Bakınız !! Divan Edebiyatının ustalarından Şeyh Galib ne diyor ?...
Aşk u sohbet matla’i divan-ı sıhhatdir bana
Makta-i nazm-i hayatım kat-i ülfettir bana…
Sanırım bir açıklama yapmak gerekecek:
Diyor ki Şeyh Galib;
“Aşk, sohbet; benim sağlık toplantımın doğuşudur....
Tanışıklığın, dostluğun kesilmesi ise benim için hayat düzeninin kesilmesi, ölmek demektir.”
Ne güzel değil mi?....
Mevlana Hazretleri belki çok daha çarpıcı bir şekilde bu gerçeği dile getirmiş:
Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…
Evet, atıl kalmak yok.... Ancak yeni şeyler söylemek de her gün yenilenmeyi gerektirir elbette.... Yoksa bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma bedbahtlığına düşmesi kaçınılmazdır insanın....
Ulül azim şahsiyetlerin sanatı ne kadar güzelmiş.
Sabaha kadar dolar, gündüz de boşalırlarmış….
Sözü Mevlana Hazretleri gibi söylemek gerek elbette….. Ama bunun için de Mevlanaca bir gönüle sahip olmak gerek….
Diyor ki Hazreti Mevlana;
“Bu dünya bir satranç tahtasıdır. Piyonu öyle sür ki, 700 yıl sonra ŞAH diyebilesin....”
Bu sözü ilk duyduğumda gerçekten çok etkilendiğimi söylemeliyim.
Çünkü bu sözü söyleyen, bu sözü 700 küsür yıl önce söylemiş ve gerçekten 700 küsür yıl sonra sözünün eri olarak yalnızca ŞAH demekle kalmamış, ŞAH !! MAT!!! yapmıştı....
Gerçekten şu dünyada insanın konuşlanabileceği artı ve eksi uç arasındaki mesafe korkunç boyutlarda... Bizim için önemli olan pozitif uca doğru hızlı ve güvenli bir şekilde yol alabilmek…. Ancak, yol çetin… yol ızdıraplı…. yol tehlikeli…. yol nice engellerle dolu...
Buna karşılık, en büyük sermayemiz olan zaman ise çok kısa…..
Farkındamısınız bilmiyorum ama, günümüzde yaşadığımız 24 saat, 20-30 yıl önceki 24 saatten sanki daha kısa gibi…. Bir şeyler değişti de zaman kısaldı sanki…. Zamanın adeta Çoruh nehri gibi aktığını hissetmeyen var mı?...
Aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dizeleri geldi.
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışındayım.
Evet, gercekten önüne geçilemez yekpare bir akışın içerisindeyiz ve dünya hayatımız da bu akışın yalnızca bir parçası...
İnsanı sonu olan yani “sonlu” hiç bir şey tatmin edemez diye düşünüyorum...
Bu dünya ve içindekiler, yalnızca tatmin eder görüntüsü içerisinde insanı oyalar....
İnsanı ancak sonsuzluk tatmin edebilir...
Peki o zaman nasıl akmalıyız ?...
Bunun elbette bir cevabı var...
Hedefi baştan doğru tespit edip o yönde gayret gösteriyorsan bu hayatın çok anlamlı olduğunu düşünüyorum....
Ama hedef ya baştan yanlış tespit edilmiş ise...
Hedefi yanlış tespit etmiş sıradan insanlar için zamanın içinde, dışında ya da ortasında olmanın ne gibi bir anlamı olabilir? Çünkü bu insanlar ya çelik-çomak oynamakla ya da dünün ızdırapları içerisinde veya geleceğin kaygıları altında ezilmekle meşguller…. Başka bir deyişle; parçalanmaz yekpare bir akışın ve sonunda nereye gidileceğinin farkında bile değiller…..
Bu noktada Mevlana Gülşeninden şu sözleri belirtmeden geçemeyeceğim:
Bana göre ciltlerce ifade edilebilecek anlam yüklü bu sözler, tüm insanlık için birer meşale gibi parlamaktadır....
Diyor ki Hazreti Mevlana;
“Can konağını aramadaysan, cansın; bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin. Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir:
Neyi Arıyorsan O Sun Sen !!...”
Hedefi doğru tespit etmiş erdemli insanlar açısından baktığımızda ise, durum gerçekten çok farklıdır... İçlerinden bazen öyle birisi çıkar ki; O, bazen bir köy meydanında harman savurur, bazen de kartal bakışlarıyla ufku tarar... Ama belki de aynı anda 18 bin alemi seyretmektedir, tıpkı baş parmağını seyrediyormuşcasına.... Bir nehir gibidir O, akışı surekli okyanusadır; kanatları altına aldığı derelerle, çaylarla, ırmaklarla... Yolunu hiç mi ama hiç şaşırmaz, bazen coşup etrafına taşsa da ...
Çünkü gidişi O’nadır !!....
İçimden Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yukarıdaki dizelerine şu şekilde karşılık vermek geçiyor:
Eğer doğru kulvarda yüzüyorsan
Ne önemi var zamanın…
Saadet odur ki künhüne varsan
Çayın içinde şeker olmanın…..
Kanaatimce bütün mesele, çayın içinde şeker olabilmeyi becerebilmekte….
Bunu nasıl başaracağız?....
Mürid-mürşid ilişkisi açısından bakıldığında; acaba sevmek mi daha güzeldir? Yoksa sevilmek mi?.... Yani müridin mürşidini sevmesi mi daha güzeldir, yoksa mürşidin müridini sevmesi mi?...
Bir dostumuz şöyle bir kıssa anlattı:
Alaüddin Attâr (k.s.) anlatıyor, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri beni kabul edince, kendilerini o kadar sevdim ki, sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim. Bu halde iken, bir gün bana dönüp; “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu. “İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine: ''Bir müddet bekle, işi anlarsın” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde, onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü; sevgi bizden midir, senden midir?” buyurdu.
Beyt:
Eğer mâ'şûktan olmazsa muhabbet âşıka,
Aşığın uğraşması mâ'şûka kavuşturamaz aslâ!..
Buna tamamen inanıyorum…. Marifet; Ulül Azim bir şahsiyetin gönlüne girebilmektir.
Peki, Ulül Azim bir şahsiyetin gönlüne nasıl girilir?...
Shakespeare'in bir sözü var....
“Kusursuz sevgi korkuyu yok eder” diye...
Gerçekten çok doğru bir söz...
Bizim korkularımız da sevgimizin kusurlu oluşundandır...
Bütün dertlerin kaynağı sevgisizlik ya da kusurlu bir sevgiye sahip oluştur...
Aynen Mevlana Hazretlerinin şu dizelerinde belirtildiği gibi ...
“Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı-duru bir hale gelir
Sevgiden dertler şifa bulur
Sevgiden ölüler dirilir, sevgiden padişahlar kul olur
Bu sevgi de bilgi neticesidir”
Demek ki sevgiyi elde etmenin yolu, bilmekten geçiyor.
Belki de “OKU” emrinin bir sırrı da burada yatıyor….
Bilmek ve uygulamak…. Bildiğini uygulayana bilmediği yeni şeylerin öğretilmesi…. Sürekli bir tekamül içerisinde olmak…..
Sonuçta Mevlananın ya da Mevlanaların istediği gibi bir “AŞIK” haline gelebilmek….
Peki Mevlana nasıl bir “Aşık” istiyor?....
Buyurun efendim kendisinden dinleyelim:
“Öyle bir aşık gerek ki bana; bir kımıldadı mı, bir kalktı mı, her yandan, ateşle dopdolu kıyametler koparmalı.
Bir gönül istiyoruz ki cehennem gibi olmalı; cehennemi bile yakıp yandırmalı; denizin dalgasından kaçmamalı; yakıp yandırmalı yüzlerce denizi.
Gökleri bir mendil gibi dürmeli avucunda; zevalsiz ışığı bir kandil gibi asmalı gök kubbeye.
Bir timsah gönlüyle, arslan gibi savaşa girmeli, kendinden başka kimseyi komamalı; sonra savaşmali kendisiyle bile.
Gönlün yediyüz perdesini, ışığıyla yırtmalı da arştan ses gelmeli ona:
Maşaallah, Maşaallah !!...
Yedinci denizden Kafdağına yüz tuttu mu O, o denizden nice inciler mercanlar saçmalı yeryüzünün eteğine ...”
............
İşte gerçek “AŞK” işte gerçek “AŞIK”....
Aşkınız Cemal, Cemaliniz Nur, Nurunuz Ayn Olsun..
ahmet levent
elinize sağlık tam ihtiyacıma binaen gelmiş bir yazı:)
YanıtlaSilTeşekkür ederim, dua istirham ederim... :)
YanıtlaSil