Düşlerin İsyanı XV





-VI-
Şekercinin odası önünde dikildim, içerden sesler gelmekteydi; kulak kabarttım.. Bana şiir gibi geldi, ne tuhaf, dedim, herkes burada bir garip olmaya başladı, Mabetin sahibi görse ne der sonra? Boş ver, dedim, derdi sana mı düştü.. hem üstelik beni ne ilgilendirir? Kulağımı yine de kapıdan alamadım, kulağımın pasını silen o sesler! Şekerci'nin konuşmalarına bir anlam veremesem de oradan hemen ayrılamadım..

Ellerimden tut, diyecektim..

Ellerimden yürüyelim, diyecektim..

Yağmurun hızlandığı bir saatte insanlardan kaçarcasına -yağmurdan değil, dikkatinizi çekerim! -bir saçak altına sığınmış ıslak bir kuştum, diyecektim..

Yağmurdan sonra açan güneşin sarılığında zaman sarı bir bebeğe sarılıp uyumuştu, diyecektim..
Sonra safir bir göz oldu, diyecektim..

Şehrazat buradan yürümeye başlamıştı, diyecektim..

Yat Limanında bir kadının ıslanmış saçlarından belli olmuştu AY, diyecektim..
Elleri sanki yeşil bir merdivendi, diyecektim..

İstasyon binasının -eski kagir bir binaydı, sarı durmuş saatinin üstünde pinekleyen rüyalarını, demiryolu işçilerinin kalın suratlarında dengelenmiş bir hayli karışık rüyalarım, tarihleriyle koşutluk gösterip göstermediği, henüz anlaşılmamış iç karmaşalarını, yatay bir eğri de ortaya çıkıp çıkmayacağını, hayatın onlar için daha ne düşler oynayacağını sabırsızlıkla bekledikleri böyle bir binada -market olmalıydı bu bina herhalde - tozlu yüzünde rüyaları salınmaktaydı, diyecektim..

Siyah beyaz görüntülerin ortasında ne yana gideceğini şaşırmış Finamek’inin öyküsüne de kulak verelim, diyecektim..

İnsan kalabalığı çil yavrusu gibi dağıldığında Kasap Demavend, diyecektim..

Daha ne olup bittiğini bile anlayamadan gözlerini böyle bir karabasana açtığı için, diyecektim.. Hayatında hiç unutmayacağı bir gece yaşamıştı, diyecektim..

Şehrinaz'ın öykünün en heyecanlı yerindeyken nasıl bırakıp gittiğini. Onda kalan bir yarısıyla öteki yarısını aramaya koyuluşu sırasında kendi rüyasını gördüğünü.. artık hiç uyanmak istemediği bir RÜYA’da hayatını nasıl tükettiğini.. karanlıktaki yüzünü aydınlatan rüyasıyla başının dertte olduğunu.. işin içinden nasıl çıkacağını bilemediğinden, saplanıp kaldığı karanlık çukurda rüyaların insanlara nasıl dersler verdiğini.. bütün bunların kasap parçasının başı altından çıktığını.. -böyle rüyalar gördüğünü her akşam anlatmasa- belki onun da böyle bir rüya görmeyi aklına bile getirmeyeceğini.. - şimdi artık çok geçti - bir kapının bulunmayışından insanların nasıl birbirlerinin yüzlerine bakarak kaçacak, sığınabilecekleri bir yerin olmayışından korku dalgaları yaydıklarını.. bunun da baş ağrılarına neden olduğunu söylemeye bile gerek yoktu aslında...

Dayanamadım, kapıya vurdum, gırç, diye bir ses geldi, bir el düğmeye dokunmuştu, sonra odanın içinde ayak sesleri duydum, bana doğru yaklaşan ayak seslerinde ürküntü vardı ve bir de bezginlik. Kapıyı öfkeyle açmıştı karşımdaki insan, burnundan soluyarak bana bakmaktaydı, "Ne var?”, dedi, "Finamek, ne istiyorsun?”

"Hiç!", dedim, "Sesler duyunca merak ettim!", "İyisin değil mi?” diye sordu.

“Gayet iyiy..iyiyim!", dedim, "Asıl sen iyi misin?”

"İyiyim, iyiyim!", dedi, "Bu gün fazlasıyla şeker yaptım!”

"İyi o zaman!", dedim, "Ben gidiyorum!” Arkamdan kapı kapandı, ağır aksak yürüdüm, yine konuşuyordur, konuşsun! Bir de onu Kiyanüs bu halde görecekti ki, abuk sabuk konuşmayı göstersin ona! Caddeden geçen taşıtlara yüzümü dönüp her şeye bir son verme kaygısıyla kıvrandım, sürüngenleştim, bittim. Karşıya geçene kadar akla karayı seçtiren bu dünyaya lanet okudum içimden, lanetlik bir dünyada yaşıyorduk hepimiz....

Plajdan yeni dönen bir kadının arkasına gizlenerek Büyük Kapı'dan içeriye girdim, klimanın soğuğu yüzüme çarptı, ferahladım. Gözlerimi reyonların arasında kalan boşluğa dikmiş, grinin içinde dönenip duran gölgeleri gözden geçirdim. Sonra et kırmızısı gözlerimi aldı, bıçağı sapladıkça yırtılan damarlar, sinirlerin beyazlığı, derken karşıma çıkan kırmızılık gözlerimi kör etti. Müzik çalıyordu, kendimi kaybettim. Ağır tempoda çalışan makaralardan sonra, vinç seslerine insan homurtuları karışıyordu.. dev makaraların çıkardığı homurdanma kulaklarımda dönenerek etin rengine, oradan da bütün bedene yayılmaktaydı. Ellerindeki bıçaklar aynı anda komut almış gibi ileri çıkıyor, çengellere asılmış çırpınan iğrenç yaratıkların boğazlarını bir hamlede gövdelerinden ayırmaktaydılar.. iğrenç, tüylü yaratıkların böğürtülerine makine sesi karışmaktaydı.

"Ben gidiyorum Pürmaye!”, dedim, "Kiyanüs sorarsa, yok, dersiniz!”

"Peki usta!”, dedi çırak.

Pürmaye’nin yüzünde yine aynı gülümseme; bana bakıyordu, yürüdüm, Şarküteriden geçtim, reyonların arasına daldım, binlerce malın dizildiği raflarda tüketim cinlerinin beni de çarpmasını bekledim, gelmediler.... Şekerci, dedim, aslında hiç de kötü bir insan değildi, ama ona hep kuşkuyla bakıyorlardı, üzerindeki bilinmezlik örtüsünü kaldıramadıkları için belki de, Mabet’in eski zamanların tılsımını taşıdığı için belki! Gülümsedim.. Sanki Şekerci karşımdaydı, yok olan, tükenen bir dünyanın insanı olması kimilerinin canını sıkıyordu, yeryüzü sürgünlerinden biri, gizlediği sır insanları çekse de ondan nefret etmelerini de sağlıyordu bir kere, kimse korkusundan yaklaşamıyordu, ama aşçı kadın öyle değil, o hep yanında, ikisinin de sonunu hiç iyi görmüyordum, ama Şehrinaz kulak bile asmadı bana, saçmaladığımı düşünüyordu nedense.. Ne aradığını kimseye söylememişti daha, insanlardan kaçıyordu, ne aradığını bilmeyen bir insandı belki de O..., dedim, Şehrinaz, beni iyi dinle bak.. Örnek, dedim, Şekerci! Feridun Bey’in hiçbir şeyden haberi yok, varsa yoksa kasaların tıkırtısında kulağı. Mabet’e hiçbir şey olmayacak, ne olacaksa Büyük Hanım insanlara olacak, senin Kendirev dediğin insan da bir şey yapamaz... Kendirev Bey, Enver Paşa bıyıklarının ucunu kaşıyarak gülüyordu, hınzırlığı üstünde bir adamla hiçbir şey konuşulmazdı.. Ne oldu? Neye gülüyorsunuz Sultanım?, diyen kadın, sofadakileri telaşa vererek Bilgi İşlem Merkezi’nin kapısı önünde ancak soluklandım, güzel bir seyirlik alandı benim için, oyuncak reyonlarının çekiciliğine kapılmış Ayı Boğa’nı Sindy bebeklere bakarken yakaladım, beni görmedi bile, o kadar dalmıştı demek ki! Beni görüyorlar mıdır, diye düşündüm.. Monitör açıksa hınzırca gülüyordur Kiyanüs dedim ve bir de bak, bak, diyordur, Dehhak Döngel!.... Kasap milleti değil mi? Yanlış meslek seçmişiz biz!

Kadın, "F.'ciğim!”, diyordu, "Bugün günlerden cumartesi!" Sonra dönüp kadına bakıyordu Kasap.. bir yandan da karısı Ş.,'nin sabah erkenden evden çıkışını düşünüyordu, dedim.. "Unutma, tamam mı?”,  diye ikazda bulunan da aynı kadındı. "O filme mutlaka gitmeliyiz!”,diyordu da, "Filmin adı ne?”, diye soruyordu Kasap. "SİYAH ŞEMSİYELÎ KADIN!” ,diyordu karısı Ş.,
Müjgan gülüyordu, kahkahalarını tutamayan bir kız olup çıktığından. "Ne gülüyorsun?”, dedim, "Hiç konuşan insan görmedin mi?”

"Kendi kendine ne konuşuyorsun öyle?”, dedi Müjgan. Mihri Mahi’de yanındaydı. Liz ağlamaya başlayınca, Kasap gözlerine inanamayan bir pozda görünüyordu, ona daha fazla bakmak istemeyen yufka yürekli insan oturup tezgahının başında çocuklar gibi ağlamaya başladığında karısı Ş., kim bilir nerelerdeydi, diye düşündüm.. Liz Taylor, daha sonra hıçkırıklarının arasında bir kahkaha atınca olayın rengi bir anda değişir gibi olmuştu, ama bunların sinir buhranından kaynaklanan kahkahalar olduğunu biliyordum. Onu hiç kimsenin anlayamadığından şikayetçiydi.

"Anlaşılmayan bir kadınım ben!”, demek ister gibi ona bakıyordu, yarasaların karanlıktan faydalanarak uçtukları sokağın ıssızında yalnız yürüyen bir adam ve onun gölgesinden ürküp karanlığa kaçan kadını rüyasında da görüyordu Kasap, diye düşündüm..

Genç bir kadındı, Ruh Sağaltım Merkezi'nde çalışan genç asistanlardanmış. Ama yine markete bazen et almak için geldiğini sanıyordu kasap diye ,düşündüm..

Karanlık sokakta yürüyen adamı da giyim kuşamından dolayı Cemşid Ulu’ya benzetiyordu. "Kocam beni hiç anlamıyor!”, diyerek ona dert yanmaktaydı Liz Taylor Gülüşlü Kadın, diye düşündüm..
Beni hiçbir zaman anlamayacak olan Müjgan, derin bakışlı gözlerini gözlerimin içine dikmiş bakınırken "Tamam!", dedim, "Her şey buraya kadardı!”

-VII-

Dipsiz ANTALYA!

"Senaryonun en güzel yerine geldik!", dedim, "Dinle bak!"
"Dinliyorum!", dedi.

"Cendel’in senaryodaki şaşırtmacayı kavradığı bölüme geldi sıra... Söylemek istediğim şey artık senaryonun büyüsü çözülüyordu. Aynı adreste daha önce böyle birinin oturduğunu kadından öğrendiğinde onun için senaryonun en önemli ipuçlarından birini ele geçirmek gibi bir şeydi. Ama Cendel, hiç de heyecanlanmadı, soğukkanlılığını korudu."

"Büyük Kapı’nın solunda bahçeye bakan pencerenin yanında duran tabloya kaymıştı bakışları, resimler gerçekten de güzeldi, denize açılan kıyıda hasır şapkalı bir kadının yürüyüşünü canlandıran tablonun anlattıkları, onu derinden etkilemişti; ellerinin ortasında büyüyen ışığın göz kamaştırıcılığından kendini alamamıştı, bir başka gölge daha vardı orada, yine diğer kadın gibi siyah yeldirmeli bir eteklik giyinmişti, belki de bu büyüyen yalnızlığıydı, Mihri Mah’ın anlatmaya çalıştığı siyahlıktı belki bütün bunları ona yaşatan. Alttan alta ışıldıyor, sonra genleşerek içinde bir yerlere sığmayan kütleye ilişiyor, o kütle onları buralardan çok uzağa götüreceğinden artık onu da kendi yanlarına çektiğinden, yeni bir yolculuğa çıkma hazırlığına girişiyorlardı. Kadının yüzündeki belirsizlik daha da kanırtıcı kılıyordu resmin bu köşesini, sanki yüzündeki belirsizliği zorlayan şey de buradan kaynaklanmaktaydı. Güneşti, yazdı, kumdan doğacağını biliyorlardı.... Kumdan ve güneşten doğacağını ve de öyle güzel, öyle karanlık, öyle soğuk, ölümün yüzü gibi her yerde bu kadar soğuk olacağından söz etmişti yine. O resimler o kadar efsunluydu, büyülüydü.. karşısında dakikalarca dikilip kalan Cendel, özlemini dindirebilmek için onlara uzun uzun bakmaktan kendini alamamıştı...

"Onlara fazla bakmayın!", demişti kadın, "Uğursuzluk getirir!"

Bu yüzden Cendel, onlara bakmaktan kendini alamıyor, her defasında aynı korkuyu yaşıyordu. Giderek insanı içine çekiyorlardı, sonra kurtulamıyor, kendini onlardan alamıyordu, her yanda onlar vardı sanki. İri iri açılmış gözleriyle onu kollamaktaydılar. Böyle bir sabah, sesler ve şekiller onu bir kadına götürmüştü en sonunda, Mirella Matheu’ya benzeyen kadın, sürekli erkeklerin onu aldattığını, bu yüzden yüzündeki beyazlığın kaybolup gideceğini sanarak, aynalara kaçıp sığındığını söylediğinde, Cendel, yine şaşırmadı. Sanki birazdan kadının ne yapacağını da görebiliyordu, bunları söylemeye bile gerek yoktu hiç. Cendel, kadının hikayesini yeni baştan dinlemek istemese de, yarım kalmış yolculuğu bitirebilmek adına bu isteğine karşı koyamamıştı o an. Belki benim bilmediğim bazı şeyleri o biliyordur, psikolojisine yenik düşmüştü.

"Akrepleri hiç merak etmez misiniz?”, diye sormuştu Mirella Matheu’ya benzeyen kadın. Cendel,anlamamış gibi yüzüne baktığında.. kadın, daha fazla gerginlik yaratmamak için olacak herhalde, "Cemşid kadar!", demişti tane tane. Sonra Cendel böyle bir soruyu gereksiz bulduğu için üzerinde fazla durmak istemiyordu canı, onu asıl düşündüren şey bu insanlara ne olduğuydu. Kadın yine Ernüvaz hakkında çok önemli bir sırrı teslim edercesine, onun, rüyalarla bir dünyayı sırladığını, yaşadığımız şeyleri sırladığını.. evet, rüyaların onu ne kadar çok etkilediğini ve fallara göre hayatını yönlendirdiğini söylemişti. Öyle ki; her gördüğü rüya gelecekten bir haber veriyormuşçasına, günlerce bu rüyaların üzerinde kafa yorduğunu, bu yüzden çalmadık kapı bırakmadığını ve elde ettiği sonuçlardan paniğe kapılıp yemeden içme kesilerek günlerce odasından bile çıkmadığı böyle bir insanı neden bu kadar çok merak ettiğini sormuştu. Sonra yine ayaklı duvar aynasının karşısında kadın, neden böyle siyah giyindiğini anlatmaya başlamadan önce, ona, küçük bir sır daha vermişti. Küçük sır da şuydu: Rüyaların asıllarıyla değiştirildiğini, artık yaşanan şeylerin hiç kimseyi bu kadar korkutmadığını, olaylara bu yönden baktığı zaman, onun da rahat edeceğini söylerken o kadar içten konuşuyordu ki.. Cendel, ona inanmaktan başka bir şey yapamayacağını da anlamıştı. Demek ki; Mihri Mah’ın ona hayali şeyler olarak anlattıklarını bir zaman yazmayı deneyecek kadar işi ileri götürmüştü. Düş Name’de yaşayanların yarınlarını nasıl kaybettiklerini, bir daha gelmeyecek olan yarınlarına, yine de özlemle baktıkları ve onlar için rüyaların ne kadar önemli olduğunu, üstelik bu rüyaları için yaşadıkları, belki de her şeyin olmuş gibi ya da yaşanmış gibi yazıldığı yarınsızlıklarında, ölümün onlar için rüyalarla anlama geldiği gibi bir yerde -dünyada- bulunduklarından dolayı kimsenin kimseyi suçlamadığı acayip bir yerdi burası. Bir zaman sonra Cemşid’in de alışacağını kulağına fısıldadığında, kadının da memesinin altında aynı lekeyi taşıdığını gördü. Çok geçmeden kadın da aynadan çekilmiş, yine aynı yerine giderek biraz orada bekledikten sonra hikayesini anlatmaya başlamıştı. Ne ilginçtir ki, onun da Şehrazat’la tanışması diğerlerinde olduğu gibi bir rüyayla olmuştu. Kadın onunla bir oyuncakla oynar gibi oynuyor muydu yoksa? Diğer öykülerde olduğu gibi insanın aklına her şey geliyordu, ama, şiddetli ayrılık günlerinden faydalanarak yeniden küçümsenmek, aşağılanmak, o insanların sevgileri ve nefretlerine muhatap olmak istemeyen Cemşid, kadına daha da sokulmuş ve merakla yüzündeki rüya tozlarına bakarken;

"Her şeyi bilmek istiyorum!", dedi, "İnanın ki beni çok memnun etmiş olacaksınız!"

Kadın, kendi bildiğini okumak ister gibi yüzüne baktığında, Cemşid, her şeyi kaybetmek istemediği için beklemekten başka bir şey yapamayacağını da anlamıştı. Hatıra Apartmanının teras katında.. Geniş pencereli, tek göz bir odası ile banyo ve mutfaktan ibaret olan bu dairede Şehrazat yaşarken ne acılar çektiğini düşündü.. Bu daire, ona bütün sırrını ele verecekmiş gibi gözünde bambaşka bir anlama bürününce.. "Rüya, evet, her şey bir rüyaydı aslında!", sözlerini mırıldandı. O zaman demek ki; tümsekteki baykuşu boşu boşuna görmemişti, çürümekte olan bir kadının cesedine bakmaktayken, dolmuştakilerin neden yüzüne öyle korkuyla baktıklarını da az çok anlar gibiydi.

"Sustunuz!”, demişti kadın, "Burada değilsiniz sanki! Burada, buralarda değilsiniz!"
"Hayır!"
"Evet!"
"Sizi dinliyordum!", dedi öfkeyle.
Gerçekten de kadın ikinci rüyayı ne zaman anlatmaya başlayacağını, Cemşid sabırsızlıkla bekliyordu. Mirella Matheu’ya  benzeyen kadının ikinci rüyayı anlatmaya başladığını, "Aslında kırılan eşyaların fotoğrafı olabilirdim!”, sözlerinden çıkarmıştı Cemşid. Gerçekten de, eski evin bu cephesinde sık sarmaşıklar olduğu için Ernüvaz’ın kaldığı odanın penceresi bile görünmüyordu. Evet, Şehrazat Düş Name’yi yazarken kim bilir arada sırada sokağa bakmak için pencere kenarına geldiğinde, yıllanmış palmiyelerin gölgesinde, ne yaptığı pek anlaşılmayan kadını Mihri Mah'a benzettiği için bu kadar çok sevinmişti. Aklına daha başka şeyler de geliyordu. Eylül sabahı Şehrazat’ın antikacı dükkanında “Sözcükler Üzerine Kaygılar”ı alabilmek için ne diller döktüğünü, sonra o insanın da Cemşid Efendi olmasını neden bu kadar çok istediğini, belki de rüyaların sonuna geldiğinde öğrenecekti. Hem üstelik onları çok kıskandığı için bu kadar çok uyuyordu. Ellerini birden aynadan çekerek eski yerine geçip oturduğunda, Perşembe günü Mihri Mah'ı görmek için gelen kadının Ernüvaz Hanım olup olmadığını sormuştu, ama sanki kadın bunun farkında değildi. Çok sonra kadın önemli bir sırrı daha açıklama gereği duymuştu ki;

"Bakın!", demişti boğazını temizleyerek.. "Aslında onlar, Şehrazat'ın gördüğü bir rüya için vardılar!”

cemal çalık



Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.