İki kişiydiler. Ellerinde şemsiyeleri vardı. Hava yağışlı değildi. Rahatsız edici güneşli bir hava da yoktu. Şemsiyeleri ne için taşıdıklarını belki kendileri de bilmiyorlardı. Biri ya da birileri tutuşturmuş olabilirdi ellerine. Belki dalgınlıkla almışlardı. Sigara almak için girdikleri bir marketten yalnızca sigara almamışlar o an için gereksinmedikleri ve gelecekte de gereksinmeyecekleri bir iki şey daha almışlardı şemsiyelerle birlikte belki. Belki bilerek almıştılar da bilmezlikten geliyorlardı.
Hiç konuşmadan yürüyorlardı. Kentin dışına çıkmışlardı. Ani bir gök gürültüsüyle sarsıldılar. İkinci de sendelediler. Üçüncü de öldüler. Önce biraz kilolu olanı yere yığıldı. Kalp krizinden ölmüştü. Kalp krizinden öldüğünü kim baksa anlardı. Nefes alış verişi hırıltıya dönüşmüştü ve iki eliyle gömleğinin yakasını çözmeye uğraşıyordu. Ölen arkadaşından biraz uzunca ve esmer olanı olduğu yerde kala kalmıştı. Şoktaydı. İki ayağı üzerinde güçlükle duruyordu. Dizinin bağı çözülmek deyiminin kaskatı nesnel örneğiydi o an. İlk ölenin ölümü sıradandı, hepsi hepsi bir kalp kriziydi. Heyecana bağlı bir kalp krizi.
Trajik olan ikincinin ölümüydü. O korkudan ölmüştü. Ölümlü olduğu gerçeğiyle yüz yüze kalmıştı. İlk ölen beklenmedik bir gök gürültüsünün kurbanıydı. Ve ikinci ölenin celladı olmuştu. Arkadaşına ölümlü olduğunu ayrımsatmıştı.
Birlikte büyümüşlerdi. Aynı mahallede, aynı sokakta, bitişik evlerde dünyaya gelmişlerdi aynı saatte. Bir birlerinden habersiz. Bir birlerinden haberli büyümüşlerdi. Aynı okulda okumuş, aynı sırada oturmuşlardı. Birlikte çiçek dökmüşlerdi, kızamık, kabakulak aynı zamanda bulmuştu onları. Ya da onlar bulmuştu kızamığı çiçeği kızılı.
Yüzmeyi atık su kanallarında öğrenmişlerdi birlikte. Ölmek akıllarında yoktu.
Erteledikleri bir çok şey vardı akıllarında. Örneğin evlenip yuva kurmak. Çocuklarını bir bir çocuklarıyla evlendirmek. Bir filmde oynamak. Birlikte bir kitap yazmak. Birlikte ölmek yoktu akıllarında. Hiç düşünmemişlerdi. Hiç kurmamışlardı. Hiç konuşmamışlardı. Bölüşülen bir parça ekmek, ortaklaşa bir sigara içmek gibi bir şey değildi birlikte ölmek.
Birlikte birkaç deprem yaşamışlardı ama duydukları bu ses, bu sarsıntı başka bir şeydi. Gece yarısı yattıkları ranzayı beşik gibi sallayan depremin doğurduğu şaşkınlıkla birinin çoraplarını, diğerinin gömleğini büyük bir titizlikle arayışında gülünecek bir yan vardı ama bu başkaydı. Gülmeye şaşkınlığa fırsat vermemişti. Durumu anlamaya vakitleri olmamıştı. Yer yarılıyorken onlar az ilerdeki kayanın üzerine çıkıp dinlenmeyi kuruyorlardı o an. Bir birlerinden habersiz.
Ölüm bir tuhaf gelmişti. birlikte ölmek birlikte doğmak gibi değildi.
Birlikte her sabah kuş cıvıltılarıyla uyanırlardı. Kuşlar her gün sevinçlerini onlara yüklerdiler gelip pencerelerine konarak. Terslik ya da beklenmeyen bu sabah kuşların olmamasıyla kendini sezdirmişti. Ve fakat onlar bunu ayrımsayamamış gibiydiler. Canları sıkılmadı değil. Yine de fazla durmadılar üzerinde. Alıştıkları saatte uyanmışlardı. Hafta içi hafta sonu ayrımı yoktu güne çıkışlarında.
-II-
Beni terk edeceğini söylediğin zaman elimde paketinden yeni çıkardığım bir banyo sabunuyla lavabonun başındaydım. Bir şeyler düğümlendi boğazımda. Yutkunmak istedim yutkunamadım. Elim-ayağım buz kesti, derler ya işte öyle bir şeyler oldu. Çeşmeyi açmayı bile akıl edemedim o an. Aynaya bakmaya korktum. Yanlış mı duymuştum? Ayrılmak mı? Terk etmek mi? Başım öne düşmüştü. Güçlükle doğrulttum ve aynaya baktım. Elimdeki sabuna. Hemen sağımda asılı duran havluya. Aynanın üstündeki lambaya. Titrek elimle çeşmeyi açtım. Suyu olabildiğince az açtım ki su birden tazyikle akıp üstümü başımı ıslatmasın. Yerlere su sıçramasın. Her defasında ölçüsüzce açardım çeşmeyi ve ortalık ıslanırdı. Söylenirdin. Umursamazdım ben. Oysa şimdi çeşmeyi istediğin gibi açmıştım. Terk edeceğini söylemeseydin de öyle açacaktım. Sürpriz yapacaktım. Bu gün sürprizlere boğacaktım seni. Eve gelirken böyle karar vermiştim. Neleri nasıl yapmamı istiyorsan öyle yapacaktım. Ve işte eve adımımı atar atmaz başlamıştım. Kapının zilini çalmadım. Belki ilk kez anahtarımla açtım kapıyı. Ayakkabılarımı kendim içeri aldım. Ayakkabılığa kendim koydum. Ceketimi hep istediğin bölmeye astım. Sence seni sinirlendirmek için ve sana inat yaptığımı söylediğin şeyi yapmadım. Oysa ceketin ne tarafa asılacağı hiç umurumda değildi. Dağınıklığım seni yormak için değildi. Sana iş çıkarmak için değildi. Belki kurallarla çevrili bir yaşamı evde sürdürmek istemeyişimdendi. Bilemiyorum. Üzerinde hiç düşünmedim. Belki.. meğer sen de sürprize niyetlenmişsin bu gün için.
Uyuyorsun sandım. Seslenmedim “ Ben geldim!” diye. Sana sürpriz yapacaktım.
Kalbimin çarpıntısı hızlandı. Sabunu düşürecektim nerdeyse. Kapının önünde dikiliyordun. Bir şeyler söylememi bekler gibiydin. Ya da ben öyle sandım. Belki nereye gideceğini düşünüyordun. Beni terk edeceğini hiç beklemedim. Öyle bir düşünceyi hiç beslemedim. Öylesi bir düşüncenin beslenmesi, büyütülmesi aklımın hiçbir ucundan hiçbir zaman geçmedi. Terk etmen için geçerli nedenlerin olduğunu sanmıyorum yine de. “ İyice düşündün mü?” deyişimin ardından durup düşünmeliydin. Belki de böylesi bir sözü bekledin. Söyleyemedim. Dilim tutulmuştu. Ben ağlıyordum. Gerçekten. Ama sen görmedin. Gerçi ağladığımı aynada ben de görmedim. Göremiyordum.
Bir şeyler oluyordu. “ O kapıdan çıkarsan bir daha asla dönemezsin!” dediğimde bu kadarını beklemiyordum. Yer yarılsın gök devrilsin üstüne demedim ki! Böyle bir şey geçirmedim aklımdan. Yemin ederim. Beni tanırsın. Yalan söylemeyi sevmedim. Beceremedim. İsyan etmeyi de.
Aslında hiçbir şeyi beceremedim. Pısırık, çekingen, biraz kibirli, tembel..savruk. beni anlatacak sözcükleri cımbızla seçmeme gerek yok. Olumsuz hangi sözcüğü alsam benim için cuk oturur. Niye böyle oldu? Eğer dürüst isem dürüstlüğe prim verdiğim için değil beceriksizliğimden. Herkes bir şeyleri bir kılıfına uydurup götürürken ben yapmadıysam beceriksizliğimdendi. Götürmelerine sözlü bile olsa engel olmadıysam korkaklığımdandı. Gerekli yerlere bildirmediysem bu muhbirliğin, gammazcılığın kitabımda yazmadığından değil, korkaklığımdan. Korkağım. Sana “ ... bir daha asla dönemezsin!” deyişimi duymadığına yemin edebilirim. Nerdeyse ben bile duymadım. Kendi sesimi bile duymadım.
Beni terk edersen ne yaparım? Kendimi nasıl savuNurum? Bunları söyleyemedim. Ben seni gerçekten sevdim. Bunu bile söyleyemedim.
Üzgünüm.
Ne denli üzgün olduğumu anla ki, sigara yakmayı akledememiştim. Sigaram ceketimin cebindeydi. Gömleğimin cebi tütün olmasın diye ceketime koymuştum sigara paketini. Sürpriz için. Gün senden ve benden daha atik davrandı sürprizde. Ve daha görkemli. Ama “gök devrilsin! Yer yarılsın!” demedim ki.
-III-
Hiç üzerimize mitralyözle ateş açılmadı. Dolayısıyla üzerimize kurşunlar yağmadı. Ya da başka bir silahla kurşun yağdırılmadı. Füzeler de yağdırılmadı. Denizden fırlatılan, uçaklardan atılan. Yanı başımda şarapnel parçalarıyla ölen arkadaşım ya da tanımadığımız biri, birileri olmadı. Bize doğru atılan el bombaları da olmadı.
Evimizin tepesine, akıllı olduğu söylenen ve fakat adresi şaşıran bombalar düşmedi. Kurşun adres sormazdı, böyle biliyorduk, ama akıllı bombalar yapılmıştı ve onlar adres soruyordu, deniliyordu, yorumcular tarafından. Ve fakat işte onlar da adres şaşırıp hastahane vurabiliyordu. Askeri olmayan evler vuruluyordu. Ölmeyeceği söylenen siviller ölüyordu. Ama bizim eve düşen olmadı. Bizim sokağın sivilleri ölmedi bombalarla, kurşunlarla ölmedi. Bizim sokağa akıllı füzeler, akıllı bombalar düşmedi.
Gündüzleri “ Savaşa Hayır!” diye haykırdık. Cop yedik bazen, bazen itişmeler, kakışmalar yaşadık. Ezilir gibi olduk bazen. Birilerinin bayraklarını yaktık, birilerinin kuklalarını. Akşamları evdeydik.
Evdeydik. Yetmiş ekran tv.lerimizin karşısında oturup çaylarımızı yudumlarken, savaşın ne denli vahşi olduğunu anlatan yorumcuları dinledik. Savaşın kötü ve fakat kaçınılmaz olduğunu, tecavüz kaçınılmazsa zevk almamız gerektiği söyleniyordu. Emekli stratejistler, kelli felli köşe yazarları tarafından. Kimi yanındaydı savaşın, kimi karşısında. Biz de gündüzleri karşısındaydık savaşın geceleri tv.nin.
“ Vah! Vah! Çok yazık! Şu çocuğun haline bak!” dedik birlikte. Hastahanelere düşen bombalara öfkelendik. Uçaklarla bombalar yağdırıp yorulan askerlerin coca cola içerek dinlenişlerini manşetlerine taşıyan gazete sayfalarına bandık gözlerimizi. Gülüyordu askerler. Mutluydular. Biz de rahattık. Biz de mutluyduk. Bir kere savaşa hayır diye, haykırıyorduk. Yürüyorduk.
İzlemek ve yürümek.. birlikte.
Kaygılarımız da yok değildi hani. Ülkemize gelen turist sayısında düşme vardı. Bu da işsizlik demekti. Savaş bizden kilometrelerce uzaktaydı, ama bunu gelecek turistlere anlatamıyorduk. İletişimi bir türlü beceremiyorduk işte ülke olarak. Bombalar bizim tatil köylerimizden çoook uzaklara düşüyordu. Bunu niye anlatamıyorduk. Açsalar haritalarına bir baksalar sorun çözülürdü. Turizm gelirlerimiz yarı yarıya düştü. Ne yarısı nerdeyse üçte biri.
Üzerimize kurşunlar yağdırılmadı. Akıllı bombalar, füzeler düşmedi bizim sokağımıza. Uyur uykumuzdan silahlar uyandırmadı, sahibi belirsiz haykırışlar fırlatmadı yatağımızdan. Biz karşısındaydık savaşın “ olup biten şeylerin-olup bitmemiş olması için” yürüyorduk ve öldürüşleri izliyorduk yetmiş ekran tv.lerimizden, rahattı içimiz. Görevini hakkıyla yerine getirmiş insanların gönül rahatlığıyla rahat içimiz. Rahattı içimiz. Yer yarılıp gök devrilir gibi oldu. Gibisi fazla yer yarılıp gök devrildi. Yer yarılıp gök devrilince fırladık yataklarımızdan. Geç kalmıştık.
cemal çalık
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.