Düşlerin İsyanı XIV





-IV-
"Bunu buraya kim astı!”, diye sormuştu Kiyanüs.. öfkeyle yüzüme bakmaktaydı. Bir şey diyemedim, bekledim ufalsın, bir nokta olsun, orada pussun, kendini ayarlayana kadar savuşup gitsin o lanetlik kadının hayaleti. Gitmek nedir bilmiyordu, siyah perdenin aralığından sızan keskin gün ışığıyla alaca bulaca gölgeler fink atmaktaydı ortalıkta, ölülerin, hortlakların, hayaletlerin dolaştığı bir zaman kimin kime sığınacağı, kimin kime sokulduğu belli değildi. Örümcek kadın, seviştiği adamın gözlerini oyup çıkardıktan sonra, histerik kahkahalar atmaya başlıyordu, yerler yine kan içerisinde yüzmekteydi, çıplak memelerinin beyazlığına asılıp kalmış gözlerimi bir zaman ondan alamadım. Şehrinaz uyuyordu.

"Kim olacak?”, dedim, "Şekerci...."

Dik dik yüzüme baktı, ben ona gösteririm der gibiydi, kapının sövesinde pusan gölgeme karışmasın istedim, orada uslu bir ölüyü oynamaktaydım, Şehrinaz’ın bayıldığı sinemalardan geri döndüm, Kiyanüs’ün yüzünde yine aynı ifade,  kendini kaybetmiş, kime çatacağını bilmeyen bir insana sessizlik çok gelmişti, "Bunda senin de parmağın var, deyyus!", der gibiydi, "Hepinizin parmağı var.."

Kendi sinemamın yalnızlığına alışmaya başladığım bir sırada, her şeyin yolunda gittiği böyle bir saatte.. içimin boşaldığı ve giderek bir gölgeye benzemeye başladığımı düşündüm..
Sonra dün akşamı düşündüm.. 

Şehrinaz uykudaydı, kamburu yorganın dışına çıkmış pinekliyor, diye düşündüm..
Uyandığında “Sen daha yatmadın mı?”, diye sormuştur ,diye düşündüm..
Anlattığı filmden bir sahne hala gözlerinin önündedir ,diye düşündüm..
"Kambur kadınla yatmak istemiyorum artık!”, diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başladığında Kasap.. ev halkı aşağı kattaki yatak odalarına dökülmüştü, onu yatıştırmak için Nigar Hanım, "O ne biçim laf!", diyordu, diye düşündüm.. 

"O senin karın.." 

Kendirev Efendi, uzun burnunu uzatıp ona bakıyordu, diye düşündüm.. Sonra Ayarı bey geliyordu, kasap olduğunu bildiklerinden çekinmiyorlardı, sonra karısı uyandığında yüzünü asıp bir kenarda bekliyordu Kasap. "Seninkilerden bıktım!", sözleri dökülüyordu ağzından, "Hayırdır, F.!”, diye soruyordu karısı Ş.
"Tuhaf rüyalarından birini mi gördün?”

"Şeyh bugün yine rüyama geldi!” demiştim, "Boğazıma yapıştı... Kocaman parmaklarıyla boğazımı sıkarak beni öldürmeye çalışıyordu... Uyanmasam beni öldürecekti...." Sonra karım, "Boş ver Finamek!” demişti, "Düşündüğün şeye de bak!” ,diyecek, diye düşündüm.. 

Sonra yine uykusuna dalmıştı, Kiyanüs’ün resimden rahatsız olduğunu bile söyleyemedim, kenarda duruyordu, çırak Pürmaye’nin elindeki bıçağı etlere savuruşuna dayanamadım. Müjgan ile aralarında yine bir tartışma geçmiş olmalıydı; ona bir şey diyemediği için öfkesini etlerden çıkarıyordu. Sonra ışıklar bir yandı, bir söndü.. sonra kasaların tıkırtısı kesildi.. daha sonra demir sepetlerin yerlerine konulurken çıkardıkları sesleri de silinip gitti, ben bir başıma kaldım ve o beyaz güvercinler ve o adını bilmediğim kadın dedim, beyaz güvercinler gelip gelip yüzüme konarlardı ve ben bazen denizi bu yüzden hiç özlemezdim.. martıları hiç özlemezdim, daha çok atları, dedim, atlar da, dedim, insan gibi ağlar!

"Rüyamda şeyhi gördüm!”, demiştim, ama Şehrinaz hiç oralı bile olmamıştı. Başka şeylerle meşgulmüş gibi, hep karşısına bakıyordu. Onu hiç böyle görmemiştim o güne kadar. Sonra aklına yeni bir şey gelmiş gibi;

"Ayarı Bey’in de tamir edemediği duvar saatinin etkisi altına girmiş olmalıydı!”, demişti Şehrinaz, "Karısının o saatte ne bulduğunu anlamıyordu Kasap!”

"Adi bir cüce ile benim işim yok!", demiştim ben de.

"Ne demek istiyorsun?”, demişti.

" Çok basit! Anlamayacak ne var bunda!”

"Hiç de basit değil!”, karşılığını vermişti Şehrinaz, "Sendeki bu öfkeyi anlayamıyorum!”

"Neden?”, demiştim.

"Önceden böyle değildin sen!”, demişti.
 
"Sen öyle san!” 

Kalkıp, odanın içinde yürümeye başlamıştım, sonra eski komidonun üzerinde sigara paketini aramıştım,  bulunca bir tane yakmıştım, sonra dumanlarını havaya savurmuştum, Şehrinaz ise surat yapmaktaydı.

"İyi, iyi....Peki!”, demiştim, "Öyle olsun!”

Gönlünü almamı istiyordu.

"Nigar Hanım dışardan daha yeni döndüğü için, aynanın karşısında siyah duvağını çıkarmakla oyalanmaktaydı!”, haberini verdi Şehrinaz.

"Neden hep aynanın karşısına geçerdi bu kadın!”, diye söylenmiştim, "Ayaklı duvar aynasının karşısına!”

"Onun için sır olan şeylerdi bunlar!", diye yanıtlamıştı Şehrinaz.

"Ben dışarı çıkıyorum, akşama geç dönerim belki.." demişti Kasap, "Beni bekleme, sen uyu emi!”

"Histerik kahkahalar atan kadını çukur bir yere sürükleyen adamın elindeki kanlı bıçağı görünce, dili tutuluyor Kasabın!”, demişti Şehrinaz, "Donup kalıyor oracıkta, "Hiç güzel bir rüya göremeyecek miyim ben?” diye kendi kendine söylenirken, "Sana soruyorum budala!” Yüzündeki korkulu ifade kaybolup gitmemişti henüz!”

"Ona kim bilir hangi gözle bakıyordu Kasap?", demiştim, "Gerçek yaşamdakinden ayrıldığını, koparıldığını bilse belki de bir daha hiç konuşmayacak, onunla olan selamını sabahını kesecekti!."

"Saatçi dükkanının etrafında dolaşırken sayıklamaktaydı!”, demişti Şehrinaz, "Gördüğü şeylere akıl sır erdiremeyen biri gibi oyalanıp duruyordu." Sonra dışarı çıkarken.. "Zembereğinden boşanan saatin başı boşluğu içinde, sözleri o anki ruh durumumu anlatmak için kullanılabilirdi.", sözlerini de eklemeyi unutmamıştı.
Bununla ne söylemek istedi acaba Şehrinaz?

Nereye gittiğini soramamıştım, pustuğum yerde beklemiştim. Şehrinaz çıkageldiğinde pencerenin karşısındaydım. Gülümsemekle yetinen adamın kılık kıyafetine bakılırsa hiç de tekin birine benzemediği kolaylıkla anlaşılabilecek kadar açığa vuruyordu kendini. Karşıya geçerken çektiği sıkıntıyı düşünmüştüm.
Kadın hala caddenin köşesinde duruyordu, onu görünce Kasap gülümsemişti. Bunları Şehrinaz'ın gerçekten anlatıp anlatmadığını bilmiyordum. Belki de ben kendi kafamdan uyduruyordum şimdi. Aralarında ne tür bir konuşmanın geçtiğini, tanımadığı bu hilkat garibesinin hayatına girişini, bundan sonra olacakları düşünmekten kaçsa da yapacağı bir şey yoktu, eli ayağı bağlanmıştı bir kere. Tahminleri doğru çıkmıştı Kasabın.
"Saatlerdir seni bekliyordum.." demişti Şehrinaz, "Nerede kaldın?”

Homurdanıp durmuştum. Sonra aklıma ne gelmişti ise, "Patlamadın ya!", diye bağırmaya başlamıştım. "Geldik işte!"

"Rüya bitmişti!" dedi Şehrinaz, "Geriye dönüş yoktu artık onun için. Öfkeyle yerinden kalkmış, hole çıkmıştı. Tangır tungur sesler gelmişti yukardan. Karanlıkta bir şey seçilmiyordu. Hole çıkıp çıkmadığı bile belirsizdi."
"Bu kadar karamsar olmasaydı keşke!", demiştim.

"Saatler! Kandirev’in de halledemediği karısını büyüleyen o saat! Ayaklı Duvar Aynası! Kendirev Bey! Bunlar yüzünden belki aklını kaçıracaktı bir gün!”, dedi Şehrinaz, "Odaya girdiğinde Ş., hala uyuyordu, şişman kadına uykusunda da rahat yoktu, sanki. Horultusundan nedense iğrenmişti, vıcık vıcık bir gövdede uyuyan Ş. gözünde iğrenç bir kadın olmuştu. Yazın bitmesine daha çok vardı, bu da demekti ki Ş. iğrenç bir kadın olmayı sürdürecekti.

Oh!

Oturma odasına geçtiğinde ilk iş olarak pencereden dışarıya bakmak olmuştu. Gördüğü her filmi yaşamak isteyen bir kadının efsunlu zamanları keşfedişi o kadar zor olmamıştı, bir yırtıcı hazla yaşlı adama bakıyordu, kucağında tüylü kulakları olan bir yaratıkla. Onu göremeyecekleri bir aralıkta gizlendiği için rahattı. Koca kulakları olan yaratığı, beyaz bir tavşana benzetmişti Kasap, Kiyanüs’ün boğazlanmış tavşanlarından biri olmalıydı. Boynunda da aynı izi taşıması buna işaretti. Karısının filmlerden sonra, korku ve cinayet senaryolarına ilgi duyduğunu bilmiyordu Kasap. Ağaçlık yol bitmek üzereydi. Nereye elini atsa, beyazlıktan kurtulamıyordu bir türlü. Kırılıp dökülecek bir beyazlıktı bu! Ona soluk aldırtmıyordu!”

Durup yüzüme bakmıştı Şehrinaz, daha sonra da "Devam edeyim mi?”, diye sormuştu.
"Tavşanlar", demişti Şehrinaz, "Fettan Güzel'in ne kadar doğru bir iz üzerinde yürüdüğünü göstermekteydi, sonra her şeyden önce bunlara değecekti, kör dilenciyle karşılaştığında kimsenin olup olmadığından emin olmak için sağına soluna bakmıştı. Tavşanları o da seviyordu belki! Eski bir şarkı tadındaydı her şey. Karısının tedirginliği aklından çıkmıyordu bir türlü."

"Hayalin sıcaklığıyla başı dönmüştü desene!”, demiştim,

"Ama levhaların üzerinde fazla durmamıştı!”, dedi sözlerimi duymamışçasına Şehrinaz, "Tuhaf kılıkları olan insanlar üzerinde de."

"Kasabın saflığı!” ,demiştim,

"Kadını en çok isimler çekse de içindeki sıkıntı dinmediği için onlara da doğru düzgün bakamamıştı!”, diyordu Şehrinaz, "Tren neredeyse perona girmek üzereydi. Yolcuların yüzünde sabırsız bir bekleyiş vardı. Yağmura alışkın olmalıydılar. Sarı yüzlü saatin yanında yine yaşlı kadın vardı.. yüzünde korku ve ürküntü aynı anda yuva yapmıştı. Yarasalar başının etrafında uçuşurken, uçurumun yakınında bir yerde olmalıydı mağara. Onları mağaraya hapseden efsunlu kişi, çıldırarak kendini kayalıklardan denize bıraktığında, annesi Mehpare Hanım -Aylı kadın- daha hayattaydı?.. ince uzun parmaklarından kan damlıyordu kadının. Sırıtması tüyler ürperticiydi! Güya onu sevdiğini söylüyordu! Ama yalan söylediği belliydi! Acı içinde kıvranan ruhuyla ne yapacağını bilmez haldeki o kişi ona hiç de yabancı gelmemişti."

"Yazık!”, demiştim, "Zavallı kadına şimdi ben de acıdım!”

"Aradan birkaç dakika geçmeden anlıyordu ki!”, demişti Şehrinaz, "Ş., rüyasında dedesini görmüş, ona gördüğü rüyadan o sahneleri anımsadığı kadarıyla -bölük pörçük de olsalar!- anlatmaktaydı!”

"Bu iki görüntü iç içe mi geçmiş!”, demiştim ben de.

"Niye?”,diye sormuştu Şehrinaz.

"Niye'si mi var artık! Kasap bunları birbirine karıştırmaktan kurtulamamıştı yaa!"

Durup, ikna etmek için "Hatta!”, demiştim, "Soğuk terler bunun için dökmüştü Kasap!”

"Kendirev Bey’in yaptığı duvar saati zamanı ilk defa şaşırmıştı!”, demişti Şehrinaz, "Nigar Hanımsa sarı yüzüyle bir mumyayı andırmaktaydı daha çok? Bu illetten hiçbir zaman kurtulamayacağını, Kendirev Bey’in hayali sukuta uğramasında bunun önemli bir rol üstlendiğini söylemeye bile gerek duymadığından susmayı tercih etmiş, oturuyordu. Saatin acıklı haline gülüyordu Kendirev Bey, sonra ona bir kasap parçası olarak değil de.. aileden bir fert olarak bir şeyler yapması gereken bir insan gözüyle baktığını belli edercesine daha başka ne söyleyebileceğini düşünürken, aksi gibi karşısında dikilip bir yere kıpırdamayan damatlarından çekindiği de belliydi!”

"Ş.,'nin şempanzeyi ve küçük kızı, sonra Pürmayeyi neden böyle anlattığını düşünüyordu Kasap?" demişti Şehrinaz, "Somyanın yanında gümüş şamdanlardaki yanan mumların alevi, kasvet ağı örmüşlerdi odanın içinde. Üzerindeki kıyafet de amma tuhaftı, bunların içinde kendini bir masal yaratığı gibi hissetmekteydi Kasap, ama sesini nedense çıkaramıyordu. Hayal en onulmaz yerinden koptuğu bir anda, o kadını yine karşısında bulduğunda, karısına sarılarak onu bağışlaması için bekliyordu. Belki de bu kadar kuşku bir kasap için haddinden fazlaydı. Daracık bir yerde nefes tüketen Pürmaye’nin onunla yakından uzaktan bir alakası olamayacağı gibi böyle bir kuşkuya çabucak yenildiği için lanetleyip durmuştu kendini.. kulakları ağza gelmeyecek laflar işitmişti?"

"Yeniden başa dönmüş sayılmaz mı?”, demiştim ben de. "Rastlantılar en sonunda onu buraya kadar getiriyor!”, yanıtını verdi Şehrinaz,

"Karısının peşinde olan hafiye kılıklı bir kasap!”, demiştim. Sonra, amma komik, diye düşünmüştüm; duvarların düzlüğü gibi.

Sonra karımın neden sessizliği seçtiğini, anlayamamıştım. Sonra karım neden gülmeye başlamıştı, anlayamamıştım. 

Sonra karım neden surat asmıştı anlayamamıştım. Mutlaka bunda da bir bityeniği vardı. Yoksa Şehrinaz sus pus olup karşımda beni çileden çıkaracak şeyler yapmayı göze alamazdı.

Yatak odasına girdiğimde, Şehrinaz'ın hiçbir şeyden habersiz, kendini uykunun kollarına bırakmış uyuduğunu görmüştüm. Parmak uçlarına basarak demir somyanın yanına kadar gittim, uyuyan karıma -uykusunda bir melek gibi görünüyordu nedense- nefretle baktım ki beni anlasın, Onu uyandırmamaya çalışarak saçlarını okşamaya başladım.. yumuşak ve ipeksi dalgalanma parmak uçlarımdan başlayarak bütün gövdeme yayılmış gibiydi. Onları okşamaya bile kıyamıyordum. Sonra Nigar Hanım’ın resmine bakmıştım.. cadılık bunların soyunda olmalıydı. Kalkıp abajur ışığıyla aydınlatılan odanın loşluğunda yürümeye başladığımda, aklımda hep aynı sorular vardı ve bir de beyaz martılar, dedim ve bir de adını bilmediğim o kadın ve bir de o şarkı kulaklarımda yankılanıp durmaktaydı ve bir de Dehhak Döngel’in sinsice bakışları gelip konuk oluyordu, ikimizin arasına ve bir de karısı geliyordu Şekerci'den tiksinerek ve onu hiç bağışlamayacak cadıların günbatımında Şekerci, sırlarını beraberinde götürecek efsunlu adam, buralı değildi, bu çağın hiç, bu yeryüzünün hiç değil, dedim, bir de o küçük liseli kız çarpık gülüşü olan!

***  ***  ***

Şehrazat'ın yüzündeki sessizlik giderek büyümekteydi, nereye baktığı bile anlaşılamıyordu, karşımda o vardı ama, bana baktığı söylenemezdi, ardımdaki insana bakıyordu. Kitabın öyküsünü anlatırken, sırf vakit doldurmak için -oyalanacak bir şey bulamadığımdan dolayı- o yıllara dönmek zorunda kalan ben, Şehrazat'ın beni ciddiye aldığını görünce, işin rengi değişmişti. Karşımda olup bitenleri ciddiye alan ve merak eden bir insan durmaktaydı..

"O tarihlerde sürgün geldikleri şehirde -Taşkent olarak söz etmişti Ernüvaz- gazete okuyan on insan içinde anıla gelen Şeyh Destigayp, yazdıklarını neden yakmıştı.. o akşam rüyasında ne görmüştü de bu fikre kapılmıştı! Bütün bunlar aydınlatamadığı şeyler olduğu için, belki de öyle sıkıntılı görünüyordu. Kurtuluşlarının bu kitapta yazılı olduğu gerçeği onu da düşündürtmekteydi. Destigayp, dışarıya da çok ender çıkarmış.. çıktığındaysa gazeteden başka bir şey okumazmış!", dedim, bunun için daha başka şeyleri de anımsadığımdan rüyanın içinde dolaşan bir Düş Gezgini gibi, nereden başlamalıydım anlatmaya, bilemiyordum doğrusu....

"Ernüvaz Galata Kulesi’nin de göründüğü evlerden yol buldukça, Haliç'in üzerinde uçan martılara çatı katındaki terastan bakınırken "Desene günlük hayatla bağı bu kadarmış Şeyh  Destigayp’ın" sözleri daha dünmüş gibi aklındaydı.. o zaman ses tonundaki alaycılığı sezinleyemese de, bir şeyleri ima etmeye çalıştığı kesindi. Eski eşyalara düşkünlüğünün nereden kaynaklandığını açıklığa kavuşturamamıştı daha. Çok sonra öğrenecekti ki eski eşyalara –neredeyse- şehvet derecesindeki düşkünlüğü, bir aile alışkanlığıydı.. en başta büyük baba da, daha sonra da Nuh Hanım da süren eski eşyalara olan düşkünlük torunlarında hayatını sürdürmek zorundaydı sanki. O zaman henüz hiçbir şey bu kadar aydınlık değildi.

Kitapla Cendel’in arasındaki sınır, Müjganla Mihri Mah’ın arasındaki simetri.. Bütün bunlar, ilk bakışta, anlaşılmayacak bir ağla örülmüştü birbirlerine de bunları şimdi kendisi ortaya çıkarmaktaydı sanki, o kış sabahı -Ocak ayıydı- gördüğü rüyayla noktalanacak yolculuğuna dair bir işaret bulunmamaktaydı ortada ..

Henüz daha her şeyin bilinmezlik denizinde yüzdüğü ve eşyaların öyküsünü birbirine bağlayamadığı günleri soluduğundan olacak, Ernüvaz asabi olduğu kadar, aksileştiğini günlükleri yazmaya niyetlendiğinde, bundan kaçamayacağını, eninde sonunda gelip onu bulacağından kuşku duymadığı için kalemi eline aldığında ilk olarak bundan söz etmişti. Belki de o kış, hayallerinin de kitabın tozlu sayfalarında olduğu gibi eriyip solan, akşam karanlığıyla camlardan silinen bir yüzü artık geri getiremeyeceği için, o rüyada da aynı şeyleri yaşamış, içini dolduran tuhaf duygularla Galata Kulesi'ne bakarken, son şansını nasıl tükettiğini düşünmek bile istememişti. Çalışma odasını dolduran kasvetin insanda yarattığı etki hiç de hoş bir şey olmadığı gibi, onu huzursuz etmiş.. sabaha kadar gözlerini uyku tutmamıştı. Bu kadar karışıklığın içinde bir de Büyük Hala’nın hayaleti sandığı karabasanlı geceye gebe olan o akşamdan nasıl kurtulduğu günlüklere alınmadığından, buraları kendi hayal gücüne sığınarak doldurması hepten kuşkulanmasına yol açmıştı, Ernüvaz’ın.

Son zamanlarda sık sık olmasa da Hasırlı'nın görünüşü de katılmıştı bunların arasına ki, Büyük Hala iki de bir ondan söz der olmuş, laflarının sonunu hep ona getirerek gerilimli bir atmosfer yaratmayı amaçlamıştı belki. Torunları -kızlarıymış gibi sevilen ve bir dediği iki edilmeyen- Şehrazat, genç kızken büyük adadaki yazlık evde geçirdiği yaz tatilinden hiç bahsetmediğine göre, gizlediği bir şeyler olmalıydı.. belki de bir bilinmezliğe varan elindeki malzemeyi böyle kullanmaktan bilinçli olmasa da bir mutluluk duymuştu.. Cemşid’in anlattıkları, onun açısından belirsizliklerle dolu bir ateş yumağına benziyordu daha çok, yazının dışınd , sözcüklerin ve tümcelerin yardımıyla hayatta kalmayı başarmış bir kurmacayı yeniden kendine göre yazmayı deneyişi de, başka türlü açıklanamazdı.. bütün bunlar, solan bir rüyayı, eskimiş bir hayali yeniden canlandırmak, onlara belki de yeniden hayatta kalma şansını tanımaktan başka bir anlama gelemezdi. Zaten ‘Sözcükler Üzerine Kaygılar’ın  yazarıyla bir daha karşılaşmak istemediğini, aylar sonra yazdığı bir mektupta altını çizerek belirtmekten kaçınmadığını da hesaba katarsak, artık kaybedeceği bir şeyi kalmadığı kolaylıkla düşünülebilirdi. Cendel de fazla üzerinde durmamıştı bu konunun. 

Olanları dinleyip de kitabın sonunda nelerin olacağını öğrendiği gece, eski albümleri karıştırıp Büyük Hala’nın gençlik fotoğraflarını -bu kadar çok resim onda da vardı demek ki- bulduğunda, daha sonra içinin burkulduğu sıralarda, kesin değildi her şey. Daha önceki olaylarda olduğu gibi, yorumlarını geliştirerek emin adımlarla buraya kadar gelebildiğine göre, sonunu da merak ediyor olmalıydı. Cemşid aynen bunları Ernüvaz’a aktarırken de kahkahalarını tutamamıştı, telefon kulübesinde o hayallere gözünü aldırırken, artık bir daha iflah olamayacağını biliyordu. Gazeteci arkadaşı kirli dünyaya bulaşmış, yer altı dünyasının insanlarıyla teşriki mesaisi olduğundan, kendilerinin ne kadar temiz yaşadıklarını, hayatın hiç de onun düşündüğü gibi olmadığını haykırırken, o böğürtüyü yine duymuştu. Bir kadını boğazlıyorlardı arka sokakların birinde, telefon kulübesinde bu yüzden epeyce oyalanmıştı.

Sanki yalnızlıktaydılar, ölümdeydiler, yüzlerini gizlemişler, sarılmışlar, kuşatılmışlar, yani ki yaşıyorlar, yani ki zor durumdalar, ölüm onlara yeniden görünmeden çıkmaları gerekiyordu yazının cenderesinden..
Şehrinaz da aynen ona katılmaktaydı.. kaybolan bir dünyanın peşinde sürüklenen o insanları anlayamadığı bir tarafa, bu kadar sıkıntı çekilmesinin insanları bu yüzden mağdur edip hepsini bir yere savuran kadının üzerinde durmayı daha mantıklı bulmuştu.

"Düşlerin İsyanı" sözüm, ona, Hatıra Apartmanı’nın 3. katındaki, 8 numaralı dairede, daracık odada siyah tüller çekiliyken düşünülmüştü. Yine konuşulan o tarihti, o kitabın tarihiydi, olayların birbiri ardına patlak verdiği ve gergin geçen günlerin bir bilançosuydu aslında o kitabın, o rüyanın tarihi.. herkesin kendi adına faturayı ağır ödediği ve insanların kimlik bunalımı yaşadıkları o dönemin Ernüvaz’ un belleğinde yalnızca soğuk bir anı olarak yaşamını sürdürdüğünü okudu.. 

Kurtuluşlarının bu kitapta yazılı olduğu gerçeği onu da düşündürmekteydi. Babası Destigayp demlendiği zamanlar, kimsenin yanına yaklaşamadığını, o zaman vecd halinde olduğunu, sürekli aynı cümleyi mırıldandığını okudu.. 

"Bu kitaba iyi bakın, her şey bu kitapta gizli!", cümlesini okudu..
Gittikçe kendini eksikli metinlere kaptırdığında gecenin ilerlemiş saati olmasına karşın hiç de sıkılmadığını, arada bir hole geçerek dar balkona çıkıp sigara içtiğini ve de hep olacakları düşündüğü gecelerin birinde, Şehrazat 'a nasıl sonsuz bir bağla bağlandığını açıkladığı satırları da okudu..
Ama aradığı başkaydı, belki de bunları sadece üstünü örtmek için baş vurduğu şaşırtmaca fikrine kapıldığında nasıl öfkelendiğini ve ruhunun kabına sığmadığını da okudu.. 

Cendel, durmuş saatin yüzüne bakarken bir yandan da okuyanları değiştiren kitabı düşünüyordu. Anlatılanlara bakılırsa, okuyanlar değişiyor, efsunlanmış gibi kılıktan kılığa giriyorlardı. Sonra Ernüvaz’ın rüyasında da Şeyh Destigayp, ölüm döşeğindeki babası Kendirev’in yüzüne bakıyordu. Doğan erkek çocuğunun ismini Cemşid koymasını neden bu kadar çok istediğini öğrenememişti. Anlattığına göre rüyasına babası Hazerfan Burhan gelmiş.. "Bu rüya kurtuluşunuz olacak, unutmayın bu rüyaya iyi bakın!", diye bir teşbihte bulunmuştu. Herhalde yine o kitabı kastediyor olmalıydı. Yazdığı onca sayfaya, karalanmış sayfalara mum ışığının solgun sarısı altında bakarken, karısı Dilruba Sultan kapıda göründüğünde hızını alamayarak, ona yazdığı şeyleri çok iyi koruması için nasihatte bulunmuştu. Ailede herkesin çıldırmış gözüyle baktığı bu insana gül gibi karısı itiraz etmeden kabul etmiş, başını önüne eğip odadan çıkışından sonra Şeyh’e ne olduğunu hiç kimse, ne yazık ki bilmiyordu. Kayboluşu da yazdıkları gibi sırrını korumaktaydı. Şeyh Destigayp, Kethüda Hazerfan’ın kaldığı yerden Cemşid’e ait şeceresini de bulduğu kitabı, uykusuz geçirdiği gecelerde okuyup, bir yandan da yeniden inşa ediyordu ki sürekli yazıyor, yazıyordu.

Şeyh Destigayp öleceği de ayan olan rüyadan hiç kimseye söz etmemişti. O rüyadan nedense hep uzak durduğunu yazmıştı Ernüvaz. Sonra yine Şeyh Destigayp öldükten sonra kabuslu rüyalar bu sefer de babası Hazerfan’a geçiyordu. Yaz ayında kurak ve kıtlık günlerinin başladığı, insanların yüreğine korku saldığı günlerde her şey can sıkıcıydı, kimsenin yarından umut beklediği yoktu. Yarından umutlarını kesmiş bir insan kalabalığı kuytuluklarda, duvar diplerinde pusup kalmışlar, gölgelerine sığınmaktan başka çareleri kalmamış gibi sessiz sinemalarının parçalanmışlığında sırt sırta vererek ağulu günleri bir an önce atlatabilmek için uzun bir bekleyişe daldıkları yoksulluk günlerinde rüyalarının da içi kurumuş, çekilmiş, çökelmiş, yozlaşmıştı sanki. Gece cinlerle dolaştığı söylenen insan bir gece o kabuslu rüyalarından birinden uyandığında; 

"Oğlumu getirin bana!", nidasıyla bütün ev halkını uyandırmış, ancak oğlunu getirdiklerinde, mavi yüzlü çocuğu karşısında gördüğünde yatışmış, durulmuş, çatık kaşlı, asık yüzlü o insan gitmiş, yerine başka bir insan gelmişti. Belki de Şeyh Destigayp’tan kalan mirasın tek sahibi o olacağından, babası Kendirev ev halkını telaşlandırmakta bir sakınca görmemişti. Onun tek korkusu, emanetin emin ellerde olup olmadığını bilememesiydi belki de o an, bunun için daha başka şeyleri de anımsayan Ernüvaz rüyanın içinde dolaşan bir Düş Gezgini gibi, nereden başlamalıydı anlatmaya bilemiyordu doğrusu.

"Amma tuhaf!", dedi Şehrinaz, "Kendine güvensiz biri miydi bu kadar?”

"Hayır!”, dedim, "Eli kolu bağlanmıştı, sanki kendini bir hayale nasıl kaptırdığının belgelerini ortaya çıkarması için bazı ipuçlarından yola çıkması gerekiyordu da, o şimdi bunları unuttuğundan ne yapacağını bilmez bir haldeydi.”

"Rüyadakiler!”, dedi, "Aynen çıkıyor mu dedin?”, "Evet!”

“Nasıl olur der?”, gibi yüzüme bakıyordu, her zamanki gibi koltuğuna kurulmuş eski zamanların imge kırıntılarına tutunan bu kadına her şeyi nasıl anlatacağımı, ben de şimdi durmuş düşünürken, senaryo oyununa onu da bulaştırdığımdan kaygılanmaya başlamıştım. Senaryo bir yerde başlasa da öteki senaryolar gibi bir yerde bitmiyordu. ‘Sözcükler Üzerine Kaygılar’ın  böyle bir büyüsünün olduğunu söylesem, belki de bana gülecekti. Sonra yaşadıklarından kaçan bir insan olduğunu keşfeden kadının düş treninden indiği o sabahı gözlerimin önüne getirerek soluklanmak isteyişim, yadırganmaması gereken bir durumdu. O kadını düşünerek günlerce pencerenin karşısında dikilip kalan Mihri Mah, ilk gençlik yıllarındaki odasında, o kış Cendel’i de yeni bir rüyaya sürükleyecek olan yazının sihrini bulmuş gibi gülümsüyordu, şimdi. Üzeri küllenmiş aşklarını, yitirdiği kadınları, yaşanmamışlıklarını, sonra yaşadıklarını, artık geçmişte kalmış o günleri.. yalnızlık dakikalarını, sonra mektup zarflarının içine büyük bir özen ve titizlikle yerleştirilmiş hayat albümünü, tenini çürüten hayat kadınlarının fragmanlarını yazmaya başladığında rüyanın içine yerleştirmekten çekinmemişti hiç! Önümde uzanan bilinmezlikte her şeyi ona yeniden anlatmanın yollarını sanki senaryonun parçalarından bulup çıkarmam gerekiyordu.

"Orada, eski zamanlarda kalmış bir rüyada!”, dedim, "Onları buralara sürükleyenin ne olduğunu bile unutmuş gibi görünüyorlardı. Bir kadının gözleri vardı sonra, gözlerinde sürekli akrepleri görüyordu Mihri Mah, evet, kadının gözlerinde akrep olan resmi Asude’yi –Asude Anetta’ydı bahse girerim- de çok seviyordu. Dışarıda kar yağarken pencerenin önünden hiç çekilmeyen dul kadını en çok merak edenlerin içinde Asude’nin gelmesi çok ilginçti. Yorgun akrepler ve siyah kelebekler.. sonra akreplerin ayak izi, onların sessizliğine yakışan bir durumdu. Karların ortasında siyah pelerinli kadının ceplerinden dökülen öyküleri toplayan insana, ne kadar çok benziyordu Mihri Mah. Biten o dünyanın, kaybolan o dünyanın, bir daha geri getirilemeyecek o yılların, o eski eşyaların, o eski yüzlerin, ailesinin lanetli tarihi gözlerinde canlandığında Mihri Mah bir hayli yorgun görünmekteydi!”

Sonra dönüp ona baktım, 19.. yılının Eylül’ünde, Mihri Mah’ın rüyasında senaryonun bütün sırrını ele verecek kadını nasıl gördüğünü anlatmamın imkansız olduğuna şahitlik yapan "Hayal Dünyasında Bir Serseri!” sözüne sımsıkı sarılarak bu bahisten uzaklaştım hemen. Şehrinaz’ın da zaten gitme vakti gelmişti. Neredeyse gün kararmak üzereydi, büyük rüya kapısından o güz sabahı çıkarak gözlerini bir başka şehre, bir başka rüyaya açan o insanlar daha şimdiden bir hayal olmuşlardı benim için. Gölgesiz Buhara.. Ütopik Şehir, çıkmayan o lekeler bir başka sefere kalmıştı.

-V-
"Alo Finamek Bey, benim Şehrazat!" demişti, " Resetleme için ne yapıyorduk. Dinliyorum

"Önce KASANIN FİŞİNİ ÇEK!", demiştim, "Sonra SRY ANAHTARINI TAK!.. taktınız mı? Taktıktan sonra şimdi, KASAYI SRV KONUMUNA GETİR, sonra FİŞ TAKILIRKEN EL KAĞIT TUŞUNDA, sonra, WORK CLEAR MESAJINI OKU, şimdi kasa OFF DURUMUNDA, sonra BİLGİ İŞLEM MERKEZİNE BİLDİR!" Of, of... Her şey bu kadar basit olmamalıydı... gözlerini aynadan çevirip, aynadan dışarı çıkarken bakışlarını beğenmemiştim Küçük Prens’in. Bir an onu fark edecekler diye korkmuştum, oysa büroda kimseler yoktu, perdenin aralığından görebildiğim kadarıyla güzel bir yaz havası hüküm sürmekteydi dışarıda, havalar mevsim normalinin üzerinde seyrettiğinden kaygı duymakta haklıydı insanlar. Kasabı hiç sevmeyen bir kahraman daha, diyecektim, Şehrazat bana bakıyordu, toparlanıp, "Ne var?”, dedim, "Ne istiyorsunuz?”, "Hiç!”, demişti, "Sadece bakıyordum!”

"Sadece bakıyormuş Mahi Azadecuy!”, "Gördün mü!”, "....!”

İnsanımız hep böyledir, dedi, hep bakar, duyarsızlığını somutlar bakışlar, neden bununla ilgili senaryolar yazılmaz ki?

"İyi!", dedim, "Hiçbir şeyden haberi yok!” Öfkem dinmişti, yumuşamıştım, her şey yolunda demekti.
"Senaryo nasıl gidiyor?”, diye sorduğunda karımın söyledikleri aklıma gelmişti.. "Yazdığın senaryo okunmayacak!"

"Yeni dünyayı keşfetmek için kafile göndermişlerdi, orada kaldım!”, yalanını söyledim, merakla yüzüme bakıyordu.

"Sana kolay gelsin!", diyerek odadan çıkıp gittiğinde, yalnız kalmıştım. "Onun ne işi var burada Mahi Azadecuy!”, dedim.

Feridun Bey daha henüz teşrif etmediklerinden, büroda istediğim gibi at koşturabilirdim.. Seslerin dökülüşüne gözlerimi dikmiş bakınırken, kafamı kurcalayan bin bir düşünceyle baş etmem o kadar kolay olmayacaktı, daha şimdiden suratı asılmış kahramanlarımdan biri, hayallerinin dipsiz kuyusunda bir keşiş yalnızlığı yaşamaktan sıkılmıştı. Cemşid Ulu, Kiyanüs’ün yüküne bakmaktaydı. Monitörün karşısında sözcük yığınlarına boğulmuş insan kalabalığından şikayetçiydi, Ernüvaz ile aralarındaki gerginlik son günlerde giderek büyümüştü.. ona sonsuz bir bağla bağlandığı geçmişteki insandan sıyrılmış, sanki erişemediği, ulaşılmaz bir kadın olup çıkmış, ona acı çektirmekteydi.. mutluluk hayallerinin suya düşmesinden çekiniyordu, oysa onu her zamankinden daha çok sevmek istiyordu, "Öyküden önce, Senaryodan sonra!", diye bir çizgi çekilmiş gibiydi hayatlarına.. o istese de artık geri getiremeyecekti eskiyi, orada kalmıştı onlar artık. Çünkü ben böyle düşünüyordum.

Belleğinin karanlığındaki görüntülerden tam da sıyrıldığı söylenemezdi.. onların yerde savruluşuna, döne döne kıvrılışlarına, daha sonra helezon oluşturmalarına anlam veremiyordu. Bilgi İşlem Merkezi'nde son günlerde her şeyin iyi gitmediğine inananların sayısı daha da artmıştı. Şimdi olmasa da, bir gün gelecek duyacaklardı, belki herkesin ağzına düşecekti, günlerce, haftalarca konuşulacak, herkes bir kötü niyet arayacaktı bunların altında.. yüz yüze geldiklerinde ona bir şey söylemeseler de anlamlı anlamlı yüzüne bakıp, her şeyi bildiklerini ima edecekler.. o da, hiçbir yere kaçamayacağını anlamış mutsuz bilinciyle yerinde kıpırdamadan durup, aynı onlar gibi bakmakla yetinecekti.. ama, "cüce olmaktan hiçbir zaman utanmamıştı!”, sözü ona her zamankinden daha sıcak gelmese de, öcünü böyle almaktan gizli bir mutluluk bile duyuyordu, denebilir..

Hayat hiç de onun düşündüğü gibi değildi. Bilgisayar oyunlarında eğlendiği kadar hayatta eğlenemiyordu artık.. gittikçe kendine yabancılaştığı, neredeyse kendini tanıyamayacak bir duruma geldiği bir gerçekti.. bazen aynadaki yüzüyle karşılaştığında aynı soruyu sormaktan kendini alamıyordu.. "Bu yüz benim mi?” Sonra bir başka hayali beliriyor, öfkeli yüze bakarak.. "Evet, senin!", diyordu, "Sen istedin!", günlük hayatta kullanılan bu söz giderek işin içinden çıkılması zor bir kuvvete bürünüyordu, onu esir alıyor, istediği gibi yönetecek kadar acımasız bir şey kesiliyordu.. sonra öyle bir an geliyordu ki, artık bu sözden kaçıp kurtulamayacağı sanısına kapılıyor, korkuları iyice artıyordu. Bir ölünün gözleri gibi boş bakınmaya başlıyordu kendine, ta ki karısı onu bu düş yolculuğundan uyandırana dek. 

"Benliğinin parçalanmasını durduramadığı için, bir benden söz edilemeyeceğini ona nasıl açıklayabilirdim ki?”, sözleriyle kendini avundurmak isteyişini, bu sefer de kendisi beğenmiyor, bun da kendisine bile açıklayamadığı gizli bir niyet sezinliyordu.

Buraya kadar her şey güzeldi, bunları ben de beğenmiştim, kapı açıldı, içeri, yüzü çilli kız girmişti, "Bu gidişle biraz zor!", demiştim, "Kafamdakileri yazıya aktarırken hiç beklenmedik kazalarla karşılaşıyorum, atlamalar oluyor.... Kayıt cihazındakiler bir işleği de aşarak, günlük kalıbının dışına çıktı." Benim korkularım, kahramanlarınkinden daha farklıydı. En azından bir yerde tasarlanmışlar.. sonlarının ne olacağı belliydi.
"Öyle konuşma!", demişti Mahi Azadecuy, "Ne biliyorsun?”

Bunlardan sıyrılarak bilgisayarın karşısına geçtiğimde acılı yüzüm insanın içine işlemekteydi, zor anda kendimi çaresiz hisseden bir insan olmuştum. Reyonların arasında deliler gibi koşup duran insanı.. olayları öylesine tuhaf, neredeyse korkutucu bir biçimde gören insanı unutmak istiyordum.

Günlerdir kendini alamadığı yüzlerce gözün içinde biri vardı ki; ne zaman onunla karşılaşsa her şeyi unutuyor.. sadece onunla ilgilenmek istiyordu Cemşid Ulu. Onu ilk nerede gördüğünü ve bir daha unutamayacağı bakışlarının yüreğine nakış olduğunu anımsamıyordu. Otopark çıkışında olmalıydı herhalde,  ilk başta Siyah Jaguar'dan inen Kadının Gözleri imgesi yerleşmişti belleğine, sonra kolay kolay kendini alamadığı kadından bir olarak bunlar kalmıştı geriye. UNUTULMAZ BİR YÜZÜ OLAN KADIN ismini daha sonra, eve geldiğinde, karısıyla bir şey konuşmadan, hemen çalışma odasına girip bilgisayarın düğmesine dokunup belleğinde oluşan yeni imgeleri boşaltmak sabırsızlığıyla yanıp tutuşurken esinlenmesi, bir rastlantı sonucu olmuştu. Tanımadığı, adını bile bilmediği kadının gözleri karşısında kendini kaybediyor.. eli ayağı birbirine dolaşıyordu. Şuh, bazen de yarı baygın bakan kadın onu belki de bir yolculuğa çağırmak istiyordu, ama Cemşid Ulu o anda kör olduğundan bunu göremiyor, göremediği için de yolculuk her defasında yarım kalıyordu. Geçen hafta Otoparka koşar adımla girdiğinde, Bekçi Şehmuz’un kuşkulanmasından korkmuştu, ama yine de bunun ürerinde fazla durmayıp arabasını her zamanki park ettiği yere doğru bir yılan gibi sürülerek gelmiş, park ettikten sonra da onca arabanın içinde yalnızca Siyah Jaguar'ı aranmıştı. Sinirleri tepesine çıkmış Cemşid Ulu'yu kim o halde görse gülmekten kendini alamazdı herhalde. Yaptığı bir çocukluk olarak nitelendirilemese de, düpedüz safdillik sayılamaz mıydı peki? Siyah Jaguar'ı boşu boşuna aranması, ona şimdi komiklikten çok, anlayamadığı bir acı veriyordu. Kendini böyle bir hayale neden körü körüne kaptırmıştı? Kadının bir daha geleceğini nereden çıkarmıştı? Böyle bir garantiyi ona kim vermişti? Yoksa bunların hepsini senaryonun etkisinde kaldığı için kendisi mi uyduruyordu? Hayatında yapacak bir lüksü kalmadığı için, ölümlüler dünyasında oyun duygusundan kurtulamamış bir yaratığa dönüştüğünden, bu hale yatkınlığından dolayı kendini kaptırdığı hayallerden canı da sıkılmamıştı. Bir bakıma alışkanlık haline getirdiği oyun duygusunu hangi ahlak yasasına uydurduğu düşünülmesi gereken bir şeydi, her şeyden önce. Ama Kürt Şehmuz gelip arabanın yanında, "Artık gitseniz beyim, neyi bekliyorsunuz?”, diyen bakışlarıyla ona bakmaya başladığında, o da, çaresiz arabayı çalıştırıp OTOPARK' tan çıkmıştı. Arabayı nasıl sürdüğünü, eve nasıl geldiğini bile anımsamıyordu.

Tepkisini ölçmeye çalışır gibi ona bakan bir çift gözde.. belki de bütün dünyasını ele vermekten kaçınan bir insanın çektiği acı da vardı.. belki de olayları bu kadar tuhaf ve ürkütücü görüntülerle vermesi de bundan kaynaklanıyordu.. belki de - hiçbir zaman ona yakın olamayacağından- bakışlarındaki esrarı da çözemeyecekti.. belki de gökler onda hep bir bilmece olarak kalacaktı.. belki de... ama gizemini kendisiyle birlikte mezara götürecek o gözler kimindi, peki? Kasabın yanında duran, uzun saçları ve sakallarıyla eski bir zaman kahramanı kılığındaki solgun yüzlü insanın gözleri, daha korkutucu değil miydi? Evet, o boş, o anlamsız bakışlar insanın içine işlemekte, hatta insanları gizemine çağırmakta geç kalmıyordu. Cemşid Ulu, kendini kaptırdığı gözler aleminden kolay kolay sıyrılamayacağını anladığında, saat neredeyse akşamın altısına geldiğinden şaşkınlıkla bileğindeki saate birkaç defa bakmaktan kendini alamamıştı. Bu kadar saat hiç kıpırdamadan uyumasını açıklayabilecek bir şeyler bulmalıydı, yoksa her şey birbirine karışacak, o da, kendi payına düşen çıldırmışlıktan nasibini alacaktı. Herkesin faydalandığı bir çıldırmışlık, ona hiç de cazip gelmiyordu, tersine öfkesini kamçılayan bir yol oluyordu. Demek ki; bunları düşünürken saatin nasıl işlediğini bile fark edememişti.

Gözler beni bir rüyaya çağırıyordu, öyle bir rüyaydı ki bu.. iç içe iki oda gibiydi, uyanık hayat ile rüya hali yan yana duruyorlardı, bunu ilk ben keşfetmiş gibi nasıl da seviniyordum, son günlerde aklından hiç çıkmayan Şehrinaz' da garip bir çekicilik buluyordum. O akşam yine Mirella Matheu’ya benzeyen kadını gördüğümde, şaşırarak bahçedeki kalabalığa yüzünü çeviren yaşlıyı merak ediyordum, ama karım dönüp bakmıyordu, onun için pencereden ne zaman çekileceğini düşündüm.. Rüyalı yüzüyle bir kadın pencerenin önünde durmaktaydı, belki de Şehrazat'tı o kadın? Bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Belki de yaşlı kadın babaanne de olabilirdi, diye düşündüm, belleğimdekiler yerli yerine oturdukça, bulanıklık gittikçe açılıyordu.. Bir kadının parmak uçlarına değiyordu dudakları bir zencinin, Ofiste bekleyen Yurttaş Keyn'in uzaktan bir akrabası olduğunu, buraya bir iş için geldiğini ve de buna benzer lafları uydurmam o kadar zor olmamıştı benim için. Genelevi patronu Neriman, bunları ilk önce bir imtihanla denemek istiyordu. Gazeteci Y., yazar bozuntusu herif, Yurttaş Keyn ve bir de Tetikçi’yi aynı odaya çağırıp hepsini bir sıraya dizdiriyordu.. hiçbiri de başlarına geleceklerinden haberleri olmadığı için böyle rahat görünmekteydiler. Sonra hepsini bir don bir gömlek katına bırakınca orospu kahkahalarıyla gülüyordu Neriman., Orospu sesiyle şimdi donlarınızı da çıkarın diyordu da herifler ıkınıp sıkınmadan donlarını aşağı sıyırıyorlardı.. Hanginizin kuşu daha güzel göreceğiz demeyi de unutmuyordu kaltak!

“Gerçekten” adlı öykü de böyle düşünmüştüm.. zaten babaanne ile Şehrinaz bahçeye bakmayı alışkanlık haline getirdikleri günlerde .. kafamı başka şeylere taktığımdan .. onların bu oyununu da bir heves olarak değerlendirmiş, büyütmemiştim o kadar. “Ama o zaman binlerce kameraya poz veren kadın kimdi?”, sorusuna hala daha bir yanıt bulmuş sayılmazdım. Belki de karımın suratı bu yüzden asıktı, bir şeylere üzülmüştü sanki, ama bana da açılamadığından, kendi bilinmezliğinin derinliğinde boğulup gitmek üzereyken, bir gün gelecek onu yine ben kurtaracaktım. Onun için fazla üzerinde durmak istemiyordum. Sonra onu nasıl da özlediğimi sözcüklere dökemeyecek kadar kendimi kaybettiğim Salı Akşamı’nı düşündüm. Babaanne beni bu halde gördüğünde, "Yazık, oğlum!", demişti, "Kendine yazık ediyorsun!", "Yok daha neler?”, demiştim, "Sen sana bak babaanne!" Bunların ardından da annem Rüya Hanım, sesinin tonunu değiştirip -aksileştiğini belirtmek için vurgulu konuştuğu günlerdeki gibi- "Bari kendine acımıyorsan, karına acı!", demişti de ben nasıl kahrolmuş, nasıl kendimden geçmiş bir halde merdiven basamaklarını bile nasıl indiğimi hatırlayamamıştım.
"Bir gün hepimiz öleceğiz!", demişti Şehrinaz, "Sözcükler baki kalacak..".

Balkonun kenarında durmuş bana bakıyordu. "Benim senaryomu ne zaman yazacaksın?”, diye sorduğundaysa, “Ama, şimdi, bak!” diyecek oldum bir an,”işte özlediğin şey sonunda gerçek oluyor meleğim." Ama kimse yoktu, bir an kendimi kaptırmıştım.

Çalışma Odasının yarı loş karanlığında volta atarken, daha sonra sokakları dolduran Zenci Kadınlar’a acıyarak bakan o insanın fotoğrafını eski yerinden kaldırmak için harekete geçtiğimde, yüreğimde uyanan duygunun da etkisiyle olsa gerek bundan caymış, şimdi o resmin karşısında duruyordum. Yazdığım şeyleri her şeyden önce bir 'Senaryo-Game' e dönüştürmüş olmaktan suçluluk bile duymayan bir insana, acınacak gözle bakan kadını -hayatım Şehrinazı-, onun yeni bir yönünü keşfedişimle bana acımamasını söyleyecektim, kurtulduğumuzu, -bundan daha iyi haberi kim verebilirdi?- hepsini söyleyecektim. Sokakları dolduran binlerce zenci vardı, siyah beyaz çekilmiş fotoğrafta.. ama biri vardı ki, öyle kolay kolay unutulmazdı. Yüzünde de iyiliğin annesinden ilham almış olmanın çizgileri yerleşmiş.. huşu içinde, kendinden geçmiş binlerce Zenci Kadın o karede nasıl dondurulmuştu, buna ister istemez karım gibi ben de şaşırıyordum. Irk ayrımını protesto etmek için şarkılar söyleyip, dualar eden Zenci Kadınlar’ın yüzünde hep aynı ezilmişliğin, dahası aşağılanmışlığın çizgileri vardı, öyle derinlemesine çizilmiş çizgileri hiçbir şeyin yok edemeyeceği anlaşılmaz bir paradoksu yaşatan hayatı küçümsemememiz gerektiğini bu resim bir kez daha ortaya koyuyordu. Ne yapmak istediği belli olmasa da bazen bu duyguya kapılmaktan kendini geri alamayan Şehrinaz’ın son günlerde başı dertte gibiydi.

Küçümsenen, hatta  ikinci sınıf bir insan olarak anıla gelmiş o insanların fotoğrafını neden çekmişti Şehrinaz? Yıllar sonra karımın bilmediğim bir yönünü açığa çıkaran resim, beni daha da kamçılamıştı, kim bilir içime ne kuşku tohumları bırakmıştı ki öfkeyle bıyıklarımı düzeltirken, sonra onları dişlerimin arasında ezmeye kadar götürmüştüm işi. Sevgili karım, sonra bunları evde asacak bir yer bulamamış gibi getirip çalışma odasına, hem de benim her an görebileceğim Akrepler’in yanına asmış; kim bilir aklından neler geçirmişti o zaman.  Vitrindeki cüce topluluğuna bakan solgun yüzlü kadın ,daha sonra siyah tülün içinde düşsel bir kadın oluyordu, resmin altındaysa 'Son Program' yazmaktaydı. Cüceler topluluğuna bakan kadının anlatılmaz bakışlarını belki de ölümsüzleştirmek için bu yönteme başvuran kendisiydi. Tarihlerine bakılırsa ikisi de ayrı zamanlarda çekilmişler, sonradan o anki bir esinlenişle birleştirilerek bu günkü biçim verilmişti.

Sokakları dolduran kalabalığın homurtusu kulaklarımı tırmalamaya başladığı anda belleğimdekilerin yolluklarından çıkarak orta yere dökülüp saçılmasından korkan, dahası, korkusuna yenildiği için eli kolu bağlı bir halde karşısında cereyan eden olaylara seyirci kalan insan, sanki ben değilmişim gibi annem, Şehrinaz' ile birlikte bana oradan çekilmemi söylemişlerdi; beni korkutmaktan çok yardım etmek istiyorlardı. Nedense, sarı yağmurluklu kadından çekinen yaşlı kadın Babaanne’den çok, Rüya Hanım’a benziyordu. Torununun başına bir dert açacağından endişeleniyordu, sanki bütün korkusu buydu, diye düşündüm, torunu için endişelenen kadını bir an gözden yitirdiğimde kendi gerçekliğimle yüz yüze gelmek beni nasıl da kaygılandırmıştı ilk başta. Dönüp baktığımda.. Feridun Bey monitörün karşısında dondurulmuş bir kukla gibi duruyordu.. sanki sırası geldiğinde o da oyuna katılmak için canlanacak.. büyük gösteri de, belki insan şovunda kendi numarasını sahneye koymasını sabırsızlıkla bekleyen seyircileri daha fazla bekletmeyecekti. Hiç istifini bozmayan Feridun bey sıra ona gelmiş gibi sahnenin ortasına doğru ilerlemiş, -oldukça tuhaftı.. böyle bir rüyaya konuk olmaları beni düşündürtmekteydi- seyirciyi selamladıktan sonra oyunun başlaması için sol elini havaya diklemesine kaldırıp işaret vermiş, daha sonra da karanlığına çekilerek yine ikinci planda kalmıştı. Sayıklama anından kurtulup kendime bir çeki düzen vermeye çalışırken monitörün karşısındaki insana öfkeyle baktığımda, yanlış bir insana öfkemi yönlendirdiğimi geçte olsa anlayan ben, bu hatayı telafi etmek için yine aynı ana dönmek istedimse de, bunda başarılı olamadığım gibi, hayal kırıklığı da yaşayan ben.. acı dolu bir yüzle bir kendime, sonra bir kapının önünde duran Siyah Jaguar’dan inen bayana, bir kendi arabama bakınıp dururken.. "Kasaların tıkırtısı bu gün hiç mi hiç iyi değil!", diye gürlemişti sesi Feridun Bey’in.

"Bu gün yağmur yağıyor!", demiştim pısırık ve biraz da çekindiğimi belli eden bir ses tonuyla. Sonra koltuğa çökerek karşımda uzayıp giden çöle bakmaya koyulmuş, sanki kaybolup gitmek istercesine kendime bile açıklayamadığım bir his yumağıyla yürümeye, kaybolmaya, unutulmaya hazırlanmıştım.

cemal çalık



Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.