Can kenarı


“Rüzgârın hangi yönden estiğini ya da esip esmediğini anlamak için parmağımızı tükürükle biraz ıslatıp havaya tutarız. Parmak ucundaki hücreler hassaslaşır ve rüzgârı hisseder.” Bu işlemi yapmadan öncekiyle aynıdır oysa ki rüzgâr, yalnızca bir gerçeklik ve durum kontrol olayıdır bu.

Gecenin bir vakti durmuş, bu bilgi nereden aklıma geldi diye düşünüyorum. Saate bakıyorum, imsağa ramak kalmış. Hiçbir şeyden ses duyamayınca acaba dünya durdu mu diyorum kendi kendime. Dışarıdan ses gelmiyor, üst kattan da. Ve hatta benden de. Sadece saatin sesi. Tik-tak. Tik-tak. Saatin sesini duyunca hassas parmak uçlarımla rüzgârı hissetmişçesine hissediyorum zamanı. Zaman akıyor mu diye bir kontrol mekanizması oluyor saat. Tik-tak. Tik-tak. Ses çıkarmasa her şeyin donduğunu sanacaktım az kalsın. İnsanların birçoğu aktif hareket halinde değilken, sokak gürültüsü, hayvanların sesleri de yok iken nereden bilecektim işleyen bir zaman olduğunu. Hareket olmalıydı ki zamanı kavrayabileyim.

Bu duygularla hareketlerim yavaşladı benim de. Gözlerim kapandı ardından, zaman birazdan duracaktı belki de. Zamandan ve düşüncenin karmaşasından bihaber uyuyan insanlara katılacaktım farkında olmadan. Zamanı kontrol ettiğim saatin tik-tak sesi ile uykuya dalmış olmalıyım.

Bir daha kendimi düşünceli bulduğumda bir tren camından sarkmış parmak uçlarım ile rüzgârı kontrol ediyordum. “hava biraz rüzgârlıymış” diyordum içimden. Bu trende, bu koltukta ve bu cam kenarında ne yaptığımı bilmiyordum o an. Belki biliyordum da yeniden hatırlamam için bir sorgulama gerekiyordu.

Sonra başımı camdan aldığımda birisini gördüm karşımda. Yandaki koltuğu göstererek “burası boş mu?” diye sordu. Bir an karşımda yabancı birini görmüştüm ama yabancılamadım, “boş” anlamında kafamı salladım ben de. Bu gelen adam çok mu az mı kalacağı belli olmayan, hali düşünceli bir kimse idi. Ardından bana sorular sormaya başladı. Sen kimsin, necisin, adın nedir gibi şekil sorularını es geçerek, ilk olarak “bu yol neye benziyor?” diye sordu.

Şekilcilikten ve isimciliktense özü sorgulayan bu sorudan memnun olmuştum açıkçası. Cevaplamaya başladım:

“trenle giderken hava alayım diye camı açıyorum tam o sırada tünele giriyoruz ve alttan gelen kömür isi tünelin duvarlarından olduğu gibi yüzüne çarpıyor. Yüzüm kapkara oluyor. Tren zaten tünele girdi diye sallantılı gidiyor. Dağın üstümüze çökmeyeceğine kimin garantisi var?Sallantılı, meçhul, yüzüm yok bakmaya... Al sana dünya hayatı. Yürümüyorum bak tünelde bir trene binmişim. Ama neye yarar?Ha, ucu görünmüyor bu arada tünelin ve sanırım yalnızım. Yani, en çok da yalnız olduğum için kalabalığım. Neyse ben göremesem de son dönemeçten sonra bir yere çıkıyorum. -nereye bilmem-“

Tanıyormuş gibi konuşuyorum. Rahat ve savurgan. Kelimeleri bir kez daha düşünmeden kullanıyorum. Soru yolu, yolculuğu ve varışı sorguluyor çünkü. Oyalamaya değil, farkındalığa götürüyor beni.

Bu tanımadığım ama yol ile bir ilgisini olduğunu sezdiğim adam devam ediyor sonra sormaya: “raylar neye benziyor? “

Devam ediyorum ben de: “havf ve reca desem...” diye.
“malum, raylar dengeli olacak ki gitsin tren, düşmesin. Biraz kendini beğenir gibi mi oldun, tevazu ile dengeleyeceksin. Çok nafile ibadete mi daldın, amel ile dengeleyeceksin. Raylar karşılıklı duruyor.Trenin gidişe göre umut-korku oluyor, dünya-ahiret oluyor, gece-gündüz oluyor; ama o denge hali hiç değişmiyor. (sabit hızla giden n.ş.a'da bir tren için bu)Yok, dengelerden birini kaçırdın, fazla korktun diyelim, ya da fazla kibire kapıldın, denge bozuluyor. Üzgünüz: tren kazası.”


Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme beliriyor. “peki” diyor, “yakıtı neye benziyor?”

“yakıtı da ameller olur haliyle” diye yanıtlıyorum. “en başında demiştim ya tünelde yüzüme çarpıyor isi diye, amelin ne ise o çarpar işte yüzüne. Çok karartmadıysan gönlünü, ömrünü; o yakıtın yakılmış hali(amelin sonucu) de çok kara olmaz haliyle.”

“yolcular nasıl?” diye soruyor bu sefer.

Kendime, sağıma, soluma bakıyorum, cevap veriyorum: “yolcular madden bir arada ama manen yalnızlar. Beraber gidiyorlar ama herkesin yolu kendine. (senin dinin sana, benim dinim bana...)Yanındaki yolculuk arkadaşı mıymış neymiş. Koltuklar ikişerli dizilmiş. Tek başına oturan da var, yanına oturacak olanı henüz gelmeyen de var. Sağ ön kısımdakiler mesela birbirlerini tanıyor, arka kısımdaki yolcular da birbirini tanıyor ama bu iki grup tanışmıyor. (sizi tanışasınız diye kavimlere ayırdık...) Aslında toptan bir aradalar. Birisi bir dinamit patlatsa hepsi uçar. (bu dünyada nükleere karşıyız...) Önce yanındakinden sorumlu herkes, sonra diğerlerinden. Ama aslında sadece kendinden. “

Tasavvufla da iliştireyim tam olsun diyorum: “bir yolcudur yoluna kurban olduğum…”

Gariptir ki bu adam beni ilgiyle dinliyor. Yol ile ilgili bir bildiği var da sanki, beni konuşturmaya çalışıyor. Yolculuğun en başında kontrol etmiştim ya rüzgarı, o aklıma geliyor şimdi de. Buranın normal bir alan olduğunu kontrol için sarkmıştım camdan, ama şimdi hatırlayamıyorum. Var mı idi rüzgar?

Rüzgarın gerçekçiliği olmasa da yol gerçek gibiydi. Ben düşüne dururken, “peki” dedi.“acil durumlarda durdurmak için bir kolu var mı trenin?” 

“Var”, deyiverdim hemen.

Var tabiî ki. Acil durum kolu. İlkokullardaki spor kolu, kızılay kolu gibi. Onun için yetiştirilmiş kollar, acil durumlarda etki etmek için. Sinir hastalarının aldığı ilaç da olabilir bu, mübarek bir zat da. Hatta kimisi sırf başı sıkışınca namaz kılar mesela, bu da onun acil durum koludur. Güvenlik ve sıhhat açısından acil durumda ne yapacağını planlamadan çıkmamalı yolcu yola. Ha madem ki yoldayız hepimiz, bir acil durum kolunun yerini bilmeli.”

Durdu biraz. Başka şeyler sormak istiyor gibiydi. Sormak istediği her şeyi soramıyor gibiydi hem de. “sen cam kenarı mısın” dedi, biraz ürkek.

“daha koltukları eşleştirmedik” dedim ben ise. Eşleşmişti ama daha yerini almamıştı herkes. Bekliyorduk yani. Zaman içeren bir eylem idi beklemek.

Cam kenarına yaklaştım iyice. Yerleştim koltuğa, adama doğru dönüp “senin yerin neresi peki?” diye soracaktım. Bunu aklımdan geçirdiğimde o ana kadar hiç soru sormamış olduğumu da hatırladım. Hep cevap vermiştim sorulara, bu yolculuk sorularına. “peki senin yerin…” dememe kalmadı, “can kenarından bir bilet kesildi bana” deyip gidiverdi birden.

Şaşırmıştım. Yolcuyu, yolu, evveli-ahiri, bu bilinmeyen akıbeti düşürüp aklıma, hiçbir şey demeden gidivermişti. Bir daha onu görmedim. Sağıma soluma bakındım bir daha ama göremedim.  İlerideki yolculara seslenecek oldum bir gören, tanıyan var mı diye. Sonra bu sesi kim bilir nasıl duyarlar dedim, vazgeçtim. Bakakaldım öylece.

Camdan parmağımı uzatıp rüzgârı kontrol edeyim diye düşündüm sonra. Gerçekçiliği ölçecektim kendimce. Bu sorular cevapladığım en gerçek sorulardı ama soran kişi gerçek mi idi? Rüzgar söylerdi belki. Camı açtım, elimi çıkardım dışarı. Sonra…

Sonrası hatırladığım, saatin tik-tak sesi idi. Zaman devam ediyordu yani. Rüzgârın trende neticesini bilemedim. O bir rüyaydı. Kan akmazdı, şiddet acıtmazdı, rüzgâr da hissedilmezdi o zaman.

Tik-tak sesleri ile uyandığımda cam kenarı, can kenarı, yolcu anımsamaları yanında bir söz geldi konakladı zihnimde: “rüyalar bazen gerçeklerden daha sahicidir…” 

kübranur ayar 


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.