Epeydir süren mesleki sınav telaşlarım sebebiyle, yazmaya,
seyretmeye, yaşamaya verdiğim aradan sonra dün sabah sınavdan çıkar çıkmaz
sinemaya koştum. Vizyondakilerden bile bihaber gittiğim sinemada tesadüfen bazı
tanıtımlarını gördüğüm ama üzerine kesilmiş ahkamlara dair tek yazı okumadan
sadece Çağan Irmak ismine güvenle DEDEMİN İNSANLARI ‘na girdim. Filmden
çıktığımda epey ağlamıştım. Buna rağmen bir o kadar da gülmüş olmanın keyfiyle
doluydum. Toprak çekiyor olmalı ki,
Çağan Irmak’ı, filmlerini, insancıl bakışını kaybetmeden basit ve güzel
hikayeler anlatışını seviyorum. Basit ve
kolay yazmanın, böylesi filmler çekmenin, hele de herşeyin görmek, görülmek,
kısacası gösteriş üzerine kurulu olduğu zamanları yaşarken basit olmanın
zorluğunun farkındayım. Bu cümleyi basitçe söyleyemediğimden bahisle,
“Basit”liğin ustalığın zirvesi olduğunu kabul ediyorum.
İyi sinema filmlerini domino taşlarına benzetirim… Dış
dünyadan kopup karanlıklar içinde salona girdiğimizde önce reklamlarla kirlenen
hafızamız, ışıkların tamamen sönüp filmin başlaması ile alır götürür bizi
zihnimizin arka odalarında biriken anılardaki bize. Binlerce resmin arka arkaya
aktığı filmde her karenin zihnimizde bir başka kareyi harekete geçirerek domino
taşlarının devrilişleri ile büyüleyici bir başka resmi ortaya çıkarması gibi iyi
bir filmden çıkarken de yeni bir resmin parçası oluruz. Bu resim ne kadar
gerçekçi ise kalbimize ne kadar değdiyse filmi de o ölçüde severiz.
Bu filmde memleketimi, egenin sıcak insanlarını, sonlarına
yetiştiğim seksenleri, annelerin çocukları rahatça yalnız başına evden
gönderebildiği, yürüyerek okula gidildiği, dükkanların kapısına kilit
vurulmadan yemek yemeğe gidilebildiği güven dolu çocukluk günlerimi yani hayatın
saflığını gördüğüm için olsa gerek beğenerek
izledim.
Ve film boyunca domino taşları devrildi içimde beni
kendimle, babaannemle yüzleşmenin eşiğine getirdi. Rahmetli babaannem 1917 de
İzmir’de doğmuş, babasını, amcasını, hasılı kelam ailenin erkeklerini Çanakkale
Savaşı’nda yitirdiğinden etrafında pek fazla erkek figürü görmeden büyümüş.
Babaannemin annesi de 1908’li yıllarda 9 yaşında iken mübadele ile Girit’ten
İzmir’e göçmüş bir ailenin kızı. Erken yaşta evlenip kız çocuklar doğurmuş ancak
kocası savaşta şehit olunca çeşitli işlerde çalışarak çocuklarını büyütmüş yalnız
ve güçlü bir kadın. Ve babaannem bu zorunlu olarak anaerkil olan ailede güçlü
olmak zorunda kalan bir kadının güçlü(yü oynamak zorunda kalan) kızı…
Ben doğduğumda 60 yaşında olan babaannemle 18 yaşına kadar
birlikte olabildim. Bu sürede iki ev değiştirdik ve babaannem her daim alt
katımızda oturdu. Doğduğum, çocukluğumun geçtiği bu bahçeli evler Bornova’da olup
babaanneme aitti. Dedemse bu evlere, annesinin kaderini yaşayarak genç yaşta dul kalan babaannemin ikinci
kocası olarak sonradan gelmiş, babaannemden sekiz yaş genç ve ona aşık bir
adamdı. Aynı zamanda babaannemin teyzesinin torunu olduğu için Girit’ten gelmiş
bir ailenin en küçük-haşarı bir oğluydu. Babaannem hem yaşının hem annesinden
gördüğü zorunlu aile yapısı nedeniyle hem de mal varlığının gücüyle evde baskın
bir karakter olmayı başarmıştı.
Buraya kadar göç dışında filme paralel giden bir durum
olmasa da anlattıkça anlayacağınız durum için bu ayrıntıları verme gereği
duydum.
Güçlü insanların yaralarının çok derin olduğunu düşünürüm.
Sınana sınana çelikleşen bir iradeleri ve olaylara bakışları olur. Hele yeri
doldurulmaz kayıplar yaşamış olmak hayata bilgece bakabilmeyi getirir çoğu
zaman. Ama yine de insanın içinde kalan bir çocuk vardır ve o çocuk ara ara
yüzünü göstererek huysuzluklar yapar, kanayan yaralarını hatırlatır insana. Bu
nedenle ne kadar olgun, görmüş geçirmiş olsa da çocuksu halleri vardır bütün
insanların.
Babannem çevresinin sevdiği, akıl aldığı ve iktisatlı olmayı
yaşam biçimi haline getirdiğinden her daim dolu olan cüzdanı sebebiyle herkesin
sık sık borç istediği, sohbetine doyulmaz, güler yüzlü bir kadındı. Dışarıdan
bakan, içten kahkahalarını gören hiçbir derdi yok zannedebilirdi. Zaten şimdilerde
dert edindiğimiz bir çok şey o ve onun zamanını yaşayan insanlar için dert
değildi. Filmde Çağan Irmak’ın dediği gibi “şimdiler olsa travma derlerdi biz yaşamamız
gereken ne varsa hepsini yaşadık, toslamamız gereken her şeye tosladık.”diyebilecek
cinsten bir yaşamdı babaanneminki.
Babasını doğduğunda, aşık olduğu kocasını evliliğinin
baharında henüz 24 yaşındayken, kocasından yadigar bir kızını kocasını
gömdükten kısa süre sonra kaybeden, sık sık hasta olan nazenin diğer kızı ve
karnında taşıdığı oğlu ile hayata tutunmayı başaran, dışarı dikiş dikerek evini
geçindiren, çocuklarını okutan bir kadın. Dul olmanın ayıp olduğu zamanlarda
yaşadığından ikinci bir evlilik yapan, o evlilikten doğan babamı diğer
çocukları ile beraber büyüten ve ona çok aşık olsa da içtiği zaman dellenen,
iyi kalpliği yüzünden sürekli kurduğu işleri batıran bir adamla tek tokat
yemeden 45 sene geçinebilmek başarısını gösteren zeki bir kadın bahsettiğim.
Ama bir yandan da adını koymayacaklar diye babama uzun süre
küsen en sonunda ilk kız torun olan bana adı verilince üst kata çıkıp annemi
ziyaret eden bir kadın babaannem. Dolayısıyla benim babaannemle ilişkim bir
inatlaşma üzerinden başladığından olsa gerek hep böyle sürdü. Herkesin
sohbetini sevdiği bu kadınla bir ben bir de babamın geçinemiyor olması nedendi
diye düşününce aynı ona benzediğimiz ve benim dediğim olacak noktasında
hiçbirimiz taviz vermediğimiz için olduğunu yeni yeni anlıyorum.
Ve aslında onu ne kadar çok sevdiğimi öldüğünü uzak bir
diyarda öğrendiğimde anladığımı anımsıyorum. Bir kurban bayramı arefesinde
İzmir’e geldiğimde 27 gün olmuştu öleli ve sınavlarım var diye bana söylememişti
ailem. 18 sene beraber olduğunuz biri daha ayrılalı bir sene olmuşken
döndüğünüzde oturduğu köşede olmayınca çok dokunuyor insana. O geceyi
hatırlıyorum; dedem onu kaybetmenin perişanlığı ile babaannemin adını taşımama gurbette olmam da eklenince öyle sıkı sarılmış
ve yerine sen kaldın kızım diye diye ağlamıştı. Uykusuz bir geceden sonra
öğlene doğru Konak’a gitmek için çıktığımda annem bayram temizliği için alt
katta olduğundan anahtarı oraya bıraktığımda kapıyı dedem açmış ve
gülümsemişti. Annem çok oyalanma, çabuk dön, çok iş var dediği o gün biraz geç
kalınca anneme görünmeden yukarı çıkmıştım. Ben apartmana girerken kapının
önüne gelen cenaze arabasından inenler bizim binaya girince ne çok ölen var bu
ara diye içimden geçirmişken hemen arkamdan ağlayarak gelen annem deden öldü
demişti. Daha babaannemin yokluğu fikrine alışamamış, onun yasını tutamamışken
dedemi de kaybetmiştim. Dalga geçme birkaç saat önce gayet iyi idi diye tepki
vermiş, inanamamıştım anneme. Öğlen sapa sağlam olan dedemin cenazesini herkes
bir koldan koşup ikindi namazına yetiştirmişler, çok sevdiği karısının yanına
defnetmişlerdi. Herkes, ne büyük aşkmış, onsuz yaşayamadı, ne çok seviyormuşlar
birbirlerini, Allah toprakta da ayırmadı demişti. Babam bir anda garip olmuş,
anne babasını 28 gün ara ile defnetmenin acısı ile bu dünyada gurbete düşmüştü.
O günden sonra da babam epeyce değişti, bir başka olgunluk, sakinlik geldi
üzerine. Artık kafası attığında çekip gideceği, orda da rahat durmayıp çekişeceği
birileri yoktu alt katında. Ve hayat huzursuzlukla, kavgayla geçirilemeyecek
kadar kısaydı. Ahiret hayatı bir nefes kadar yakındı, her an hazır olmalıydı.
Bu hazırlık belki de en çok dışarıda ahkam kesmeyi bırakıp daha fazla içe
dönmekle sağlanacaktı,birçoğumuzun sözde söylerken özde ıskaladığı bu gerçeği
idrak eden babam sosyal yaşamdan da kopmadan halkın içinde Hakk’la beraber
olmanın yollarını arşınlamaya başladı.
Yokluğunu ölümünden sonra çokça hissettiğimiz babaannem, o
neşeli, olgun, görmüş geçirmiş kadın sık sık benimle ve dünya görüşü farkından
dolayı babamla uğraşırdı. Ben de babasına aşık her kız çocuğu gibi babamı ve
kendimi savunmak için sürekli teyakkuz halinde bulunur, hazırcevaplığı ile
tanınan babaanneme laf yetiştirme telaşına düşerdim. O ise sözünün üstüne söz
söylenmesinden hoşlanmadığından kızar otoritesini sarsan bu iki figüre babama
ve bana daha fazla yüklenirdi. Babaannemin
en kızdığım sözlerinden biri “İsmimi senden geri alacağım, sen bize hiç
benzemedin, onlara benzedin, göçmenlere” demesiydi. “Kardeşin aynı biz, keşke
ona verseymişim ismimi, o bizden, Girit’li o.” diyerek beni kışkırtır, lafımın
altında kaldığında bu şekilde üste çıkardı. Eeee, bütün ömrü zeytinyağ yiyerek
geçmiş biri olarak ben de altta kalmaz cevap verirdim ona. Sırf babanneme
inattan yemediğim otlardan hareketle, damak tadımın anneannemin yemeklerine
yatkınlığını baz alarak bu ithamda bulunurdu çoğunlukla. Tabi bir de renkli
gözlü olmam da göçmenliğime kanıttı. Biz yerlisiyiz İzmir’in der, bana nispet
olsun diye aslında huyu anneme benzediği için anlaştığı kardeşimi bağrına
basardı.
Gerçekten de İzmir’in insanın büyük kısmı mübadele ile gelen
Girit Osmanlılarıydı. Şehirde epey de Rum yaşardı. Kaynaşmış bir kültürdü
İzmir’de Rum’lar ve Türkler. Müslüman olmasalar da çok hassas ve insancıldılar
diye anlatırdı babaannem komşularını. Mahallede bir cenaze olsa bir hafta radyo
açmazlar, bayramda bizle bayram yapar, bizim gibi yani Müslüman -Türk gibi
yaşarlardı diye anlatır, bahsettiği kişilerden ölenler için ah çekip içli içli
toprağı bol olsun derdi.
Bugün buradan bakınca Osmanlı’nın çökme sürecinde bile çok
kültürlü coğrafyasındaki yönetim başarısını görmek gerek. Kimseyi kendi etnik
kimliğinden koparmadan, kendisi olmaktan vazgeçmeden beraber yaşamanın mümkünlüğünü
gösteren bu fotoğrafı iyi okumalıyız. Bugün belki de en çok ihtiyacımız olan
empati gücünü, insan olmayı, güvenmeyi yeniden öğretecek kodlar o fotoğrafta
saklı.
Ama işte filmde de gördüğümüz gibi ötekileştirme, oralara
yeni geleni kabul etmeme, içten içe eleştirerek öz yurdunda garip hissettirme
durumu imparatorluktan devlete geçişte öne çıkarılan milliyetçilik fikri
sayesinde bocalayan halkın birbirine reva gördüğü bir hal olunca yavaş yavaş
kardeşlik duygusu da zedelenerek bugünlere gelindi.
Babaannem çocuk yaşta evlenen göçmen bir annenin çocuğu
iken, ilkokula kadar Türkçe’yi çok da bilmezken, aksanı onun göçmen olduğunu
ele verirken muhtemelen itilip kakılmalara maruz kalmış ve filmdeki çocuk gibi
içinde kin büyütüp yaralanmıştı. Ve hayatında onu karşısına alıp bu
kızgınlığına bilgelikle karşılık verecek “Onlar da bizim insanımız” diyecek,
onu üzenlerin karşına çıkıp onu koruyup kollayacak güçlü bir erkek figürü
olmadığından hep bunun ezikliğini hissetmişti.
Yıllar sonra nesiller değişip kendisini İzmir’in yerlisi
gibi hissetmeye başladığı zamanlarda hem çalışkan ve hem de güzel oluyorlar
diye Bulgaristan göçmenleri içinden annemi gelin alsa da, babaannemin her kafası
attığında onlar göçmen vurgusu yaparak bununla çevresindeki göçmenlere karşı şefkatsiz
söylemlerde bulunduğu da bir gerçek. Bu filmi seyrederken şunu hissettim; aslında
göçmen kelimesinin içinde oluşturduğu sızının bastırılma çabasından başka bir
şey değildi kendisi de göçmüş birinin kendinden epey sonra göçen kişilere olan
bu tavrı. Filmde çok az verilen bu bölüm sayesinde kalbimde böylesi bir sayfa
açılırken, babaannemin aslında bana değil de içindeki çocuğa kızdığını fark
ettim. Öyleyse ben yanlış bir şeyler yaptığım için kızıyor değildi babaannem,
belki de beni kendisine en çok benzettiğinden sıkıştırıyordu. Demek benim bir
hatam yokmuş duygusu kapladı içimi. Keşke daha detaylı işlenseydi mübadele
kavramı ve göçmenlerin acıları diye düşünürken babaanneme olan kızgınlığım birden
merhamete dönüştü. Keşke dedim birkaç Çağan Irmak daha olsa ve binlerce sessiz
hikayeyi o muhteşem bakışı ile perdeye aktarsa.
Aslında beni babaannemden ziyade anneanneme yaklaştıran
göçmen mutfağına olan yakınlıktan çok anneannemin merhameti, ilgisi, her şeyi
sevgi ile karşılaması idi. Anneannemin de hayatı çok zor geçmişti ama işte
insanlar yazılan kaderlerine verdikleri farklı tepkilerle karakterlerini de
meydana getiriyordu.
Anneanneannem 1928’de doğmuş ancak doğduktan bir sene sonra
annesini kaybetmiş, ailenin en küçüğü olarak babasının gözbebeği olmuş bir
çocuk. Bu nedenle üvey annesi tarafından da çokça ezilmeyen hatta onu çok da seven
bir çocukmuş. Ama işte ne kadar da olsa “analık” ana gibi olmadığından
eksikliğini çektiği şeyi, kendisi fedakarane bir tavırla etrafına vermiş, tüm
çevresine karşı şefkat dolu bir insan olmayı huy edinmişti. Hiçbir şeyden
korkmayan, yılmayan, ağabeylerini pısırık bulan bu kadının ardında güçlü ve
sevgi dolu bir baba figurünün olması da karakterinde en önemli etken olsa
gerek.
Anneannemin babası,
kardeşleri ile beraber Bulgaristan’dan Çanakkale’ye gelip savaşan Türkler’den. Bulgaristan’a
da Osmanlı’nın hassasiyetle uyguladığı ve bunun sonucunda fethettiği yerlerde
ayakta kaldığı iskan politikası ile Karaman civarından getirilmiş Türklerden
imişler. Çananakkale den sağ olarak kurtulan annemin dedesi İzmir’den düşmanın
denize dökülmesinin ardından 4 yıl sonra döndüğü Bulgaristan’da her daim
İzmir’i anlatmış ve bir gün mutlaka Türkiye’ye , İzmir’e gidin diye evlatlarına
vasiyet etmiş. Anneannem Çanakkale ‘den dönünce dünyaya gelmiş ve babasının
destansı savaş hikayeleri ile büyümüş. Korkusuzluğu ve atılganlığını da
bunlardan almış olmalı diye düşünüyorum.
Yıllar sonra komünist
rejim Türkler’e eziyet etmeye başlayınca varlarını yoklarını orada
bırakıp sadece kocası ve 4 çocuğu beraberinde bir bavulla turist vizesi alarak
Türkiye’ye girmiş ve babasının vasiyeti üzerine İzmir’e yerleşmişler. Rahmetli
dedem 40 yaşında imiş. Nasıl bir cesaret ki, kurulu düzenini, işini, malını
mülkünü bırakıp sadece dinini daha rahat yaşamak için göç etmek… Dürüst olana,
çalışana her yerde ekmek var deyip canla başla ailecek çalışarak kısa bir
sürede İzmir’in yerlisinden daha hali vakti yerinde bir duruma gelmek… İnancın,
azmin, uğruna yoluna çıkılan değerlerin hayata yansıyan zaferi olmalı bu. Ve
hiçbir zaman göçmenliğinden utanç duymadan Peygamberimiz ‘de hicret etti, o da
göçü, zorluğu yaşadı diyerek bundan kıvanç duyan bir duygu durumu taşımak ancak
içindeki inancın duruluğu ile alakalı olmalı.
Ama işte geldiğin yerde Türk, göçtüğün yerde göçmen diye
yaftalanmak, huzursuz edilmek, ötekileştirilmek belki de tüm göçenlerin kaderi.
Bunları umursamadan ayakta durmak ise güçlü bir alt yapının eseri. Filmdeki
dede gibi benim de annemin babası olan dedem dürüstlüğü, çalışkanlığı,
insanlara verdiği tavsiyeleri, kurduğu sağlam dostlukları ile kendini topluma
kabul ettirmiş biri. Bunu da onu bu hasletlerle yetiştirenlere, her zorluktan
sonra bir kolaylık olacağını öğreten büyüklerine borçlu olmalı. Ümitsizliğin,
çaresizliğin lügatında yer almadığı insanlardandı dedem ve anneannem. Tıpkı
filmdeki dede gibi.
Filmde Girit’ten
göçen Mehmet, helal süt emmiş bir çocuk. Mübadele esnasında günlerce gelecek
gemiyi beklerken zor şartlarda bile namazlarını kılan insanların içinden gelmiş
temiz bir toplumun, değerleri sağlam bir ailenin evladı. Bu terbiye ile
büyüdüğünden dürüst, sevecen, çalışkan, yardımsever bir insan. Müslümanlığın
şekilden ziyade karakterde yaşandığı, inancı zayıf olanların bile aileden
çevreden öyle gördükleri için hakka riayet etmeyi adet haline getirdikleri
zamanlar anlatılmış filimde. Ama sonrasında yıkılan bir imparatorluk ve yeni
bir ulus oluşturmanın getirdiği zorluklar ile değişen şartlar, zamanla ülkesi
zenginleşse de ruhunu yitirmenin fakirliği ile hak yiyen, çalan çırpan ve ahlakının
menşei dininin öğretilerinden kopmuş bireylerin çoğalması ile içten içe
çürüyerek bugünkü güvensiz ortama sebebiyet veren ülke tablosu hepimizin içinde
bir yerlere dokunuyor. Acıtıyor, kanatıyor, o yılları, o eski, sağlam inançlı toplumu
özletiyor.
Filmin senaristi ve yönetmeni dedemin hikayesi dediği filmde
bizi bu sonuca götüren ayrıntıları o kadar iyi yakalıyor ve gösteriyor ki,
filmi beğenmemek elde değil. Ancak Karanlıktakiler
filminde yaptığını tekrar ediyor ve çıkış noktasında tıkanıyor. Özünde taşıdığı
iyiliği ona kazandıran değerleri ilerleyen yıllarda toplumun genel yapısından
da kaynaklı olarak hayatına hayat kılmayan dede de çıkmaza sürükleniyor. Dedesini
özlüyor ama öyle çocuklar yetiştiren bir ailenin karakteri haline gelmiş
dinamiklerini göz ardı ediyor. Geçmişi ile bağları koparılarak dinamitlenmiş
bir toplumdan yine dürüst, sevecen, tatminkar, kadere isyan etmeyen insanlar
çıksın istiyor. Ama artık günümüzde o sağlam nesillerin yetiştirdikleri
evlatlar bile toprak olmuşken, başarılı olmak için her yol mübah kabul edilip
şeytanın aklına gelmeyecek oyunlarla insanlar birbirinin ayağını kaydırırken
hele de günümüzde görünürde muhafazakarlaşan halkın özünde ahlakı giyinememiş
olmasından ötürü, (belki de bu tablonun verdiği psikoloji ile) böyle bir
toplumun gelemeyeceğini ıskalıyor.
Ama tersten tuttuğu
feneri ile bize aslında hangi hasletleri kazanırsak huzurlu ve herkesin
birbirini olduğu gibi kabul ettiği bir toplumu tekrar oluşturabileceğimizin
izleklerini sunuyor. Bu nedenle Çağan Irmak’a çok teşekkür ediyorum. Bizi nice
samimi hikayelerle buluşturup kendini gerçekleştirme çalışmalarında başarılar
diliyorum. Bir röportajında “ Kendimi de, film çekmeyi de fazlaca ciddiye
almadığım zamanlarda çektim bu filmi” diyen başarılı senarist-yönetmenin usta
işi filmlerinde bundan sonra benliğini taşa çalan bilgeler gibi daha farklı
işler ortaya koyacağını umuyorum.
Doğru soruları sormak öyle önemlidir ki, bir gün bir de
bakarsınız aradığınız cevaplar sizi yormadan önünüze çıkmış, kalbinizi sarıp
sarmalamış, oradaki yaralara bir bir merhem olmuş.
Bir film beni bunca sorgulamanın içine attı, Çağan Irmak
dedesine ithaf ettiği filmi ile babaannemle çatışan taraflarımın fazlalıklarını
aldı, derinlerde bir yerde ayrı bir huzurun kapısını araladı. İçindeki ezik
çocuğun sesini bastırmak için çocukça bir tavır sergileyerek bana her
kızdığında bu yolla üzen, sen onlara benzedin, kardeşine vermeliydim ismimi
diyen bir babaannem vardı. İçimden “Hayır, benTürk’üm, göçmen değilim” diye
bağırsam da dışımdan sadece babaannem sinir olsun diye “Evet, ben onlardanım”
diyen, kendince zayıfın, hor görülenin yanında yer alan bir torun. Bu adaş iki çocuğun
inatları yüzünden o güzelim Girit otlarından yapılan salataları, radikayı, turp
otunu yıllarca yemedim, şevketi bostandan, arapsaçından uzak durdum. Neler
kaçırdığımı yıllar sonra fark ettim ve bütün otların tadına bakıp müdavimi
oldum ama bunları görmeye babaannemin ömrü vefa etmedi. Yıllarca içimde
taşıdığım ismimi değiştirme sevdasından da zamanla vazgeçtim.
Şimdi, içimdeki o kızgınlık yerini şefkate bırakınca zihnime
babaannemle geçen güzel günlerden de hatıralar gelmeye başladı. Mesela üniversite
okumak için başka bir şehre giderken babaannemle vedalaşma sahnem dün gibi taze
hafızamda. Babam, bizde kızlar evden bir kere çıkar dediğinde onu susturup o
şimdi okumaya gidiyor bu laf gelin olduğunda söylenir, bu ev onun, hem gelin de
olsa her zaman döneceği tek yer burası diyerek bana sarılışının verdiği güven
hala içimde. Yıllar geçmesine rağmen kaderin çizdiği yolum İzmir’e uğramadığından
bir daha dönemesem de biliyorum ki her zaman sığınabileceğim bir evim var
İzmir’de. Babaannemin, hatta babaannemin annesinin emeği, teri ile yapılmış,
önünde babamın annesinin diktiği çam ağacının olduğu, babamın, benim doğduğum
ev, bir evim var İzmir’de. Ve bir de aslında beni çok sevdiğini sonradan fark
ettiğim babaannemin anıları, birkaç parça eşyası, fotoğrafları var İzmir’de.
Belki daha fazlası zihnimin her köşesinde.
Bana kendimle yüzleşme fırsatı verdiği, şanslarımı
hatırlamama vesile olduğu, ülkeye, insanımıza dair sorular sordurttuğu için bir kez daha Varolsun
Çağan Irmak.
Herkese doğru soruları kurma şansı verilmesini, cevapların
da fazlaca beklemeden ikram edileceği hayatların başrolunde olmalarını dilerim.
Oyuncuların her birinin muhteşem ve yöre insanının doğal
halini yansıtan oyunculuklarını da belirterek DEDEMİN İNSANLARI filmini
görmenizi salık veririm.
Bu arada merak edenler için bu canlı Ege filminin konusu
yapımcıların kaleminden şöyle anlatılmış:
“Ozan, Ege'de küçük bir sahil kasabasında yaşayan 10 yaşında
bir çocuktur. Girit göçmeni dedesi Mehmet Bey nedeniyle arkadaşları onunla
"gavur" diye alay etmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan, başta
dedesi olmak üzere ailesine kızar "Biz Türküz." diyerek onlara kafa
tutar.
Ozan'ın dedesi Mehmet Bey, kasaba eşrafından, saygın bir
adamdır. Kasaba halkına kol kanat gerer, sorunlarıyla ilgilenip, onlara yardım
eder. Hoşgörürsüyle bilinen Mehmet Bey torununun bu durumundan dolayı üzülmekte
ve endişe duymaktadır. Mehmet Bey daha yedi yaşındayken, ailesi zorla
topraklarından kopartılmış, mübadeleyle Girit'ten göçmüşlerdir. Mehmet Bey'in
en büyük arzusu ölmeden evvel doğduğu toprakları görebilmektir. Bu özlemle sık
sık içinde mektuplar olan şişeleri Ege'nin mavi sularına bırakmaktadır.
DEDEMİN İNSANLARI, küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir
çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük
değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hikâyesini izlerken,
mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki
yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilallere, bir defa daha ama bu kez farklı bir
yerden bakacaksınız."
handan güler
Film benimde bayıldığım , ağlamaktan bir hal olduğum bir filmdi evet ama sizin kaleminizden okuyunca bir başka oluyor Handan hanım...
YanıtlaSilSiz hep yazın biz hep okuyalım ,bizi mahrum bırakmayın..Ellerinize , yüreğinize sağlık.
İzmir hala bekliyor siz dönersiniz belki diye...
teşekkürler , kader tuğbacım belli mi olur bir rüzgar getiriverir izmire ya da seni getirir buraya:)
YanıtlaSil