toplanmışken dizinin dibine “hayat hızla geçiyor, ölüp gideceğiz, unutulacağız, belki de unutulduğumuz bile unutulacak” demişti. Sarılmıştık ellerine gözlerimiz dolu dolu olmuştu, biz seni unutur muyuz demiştik dedemize. “Unutursunuz “demişti, “En çok seveniniz bile 1 hafta ağlar, 40 gün üzülür, dualar okur arkamızdan, sonra zaman geçtikçe adımızı bile anmaz olur, hayat gailesi fırsat bırakmaz buna, bari arada arkamızdan bir Yasin okuyanınız çıksa !” diye ilave etmişti. O an kendimize söz vermiştik hepimiz, unutmayacak öldükten sonra da her gün Yasin okuyacaktık ruhuna ve unutmadığımızı ispatlayacaktık ona. Kısa bir süre sonra onu ani bir trafik kazasında kaybettik, O zaman lisede birinci sınıfta okuyordum, hacıbabamı kaybetmeden az bir zaman önce bir arkadaşımın yakını ölmüştü ve benim hiçbir yakınım ölmedi diyerek içimden geçirmiştim. Bir de o yıllarda okulumuzda yatılı öğrencilere misafir gelir danışmaya gelmeleri için isimleri anons edilirdi, ben de bir gün beni de çağırsalar diye özenirken işte bir sabah henüz ilk dersin teneffüsüne çıktığımızda adımın anons edildiğini duyunca heyecanla inmiştim merdivenleri üçer beşer. Ardından kardeşimin ve kuzenimin de adları okununca bir korku sarmıştı içimi. En büyük ben olduğum için ilk bana söylemişti görevli “hemen anneannenlere gidin deden kaza geçirmiş” demişti. Bir yandan ağlayıp bir yandan koşarak durağa gitmiş dolmuşun gelmesini beklerken önünde durduğumuz caminin minaresinden okunan sala da hacıbabamın adını duyup yıkılmıştık olduğumuz yere. Sonra birileri bizi alıp eve götürmüştü ama gerisini çok hatırlamıyorum. Hatırladığım sadece ölüsünün yüzüne bakmamıştım, onu her zaman gülen yeşil gözleriyle hatırlamak için. O günden sonra adımın bir yerde anons edilmesinden de aklımdan olumsuz şeyler geçirip beni bulmasından da korktum. Zihnime yerleşen olumsuz cümle kalıplarını silmek için hala uğraş vermekteyim. O nedenle senin de unutursun dediğin noktada derin bir hüzne yuvarlandı yüreğim, çünkü artık onbeş yaşında değildim, kendimize verdiğimiz her sözü tutamayacağımızı, ayrıldığımız sevdiklerimizi hergün anamayacağımızı bilecek kadar büyümüştüm. Ama hemen ardından bu unutu(lu)ş gerçeğinin kederini dağıtacak bir ışık belirdi zihnimde ve tutup kalbimin ellerinden, çekip aldı beni karanlık düşüncelerden: “Birimiz doğuda, birimiz batıda, birimiz güneyde, birimiz kuzeyde hatta birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz. Âhiret hakikatine inandığımız için, mânevî olan bu sevgi ve tesanüdümüzü elbette hiçbir kuvvet sökemeyecektir”  Bu müjdeyle gülümsedi gözlerim, kalbime güneşi astı değer verdiğim.



           Evet, her şey unutulur, geçer, gider… Belki de böyle olmasa yaşayacak dermanı bulamaz insan kendinde. Güzelliklerin unutuşun derin uçurumundan yuvarlanıp gitmesi acı verse de bize geçen kötü zamanları da unutuyor olmak insana en büyük hediye.

          Sen, hep “Yürüdüğün yolda ne kadar az iz bırakırsan kendini o kadar az bağlarsın insanların nezdinde” desen de ben hep bile isteye sesli düşündüm senin yanında. Çünkü dostun lügatimdeki karşılığı, yanında sesli düşünülen kimseydi. Bu düşünceyle içimdekileri saklamadan emanet ettim hep sana. Sen ve değerli eşin de evinizi, gönlünüzü açıp geceler boyu muhabbetinizi sundunuz kader defterimin yalnızlık başlığı ile açılmış sayfalarına. Söz uçar yazı kalır derler ya işte bu yüzden, anlattıklarım yetmedi bana ve kaleme kâğıda sarıldım ki, hayatın gerçeği unutuluşun soğuk duvarlarına çarpmadan dostluğumuz, belgelensin, yıllar geçtikçe dönüp dönüp baktığımız fotoğraflar gibi açıp okuyacağınız iki satır kalsın benden size, her daim birlikte geçirdiğimiz günleri hatırlatacak, güzel gönlünüze hediye. 

        “Celâli maruziyetler, Cemâli lütufları barındırır." demişler, ne güzel söylemişler. Yolum zor bir ayrılık vesilesi ile bir şekilde bu şehre düşmese, gelir gelmez marazlı bir el dokunmasa ruhuma düştüğüm bu yerde yalnızlığımla debelenip duracaktım belki de. Ama işte her şerde bir hayır var ki, en kalbi dostluklar kalbin en çok kırıldığı yerde başlıyor, dost acı günde belli oluyor. Gönle güneş doğuyor. Bir ses en umutsuz anınızda tutuyor ruhunuzun ellerinden ve “Ben senle güneşi bulmaya geldim,  ürkme kavganı sormaya geldim, gücenme güneşten sunmaya geldim,” diyen şair gibi çocukların ellerindeki güzel günlere doğru yürürken bir yoldaş bulmanın sevincini bırakıyor içinize.

         Nuri Pakdil 1979 da değerli büyüğü bir dostuna ithafen yazdığı Bağlanma adlı eserinde “İnsanlar cümlelerle yaklaşırlar birbirlerine: sonra uzatırlar ellerini: tutunmak için. Çok güçtür insanın tutunabilmesi insana! “diyor. Günümüzde bu zorluk kat kat artmış durumdayken herkes menfaatin peşinde, kimse kimseye vakit ayıramayacak kadar meşgulken insanın kalbi dostluklar kurabilmesi altın madeni bulması ile eşdeğer hale gelmiş durumda. Ama bir gerçek var ki, insanları yaklaştıran cümlelerin yapıtaşları  kelimeler sahibinin neresinden çıkarsa muhatabının orasına değermiş ya demek ki kalp de dimağ da yanılmıyor sözün samimiyetini test ederken. Ve böylece insan dostunu düşmanını seziyor, yüreğinin götürdüğü yere giderek doğru insanları se(ç)(v)iyor. 

           Ingmar Bergman bir sözünde “Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." diyor ya, ben de bana gerçeğimi hatırlatacak, bana ben olduğumu hissettirecek, kendim olmanın güzelliğini yaşamaya fırsat verecek, yargılamayacak, yadırgamayacak, zihin kalıplarına sıkıştırıp kategorize etmeyecek insanlar arayıp durdum ömrümce. Ve Allah bana böyle insanlar tanımayı, onları yüreğime almayı, onların da gönül kapısından geçebilmeyi lütfetti yolumun uğradığı şehirlerde. Tek tüktü sayıları ama işte hayatımda “var”lardı ve bana maddi manevi değer katıyor, dostlukları ile gönlüme umut oluyorlardı.
           Aslında her insan bir ayna aynı zamanda karşısındaki muhataba. Aynada kendini gördüğün an, işte o an, yarana eş yarasını görünce karşındakinin, gönlünü açıyorsun umarsızca. Bırakıyorsun kendini muhatabının gönül denizinin ılık kıyılarına. Boğmaz diyorsun beni böylesi bir sevgi, boğulursam da onun sularında olmuş ne gam. Sırtını dönebiliyorsun mesela, bir gün bana kızsa da, kırsam da onu beni bıçaklamaz ya sırtımdan diyorsun. Yalnız değilim diyorsun, o var, bırakmaz beni. Çünkü dost insana O Yüceler Yüce’si Dost’un emaneti, emanette emin olanı affeder Dostların, dostluğun muhabbetin Sahibi…

        Hayatın yarın bizi nereye taşıyacağı, kimlerle karşılaştıracağı belli değil lakin “Karşılaşmak” yolculukların belki de en sırlı kavramı. Sadece nesnelerle- kitaplarla değil insanlarla da ilişkilerimizin bu büyülü kavram üzerinden aktığını düşünürüm. Hiçbir şeyin rastlantı ile açıklanamayacağı bir dünyada sürekli birileriyle kesişir yollarımız. Hayatlarımıza konuk olanlar bazen bizden bir şeyler götürürler kendi yolculuklarına dönerken, bazen de güneş gibi doğarlar içimizin karanlıkta kalmış labirentlerine. Akıbeti ne olursa olsun yaşanması gerekmektedir ve olanda da olacak olan da da hayır vardır dediği gibi bilgelerin yolculuklarımız, yoldaşlarımız, konuklarımız,konukluklarımız,  ilişkilerimiz, kitaplarımız, filmlerimiz mutlaka bizi zenginleştirir. Sonuca ulaşmak çoğu zaman irademizi aşan birçok etkene bağlı iken önemli olan yolda olmaksa, bir yolcuysak bu dünyada, “karşılaşma” nın sırrıyla yolumuza çıkan mektupları okumalıyız her fırsatta. İşte bu gri beldede bahtıma düşen en güzel mektuptu varlığınız, dostluk adına. Şükür yollarımızı kesiştiren Yaradan’a. 

           “İnsan insanın yurdudur” diyor ya Mustafa Kutlu, yurdum olduğunuz için bana ne mutlu… Tebdil-i mekânda ferahlık vardır dediği gibi eskilerin benim gelişim zorunlu bir nedene dayansa da insan arada bir de olsa yüreğine eş yürekler bulmak adına keyfe keder ayrılışlar yaparak da düşmeli yollara. Yeni insanlar tanımalı, yenilenmek, umut ışığını hayatının merkezine tekrar oturtmak, yılların yorgunluğuna yenilmiş, gizini kaybetmiş dostlukların-ilişkilerin yükünü üzerinden atabilmek adına çıkmalı yola, yolculuklara. Sonra tazelenmiş bir yürekle döndüğünde yurduna, yani dostlarına kalbine güneşi asmaya geldim diyebilmeli, konuşmadan da anlaşabilmeli…

            Mehmet Akif’in “… Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri… Dili yok kalbim bundan ne kadar bizarım “ dediği gibi belleğimdeki kelimeler anlatmaya yetmiyor kalbimdeki dostluğu… İşte bu noktada bir başka şaire kulak kesilip söze son vermeli...
” Söylediklerimden çok sustuklarımda saklıyım…
Ve gizlediklerimde gizliyim…
Beni anlamak için;
Konuştuklarımdan çok,
... Sustuklarıma kulak verin..

... Aklım sukütu sever benim.
Çünkü çok ağır ödeştik biz hayatla...
Ben sonu olmayan çok yollardan geçtim...
Üç Noktalar Koymaz Bana…” Nazım Hikmet
Baki dostlukla… Muhabbetle.

handan güler




Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.