-VI-
Şekercinin odası önünde
dikildim, içerden sesler gelmekteydi; kulak kabarttım.. Bana şiir gibi geldi,
ne tuhaf, dedim, herkes burada bir garip olmaya başladı, Mabetin sahibi görse
ne der sonra? Boş ver, dedim, derdi sana mı düştü.. hem üstelik beni ne
ilgilendirir? Kulağımı yine de kapıdan alamadım, kulağımın pasını silen o
sesler! Şekerci'nin konuşmalarına bir anlam veremesem de oradan hemen
ayrılamadım..
Ellerimden tut,
diyecektim..
Ellerimden yürüyelim,
diyecektim..
Yağmurun hızlandığı bir
saatte insanlardan kaçarcasına -yağmurdan değil, dikkatinizi çekerim! -bir
saçak altına sığınmış ıslak bir kuştum, diyecektim..
Yağmurdan sonra açan
güneşin sarılığında zaman sarı bir bebeğe sarılıp uyumuştu, diyecektim..
Sonra safir bir göz oldu,
diyecektim..
Şehrazat buradan
yürümeye başlamıştı, diyecektim..
Yat Limanında bir
kadının ıslanmış saçlarından belli olmuştu AY, diyecektim..
Elleri sanki yeşil bir
merdivendi, diyecektim..
İstasyon binasının
-eski kagir bir binaydı, sarı durmuş saatinin üstünde pinekleyen rüyalarını,
demiryolu işçilerinin kalın suratlarında dengelenmiş bir hayli karışık
rüyalarım, tarihleriyle koşutluk gösterip göstermediği, henüz anlaşılmamış iç
karmaşalarını, yatay bir eğri de ortaya çıkıp çıkmayacağını, hayatın onlar için
daha ne düşler oynayacağını sabırsızlıkla bekledikleri böyle bir binada -market
olmalıydı bu bina herhalde - tozlu yüzünde rüyaları salınmaktaydı, diyecektim..
Siyah beyaz
görüntülerin ortasında ne yana gideceğini şaşırmış Finamek’inin öyküsüne de
kulak verelim, diyecektim..
İnsan kalabalığı çil
yavrusu gibi dağıldığında Kasap Demavend, diyecektim..
Daha ne olup bittiğini
bile anlayamadan gözlerini böyle bir karabasana açtığı için, diyecektim..
Hayatında hiç unutmayacağı bir gece yaşamıştı, diyecektim..
Şehrinaz'ın öykünün en
heyecanlı yerindeyken nasıl bırakıp gittiğini. Onda kalan bir yarısıyla öteki
yarısını aramaya koyuluşu sırasında kendi rüyasını gördüğünü.. artık hiç
uyanmak istemediği bir RÜYA’da hayatını nasıl tükettiğini.. karanlıktaki yüzünü
aydınlatan rüyasıyla başının dertte olduğunu.. işin içinden nasıl çıkacağını
bilemediğinden, saplanıp kaldığı karanlık çukurda rüyaların insanlara nasıl
dersler verdiğini.. bütün bunların kasap parçasının başı altından çıktığını..
-böyle rüyalar gördüğünü her akşam anlatmasa- belki onun da böyle bir rüya
görmeyi aklına bile getirmeyeceğini.. - şimdi artık çok geçti - bir kapının
bulunmayışından insanların nasıl birbirlerinin yüzlerine bakarak kaçacak,
sığınabilecekleri bir yerin olmayışından korku dalgaları yaydıklarını.. bunun
da baş ağrılarına neden olduğunu söylemeye bile gerek yoktu aslında...
Dayanamadım, kapıya
vurdum, gırç, diye bir ses geldi, bir el düğmeye dokunmuştu, sonra odanın
içinde ayak sesleri duydum, bana doğru yaklaşan ayak seslerinde ürküntü vardı
ve bir de bezginlik. Kapıyı öfkeyle açmıştı karşımdaki insan, burnundan
soluyarak bana bakmaktaydı, "Ne var?”, dedi, "Finamek, ne
istiyorsun?”
"Hiç!",
dedim, "Sesler duyunca merak ettim!", "İyisin değil mi?” diye
sordu.
“Gayet iyiy..iyiyim!",
dedim, "Asıl sen iyi misin?”
"İyiyim,
iyiyim!", dedi, "Bu gün fazlasıyla şeker yaptım!”
"İyi o
zaman!", dedim, "Ben gidiyorum!” Arkamdan kapı kapandı, ağır aksak
yürüdüm, yine konuşuyordur, konuşsun! Bir de onu Kiyanüs bu halde görecekti ki,
abuk sabuk konuşmayı göstersin ona! Caddeden geçen taşıtlara yüzümü dönüp her
şeye bir son verme kaygısıyla kıvrandım, sürüngenleştim, bittim. Karşıya geçene
kadar akla karayı seçtiren bu dünyaya lanet okudum içimden, lanetlik bir
dünyada yaşıyorduk hepimiz....
Plajdan yeni dönen bir
kadının arkasına gizlenerek Büyük Kapı'dan içeriye girdim, klimanın soğuğu
yüzüme çarptı, ferahladım. Gözlerimi reyonların arasında kalan boşluğa dikmiş,
grinin içinde dönenip duran gölgeleri gözden geçirdim. Sonra et kırmızısı gözlerimi
aldı, bıçağı sapladıkça yırtılan damarlar, sinirlerin beyazlığı, derken karşıma
çıkan kırmızılık gözlerimi kör etti. Müzik çalıyordu, kendimi kaybettim. Ağır
tempoda çalışan makaralardan sonra, vinç seslerine insan homurtuları
karışıyordu.. dev makaraların çıkardığı homurdanma kulaklarımda dönenerek etin
rengine, oradan da bütün bedene yayılmaktaydı. Ellerindeki bıçaklar aynı anda
komut almış gibi ileri çıkıyor, çengellere asılmış çırpınan iğrenç yaratıkların
boğazlarını bir hamlede gövdelerinden ayırmaktaydılar.. iğrenç, tüylü
yaratıkların böğürtülerine makine sesi karışmaktaydı.
"Ben gidiyorum
Pürmaye!”, dedim, "Kiyanüs sorarsa, yok, dersiniz!”
"Peki usta!”, dedi
çırak.
Pürmaye’nin yüzünde
yine aynı gülümseme; bana bakıyordu, yürüdüm, Şarküteriden geçtim, reyonların
arasına daldım, binlerce malın dizildiği raflarda tüketim cinlerinin beni de
çarpmasını bekledim, gelmediler.... Şekerci, dedim, aslında hiç de kötü bir
insan değildi, ama ona hep kuşkuyla bakıyorlardı, üzerindeki bilinmezlik
örtüsünü kaldıramadıkları için belki de, Mabet’in eski zamanların tılsımını
taşıdığı için belki! Gülümsedim.. Sanki Şekerci karşımdaydı, yok olan, tükenen
bir dünyanın insanı olması kimilerinin canını sıkıyordu, yeryüzü sürgünlerinden
biri, gizlediği sır insanları çekse de ondan nefret etmelerini de sağlıyordu
bir kere, kimse korkusundan yaklaşamıyordu, ama aşçı kadın öyle değil, o hep
yanında, ikisinin de sonunu hiç iyi görmüyordum, ama Şehrinaz kulak bile asmadı
bana, saçmaladığımı düşünüyordu nedense.. Ne aradığını kimseye söylememişti
daha, insanlardan kaçıyordu, ne aradığını bilmeyen bir insandı belki de O...,
dedim, Şehrinaz, beni iyi dinle bak.. Örnek, dedim, Şekerci! Feridun Bey’in
hiçbir şeyden haberi yok, varsa yoksa kasaların tıkırtısında kulağı. Mabet’e
hiçbir şey olmayacak, ne olacaksa Büyük Hanım insanlara olacak, senin Kendirev
dediğin insan da bir şey yapamaz... Kendirev Bey, Enver Paşa bıyıklarının ucunu
kaşıyarak gülüyordu, hınzırlığı üstünde bir adamla hiçbir şey konuşulmazdı.. Ne
oldu? Neye gülüyorsunuz Sultanım?, diyen kadın, sofadakileri telaşa vererek
Bilgi İşlem Merkezi’nin kapısı önünde ancak soluklandım, güzel bir seyirlik
alandı benim için, oyuncak reyonlarının çekiciliğine kapılmış Ayı Boğa’nı Sindy
bebeklere bakarken yakaladım, beni görmedi bile, o kadar dalmıştı demek ki!
Beni görüyorlar mıdır, diye düşündüm.. Monitör açıksa hınzırca gülüyordur
Kiyanüs dedim ve bir de bak, bak, diyordur, Dehhak Döngel!.... Kasap milleti
değil mi? Yanlış meslek seçmişiz biz!
Kadın,
"F.'ciğim!”, diyordu, "Bugün günlerden cumartesi!" Sonra dönüp
kadına bakıyordu Kasap.. bir yandan da karısı Ş.,'nin sabah erkenden evden
çıkışını düşünüyordu, dedim.. "Unutma, tamam mı?”, diye ikazda bulunan da aynı kadındı. "O
filme mutlaka gitmeliyiz!”,diyordu da, "Filmin adı ne?”, diye soruyordu
Kasap. "SİYAH ŞEMSİYELÎ KADIN!” ,diyordu karısı Ş.,
Müjgan gülüyordu,
kahkahalarını tutamayan bir kız olup çıktığından. "Ne gülüyorsun?”, dedim,
"Hiç konuşan insan görmedin mi?”
"Kendi kendine ne
konuşuyorsun öyle?”, dedi Müjgan. Mihri Mahi’de yanındaydı. Liz ağlamaya
başlayınca, Kasap gözlerine inanamayan bir pozda görünüyordu, ona daha fazla
bakmak istemeyen yufka yürekli insan oturup tezgahının başında çocuklar gibi
ağlamaya başladığında karısı Ş., kim bilir nerelerdeydi, diye düşündüm.. Liz
Taylor, daha sonra hıçkırıklarının arasında bir kahkaha atınca olayın rengi bir
anda değişir gibi olmuştu, ama bunların sinir buhranından kaynaklanan
kahkahalar olduğunu biliyordum. Onu hiç kimsenin anlayamadığından şikayetçiydi.
"Anlaşılmayan bir
kadınım ben!”, demek ister gibi ona bakıyordu, yarasaların karanlıktan
faydalanarak uçtukları sokağın ıssızında yalnız yürüyen bir adam ve onun
gölgesinden ürküp karanlığa kaçan kadını rüyasında da görüyordu Kasap, diye
düşündüm..
Genç bir kadındı, Ruh
Sağaltım Merkezi'nde çalışan genç asistanlardanmış. Ama yine markete bazen et
almak için geldiğini sanıyordu kasap diye ,düşündüm..
Karanlık sokakta
yürüyen adamı da giyim kuşamından dolayı Cemşid Ulu’ya benzetiyordu.
"Kocam beni hiç anlamıyor!”, diyerek ona dert yanmaktaydı Liz Taylor
Gülüşlü Kadın, diye düşündüm..
Beni hiçbir zaman
anlamayacak olan Müjgan, derin bakışlı gözlerini gözlerimin içine dikmiş
bakınırken "Tamam!", dedim, "Her şey buraya kadardı!”
-VII-
Dipsiz ANTALYA!
"Senaryonun en
güzel yerine geldik!", dedim, "Dinle bak!"
"Dinliyorum!",
dedi.
"Cendel’in
senaryodaki şaşırtmacayı kavradığı bölüme geldi sıra... Söylemek istediğim şey
artık senaryonun büyüsü çözülüyordu. Aynı adreste daha önce böyle birinin
oturduğunu kadından öğrendiğinde onun için senaryonun en önemli ipuçlarından
birini ele geçirmek gibi bir şeydi. Ama Cendel, hiç de heyecanlanmadı,
soğukkanlılığını korudu."
"Büyük Kapı’nın
solunda bahçeye bakan pencerenin yanında duran tabloya kaymıştı bakışları,
resimler gerçekten de güzeldi, denize açılan kıyıda hasır şapkalı bir kadının
yürüyüşünü canlandıran tablonun anlattıkları, onu derinden etkilemişti;
ellerinin ortasında büyüyen ışığın göz kamaştırıcılığından kendini alamamıştı,
bir başka gölge daha vardı orada, yine diğer kadın gibi siyah yeldirmeli bir
eteklik giyinmişti, belki de bu büyüyen yalnızlığıydı, Mihri Mah’ın anlatmaya
çalıştığı siyahlıktı belki bütün bunları ona yaşatan. Alttan alta ışıldıyor,
sonra genleşerek içinde bir yerlere sığmayan kütleye ilişiyor, o kütle onları
buralardan çok uzağa götüreceğinden artık onu da kendi yanlarına çektiğinden,
yeni bir yolculuğa çıkma hazırlığına girişiyorlardı. Kadının yüzündeki
belirsizlik daha da kanırtıcı kılıyordu resmin bu köşesini, sanki yüzündeki
belirsizliği zorlayan şey de buradan kaynaklanmaktaydı. Güneşti, yazdı, kumdan
doğacağını biliyorlardı.... Kumdan ve güneşten doğacağını ve de öyle güzel,
öyle karanlık, öyle soğuk, ölümün yüzü gibi her yerde bu kadar soğuk
olacağından söz etmişti yine. O resimler o kadar efsunluydu, büyülüydü.. karşısında
dakikalarca dikilip kalan Cendel, özlemini dindirebilmek için onlara uzun uzun
bakmaktan kendini alamamıştı...
"Onlara fazla
bakmayın!", demişti kadın, "Uğursuzluk getirir!"
Bu yüzden Cendel,
onlara bakmaktan kendini alamıyor, her defasında aynı korkuyu yaşıyordu.
Giderek insanı içine çekiyorlardı, sonra kurtulamıyor, kendini onlardan
alamıyordu, her yanda onlar vardı sanki. İri iri açılmış gözleriyle onu
kollamaktaydılar. Böyle bir sabah, sesler ve şekiller onu bir kadına götürmüştü
en sonunda, Mirella Matheu’ya benzeyen kadın, sürekli erkeklerin onu
aldattığını, bu yüzden yüzündeki beyazlığın kaybolup gideceğini sanarak,
aynalara kaçıp sığındığını söylediğinde, Cendel, yine şaşırmadı. Sanki birazdan
kadının ne yapacağını da görebiliyordu, bunları söylemeye bile gerek yoktu hiç.
Cendel, kadının hikayesini yeni baştan dinlemek istemese de, yarım kalmış
yolculuğu bitirebilmek adına bu isteğine karşı koyamamıştı o an. Belki benim
bilmediğim bazı şeyleri o biliyordur, psikolojisine yenik düşmüştü.
"Akrepleri hiç
merak etmez misiniz?”, diye sormuştu Mirella Matheu’ya benzeyen kadın.
Cendel,anlamamış gibi yüzüne baktığında.. kadın, daha fazla gerginlik
yaratmamak için olacak herhalde, "Cemşid kadar!", demişti tane tane.
Sonra Cendel böyle bir soruyu gereksiz bulduğu için üzerinde fazla durmak
istemiyordu canı, onu asıl düşündüren şey bu insanlara ne olduğuydu. Kadın yine
Ernüvaz hakkında çok önemli bir sırrı teslim edercesine, onun, rüyalarla bir
dünyayı sırladığını, yaşadığımız şeyleri sırladığını.. evet, rüyaların onu ne
kadar çok etkilediğini ve fallara göre hayatını yönlendirdiğini söylemişti.
Öyle ki; her gördüğü rüya gelecekten bir haber veriyormuşçasına, günlerce bu
rüyaların üzerinde kafa yorduğunu, bu yüzden çalmadık kapı bırakmadığını ve
elde ettiği sonuçlardan paniğe kapılıp yemeden içme kesilerek günlerce
odasından bile çıkmadığı böyle bir insanı neden bu kadar çok merak ettiğini
sormuştu. Sonra yine ayaklı duvar aynasının karşısında kadın, neden böyle siyah
giyindiğini anlatmaya başlamadan önce, ona, küçük bir sır daha vermişti. Küçük
sır da şuydu: Rüyaların asıllarıyla değiştirildiğini, artık yaşanan şeylerin
hiç kimseyi bu kadar korkutmadığını, olaylara bu yönden baktığı zaman, onun da
rahat edeceğini söylerken o kadar içten konuşuyordu ki.. Cendel, ona inanmaktan
başka bir şey yapamayacağını da anlamıştı. Demek ki; Mihri Mah’ın ona hayali
şeyler olarak anlattıklarını bir zaman yazmayı deneyecek kadar işi ileri
götürmüştü. Düş Name’de yaşayanların yarınlarını nasıl kaybettiklerini, bir
daha gelmeyecek olan yarınlarına, yine de özlemle baktıkları ve onlar için
rüyaların ne kadar önemli olduğunu, üstelik bu rüyaları için yaşadıkları, belki
de her şeyin olmuş gibi ya da yaşanmış gibi yazıldığı yarınsızlıklarında,
ölümün onlar için rüyalarla anlama geldiği gibi bir yerde -dünyada-
bulunduklarından dolayı kimsenin kimseyi suçlamadığı acayip bir yerdi burası.
Bir zaman sonra Cemşid’in de alışacağını kulağına fısıldadığında, kadının da
memesinin altında aynı lekeyi taşıdığını gördü. Çok geçmeden kadın da aynadan
çekilmiş, yine aynı yerine giderek biraz orada bekledikten sonra hikayesini
anlatmaya başlamıştı. Ne ilginçtir ki, onun da Şehrazat’la tanışması
diğerlerinde olduğu gibi bir rüyayla olmuştu. Kadın onunla bir oyuncakla oynar
gibi oynuyor muydu yoksa? Diğer öykülerde olduğu gibi insanın aklına her şey
geliyordu, ama, şiddetli ayrılık günlerinden faydalanarak yeniden küçümsenmek,
aşağılanmak, o insanların sevgileri ve nefretlerine muhatap olmak istemeyen
Cemşid, kadına daha da sokulmuş ve merakla yüzündeki rüya tozlarına bakarken;
"Her şeyi bilmek
istiyorum!", dedi, "İnanın ki beni çok memnun etmiş
olacaksınız!"
Kadın, kendi bildiğini
okumak ister gibi yüzüne baktığında, Cemşid, her şeyi kaybetmek istemediği için
beklemekten başka bir şey yapamayacağını da anlamıştı. Hatıra Apartmanının
teras katında.. Geniş pencereli, tek göz bir odası ile banyo ve mutfaktan
ibaret olan bu dairede Şehrazat yaşarken ne acılar çektiğini düşündü.. Bu
daire, ona bütün sırrını ele verecekmiş gibi gözünde bambaşka bir anlama
bürününce.. "Rüya, evet, her şey bir rüyaydı aslında!", sözlerini
mırıldandı. O zaman demek ki; tümsekteki baykuşu boşu boşuna görmemişti,
çürümekte olan bir kadının cesedine bakmaktayken, dolmuştakilerin neden yüzüne
öyle korkuyla baktıklarını da az çok anlar gibiydi.
"Sustunuz!”,
demişti kadın, "Burada değilsiniz sanki! Burada, buralarda
değilsiniz!"
"Hayır!"
"Evet!"
"Sizi
dinliyordum!", dedi öfkeyle.
Gerçekten de kadın
ikinci rüyayı ne zaman anlatmaya başlayacağını, Cemşid sabırsızlıkla
bekliyordu. Mirella Matheu’ya benzeyen
kadının ikinci rüyayı anlatmaya başladığını, "Aslında kırılan eşyaların
fotoğrafı olabilirdim!”, sözlerinden çıkarmıştı Cemşid. Gerçekten de, eski evin
bu cephesinde sık sarmaşıklar olduğu için Ernüvaz’ın kaldığı odanın penceresi
bile görünmüyordu. Evet, Şehrazat Düş Name’yi yazarken kim bilir arada sırada
sokağa bakmak için pencere kenarına geldiğinde, yıllanmış palmiyelerin
gölgesinde, ne yaptığı pek anlaşılmayan kadını Mihri Mah'a benzettiği için bu
kadar çok sevinmişti. Aklına daha başka şeyler de geliyordu. Eylül sabahı
Şehrazat’ın antikacı dükkanında “Sözcükler Üzerine Kaygılar”ı alabilmek için ne
diller döktüğünü, sonra o insanın da Cemşid Efendi olmasını neden bu kadar çok
istediğini, belki de rüyaların sonuna geldiğinde öğrenecekti. Hem üstelik
onları çok kıskandığı için bu kadar çok uyuyordu. Ellerini birden aynadan
çekerek eski yerine geçip oturduğunda, Perşembe günü Mihri Mah'ı görmek için
gelen kadının Ernüvaz Hanım olup olmadığını sormuştu, ama sanki kadın bunun farkında
değildi. Çok sonra kadın önemli bir sırrı daha açıklama gereği duymuştu ki;
"Bakın!",
demişti boğazını temizleyerek.. "Aslında onlar, Şehrazat'ın gördüğü bir
rüya için vardılar!”
cemal çalık
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.