-IV-
"Bunu buraya kim
astı!”, diye sormuştu Kiyanüs.. öfkeyle yüzüme bakmaktaydı. Bir şey diyemedim,
bekledim ufalsın, bir nokta olsun, orada pussun, kendini ayarlayana kadar
savuşup gitsin o lanetlik kadının hayaleti. Gitmek nedir bilmiyordu, siyah perdenin
aralığından sızan keskin gün ışığıyla alaca bulaca gölgeler fink atmaktaydı
ortalıkta, ölülerin, hortlakların, hayaletlerin dolaştığı bir zaman kimin kime
sığınacağı, kimin kime sokulduğu belli değildi. Örümcek kadın, seviştiği adamın
gözlerini oyup çıkardıktan sonra, histerik kahkahalar atmaya başlıyordu, yerler
yine kan içerisinde yüzmekteydi, çıplak memelerinin beyazlığına asılıp kalmış
gözlerimi bir zaman ondan alamadım. Şehrinaz uyuyordu.
"Kim olacak?”,
dedim, "Şekerci...."
Dik dik yüzüme baktı,
ben ona gösteririm der gibiydi, kapının sövesinde pusan gölgeme karışmasın
istedim, orada uslu bir ölüyü oynamaktaydım, Şehrinaz’ın bayıldığı sinemalardan
geri döndüm, Kiyanüs’ün yüzünde yine aynı ifade, kendini kaybetmiş, kime çatacağını bilmeyen
bir insana sessizlik çok gelmişti, "Bunda senin de parmağın var,
deyyus!", der gibiydi, "Hepinizin parmağı var.."
Kendi sinemamın
yalnızlığına alışmaya başladığım bir sırada, her şeyin yolunda gittiği böyle
bir saatte.. içimin boşaldığı ve giderek bir gölgeye benzemeye başladığımı
düşündüm..
Sonra dün akşamı
düşündüm..
Şehrinaz uykudaydı,
kamburu yorganın dışına çıkmış pinekliyor, diye düşündüm..
Uyandığında “Sen daha
yatmadın mı?”, diye sormuştur ,diye düşündüm..
Anlattığı filmden bir
sahne hala gözlerinin önündedir ,diye düşündüm..
"Kambur kadınla
yatmak istemiyorum artık!”, diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladığında
Kasap.. ev halkı aşağı kattaki yatak odalarına dökülmüştü, onu yatıştırmak için
Nigar Hanım, "O ne biçim laf!", diyordu, diye düşündüm..
"O senin
karın.."
Kendirev Efendi, uzun
burnunu uzatıp ona bakıyordu, diye düşündüm.. Sonra Ayarı bey geliyordu, kasap
olduğunu bildiklerinden çekinmiyorlardı, sonra karısı uyandığında yüzünü asıp
bir kenarda bekliyordu Kasap. "Seninkilerden bıktım!", sözleri
dökülüyordu ağzından, "Hayırdır, F.!”, diye soruyordu karısı Ş.
"Tuhaf
rüyalarından birini mi gördün?”
"Şeyh bugün yine
rüyama geldi!” demiştim, "Boğazıma yapıştı... Kocaman parmaklarıyla
boğazımı sıkarak beni öldürmeye çalışıyordu... Uyanmasam beni
öldürecekti...." Sonra karım, "Boş ver Finamek!” demişti,
"Düşündüğün şeye de bak!” ,diyecek, diye düşündüm..
Sonra yine uykusuna
dalmıştı, Kiyanüs’ün resimden rahatsız olduğunu bile söyleyemedim, kenarda
duruyordu, çırak Pürmaye’nin elindeki bıçağı etlere savuruşuna dayanamadım.
Müjgan ile aralarında yine bir tartışma geçmiş olmalıydı; ona bir şey
diyemediği için öfkesini etlerden çıkarıyordu. Sonra ışıklar bir yandı, bir
söndü.. sonra kasaların tıkırtısı kesildi.. daha sonra demir sepetlerin
yerlerine konulurken çıkardıkları sesleri de silinip gitti, ben bir başıma
kaldım ve o beyaz güvercinler ve o adını bilmediğim kadın dedim, beyaz
güvercinler gelip gelip yüzüme konarlardı ve ben bazen denizi bu yüzden hiç
özlemezdim.. martıları hiç özlemezdim, daha çok atları, dedim, atlar da, dedim,
insan gibi ağlar!
"Rüyamda şeyhi
gördüm!”, demiştim, ama Şehrinaz hiç oralı bile olmamıştı. Başka şeylerle
meşgulmüş gibi, hep karşısına bakıyordu. Onu hiç böyle görmemiştim o güne
kadar. Sonra aklına yeni bir şey gelmiş gibi;
"Ayarı Bey’in de
tamir edemediği duvar saatinin etkisi altına girmiş olmalıydı!”, demişti
Şehrinaz, "Karısının o saatte ne bulduğunu anlamıyordu Kasap!”
"Adi bir cüce ile
benim işim yok!", demiştim ben de.
"Ne demek
istiyorsun?”, demişti.
" Çok basit!
Anlamayacak ne var bunda!”
"Hiç de basit
değil!”, karşılığını vermişti Şehrinaz, "Sendeki bu öfkeyi anlayamıyorum!”
"Neden?”,
demiştim.
"Önceden böyle
değildin sen!”, demişti.
"Sen öyle san!”
Kalkıp, odanın içinde
yürümeye başlamıştım, sonra eski komidonun üzerinde sigara paketini
aramıştım, bulunca bir tane yakmıştım,
sonra dumanlarını havaya savurmuştum, Şehrinaz ise surat yapmaktaydı.
"İyi,
iyi....Peki!”, demiştim, "Öyle olsun!”
Gönlünü almamı
istiyordu.
"Nigar Hanım
dışardan daha yeni döndüğü için, aynanın karşısında siyah duvağını çıkarmakla
oyalanmaktaydı!”, haberini verdi Şehrinaz.
"Neden hep aynanın
karşısına geçerdi bu kadın!”, diye söylenmiştim, "Ayaklı duvar aynasının
karşısına!”
"Onun için sır
olan şeylerdi bunlar!", diye yanıtlamıştı Şehrinaz.
"Ben dışarı
çıkıyorum, akşama geç dönerim belki.." demişti Kasap, "Beni bekleme,
sen uyu emi!”
"Histerik
kahkahalar atan kadını çukur bir yere sürükleyen adamın elindeki kanlı bıçağı
görünce, dili tutuluyor Kasabın!”, demişti Şehrinaz, "Donup kalıyor
oracıkta, "Hiç güzel bir rüya göremeyecek miyim ben?” diye kendi kendine
söylenirken, "Sana soruyorum budala!” Yüzündeki korkulu ifade kaybolup
gitmemişti henüz!”
"Ona kim bilir
hangi gözle bakıyordu Kasap?", demiştim, "Gerçek yaşamdakinden
ayrıldığını, koparıldığını bilse belki de bir daha hiç konuşmayacak, onunla
olan selamını sabahını kesecekti!."
"Saatçi dükkanının
etrafında dolaşırken sayıklamaktaydı!”, demişti Şehrinaz, "Gördüğü şeylere
akıl sır erdiremeyen biri gibi oyalanıp duruyordu." Sonra dışarı
çıkarken.. "Zembereğinden boşanan saatin başı boşluğu içinde, sözleri o
anki ruh durumumu anlatmak için kullanılabilirdi.", sözlerini de eklemeyi
unutmamıştı.
Bununla ne söylemek
istedi acaba Şehrinaz?
Nereye gittiğini
soramamıştım, pustuğum yerde beklemiştim. Şehrinaz çıkageldiğinde pencerenin
karşısındaydım. Gülümsemekle yetinen adamın kılık kıyafetine bakılırsa hiç de
tekin birine benzemediği kolaylıkla anlaşılabilecek kadar açığa vuruyordu
kendini. Karşıya geçerken çektiği sıkıntıyı düşünmüştüm.
Kadın hala caddenin
köşesinde duruyordu, onu görünce Kasap gülümsemişti. Bunları Şehrinaz'ın
gerçekten anlatıp anlatmadığını bilmiyordum. Belki de ben kendi kafamdan
uyduruyordum şimdi. Aralarında ne tür bir konuşmanın geçtiğini, tanımadığı bu
hilkat garibesinin hayatına girişini, bundan sonra olacakları düşünmekten kaçsa
da yapacağı bir şey yoktu, eli ayağı bağlanmıştı bir kere. Tahminleri doğru
çıkmıştı Kasabın.
"Saatlerdir seni
bekliyordum.." demişti Şehrinaz, "Nerede kaldın?”
Homurdanıp durmuştum.
Sonra aklıma ne gelmişti ise, "Patlamadın ya!", diye bağırmaya
başlamıştım. "Geldik işte!"
"Rüya
bitmişti!" dedi Şehrinaz, "Geriye dönüş yoktu artık onun için.
Öfkeyle yerinden kalkmış, hole çıkmıştı. Tangır tungur sesler gelmişti
yukardan. Karanlıkta bir şey seçilmiyordu. Hole çıkıp çıkmadığı bile
belirsizdi."
"Bu kadar karamsar
olmasaydı keşke!", demiştim.
"Saatler!
Kandirev’in de halledemediği karısını büyüleyen o saat! Ayaklı Duvar Aynası!
Kendirev Bey! Bunlar yüzünden belki aklını kaçıracaktı bir gün!”, dedi
Şehrinaz, "Odaya girdiğinde Ş., hala uyuyordu, şişman kadına uykusunda da
rahat yoktu, sanki. Horultusundan nedense iğrenmişti, vıcık vıcık bir gövdede
uyuyan Ş. gözünde iğrenç bir kadın olmuştu. Yazın bitmesine daha çok vardı, bu
da demekti ki Ş. iğrenç bir kadın olmayı sürdürecekti.
Oh!
Oturma odasına
geçtiğinde ilk iş olarak pencereden dışarıya bakmak olmuştu. Gördüğü her filmi
yaşamak isteyen bir kadının efsunlu zamanları keşfedişi o kadar zor olmamıştı,
bir yırtıcı hazla yaşlı adama bakıyordu, kucağında tüylü kulakları olan bir
yaratıkla. Onu göremeyecekleri bir aralıkta gizlendiği için rahattı. Koca
kulakları olan yaratığı, beyaz bir tavşana benzetmişti Kasap, Kiyanüs’ün
boğazlanmış tavşanlarından biri olmalıydı. Boynunda da aynı izi taşıması buna işaretti.
Karısının filmlerden sonra, korku ve cinayet senaryolarına ilgi duyduğunu
bilmiyordu Kasap. Ağaçlık yol bitmek üzereydi. Nereye elini atsa, beyazlıktan
kurtulamıyordu bir türlü. Kırılıp dökülecek bir beyazlıktı bu! Ona soluk
aldırtmıyordu!”
Durup yüzüme bakmıştı
Şehrinaz, daha sonra da "Devam edeyim mi?”, diye sormuştu.
"Tavşanlar",
demişti Şehrinaz, "Fettan Güzel'in ne kadar doğru bir iz üzerinde
yürüdüğünü göstermekteydi, sonra her şeyden önce bunlara değecekti, kör
dilenciyle karşılaştığında kimsenin olup olmadığından emin olmak için sağına
soluna bakmıştı. Tavşanları o da seviyordu belki! Eski bir şarkı tadındaydı her
şey. Karısının tedirginliği aklından çıkmıyordu bir türlü."
"Hayalin
sıcaklığıyla başı dönmüştü desene!”, demiştim,
"Ama levhaların
üzerinde fazla durmamıştı!”, dedi sözlerimi duymamışçasına Şehrinaz,
"Tuhaf kılıkları olan insanlar üzerinde de."
"Kasabın saflığı!”
,demiştim,
"Kadını en çok
isimler çekse de içindeki sıkıntı dinmediği için onlara da doğru düzgün
bakamamıştı!”, diyordu Şehrinaz, "Tren neredeyse perona girmek üzereydi.
Yolcuların yüzünde sabırsız bir bekleyiş vardı. Yağmura alışkın olmalıydılar.
Sarı yüzlü saatin yanında yine yaşlı kadın vardı.. yüzünde korku ve ürküntü
aynı anda yuva yapmıştı. Yarasalar başının etrafında uçuşurken, uçurumun
yakınında bir yerde olmalıydı mağara. Onları mağaraya hapseden efsunlu kişi,
çıldırarak kendini kayalıklardan denize bıraktığında, annesi Mehpare Hanım
-Aylı kadın- daha hayattaydı?.. ince uzun parmaklarından kan damlıyordu
kadının. Sırıtması tüyler ürperticiydi! Güya onu sevdiğini söylüyordu! Ama
yalan söylediği belliydi! Acı içinde kıvranan ruhuyla ne yapacağını bilmez
haldeki o kişi ona hiç de yabancı gelmemişti."
"Yazık!”,
demiştim, "Zavallı kadına şimdi ben de acıdım!”
"Aradan birkaç
dakika geçmeden anlıyordu ki!”, demişti Şehrinaz, "Ş., rüyasında dedesini
görmüş, ona gördüğü rüyadan o sahneleri anımsadığı kadarıyla -bölük pörçük de
olsalar!- anlatmaktaydı!”
"Bu iki görüntü iç
içe mi geçmiş!”, demiştim ben de.
"Niye?”,diye
sormuştu Şehrinaz.
"Niye'si mi var
artık! Kasap bunları birbirine karıştırmaktan kurtulamamıştı yaa!"
Durup, ikna etmek için
"Hatta!”, demiştim, "Soğuk terler bunun için dökmüştü Kasap!”
"Kendirev Bey’in
yaptığı duvar saati zamanı ilk defa şaşırmıştı!”, demişti Şehrinaz, "Nigar
Hanımsa sarı yüzüyle bir mumyayı andırmaktaydı daha çok? Bu illetten hiçbir
zaman kurtulamayacağını, Kendirev Bey’in hayali sukuta uğramasında bunun önemli
bir rol üstlendiğini söylemeye bile gerek duymadığından susmayı tercih etmiş,
oturuyordu. Saatin acıklı haline gülüyordu Kendirev Bey, sonra ona bir kasap
parçası olarak değil de.. aileden bir fert olarak bir şeyler yapması gereken
bir insan gözüyle baktığını belli edercesine daha başka ne söyleyebileceğini
düşünürken, aksi gibi karşısında dikilip bir yere kıpırdamayan damatlarından
çekindiği de belliydi!”
"Ş.,'nin
şempanzeyi ve küçük kızı, sonra Pürmayeyi neden böyle anlattığını düşünüyordu
Kasap?" demişti Şehrinaz, "Somyanın yanında gümüş şamdanlardaki yanan
mumların alevi, kasvet ağı örmüşlerdi odanın içinde. Üzerindeki kıyafet de amma
tuhaftı, bunların içinde kendini bir masal yaratığı gibi hissetmekteydi Kasap,
ama sesini nedense çıkaramıyordu. Hayal en onulmaz yerinden koptuğu bir anda, o
kadını yine karşısında bulduğunda, karısına sarılarak onu bağışlaması için
bekliyordu. Belki de bu kadar kuşku bir kasap için haddinden fazlaydı. Daracık
bir yerde nefes tüketen Pürmaye’nin onunla yakından uzaktan bir alakası olamayacağı
gibi böyle bir kuşkuya çabucak yenildiği için lanetleyip durmuştu kendini..
kulakları ağza gelmeyecek laflar işitmişti?"
"Yeniden başa
dönmüş sayılmaz mı?”, demiştim ben de. "Rastlantılar en sonunda onu buraya
kadar getiriyor!”, yanıtını verdi Şehrinaz,
"Karısının peşinde
olan hafiye kılıklı bir kasap!”, demiştim. Sonra, amma komik, diye düşünmüştüm;
duvarların düzlüğü gibi.
Sonra karımın neden sessizliği seçtiğini,
anlayamamıştım. Sonra karım neden gülmeye başlamıştı, anlayamamıştım.
Sonra karım neden surat
asmıştı anlayamamıştım. Mutlaka bunda da bir bityeniği vardı. Yoksa Şehrinaz
sus pus olup karşımda beni çileden çıkaracak şeyler yapmayı göze alamazdı.
Yatak odasına
girdiğimde, Şehrinaz'ın hiçbir şeyden habersiz, kendini uykunun kollarına bırakmış
uyuduğunu görmüştüm. Parmak uçlarına basarak demir somyanın yanına kadar
gittim, uyuyan karıma -uykusunda bir melek gibi görünüyordu nedense- nefretle
baktım ki beni anlasın, Onu uyandırmamaya çalışarak saçlarını okşamaya
başladım.. yumuşak ve ipeksi dalgalanma parmak uçlarımdan başlayarak bütün
gövdeme yayılmış gibiydi. Onları okşamaya bile kıyamıyordum. Sonra Nigar
Hanım’ın resmine bakmıştım.. cadılık bunların soyunda olmalıydı. Kalkıp abajur
ışığıyla aydınlatılan odanın loşluğunda yürümeye başladığımda, aklımda hep aynı
sorular vardı ve bir de beyaz martılar, dedim ve bir de adını bilmediğim o
kadın ve bir de o şarkı kulaklarımda yankılanıp durmaktaydı ve bir de Dehhak
Döngel’in sinsice bakışları gelip konuk oluyordu, ikimizin arasına ve bir de karısı
geliyordu Şekerci'den tiksinerek ve onu hiç bağışlamayacak cadıların
günbatımında Şekerci, sırlarını beraberinde götürecek efsunlu adam, buralı
değildi, bu çağın hiç, bu yeryüzünün hiç değil, dedim, bir de o küçük liseli
kız çarpık gülüşü olan!
*** ***
***
Şehrazat'ın yüzündeki
sessizlik giderek büyümekteydi, nereye baktığı bile anlaşılamıyordu, karşımda o
vardı ama, bana baktığı söylenemezdi, ardımdaki insana bakıyordu. Kitabın
öyküsünü anlatırken, sırf vakit doldurmak için -oyalanacak bir şey bulamadığımdan
dolayı- o yıllara dönmek zorunda kalan ben, Şehrazat'ın beni ciddiye aldığını
görünce, işin rengi değişmişti. Karşımda olup bitenleri ciddiye alan ve merak
eden bir insan durmaktaydı..
"O tarihlerde
sürgün geldikleri şehirde -Taşkent olarak söz etmişti Ernüvaz- gazete okuyan on
insan içinde anıla gelen Şeyh Destigayp, yazdıklarını neden yakmıştı.. o akşam
rüyasında ne görmüştü de bu fikre kapılmıştı! Bütün bunlar aydınlatamadığı
şeyler olduğu için, belki de öyle sıkıntılı görünüyordu. Kurtuluşlarının bu
kitapta yazılı olduğu gerçeği onu da düşündürtmekteydi. Destigayp, dışarıya da
çok ender çıkarmış.. çıktığındaysa gazeteden başka bir şey okumazmış!",
dedim, bunun için daha başka şeyleri de anımsadığımdan rüyanın içinde dolaşan
bir Düş Gezgini gibi, nereden başlamalıydım anlatmaya, bilemiyordum doğrusu....
"Ernüvaz Galata
Kulesi’nin de göründüğü evlerden yol buldukça, Haliç'in üzerinde uçan martılara
çatı katındaki terastan bakınırken "Desene günlük hayatla bağı bu kadarmış
Şeyh Destigayp’ın" sözleri daha
dünmüş gibi aklındaydı.. o zaman ses tonundaki alaycılığı sezinleyemese de, bir
şeyleri ima etmeye çalıştığı kesindi. Eski eşyalara düşkünlüğünün nereden
kaynaklandığını açıklığa kavuşturamamıştı daha. Çok sonra öğrenecekti ki eski
eşyalara –neredeyse- şehvet derecesindeki düşkünlüğü, bir aile alışkanlığıydı..
en başta büyük baba da, daha sonra da Nuh Hanım da süren eski eşyalara olan
düşkünlük torunlarında hayatını sürdürmek zorundaydı sanki. O zaman henüz
hiçbir şey bu kadar aydınlık değildi.
Kitapla Cendel’in
arasındaki sınır, Müjganla Mihri Mah’ın arasındaki simetri.. Bütün bunlar, ilk
bakışta, anlaşılmayacak bir ağla örülmüştü birbirlerine de bunları şimdi
kendisi ortaya çıkarmaktaydı sanki, o kış sabahı -Ocak ayıydı- gördüğü rüyayla
noktalanacak yolculuğuna dair bir işaret bulunmamaktaydı ortada ..
Henüz daha her şeyin
bilinmezlik denizinde yüzdüğü ve eşyaların öyküsünü birbirine bağlayamadığı
günleri soluduğundan olacak, Ernüvaz asabi olduğu kadar, aksileştiğini
günlükleri yazmaya niyetlendiğinde, bundan kaçamayacağını, eninde sonunda gelip
onu bulacağından kuşku duymadığı için kalemi eline aldığında ilk olarak bundan
söz etmişti. Belki de o kış, hayallerinin de kitabın tozlu sayfalarında olduğu
gibi eriyip solan, akşam karanlığıyla camlardan silinen bir yüzü artık geri
getiremeyeceği için, o rüyada da aynı şeyleri yaşamış, içini dolduran tuhaf
duygularla Galata Kulesi'ne bakarken, son şansını nasıl tükettiğini düşünmek
bile istememişti. Çalışma odasını dolduran kasvetin insanda yarattığı etki hiç
de hoş bir şey olmadığı gibi, onu huzursuz etmiş.. sabaha kadar gözlerini uyku
tutmamıştı. Bu kadar karışıklığın içinde bir de Büyük Hala’nın hayaleti sandığı
karabasanlı geceye gebe olan o akşamdan nasıl kurtulduğu günlüklere
alınmadığından, buraları kendi hayal gücüne sığınarak doldurması hepten
kuşkulanmasına yol açmıştı, Ernüvaz’ın.
Son zamanlarda sık sık
olmasa da Hasırlı'nın görünüşü de katılmıştı bunların arasına ki, Büyük Hala
iki de bir ondan söz der olmuş, laflarının sonunu hep ona getirerek gerilimli
bir atmosfer yaratmayı amaçlamıştı belki. Torunları -kızlarıymış gibi sevilen
ve bir dediği iki edilmeyen- Şehrazat, genç kızken büyük adadaki yazlık evde
geçirdiği yaz tatilinden hiç bahsetmediğine göre, gizlediği bir şeyler
olmalıydı.. belki de bir bilinmezliğe varan elindeki malzemeyi böyle
kullanmaktan bilinçli olmasa da bir mutluluk duymuştu.. Cemşid’in anlattıkları,
onun açısından belirsizliklerle dolu bir ateş yumağına benziyordu daha çok,
yazının dışınd , sözcüklerin ve tümcelerin yardımıyla hayatta kalmayı başarmış
bir kurmacayı yeniden kendine göre yazmayı deneyişi de, başka türlü
açıklanamazdı.. bütün bunlar, solan bir rüyayı, eskimiş bir hayali yeniden
canlandırmak, onlara belki de yeniden hayatta kalma şansını tanımaktan başka
bir anlama gelemezdi. Zaten ‘Sözcükler Üzerine Kaygılar’ın yazarıyla bir daha karşılaşmak istemediğini,
aylar sonra yazdığı bir mektupta altını çizerek belirtmekten kaçınmadığını da
hesaba katarsak, artık kaybedeceği bir şeyi kalmadığı kolaylıkla
düşünülebilirdi. Cendel de fazla üzerinde durmamıştı bu konunun.
Olanları dinleyip de
kitabın sonunda nelerin olacağını öğrendiği gece, eski albümleri karıştırıp
Büyük Hala’nın gençlik fotoğraflarını -bu kadar çok resim onda da vardı demek
ki- bulduğunda, daha sonra içinin burkulduğu sıralarda, kesin değildi her şey.
Daha önceki olaylarda olduğu gibi, yorumlarını geliştirerek emin adımlarla
buraya kadar gelebildiğine göre, sonunu da merak ediyor olmalıydı. Cemşid aynen
bunları Ernüvaz’a aktarırken de kahkahalarını tutamamıştı, telefon kulübesinde
o hayallere gözünü aldırırken, artık bir daha iflah olamayacağını biliyordu.
Gazeteci arkadaşı kirli dünyaya bulaşmış, yer altı dünyasının insanlarıyla
teşriki mesaisi olduğundan, kendilerinin ne kadar temiz yaşadıklarını, hayatın hiç
de onun düşündüğü gibi olmadığını haykırırken, o böğürtüyü yine duymuştu. Bir
kadını boğazlıyorlardı arka sokakların birinde, telefon kulübesinde bu yüzden
epeyce oyalanmıştı.
Sanki
yalnızlıktaydılar, ölümdeydiler, yüzlerini gizlemişler, sarılmışlar, kuşatılmışlar,
yani ki yaşıyorlar, yani ki zor durumdalar, ölüm onlara yeniden görünmeden
çıkmaları gerekiyordu yazının cenderesinden..
Şehrinaz da aynen ona
katılmaktaydı.. kaybolan bir dünyanın peşinde sürüklenen o insanları
anlayamadığı bir tarafa, bu kadar sıkıntı çekilmesinin insanları bu yüzden
mağdur edip hepsini bir yere savuran kadının üzerinde durmayı daha mantıklı
bulmuştu.
"Düşlerin
İsyanı" sözüm, ona, Hatıra Apartmanı’nın 3. katındaki, 8 numaralı dairede,
daracık odada siyah tüller çekiliyken düşünülmüştü. Yine konuşulan o tarihti, o
kitabın tarihiydi, olayların birbiri ardına patlak verdiği ve gergin geçen
günlerin bir bilançosuydu aslında o kitabın, o rüyanın tarihi.. herkesin kendi
adına faturayı ağır ödediği ve insanların kimlik bunalımı yaşadıkları o dönemin
Ernüvaz’ un belleğinde yalnızca soğuk bir anı olarak yaşamını sürdürdüğünü
okudu..
Kurtuluşlarının bu
kitapta yazılı olduğu gerçeği onu da düşündürmekteydi. Babası Destigayp
demlendiği zamanlar, kimsenin yanına yaklaşamadığını, o zaman vecd halinde
olduğunu, sürekli aynı cümleyi mırıldandığını okudu..
"Bu kitaba iyi
bakın, her şey bu kitapta gizli!", cümlesini okudu..
Gittikçe kendini
eksikli metinlere kaptırdığında gecenin ilerlemiş saati olmasına karşın hiç de
sıkılmadığını, arada bir hole geçerek dar balkona çıkıp sigara içtiğini ve de
hep olacakları düşündüğü gecelerin birinde, Şehrazat 'a nasıl sonsuz bir bağla
bağlandığını açıkladığı satırları da okudu..
Ama aradığı başkaydı,
belki de bunları sadece üstünü örtmek için baş vurduğu şaşırtmaca fikrine
kapıldığında nasıl öfkelendiğini ve ruhunun kabına sığmadığını da okudu..
Cendel, durmuş saatin
yüzüne bakarken bir yandan da okuyanları değiştiren kitabı düşünüyordu.
Anlatılanlara bakılırsa, okuyanlar değişiyor, efsunlanmış gibi kılıktan kılığa
giriyorlardı. Sonra Ernüvaz’ın rüyasında da Şeyh Destigayp, ölüm döşeğindeki
babası Kendirev’in yüzüne bakıyordu. Doğan erkek çocuğunun ismini Cemşid
koymasını neden bu kadar çok istediğini öğrenememişti. Anlattığına göre
rüyasına babası Hazerfan Burhan gelmiş.. "Bu rüya kurtuluşunuz olacak,
unutmayın bu rüyaya iyi bakın!", diye bir teşbihte bulunmuştu. Herhalde
yine o kitabı kastediyor olmalıydı. Yazdığı onca sayfaya, karalanmış sayfalara
mum ışığının solgun sarısı altında bakarken, karısı Dilruba Sultan kapıda
göründüğünde hızını alamayarak, ona yazdığı şeyleri çok iyi koruması için
nasihatte bulunmuştu. Ailede herkesin çıldırmış gözüyle baktığı bu insana gül
gibi karısı itiraz etmeden kabul etmiş, başını önüne eğip odadan çıkışından
sonra Şeyh’e ne olduğunu hiç kimse, ne yazık ki bilmiyordu. Kayboluşu da
yazdıkları gibi sırrını korumaktaydı. Şeyh Destigayp, Kethüda Hazerfan’ın
kaldığı yerden Cemşid’e ait şeceresini de bulduğu kitabı, uykusuz geçirdiği
gecelerde okuyup, bir yandan da yeniden inşa ediyordu ki sürekli yazıyor,
yazıyordu.
Şeyh Destigayp öleceği
de ayan olan rüyadan hiç kimseye söz etmemişti. O rüyadan nedense hep uzak
durduğunu yazmıştı Ernüvaz. Sonra yine Şeyh Destigayp öldükten sonra kabuslu
rüyalar bu sefer de babası Hazerfan’a geçiyordu. Yaz ayında kurak ve kıtlık
günlerinin başladığı, insanların yüreğine korku saldığı günlerde her şey can
sıkıcıydı, kimsenin yarından umut beklediği yoktu. Yarından umutlarını kesmiş
bir insan kalabalığı kuytuluklarda, duvar diplerinde pusup kalmışlar,
gölgelerine sığınmaktan başka çareleri kalmamış gibi sessiz sinemalarının
parçalanmışlığında sırt sırta vererek ağulu günleri bir an önce atlatabilmek
için uzun bir bekleyişe daldıkları yoksulluk günlerinde rüyalarının da içi
kurumuş, çekilmiş, çökelmiş, yozlaşmıştı sanki. Gece cinlerle dolaştığı
söylenen insan bir gece o kabuslu rüyalarından birinden uyandığında;
"Oğlumu getirin
bana!", nidasıyla bütün ev halkını uyandırmış, ancak oğlunu
getirdiklerinde, mavi yüzlü çocuğu karşısında gördüğünde yatışmış, durulmuş,
çatık kaşlı, asık yüzlü o insan gitmiş, yerine başka bir insan gelmişti. Belki
de Şeyh Destigayp’tan kalan mirasın tek sahibi o olacağından, babası Kendirev
ev halkını telaşlandırmakta bir sakınca görmemişti. Onun tek korkusu, emanetin
emin ellerde olup olmadığını bilememesiydi belki de o an, bunun için daha başka
şeyleri de anımsayan Ernüvaz rüyanın içinde dolaşan bir Düş Gezgini gibi,
nereden başlamalıydı anlatmaya bilemiyordu doğrusu.
"Amma
tuhaf!", dedi Şehrinaz, "Kendine güvensiz biri miydi bu kadar?”
"Hayır!”, dedim,
"Eli kolu bağlanmıştı, sanki kendini bir hayale nasıl kaptırdığının
belgelerini ortaya çıkarması için bazı ipuçlarından yola çıkması gerekiyordu
da, o şimdi bunları unuttuğundan ne yapacağını bilmez bir haldeydi.”
"Rüyadakiler!”,
dedi, "Aynen çıkıyor mu dedin?”, "Evet!”
“Nasıl olur der?”, gibi
yüzüme bakıyordu, her zamanki gibi koltuğuna kurulmuş eski zamanların imge
kırıntılarına tutunan bu kadına her şeyi nasıl anlatacağımı, ben de şimdi
durmuş düşünürken, senaryo oyununa onu da bulaştırdığımdan kaygılanmaya
başlamıştım. Senaryo bir yerde başlasa da öteki senaryolar gibi bir yerde
bitmiyordu. ‘Sözcükler Üzerine Kaygılar’ın
böyle bir büyüsünün olduğunu söylesem, belki de bana gülecekti. Sonra
yaşadıklarından kaçan bir insan olduğunu keşfeden kadının düş treninden indiği
o sabahı gözlerimin önüne getirerek soluklanmak isteyişim, yadırganmaması
gereken bir durumdu. O kadını düşünerek günlerce pencerenin karşısında dikilip
kalan Mihri Mah, ilk gençlik yıllarındaki odasında, o kış Cendel’i de yeni bir
rüyaya sürükleyecek olan yazının sihrini bulmuş gibi gülümsüyordu, şimdi. Üzeri
küllenmiş aşklarını, yitirdiği kadınları, yaşanmamışlıklarını, sonra
yaşadıklarını, artık geçmişte kalmış o günleri.. yalnızlık dakikalarını, sonra
mektup zarflarının içine büyük bir özen ve titizlikle yerleştirilmiş hayat
albümünü, tenini çürüten hayat kadınlarının fragmanlarını yazmaya başladığında
rüyanın içine yerleştirmekten çekinmemişti hiç! Önümde uzanan bilinmezlikte her
şeyi ona yeniden anlatmanın yollarını sanki senaryonun parçalarından bulup
çıkarmam gerekiyordu.
"Orada, eski
zamanlarda kalmış bir rüyada!”, dedim, "Onları buralara sürükleyenin ne
olduğunu bile unutmuş gibi görünüyorlardı. Bir kadının gözleri vardı sonra,
gözlerinde sürekli akrepleri görüyordu Mihri Mah, evet, kadının gözlerinde
akrep olan resmi Asude’yi –Asude Anetta’ydı bahse girerim- de çok seviyordu.
Dışarıda kar yağarken pencerenin önünden hiç çekilmeyen dul kadını en çok merak
edenlerin içinde Asude’nin gelmesi çok ilginçti. Yorgun akrepler ve siyah
kelebekler.. sonra akreplerin ayak izi, onların sessizliğine yakışan bir
durumdu. Karların ortasında siyah pelerinli kadının ceplerinden dökülen
öyküleri toplayan insana, ne kadar çok benziyordu Mihri Mah. Biten o dünyanın,
kaybolan o dünyanın, bir daha geri getirilemeyecek o yılların, o eski
eşyaların, o eski yüzlerin, ailesinin lanetli tarihi gözlerinde canlandığında
Mihri Mah bir hayli yorgun görünmekteydi!”
Sonra dönüp ona baktım,
19.. yılının Eylül’ünde, Mihri Mah’ın rüyasında senaryonun bütün sırrını ele
verecek kadını nasıl gördüğünü anlatmamın imkansız olduğuna şahitlik yapan
"Hayal Dünyasında Bir Serseri!” sözüne sımsıkı sarılarak bu bahisten
uzaklaştım hemen. Şehrinaz’ın da zaten gitme vakti gelmişti. Neredeyse gün
kararmak üzereydi, büyük rüya kapısından o güz sabahı çıkarak gözlerini bir
başka şehre, bir başka rüyaya açan o insanlar daha şimdiden bir hayal
olmuşlardı benim için. Gölgesiz Buhara.. Ütopik Şehir, çıkmayan o lekeler bir
başka sefere kalmıştı.
-V-
"Alo Finamek Bey,
benim Şehrazat!" demişti, " Resetleme için ne yapıyorduk. Dinliyorum
"Önce KASANIN
FİŞİNİ ÇEK!", demiştim, "Sonra SRY ANAHTARINI TAK!.. taktınız mı?
Taktıktan sonra şimdi, KASAYI SRV KONUMUNA GETİR, sonra FİŞ TAKILIRKEN EL KAĞIT
TUŞUNDA, sonra, WORK CLEAR MESAJINI OKU, şimdi kasa OFF DURUMUNDA, sonra BİLGİ
İŞLEM MERKEZİNE BİLDİR!" Of, of... Her şey bu kadar basit olmamalıydı...
gözlerini aynadan çevirip, aynadan dışarı çıkarken bakışlarını beğenmemiştim
Küçük Prens’in. Bir an onu fark edecekler diye korkmuştum, oysa büroda kimseler
yoktu, perdenin aralığından görebildiğim kadarıyla güzel bir yaz havası hüküm
sürmekteydi dışarıda, havalar mevsim normalinin üzerinde seyrettiğinden kaygı
duymakta haklıydı insanlar. Kasabı hiç sevmeyen bir kahraman daha, diyecektim,
Şehrazat bana bakıyordu, toparlanıp, "Ne var?”, dedim, "Ne
istiyorsunuz?”, "Hiç!”, demişti, "Sadece bakıyordum!”
"Sadece bakıyormuş
Mahi Azadecuy!”, "Gördün mü!”, "....!”
İnsanımız hep böyledir,
dedi, hep bakar, duyarsızlığını somutlar bakışlar, neden bununla ilgili
senaryolar yazılmaz ki?
"İyi!",
dedim, "Hiçbir şeyden haberi yok!” Öfkem dinmişti, yumuşamıştım, her şey
yolunda demekti.
"Senaryo nasıl
gidiyor?”, diye sorduğunda karımın söyledikleri aklıma gelmişti..
"Yazdığın senaryo okunmayacak!"
"Yeni dünyayı
keşfetmek için kafile göndermişlerdi, orada kaldım!”, yalanını söyledim,
merakla yüzüme bakıyordu.
"Sana kolay
gelsin!", diyerek odadan çıkıp gittiğinde, yalnız kalmıştım. "Onun ne
işi var burada Mahi Azadecuy!”, dedim.
Feridun Bey daha henüz
teşrif etmediklerinden, büroda istediğim gibi at koşturabilirdim.. Seslerin
dökülüşüne gözlerimi dikmiş bakınırken, kafamı kurcalayan bin bir düşünceyle
baş etmem o kadar kolay olmayacaktı, daha şimdiden suratı asılmış
kahramanlarımdan biri, hayallerinin dipsiz kuyusunda bir keşiş yalnızlığı
yaşamaktan sıkılmıştı. Cemşid Ulu, Kiyanüs’ün yüküne bakmaktaydı. Monitörün
karşısında sözcük yığınlarına boğulmuş insan kalabalığından şikayetçiydi,
Ernüvaz ile aralarındaki gerginlik son günlerde giderek büyümüştü.. ona sonsuz
bir bağla bağlandığı geçmişteki insandan sıyrılmış, sanki erişemediği,
ulaşılmaz bir kadın olup çıkmış, ona acı çektirmekteydi.. mutluluk hayallerinin
suya düşmesinden çekiniyordu, oysa onu her zamankinden daha çok sevmek
istiyordu, "Öyküden önce, Senaryodan sonra!", diye bir çizgi çekilmiş
gibiydi hayatlarına.. o istese de artık geri getiremeyecekti eskiyi, orada
kalmıştı onlar artık. Çünkü ben böyle düşünüyordum.
Belleğinin
karanlığındaki görüntülerden tam da sıyrıldığı söylenemezdi.. onların yerde
savruluşuna, döne döne kıvrılışlarına, daha sonra helezon oluşturmalarına anlam
veremiyordu. Bilgi İşlem Merkezi'nde son günlerde her şeyin iyi gitmediğine
inananların sayısı daha da artmıştı. Şimdi olmasa da, bir gün gelecek
duyacaklardı, belki herkesin ağzına düşecekti, günlerce, haftalarca
konuşulacak, herkes bir kötü niyet arayacaktı bunların altında.. yüz yüze
geldiklerinde ona bir şey söylemeseler de anlamlı anlamlı yüzüne bakıp, her
şeyi bildiklerini ima edecekler.. o da, hiçbir yere kaçamayacağını anlamış
mutsuz bilinciyle yerinde kıpırdamadan durup, aynı onlar gibi bakmakla
yetinecekti.. ama, "cüce olmaktan hiçbir zaman utanmamıştı!”, sözü ona her
zamankinden daha sıcak gelmese de, öcünü böyle almaktan gizli bir mutluluk bile
duyuyordu, denebilir..
Hayat hiç de onun
düşündüğü gibi değildi. Bilgisayar oyunlarında eğlendiği kadar hayatta
eğlenemiyordu artık.. gittikçe kendine yabancılaştığı, neredeyse kendini
tanıyamayacak bir duruma geldiği bir gerçekti.. bazen aynadaki yüzüyle karşılaştığında
aynı soruyu sormaktan kendini alamıyordu.. "Bu yüz benim mi?” Sonra bir
başka hayali beliriyor, öfkeli yüze bakarak.. "Evet, senin!",
diyordu, "Sen istedin!", günlük hayatta kullanılan bu söz giderek
işin içinden çıkılması zor bir kuvvete bürünüyordu, onu esir alıyor, istediği
gibi yönetecek kadar acımasız bir şey kesiliyordu.. sonra öyle bir an geliyordu
ki, artık bu sözden kaçıp kurtulamayacağı sanısına kapılıyor, korkuları iyice
artıyordu. Bir ölünün gözleri gibi boş bakınmaya başlıyordu kendine, ta ki
karısı onu bu düş yolculuğundan uyandırana dek.
"Benliğinin
parçalanmasını durduramadığı için, bir benden söz edilemeyeceğini ona nasıl
açıklayabilirdim ki?”, sözleriyle kendini avundurmak isteyişini, bu sefer de
kendisi beğenmiyor, bun da kendisine bile açıklayamadığı gizli bir niyet
sezinliyordu.
Buraya kadar her şey
güzeldi, bunları ben de beğenmiştim, kapı açıldı, içeri, yüzü çilli kız
girmişti, "Bu gidişle biraz zor!", demiştim, "Kafamdakileri
yazıya aktarırken hiç beklenmedik kazalarla karşılaşıyorum, atlamalar
oluyor.... Kayıt cihazındakiler bir işleği de aşarak, günlük kalıbının dışına
çıktı." Benim korkularım, kahramanlarınkinden daha farklıydı. En azından
bir yerde tasarlanmışlar.. sonlarının ne olacağı belliydi.
"Öyle
konuşma!", demişti Mahi Azadecuy, "Ne biliyorsun?”
Bunlardan sıyrılarak
bilgisayarın karşısına geçtiğimde acılı yüzüm insanın içine işlemekteydi, zor
anda kendimi çaresiz hisseden bir insan olmuştum. Reyonların arasında deliler
gibi koşup duran insanı.. olayları öylesine tuhaf, neredeyse korkutucu bir
biçimde gören insanı unutmak istiyordum.
Günlerdir kendini
alamadığı yüzlerce gözün içinde biri vardı ki; ne zaman onunla karşılaşsa her
şeyi unutuyor.. sadece onunla ilgilenmek istiyordu Cemşid Ulu. Onu ilk nerede
gördüğünü ve bir daha unutamayacağı bakışlarının yüreğine nakış olduğunu
anımsamıyordu. Otopark çıkışında olmalıydı herhalde, ilk başta Siyah Jaguar'dan inen Kadının
Gözleri imgesi yerleşmişti belleğine, sonra kolay kolay kendini alamadığı
kadından bir olarak bunlar kalmıştı geriye. UNUTULMAZ BİR YÜZÜ OLAN KADIN
ismini daha sonra, eve geldiğinde, karısıyla bir şey konuşmadan, hemen çalışma
odasına girip bilgisayarın düğmesine dokunup belleğinde oluşan yeni imgeleri
boşaltmak sabırsızlığıyla yanıp tutuşurken esinlenmesi, bir rastlantı sonucu
olmuştu. Tanımadığı, adını bile bilmediği kadının gözleri karşısında kendini
kaybediyor.. eli ayağı birbirine dolaşıyordu. Şuh, bazen de yarı baygın bakan
kadın onu belki de bir yolculuğa çağırmak istiyordu, ama Cemşid Ulu o anda kör olduğundan
bunu göremiyor, göremediği için de yolculuk her defasında yarım kalıyordu.
Geçen hafta Otoparka koşar adımla girdiğinde, Bekçi Şehmuz’un kuşkulanmasından
korkmuştu, ama yine de bunun ürerinde fazla durmayıp arabasını her zamanki park
ettiği yere doğru bir yılan gibi sürülerek gelmiş, park ettikten sonra da onca
arabanın içinde yalnızca Siyah Jaguar'ı aranmıştı. Sinirleri tepesine çıkmış
Cemşid Ulu'yu kim o halde görse gülmekten kendini alamazdı herhalde. Yaptığı
bir çocukluk olarak nitelendirilemese de, düpedüz safdillik sayılamaz mıydı
peki? Siyah Jaguar'ı boşu boşuna aranması, ona şimdi komiklikten çok,
anlayamadığı bir acı veriyordu. Kendini böyle bir hayale neden körü körüne
kaptırmıştı? Kadının bir daha geleceğini nereden çıkarmıştı? Böyle bir
garantiyi ona kim vermişti? Yoksa bunların hepsini senaryonun etkisinde kaldığı
için kendisi mi uyduruyordu? Hayatında yapacak bir lüksü kalmadığı için,
ölümlüler dünyasında oyun duygusundan kurtulamamış bir yaratığa dönüştüğünden,
bu hale yatkınlığından dolayı kendini kaptırdığı hayallerden canı da
sıkılmamıştı. Bir bakıma alışkanlık haline getirdiği oyun duygusunu hangi ahlak
yasasına uydurduğu düşünülmesi gereken bir şeydi, her şeyden önce. Ama Kürt
Şehmuz gelip arabanın yanında, "Artık gitseniz beyim, neyi
bekliyorsunuz?”, diyen bakışlarıyla ona bakmaya başladığında, o da, çaresiz
arabayı çalıştırıp OTOPARK' tan çıkmıştı. Arabayı nasıl sürdüğünü, eve nasıl
geldiğini bile anımsamıyordu.
Tepkisini ölçmeye
çalışır gibi ona bakan bir çift gözde.. belki de bütün dünyasını ele vermekten
kaçınan bir insanın çektiği acı da vardı.. belki de olayları bu kadar tuhaf ve
ürkütücü görüntülerle vermesi de bundan kaynaklanıyordu.. belki de - hiçbir
zaman ona yakın olamayacağından- bakışlarındaki esrarı da çözemeyecekti.. belki
de gökler onda hep bir bilmece olarak kalacaktı.. belki de... ama gizemini
kendisiyle birlikte mezara götürecek o gözler kimindi, peki? Kasabın yanında
duran, uzun saçları ve sakallarıyla eski bir zaman kahramanı kılığındaki solgun
yüzlü insanın gözleri, daha korkutucu değil miydi? Evet, o boş, o anlamsız
bakışlar insanın içine işlemekte, hatta insanları gizemine çağırmakta geç
kalmıyordu. Cemşid Ulu, kendini kaptırdığı gözler aleminden kolay kolay
sıyrılamayacağını anladığında, saat neredeyse akşamın altısına geldiğinden
şaşkınlıkla bileğindeki saate birkaç defa bakmaktan kendini alamamıştı. Bu
kadar saat hiç kıpırdamadan uyumasını açıklayabilecek bir şeyler bulmalıydı,
yoksa her şey birbirine karışacak, o da, kendi payına düşen çıldırmışlıktan nasibini
alacaktı. Herkesin faydalandığı bir çıldırmışlık, ona hiç de cazip gelmiyordu,
tersine öfkesini kamçılayan bir yol oluyordu. Demek ki; bunları düşünürken
saatin nasıl işlediğini bile fark edememişti.
Gözler beni bir rüyaya
çağırıyordu, öyle bir rüyaydı ki bu.. iç içe iki oda gibiydi, uyanık hayat ile
rüya hali yan yana duruyorlardı, bunu ilk ben keşfetmiş gibi nasıl da
seviniyordum, son günlerde aklından hiç çıkmayan Şehrinaz' da garip bir
çekicilik buluyordum. O akşam yine Mirella Matheu’ya benzeyen kadını
gördüğümde, şaşırarak bahçedeki kalabalığa yüzünü çeviren yaşlıyı merak
ediyordum, ama karım dönüp bakmıyordu, onun için pencereden ne zaman
çekileceğini düşündüm.. Rüyalı yüzüyle bir kadın pencerenin önünde durmaktaydı,
belki de Şehrazat'tı o kadın? Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Belki de
yaşlı kadın babaanne de olabilirdi, diye düşündüm, belleğimdekiler yerli yerine
oturdukça, bulanıklık gittikçe açılıyordu.. Bir kadının parmak uçlarına
değiyordu dudakları bir zencinin, Ofiste bekleyen Yurttaş Keyn'in uzaktan bir
akrabası olduğunu, buraya bir iş için geldiğini ve de buna benzer lafları
uydurmam o kadar zor olmamıştı benim için. Genelevi patronu Neriman, bunları
ilk önce bir imtihanla denemek istiyordu. Gazeteci Y., yazar bozuntusu herif,
Yurttaş Keyn ve bir de Tetikçi’yi aynı odaya çağırıp hepsini bir sıraya
dizdiriyordu.. hiçbiri de başlarına geleceklerinden haberleri olmadığı için
böyle rahat görünmekteydiler. Sonra hepsini bir don bir gömlek katına bırakınca
orospu kahkahalarıyla gülüyordu Neriman., Orospu sesiyle şimdi donlarınızı da
çıkarın diyordu da herifler ıkınıp sıkınmadan donlarını aşağı sıyırıyorlardı..
Hanginizin kuşu daha güzel göreceğiz demeyi de unutmuyordu kaltak!
“Gerçekten” adlı öykü
de böyle düşünmüştüm.. zaten babaanne ile Şehrinaz bahçeye bakmayı alışkanlık
haline getirdikleri günlerde .. kafamı başka şeylere taktığımdan .. onların bu
oyununu da bir heves olarak değerlendirmiş, büyütmemiştim o kadar. “Ama o zaman
binlerce kameraya poz veren kadın kimdi?”, sorusuna hala daha bir yanıt bulmuş
sayılmazdım. Belki de karımın suratı bu yüzden asıktı, bir şeylere üzülmüştü
sanki, ama bana da açılamadığından, kendi bilinmezliğinin derinliğinde boğulup
gitmek üzereyken, bir gün gelecek onu yine ben kurtaracaktım. Onun için fazla
üzerinde durmak istemiyordum. Sonra onu nasıl da özlediğimi sözcüklere
dökemeyecek kadar kendimi kaybettiğim Salı Akşamı’nı düşündüm. Babaanne beni bu
halde gördüğünde, "Yazık, oğlum!", demişti, "Kendine yazık
ediyorsun!", "Yok daha neler?”, demiştim, "Sen sana bak
babaanne!" Bunların ardından da annem Rüya Hanım, sesinin tonunu
değiştirip -aksileştiğini belirtmek için vurgulu konuştuğu günlerdeki gibi-
"Bari kendine acımıyorsan, karına acı!", demişti de ben nasıl
kahrolmuş, nasıl kendimden geçmiş bir halde merdiven basamaklarını bile nasıl
indiğimi hatırlayamamıştım.
"Bir gün hepimiz
öleceğiz!", demişti Şehrinaz, "Sözcükler baki kalacak..".
Balkonun kenarında
durmuş bana bakıyordu. "Benim senaryomu ne zaman yazacaksın?”, diye
sorduğundaysa, “Ama, şimdi, bak!” diyecek oldum bir an,”işte özlediğin şey
sonunda gerçek oluyor meleğim." Ama kimse yoktu, bir an kendimi
kaptırmıştım.
Çalışma Odasının yarı
loş karanlığında volta atarken, daha sonra sokakları dolduran Zenci Kadınlar’a
acıyarak bakan o insanın fotoğrafını eski yerinden kaldırmak için harekete
geçtiğimde, yüreğimde uyanan duygunun da etkisiyle olsa gerek bundan caymış,
şimdi o resmin karşısında duruyordum. Yazdığım şeyleri her şeyden önce bir
'Senaryo-Game' e dönüştürmüş olmaktan suçluluk bile duymayan bir insana,
acınacak gözle bakan kadını -hayatım Şehrinazı-, onun yeni bir yönünü
keşfedişimle bana acımamasını söyleyecektim, kurtulduğumuzu, -bundan daha iyi
haberi kim verebilirdi?- hepsini söyleyecektim. Sokakları dolduran binlerce
zenci vardı, siyah beyaz çekilmiş fotoğrafta.. ama biri vardı ki, öyle kolay
kolay unutulmazdı. Yüzünde de iyiliğin annesinden ilham almış olmanın çizgileri
yerleşmiş.. huşu içinde, kendinden geçmiş binlerce Zenci Kadın o karede nasıl
dondurulmuştu, buna ister istemez karım gibi ben de şaşırıyordum. Irk ayrımını
protesto etmek için şarkılar söyleyip, dualar eden Zenci Kadınlar’ın yüzünde
hep aynı ezilmişliğin, dahası aşağılanmışlığın çizgileri vardı, öyle
derinlemesine çizilmiş çizgileri hiçbir şeyin yok edemeyeceği anlaşılmaz bir paradoksu
yaşatan hayatı küçümsemememiz gerektiğini bu resim bir kez daha ortaya
koyuyordu. Ne yapmak istediği belli olmasa da bazen bu duyguya kapılmaktan
kendini geri alamayan Şehrinaz’ın son günlerde başı dertte gibiydi.
Küçümsenen, hatta ikinci sınıf bir insan olarak anıla gelmiş o
insanların fotoğrafını neden çekmişti Şehrinaz? Yıllar sonra karımın bilmediğim
bir yönünü açığa çıkaran resim, beni daha da kamçılamıştı, kim bilir içime ne
kuşku tohumları bırakmıştı ki öfkeyle bıyıklarımı düzeltirken, sonra onları
dişlerimin arasında ezmeye kadar götürmüştüm işi. Sevgili karım, sonra bunları
evde asacak bir yer bulamamış gibi getirip çalışma odasına, hem de benim her an
görebileceğim Akrepler’in yanına asmış; kim bilir aklından neler geçirmişti o
zaman. Vitrindeki cüce topluluğuna bakan
solgun yüzlü kadın ,daha sonra siyah tülün içinde düşsel bir kadın oluyordu,
resmin altındaysa 'Son Program' yazmaktaydı. Cüceler topluluğuna bakan kadının
anlatılmaz bakışlarını belki de ölümsüzleştirmek için bu yönteme başvuran
kendisiydi. Tarihlerine bakılırsa ikisi de ayrı zamanlarda çekilmişler,
sonradan o anki bir esinlenişle birleştirilerek bu günkü biçim verilmişti.
Sokakları dolduran
kalabalığın homurtusu kulaklarımı tırmalamaya başladığı anda belleğimdekilerin
yolluklarından çıkarak orta yere dökülüp saçılmasından korkan, dahası,
korkusuna yenildiği için eli kolu bağlı bir halde karşısında cereyan eden
olaylara seyirci kalan insan, sanki ben değilmişim gibi annem, Şehrinaz' ile
birlikte bana oradan çekilmemi söylemişlerdi; beni korkutmaktan çok yardım
etmek istiyorlardı. Nedense, sarı yağmurluklu kadından çekinen yaşlı kadın
Babaanne’den çok, Rüya Hanım’a benziyordu. Torununun başına bir dert
açacağından endişeleniyordu, sanki bütün korkusu buydu, diye düşündüm, torunu
için endişelenen kadını bir an gözden yitirdiğimde kendi gerçekliğimle yüz yüze
gelmek beni nasıl da kaygılandırmıştı ilk başta. Dönüp baktığımda.. Feridun Bey
monitörün karşısında dondurulmuş bir kukla gibi duruyordu.. sanki sırası
geldiğinde o da oyuna katılmak için canlanacak.. büyük gösteri de, belki insan
şovunda kendi numarasını sahneye koymasını sabırsızlıkla bekleyen seyircileri
daha fazla bekletmeyecekti. Hiç istifini bozmayan Feridun bey sıra ona gelmiş
gibi sahnenin ortasına doğru ilerlemiş, -oldukça tuhaftı.. böyle bir rüyaya
konuk olmaları beni düşündürtmekteydi- seyirciyi selamladıktan sonra oyunun
başlaması için sol elini havaya diklemesine kaldırıp işaret vermiş, daha sonra
da karanlığına çekilerek yine ikinci planda kalmıştı. Sayıklama anından
kurtulup kendime bir çeki düzen vermeye çalışırken monitörün karşısındaki
insana öfkeyle baktığımda, yanlış bir insana öfkemi yönlendirdiğimi geçte olsa
anlayan ben, bu hatayı telafi etmek için yine aynı ana dönmek istedimse de,
bunda başarılı olamadığım gibi, hayal kırıklığı da yaşayan ben.. acı dolu bir
yüzle bir kendime, sonra bir kapının önünde duran Siyah Jaguar’dan inen bayana,
bir kendi arabama bakınıp dururken.. "Kasaların tıkırtısı bu gün hiç mi
hiç iyi değil!", diye gürlemişti sesi Feridun Bey’in.
"Bu gün yağmur
yağıyor!", demiştim pısırık ve biraz da çekindiğimi belli eden bir ses
tonuyla. Sonra koltuğa çökerek karşımda uzayıp giden çöle bakmaya koyulmuş,
sanki kaybolup gitmek istercesine kendime bile açıklayamadığım bir his
yumağıyla yürümeye, kaybolmaya, unutulmaya hazırlanmıştım.
cemal çalık
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.