Sayıklama


Geldiler. Oturdular. Yediler. İçtiler ve küfürleşip gittiler.

Uzunca bir yer sofrasını kurulu bulmuşlardı. Sofranın kendileri için kurulduğuna ilişkin bir sezgiyle oturmuşlardı çekinmeksizin.

On dört kişiydiler. Uzunca bir yoldan gelmişlerdi. Dört sıra üçer kişi yol almışlardı. Dört sıra üçer kişi yürüdüklerine ilişkin güçlü kanıtlar vardı elinde dinleyenlerin. Kanıtların başında kuşkusuz gelenlerin kendi beyanları vardı. Sıradakilerin hepsi ya da gelenlerin tamamı şöyle anlatıyorlardı ağız birliği etmişçesine; “Yola çıktığımda yalnızdım. Bir yol ağzında hangi yöne gitmesi gerektiğine bir türlü karar verememiş birine rastladım. Aslında ben de kararsızdım.  Onun kararsızlığı benim kararsızlığımı aşmama vesile olmuştu. Her hangi bir yöne sapmadan aynı yönde yürümeye karar vermiştim. Benim hiç duraksamadığımı gören K. Hemen ilişmişti yanıma. Kırk santime yakın bir uzaklığı koruyarak yürüdük. Yeni bir yol ayrımında bir başkası katılmıştı bize. 

O da kararsızlığın pençesinde kıvranıyordu. Bizi görünce gözleri parladı. Ve utandı renk verdiği için. Biz görmezden geldik. Yani ben görmezden geldim ve öyle sanıyorum ki bir önceki yol ayrımında bana katılan kişi de görmezden gelmiştir. En azından yeni karşılaşılan kişinin durumu bizim görmezliğimizi gerektiriyordu. Bunu yol arkadaşım da ayrımsamış olmalıydı.  Yeni kişi de katılmıştı bize. Üç kişi olmuştuk. Aramızdaki mesafe kırk santimden uzak değildi. Ve bu mesafeyi korumaya büyük bir özen gösteriyorduk her birimiz. Ben ortadaydım. Yeni gelen adının Zaferan olduğunu mırıldanmıştı. Oysa ben adını sormamıştım. Ve Zaferandan önce bana katılan ve kendisine kendimin adlandırmasıyla K. da adını sormamıştı yeni gelene. Ben burun kıvırdım belli belirsiz mırıldanan ada. K. da bu mırıldanışa bir anlam veremediğini duyumsatmıştı başını Zaferandan öteye çevirerek.

Bir süre sonra – belki bir saat- bizim sıralanışımıza benzer bir üçlüyle karşılaştık. Onların da kendi aralarındaki mesafe yaklaşık kırk santimdi. Önümüzdeki üçlünün de önünde bir üçlü vardı. Ve arkamızdan da bir üçlü geliyordu. Her bir sıranın arası yaklaşık yirmi adımdı. Boylarımız da neredeyse birebirdi. Benim boyum bir yetmiş civarında. Öyle anımsıyorum.  Öyle kalmış aklımda.  Elinde silah başı miğferli birkaç kişi bizi bir duvara dizmişti. Duvara dizilmemizi yüksek sesle duyurmuşlardı. Acımıştım o adamlara. Hava çok sıcaktı ve onların giysileri çok kalındı. Ayaklarındaki botlar belki on kilodur, demiştim içimden. Duvara dizilip onlara döndürüldüğümüzde. Ben bizi kurşuna dizecekler sanmıştım. İtiraf edeyim ki hiçbir heyecan ya da korku duymamıştım. Onlara acımıştım. Terden sırılsıklamdırlar, diye geçirmiştim aklımdan. Kalın gözlüklerinin ardındaki gözlerini görmeyi ne çok isterdim. Alınlarında ter var mı yok mu anlaşılmıyordu zira miğfer alınlarını tamamen kapamıştı. Meğer boyumuzu ölçerlermiş. Bir boy ölçüsü için bunca şatafata ne gerek vardı ki? Böyle sorduğumu anımsıyorum. Kendime sordum. Alabildiğine kısık bir sesle. Belki bu sorumu duymuşlardı benimle beraber duvara dizilenler. Ki onlar da sorumu mırıldanmışlardı. Hatta biri boğazını temizleyip konuşmaya niyetlenmişti ki, sorularımızı bastıran gür mekanik bir ses “üçü bir yetmiş!” demişti. Sonra da o üçünü –ki o üçlüden biri bendim- diziden aldılardı. Her birimiz bir yöne yürümeye başladık. Yürüyüşümüzün nedeni kuşkusuz silahlı miğferli adamların orada bulunmalarıydı. Biz hep ordaydık. Hep orada olduğumuzu biliyorum. Benzerlerim vardı. Benzerlerimin ve kendisine anne-baba dediğim kişiler ev dedikleri yan yana sıralanmış kimi karemsi kimi dikdörtgen üstü kapalı yerlerde kalıyorlardı. Ve bir birlerine komşu diyorlardı. Benim boyum onlardan çok kısaydı. Derken uzadım. Birden bire değil elbet. Peyderpey. Gözlerimi silen ve kendisine anne dediğim kişi “gel şu kapının sövesinde dur bakayım.. ne kadar uzamışsın!” der kapının sövesi dediği yere sırtımı yaslar başımın üstünün geldiği noktaya kalemle çizgi çekerdi. Döner bakardım. Çizgiler gittikçe artıyordu. Ama nedense annem bu oyunu daha fazla sürdürmedi. Boy takıntısı bitmiş olmalıydı. Çünkü boyum artık bir yetmişti.

Dört sıra aramızda yirmi adım üçer kişi yürüyorduk. Biz önümüzdekileri izliyorduk. En öndekiler kimi izliyorlardı bilmiyorum. Arkamızdakiler de bizi izliyorlardı. Kimse kimseye nereye gittiğimizi sormuyordu. Birden olmasa da birden diyebileceğimiz bir biçimde yolun her iki tarafında ağaçlar belirdi.  Öyle sıktılar ki. Geriye doğru da –ağaçların kendi gerilerine doğru- ağaçlar vardı. Düzgündü. Simetrikti. Ve aralarında yaklaşık on adım vardı belki. Bir orman içinde uzanan bir yol üzerinde yürüdüğümüz söylenebilirdi ilk bakışta. Oysa iki yanımızda uzanan derinleşen ağaçların olduğu yerin ormanla ilgisi yoktu. Orman düzensiz olurdu. Ve hemen hemen tek bir çeşit ağaç olurdu, neredeyse yani. Oysa burası düzenliydi. Ağaçların birbirilerine konumları, aralıkları her bir şey bir ölçüyleydi. Ve daha da ilginci her bir ağaç türünden neredeyse bir ağaç vardı. Yani bir ağaç bir ağaca benzemiyordu. Mesela ortada bir kavak varsa bir yanında sarıçam, kayın, karaçam, sedir ila ahir uzanıyor, öteki yanında da kızılçam, köknar, ladin, servi, meşe ila ahir.. uzanıyor. Yolun her iki yanındaki sıralanma sanki bir bir yansımalarıydı. Tıpkı –tanımadığım, daha önce hiç görmediğim- yol arkadaşlarımın benim yansımamı andırması gibi. Ev denilen yerde –ayrılmadan önce- ayna denilen eşyanın karşısına geçer kendi çoğalışımı izlerdim. İki ayna vardı bir birine karşı.. iki ayna arasına geçer bir sağıma bir soluma bakardım. Sayamazdım. Öyle çoğalırdım ki. Birimiz –ki o biri bendim- elini kaldırdığında hepimiz elini kaldırıyordu. Dil çıkardığımızda hepimiz çıkarmış oluyorduk. Bu da pek hoş bir şey oluyordu. Günlük alışkanlığımdı ve mutlak yapardım. Yapmak zorundaydım. Yapmadığımda huzursuz olurdum. Huzursuz olduğumu annem söylerdi.

“Yine huzursuzsun! Ne oldu?” bu soruyla koşardım aynalı bölümüne evin. İki ayna arasına geçer ellerimi kaldırır, başımı bir o yana bir bu yana sallar, dil çıkarır rahatlardım.
Dinlenmemiz gerekmişti ki bir yerlerden bir komut almışçasına hepimiz aynı anda durduk. Yarımız yolun bir tarafında yarımız diğer tarafında ağaçların altına oturduk. Herhangi birimizin konuşmaya yeltenmeyişi, konuşmaya mecali olmayışının yaptığımız uzun yürüyüşle bir ilişkisi yoktu. Konuşma hevesi duymamışlardı. Duymamıştık hiç birimiz. Bulunduğumuz yer, sırtlarımızı verdiğimiz ağaçlar.. ilginç ve ürkütücüydü. İlginç ve ürkütücüydü çünkü herhangi bir canlıya ait bir ses yoktu.  Hadi kuşlar burayı terk etmiş olsun.. ya cırcır böcekleri? Hem rüzgâr sesi de yoktu. Elbet olamazdı çünkü kendisi yoktu. Kendisi olmayanın sesi olur mu bilmiyorum. Belki kendisi olmayıp sesi olan bir şey vardır. Sahi niye durmuştuk? Hadi yola çıkışımızı duvara dizilişimizle açıklayalım. Her birimiz bir duvara kalın gözlüklü miğferli, ağır silahlı adamlar tarafından dizilmiş olalım ve boylarımız bir yetmiş olduğu için duvara dizilenler arasından ayırılmış olalım. Ve bu olay bizi bulunduğumuz yerden uzaklaşmamıza götürmüş olsun. Ya niçin durmuştuk? Yeterince gitmiş miydik? Yani burada mı kalacağız artık? Ah.. yorulduğumuz için durmuş olmalıyız! Evet, yorulduğumuz için durduk. Kan ter içinde kalmıştık. Böylesi yürümenin anlamı neydi? Belki en öndekilerin birinin veya üçünün acelesi vardı biz de onlara uymak zorunda kalmıştık bilmediğimiz bir itki ile. Annem ve babamla bir akarsu kenarında konaklamıştık. Annem; “fazla yaklaşma” demişti “su seni götürür!” fazla yaklaşmamıştım. Suyun üzerinde benim boyumda kalınca dallar, ağaç parçaları öyle hızlı gidiyorlardı ki, saymaya fırsat bulamıyordum. 

Sayabildiklerim suyun ortasındaki kayalara takılıp kalanlar oluyordu. Su beni de götürürdü. Öyle demişti annem. Babam da başımı okşamıştı. Bir daldan kopardığı ince bir parçayı ağzına atmış afiş dediği şeylerdeki görüntülerden birini yansılar olmuştu gülerek. K. yerden aldığı bir kurumuş daldan ince bir parça koparıp ağzına attı. Zaferan ise nereden geldiğini bir türlü anlamadığım bir defne yaprağı almıştı ağzına. Oysa defne ağacı yoktu görünürde. Sırtımızı verdiğimiz ağaçlardan bir ağacın yaprağını – örneğin okaliptüs ya da mahlep olabilirdi, bana hangisi diye sorulsa ben mahlep derdim- almış olsaydı anlam bütünlüğü bozulmamış olurdu. Belki de yanılıyorumdur. Belki defne yaprağı yerine başka bir yaprağı alınca bozulacaktı anlam bütünlüğü. Onu oraya koyma demişti babam bir keresinde. Onu oraya koyunca anlam bütünlüğü bozulur. Görenler üzerinde iyi bir etki bırakmaz. Oysa bizim görenler üzerinde iyi etki bırakmamız gerek. Eve ekmek götürmek için bu zorunlu. Zaferan’ın yaptığı bence anlam bütünlüğünü bozmak. Bunu ona da söyleyebilirdim. Hayır çekindiğim falan yoktu. Ama ya sorarsa “nedir anlam bütünlüğü dediğin?” bir yanıt veremezdim. Bana komşumuz dediklerimizden biri “ bu söylediklerin senin kendi araştırmalarının bir sonucu mu yoksa duyup inandıkların mı?” demişti de “niçin böyle bir şeyi soruyorsun?” karşılığını vermiştim. Komşumuz “eğer senin araştırmalarının sonucu ise senden isteyeceğim kanıtları anlamlı bir biçimde verebilirsin, değilse, duyup inandıkların ise bir kanıt veremeyeceğin gibi belki şuan bana yanlış gelen, belki de gerçekten yanlış olan bu düşüncelere sahiplenip yanlışta diretir olacaksın ya da ben kendi yanlışımda diretir olanlar arasına katılacağım.. var mı bir araştırman?” omuz silkip uzaklaşmıştım yanından. Babamdan duymuştum anlam bütünlüğünü ve ona “anlam bütünlüğünü bozuyorsun!” demiştim öyle olup-olmadığını bilemeden. Hayır bilmiyordum. Şimdi aynı şeyi Zaferan sorsa, yani ben ona niçin okaliptüs ya da mahlep yaprağı almadın ağzına? Ağzına aldığın defne yaprağıyla anlam bütünlüğünü bozuyorsun desem, o da bana komşumun yönelttiği soruya benzer bir şeyler sorsa.. böyle bir olasılık vardı işte bu olasılık herhangi bir şey söylememi engellemiş oluyordu. Ben de o kadar istediğim halde mahlep yaprağı değil de okaliptüs yaprağı aldım ağzıma.  Nefes açtığını, açık yaraları iyileştirdiğini söylemişti hemen yanımızdaki komşumuzdan. O, ağaçlardan, otlardan ilaçlar yapardı. Yaptığı ilaçları biz hastalandığımızda alırdık. Gizliden satardı. Silahlı adamlar ve yanlarındaki siyah gözlüklü adamlar bir keresinde yakalamışlardı da epeyce bir dövmüşlerdi tüm komşuları toplayıp bir meydanda. O da canhıraş feryatlar savurarak bir daha yapmayacağını söylemişti o adamlara. Babam nasıl da omuzumu sıkmıştı. Bari küçükleri toplamasanız, demişti komşulardan sakallı olan biri. Dinlememişlerdi. Küçük dedikleri benim gibi olanlardı o zaman. Biz küçükler de neredeyse büyükler kadar kalabalıktık meydanda. Onunla birlikte birçoğumuz feryat ediyordu. Belki bende feryat edenler arasındaydım. Belki o yüzden babam omzumu sıkmıştı. Annem de sıkmıştı omzumu bir keresinde. “Sus yavrum! Sus! Ağlama sesini duyar buraya gelirler!” demişti sıkarken. Defne yaprağını emen arkadaşıma okaliptüsün yararlarını anlatsaydım belki atardı ağzındakini. Hani atmasını çok istiyordum. Birkaç kez niyetlendim. Vazgeçtim. Hemen karşımızda bir sıra mahlep ağacı vardı. Mahlebin meyvesini sevdiğimi sanıyorum. Sevdiğim aklıma gelince canım çekti. Bir an boş bulunup ayağa kalkar gibi oldum. Hemen herkes şaşkınlıkla, hayretle bana yönelttiler bakışlarını. Utandım. Sadece kıpırdanmışım gibi bir imaj için epeyce uğraştım.

Karşıya geçmeyi göze alamıyorlardı. Göze alamıyorlardı çünkü sessizlik ürkütücüydü. Hoş gelip dinlenmek için oturdukları bu yerden önce aştıkları çay da her birini ürkütmüştü. Her biri ötekine “Ne korkunç bir çay!” dememiş olsalar da ürkütücülüğü konusunda hemfikir oldukları ilk bakışta anlaşılıyordu. Çayın üzerinde bir tek kişinin geçebileceği genişlikte bir ağaç uzanıyordu. Sanırım meşe olmalıydı ağaç. Belki de gürgen. Hemen önümdeki “yaman bir meşe!” dedi sanırım. Arkamdaki bu sözü duymuşçasına “daha çok gürgeni andırıyor!” Dedi. Her ikisi de olabilir. Bilmiyorum. Kökü toprakta olmayan ağaçları bir birinden ayırt edemezdim kendimi bildim bileli. Ne de çabuk bilirlerdi komşularım. Annem. Babam. Bak bu bir söğüt dalı. Bak bu bir akasya. Bu kızılçam. Kopup yere düşmüş ağaç parçaları bana hep aynı şeylermiş gibi gözüküyorlardı. Bu gerçekliği kimseye söylemedim.  Gerçeklik duygularının yıkılmasına gönlüm el vermiyordu. Bir taraftan bir tarafın gerçeklik duygusu yıkılacaktı. En iyisi susmaktı. Kuşkumu kendi içimde beslemekti. Kimseye sezdirmeden. Öyle yaptım. Öyle yapıyorum. Çay pek bir delişmendi. Sesi kulak zarımızı patlatacak kadar vardı. Akış hızı cüssesi kişiyi olduğu yere mıhlıyordu. Karlar erimiş çaya karışmıştı. Bu yüzden delişmendi. Bu yüzden buz gibiydi. Kayalara öyle bir çarparak gidiyordu ki. Silahlı siyah gözlüklü adamların silahlarından daha korkunç ses çıkarıyordu. Köprü işlevi gören meşe ya da gürgen ağacının üzerinden ürke ürke de olsa geçmeye başlamıştık. Ben Zaferan’ın elinden tutmamış ya da Zaferan benim elimden tutmamış olsaydı buz gibi sulara kapılıp gitmiştik. Dengesini ilk kaybeden K. oldu. Dengesini kaybedince bana tutundu. Ben de Zaferan’a hamle etmiştim. Ya da tersi olmuştu. Zaferan dengemizi kaybettiğimizi görünce yeniden dengemizi sağlamak için bize hamle yapmıştı. Yani böyle de olmuş olabilir. K. can havliyle kolumdan tutunca iteklemek geçti içimden. Ama gururuma yediremedim. Tutmak zorunda kaldım.

Geldiler. Oturdular. Yediler. İçtiler. Ve küfürleşip gittiler.

Yürüyüşleri uzun sürmüş olmalıydı. Her birinin sakalı bir karış vardı nerdeyse. Ve her uzun yol yorgunu kişinin hali yüzlerinden okunuyordu gelenlerin. Saçları da uzundu. Saçlarının daha önceden uzun olmadığı iki de bir saçlarını yoklamalarından anlaşılıyordu. Dudak büküşlerinden. Öfkeyle çekiştirmelerinden. Hayret gösterileri salt saçlarının uzunluğuna değildi. Hayretleri, buraya, hazır buldukları sofraya da ilişkindi. Karınlarını doyurup susuzluklarını giderdikten sonra olup-biteni sorgulama gereği duymuşlardı. Yine de yüksek sesle dillendirme cesareti gösteremedi hiç biri.

Birden toplu halde konuşulmaya başlandı. Kimse kimsenin ne dediğini anlayamazdı. Anlayamadılar. Ne var ki, anlamalarına gerek yoktu. Çünkü hepsi aynı şeyi söylüyordu. Hep bir ağızdan konuştukları için de birbirlerinden farklı şeyler söylediklerini ve fakat dinlenmediği sanısıyla öfkelendiler. Öfkelerine kapılıp küfretmeye başladılar.

Küfrediyorduk. Küfrediyordum. Yüzümün kızardığından anlıyordum küfrettiğimi. Yüzümün kızardığını bedenimi saran basınçtan anlıyordum. Küfretme demişti annem. Küfredersen rahatsız olursun. Görünmez mengenelerde sıkıştırılırsın. Ve kızarır yüzün. Yüzün kızarmış bak. Demek küfretmişsin. Kızmışsın. Öfkene kapılmışsın. Öfken küfrettirmiş.

Kızmıştım. Öfkeme kapılmıştım. Öfke de küfretmeye sürüklemişti.

K. bana bakıyor. Zaferan nedense kaçırıyor bakışlarını benden. Küfretmeyi bırakıp konuşmak istiyordum. Konuşmam gerektiğini düşünüyor, bu düşünceyi yerine getiremeyişimden kaynaklanan bir huzursuzluk duyuyordum. Aynalar yoktu. Aynalar olsa huzursuzluğumu giderecektim. Çevreme korkarak bakındım. Her birimizin huzursuzluğu git be git artıyordu. Küfürleşmeler en yüksek perdeden sürüyordu. Küfürleştikçe huzursuzluğumuz daha da artıyordu. Bir ben değildim ayrımında olan bunun. Sustum. Kimse farketmedi sustuğumu. Benim dışımdakiler devam ediyordu. Susmak yetmeyecekti anlaşılan. Bu küfür zincirinin bir halkası olmamalıydım. Bu zincirin en zayıf halkası olmalı ve zinciri koparmalıydım. Yer sofrasına sırtımı döndüm. Bir süre sonra Zaferan da döndü. Zaferandan sonra K. döndü sırtını yer sofrasına. Duyduğum kıpırtılar diğerlerinin de sırtlarını döndüğünü sezdiriyordu. Birbirimize sırtımızı dönünce küfürleşmeler bitmişti. Öyle seziyordum ki kısa sürecekti bu suskunluk. Yeniden başlayacaktı sağanak yağış.

Ayağa kalktım. Yürüdüm. 

cemal çalık


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.