Geçenlerde gittiğimiz sinema amma kalabalıktı; karanlık bir
yoldan yürümüştük.
Kaleiçi’nin labirenti andıran dar sokaklarında -bir o kadar
da karanlıktı hiç kuşkusuz!- yürümüş de yürümüştüler, sinemayı bulmak için akla
karayı seçen onlar değil miydi? Tarife göre.. alt yoldan gelmemiz gerekiyormuş,
"Burası çıkmaz sokak!" diyerek tekrar gerisin geri döndüğümüz aynı
sapa yoldaydık, Paşa Cami’sine
ulaştığımızda derin bir soluk almıştım, yine aynı role bürünmüş, çaresiz Kule’
deki saate kaçamak bir göz atmış, saat nedense yelkovanla akrep 9'un
üzerindeyken durmuş olduğundan -bunu nedense bir türlü karıma anlatamadığımdan-,
evet, o karanlık andan da soyunduğumda , yeniden Sinema’nın yolunu tutmuştuk..
sinemanın doğru adresi elimizdeymiş gibi üst yoldan geçerek dar sokağa
vardığımızda -Belki de bunlar Şehrinaz’ın bir oyun olarak çok hoşuna gittiği
için böyle davrandığı düşüncesini kafamdan kovmaya çalışırken - karım haşlanmış
mısır isterim, diye tutturmuş, sonra patlamış mısıra onu ikna etmeyi başarıp da
yola koyulduğumuzda sinirlerim iyice gerilmişti, kendimi bir sinema perdesinde
jön olarak görme sevdalısı kesilmiş hayalimi buruşturup da belleğimin çöplüğüne
gönderdikten sonra, neredeyse üst yolu da geçmiştik, meydanlık bir yere
geldiğimizde soluklanabilmiştim ancak.
Çınar Taksi ‘nin orada bir kahvehanede çay içmek zorunda
kalmıştık, diğer masalarda -nedense hep erkek ve bıyıklı- oturanların sulu
bakışlarını karımın üzerinde görünce, yine aynı jönlüğüme -son çare, evet!-
sığınarak Şehrinaz’a kalkmamız gerektiğini, yoksa filmi kaçıracağımızı
hatırlattım. Numaramı yutmuştu. Karım yeter olduğunu kim bilir kaçıncı kez
ihtar etmek zorunda kalmıştı. Hele şükür sinemayı bulmuştuk! "Kaleiçi'nde
insanın kaybolmaması içten bile değil!' demiştim, "Hayatım beni dinliyor
musun?!”
"Evet!" diye bağırmıştı Şehrinaz, filmin en
heyecanlı yerinde, böyle sıkboğaz edilmekten hiç hoşlanmadığını vurgulamak
için, gözlerini bir an bile o son sahneden alamazken, film bile olsa insanın
tüylerini ürperten manzaraya kapılıp gitmişken, "Evet!" demişti
Şehrinaz, "Evet, sen haklı olabilirsin, ama bırak da filmi izleyelim
artık...." Ama hayır, bunların hepsi bir kuruntuydu.. "Benim ismim
Hanry değil.." demiştim, “rBenim adım Hanry değil...." Karım da
.."Ben ne diyorsam o olacak.." diye diretiyordu.. "Sen
Hanry'sin, benim küçük Hanry'im...." Ne yazık ki, bir türlü
açılamıyordum.. açılsam.... Kat kat olan yumak çözüldüğünde -helezonun katmanları onu karanlığında boğar
mıydı; bir fikir de edinememişti bu güne kadar..- önümde serpilecek olan yolda
nasıl yürüneceğini bilemediğimden belki, kaçıyordum ondan.. "Sana
yakışmıyor surat asmak!” demişti Şehrinaz,
sonra da bir makas alarak yanağından kocasını ne kadar düşündüğünü
göstermek istemişti belki! Ruhumu okşamasını biliyordu, oradakiler gibi
değildi, aslında hiçbir şey beyaz perdenin ayartması gibi değildi. Geçen
geldiğinde de Kiyanüs'e öylesine baktığını biliyordum. Uzun uzun nereye
bakarlar gözlerinde? Karanlık mıdır onların yolu da? Nereye elini atacağını
bilemezsin, kör bir karanlık uzayıp gider önünde.. gittikçe dağılan, kendimi
tanıyamadığım bir aynada yansımak istemiyordum.. göğsümde bir şeyler kanatlanmış
pır- pırlanıyordu sanki, bunların hepsini elimin tersiyle bir kenara
itekleyip.. "Yeter, Şehrinaz!" demiştim, "Bunlara artık
katlanamayacağım...."
“Benim adım Hanry değil Cemşid"
"Sen de Liz Taylor değilsin!!”
-IV-
Ben hiç evimin bulunduğu bölgeden çıkmadım ki Şehrinaz. Sen
Taç Mahal’den söz ediyorsun.. Bunların anlamı ne? Liz olsan ne olacak hem..
Ernüvaz Hanım’a –ruh doktorum- bu konuyu açtığımda dudak bükmüştü. Kişiler için
kullandığım isimlerden ötürü. Bunu açık açık belirtti.
“Belki de kökeniniz Hintlidir!” dedi. Şehrinaz duysaydı bu
söylenenleri – Ernüvaz Hanıma göre duyamazmış, çünkü gerçekte öyle biri yokmuş,
ama bir duysaydı- işte o zaman ölümlerden ölüm beğenmek zorunda kalırdım.
Hindistan, Keşmir, beyaz mermerden aslan başlıklı sütunların
kuytusunda dinlenmeye çıkmış bacakların seyir-ü seferinden arta kalanlar ..
erişilemeyecek bir kadın.. Yine siyah giyinmiş o kadının peşinde bir hafiye
gibi dolaşan hırpani kılıklı biri gözleri sürekli ondayken yarım kalmış aşk
masalı, Eski Bir Aşk Hikayesi, haftanın belli günleri kadının neden hep siyah
giyindiğini anlayamazken.. unuttum ne söyleyeceğimi.. siyah giysi. -Dehhak
Döngelin bir takıntısı olmalıydı- Her cumartesi eşiyle Titreyen Göl'e
gittiklerini söylediğinde.. Şehrinaz’ın karanlıkta kalmış yüzünü aydınlığa
ulaştırma peşindeydim sanki.
"Ruh Cücesi herif !" demiştim içimden.. belki onun
da Liz Taylor'da gözü vardı.. elimde bıçak yürüdüm, yalının tavan arasına
çıkarken başına geleceklerini bilmediğimden.. Belki Kandirev yüzünü kül
kaplamış tümsek aynanın karşısına dikilince halanın aklının kursağına
kaçacağını kestiremediğinden yolların çatallanan bir aynaya hapsedileceklerini,
böyle bir lanetlenmişlikle bellekleri ellerinden alınmış insan topluluğunun
oradan bakıp nasıl tok kahkahalarla gülüverdiklerini saymakla bitirememişti
katip! Büyük baba –nedense- ona hep Katip dediğinden, adı konakta Katib’e
çıkmış Kandirev'in gül bıyıkları çok komikti.. bir akşam soluğunu banyoda
almış, ıslatmadan kuru kuru icabına baktığı gül bıyıklar, lavaboda son
danslarını yaparken o aksi görmüş, bir daha da kimseyle konuşmamıştı.. Belki
yüzünü eğip bükerek uzatan parıltılı cismin sırrına babaanneden sonra o vakıf
olduğu için, uyumaya düşkün bir insan olup çıkması Şehrinaz'ı bu gün bile
güldürmekteydi. “ Hah.. haha..” gülümsedim.
"Ruh Cücesi herifi!." sözleri kasaphanenin solgun
yeşili duvarlarında bir zaman yankılanıp durmuştu. Önümde açılıp giden boşlukta
kaybolup gitmek istemediğimden, edere sımsıkı sarılmakta bulmuştum çareyi...
-V-
Eski günlüklerimi karıştırırken cüce Gave’nin büyük
halasıyla çekilmiş fotoğrafını gördüm, Güher Uçurumu’nun korkuluğuna dayanmış
uzaklara bakıyordu. Resmin arkasına;
“Madem bu denli duyarlısınız.. madem öylesiniz hani niye
duymadınız çığlıklarımı? Niye duymuyorsunuz çığlıklarımı..” diye yazmıştı. Yani
ben yazmıştım. Ben cüce Gave değil miydim? Yok ben Cemşiddim.. Aynaları neden
bu kadar çok sevdiğimi, onlar olmadan yapamayacağımı, şimdi bunları yazarken
yine sırrı dökülmüş aynanın karşısında olduğumu, artık her şeyin eskisi gibi
bana mutluluk vermediğini, yazdığım senaryoyu başa kadar götüremeyeceğim
korkusuyla ne acılar çektiğimi, bu anlatıyı da bitirdikten sonra belki rahat
bir soluk alabileceğimi, kendimi olmadık yere paraladığımı, soğuk kış
günlerinin dökümünü.. Liz Taylor ve Tuti atlı kuşumun resmini.. çığlığımı
duymadığınızın tanığı, arkası sabit kalemle yazılı siyah beyaz
fotoğrafımı..nasıl da körmüşsünüz.. ben dipsiz uçurumdan aşağı yuvarlanırken
nasıl da hiçbir şeyin ayırdında değilmişsiniz.. oysa acemilerin de acemisiymişim.
Bunu nasıl olur da anlayamazsınız? Anlayamamışsınız?
İşte yine eskilerin labirentine düşürdünüz beni yeniden;
sahildeki karaltı kadın -ya Şehrinaz’ın ya da Şehrazat’ın annesi- uzandığım
yerde beni akrep ölüsüne benzeterek, kızına olan güvenini yenileyen bir tarih
oldu; ayak uçlarından başlayarak bir kadını öptüm, palmiyesiz kıyıda ölmüş
şimdi sakallı akreplere el ederken. Orta yaşlardaki kadın yine beni buldu
kayalıkların başında. Şaşkın bakışlarımı aynalardan uzak tutuyor, gülüyor, sonra yine devriliyor; zamansız bir
kaybolmayla Ernüvaz Hanım’ın -Saklambaç Oyunu’ndaki- resimlerine bakıyor;
akrepleri ürkütmemeye çalışıyordum.
*** *** ***
Çocukluğunun, ilk gençlik yıllarının büyük bir bölümü burada
geçtiği için, sırf göçmen kimliğinden dolayı kendine bu adı verdiğini
söylediğinde, baharın onun için hep bir yerlerini acıtan tekil bir şamata
olmayı sürdüreceği yanılsamasına kapılmıştık.
Şehrazat’ın annesinin –adını şimdi çıkaramıyorum, onun
annesiyle benim karım Şehrinaz’ın annesini hep birbirine karıştırıyorum-
fotoğraflarını göstermek istiyordum Ernüvaz Hanım’a –yani ruh doktoruma, niye
böyle bir istek doğmuştu içimde hep merak ederim.. bilmiyorum- fotoğrafları
bulamadım. Şehrazat’ın annesi resim de yapardı. Her yapıp bitirdiği resmin
yanında poz verirdi. Bizi de yanına alarak. Daha çocukluğumuzda böyleydi.
Fırtınanın gazabına uğramasam, bulur o resimleri Ernüvaz Hanım’a gösterirdim.
Olmadı. Simi dökük aynadan içeri düşmüştüm. Fırtına amanımı dumanıma katıp
aynadan içeri fırlatmıştı. Sahildeydim. İki elimle boyumu aşan “Akreplerin
Dansı” tablosu yanında bir Akdeniz ıslığına dönüşerek birden ellerimden
büyüyünce, akreplerin kuşağında küllenmişti, yelkovan.
Ben bir masalda kalmıştım, yalnızca Ernüvaz'ın bildiği ve
Perilerin yalanladığı bir senaryo masalında... Bu yüzden senaryonun lekeleri o
kadar çoktu, ki; kedi ve keman sessizliğinde önümde akan görüntü ırmağına
dalışım gözü kapalı oldu, denebilir. Ernüvaz'ın bana okuduğu masalları -içine
girdiğim ve kaybolduğum masalın dışında- yatağına süzülen minyon tipli sırnaşık
kedi ile donup kaldıktan bir karede.. Ama eksikliği, bir yerde bitmemişliği,
yarım bırakılmışlığı yansılayan yüzünün tamamlanmamışlığını, öptükçe uzayan
bacaklarını, bütün zamanların kadınını, en çok Şehrazat'ı düş dünyasının dolabını kilitleyeceğim, nedense o zaman aklıma hiç
gelmemişti,; senaryoda katili katil yapan tek şey akreplerin baharda aşık
olmayı çok sevmeleriydi.
Telefon çaldığında, rüyanın daha henüz etkisinden kurtulmuş
sayılmazdım; onun olabileceği düşüncesi içime ‘löp’ diye oturdu; bunun verdiği
kaygıyla elim kırmızı telefona uzandı, sonunda beni aramaya karar verdiğine
göre düşüncelerinde değişiklik olmuştu.. sonra "Hayır...." dedim,
"Onun olmasına olanak yok...." Her şeyi bitirdiğini düşünüyordum..
bunların hepsi bir kuruntudan başka bir şey olamazdı.. Hiç yoktan yere
kaygılanıyordum. Karşı taraf telefonu açacağımdan emindi ki hâlâ
çaldırmaktaydı; “yeter!” diyecek oldum bir an, “patlamadınız ya, geldim,
açıyorum?” Telefonun zili kesilmek nedir bilmiyordu... o boşlukta bir yerleri
aranıp dururken, Şehrazat’ın gözleri gelip karşımda dikilmişlerdi; derin ve
hüzünlü olan o mavi gözlere bir daha baktım, her şey o gözlerdeydi bak yeminle,
denize bu yüzden hiç gidemedim, gitsem de bir tat alamadım..
Tümsek aynaların mı simi dökük düz aynaların mı bir
hinliğiydi, bilmem; ama denizden hep uzak durdum. Keşke sinemadan uzak
dursaydım ya da Dehhak’tan. Bu arzum gerçekleşmemişti, gerçekleşemezdi.. Siyah
giysiler içindeki balık etli bir kadın kumral saçları havada uçuşurken iç içe geçmiş
sahnelerden kurulu bir rüyanın içinde yüzüyordu her şey..
cemal çalık
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.