“Gönül bekleme diyorlar .
Hayatın karşımıza çıkaracağı engelleri aşmak üzere bir kılavuza
bağlandığımızda, mürşid kimi ipuçlarını verir ve bizi dünyanın tehditlerinin
içine salarmış.
Bu karmaşa içinde kendi başımıza, yalnız ,güçsüz ve korumasız bir
halde kalır, bir şeyi bekleriz.
Gönül bekleme.
Gönül nedir, nerede, neyi bekleriz bilmeyiz.
Uzay boşluğuna düşer gibi, derviş derviş devrilmiş gibi…
…Herkesin gönlü bir şeyi bekliyor…” diye başladı dem içimde.
Ne güzel diyorsun söz üstadım bu demde, herkesin gönlü bir şeyi
bekliyor, bir özlem çekiyor.
Düştüğü boşlukta devriliyor, boşlukları doldurmak istiyor.
Dünyanın oyun eğlencesi çok, birinden kurtulsa diğerine takılıyor
gönül, demini alamadığı demlerde.
Bir meteor geliyor sonra uzay boşluğunda asılı duran insana
çapıyor, topla kendini diyor, aramaya devam et, süre işliyor.
Özlemden kavrulan yürek doğru diyor, kalkmalıyım, onu aramalıyım.
Durmuyor arıyor, neden sonra yeni bir oyalanma kapısında buluyor
kendini. Açılan kapının yanlış olduğunu anlayana kadar hayli zaman geçiyor.
Yine bir meteor atmosferine girip yürek yangınına ateş taşıyınca, yanmanın ama
gerçekten tüm zerreleri ile yanmanın ızdırabı ile iki büklüm oluyor. Saat hiç
durmadan işliyor.
Bulduğundan gördüğü vefasızlıklarla yanan insan, ha gayret diyor .
Arama ve bekleme durumuna gösterdiği sadakate binaen küllerinden
yeniden doğma fırsatı sunuluyor.
Dünyanın tehditleri üzerine üzerine geldikçe sahih kaynaklara
dönmeli diyor yüreğim, deme uzanıyor yine elim: “Bu alem ,görünmeyen alemlerin
önünde tenteneli bir perdedir…
O halde her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz
ise maneviyata kördür” diyor sözlerin.
Tenteneli perdenin ardını görmeyen gözlerimiz mi kör? Bakar kör
bize mi deniyor, gerçekten gözleri görmeyenler bizden daha mı kolay o
perdelerin ardını görüyor. Öyle olmalı, onların gözü harama kapalı. ”İsim ve
sıfatlarının belirtileri de tıpkı böyledir. İşaret ve belirtilerin
gerisindekini görebilmek için gönül gözü gerekir. Biliyor musun açılan bir kapıdır
dünya … Mektuplarını okurken hep bu imge çağrışıyor bende” diyorsun ya demde.
Hani bir ressam vardı,doğuştan görmüyordu gözleri. Ama çizdiği resimlerde
gökyüzünün mavisini, bulutların atılmış pamuk gibi dizilişini, birbirinden
güzel renkleri barındıran denizler alemini tüm ayrıntılarıyla çiziyordu tuvale.
Görmeyen gözleri, gönlünün mektuplarını açıyordu belki de. O kadar sahiciydi ki
çizimleri, inanamadı bilim adamları ve aylarca incelediler ressamın beyin
fonksiyonlarını. Sonunda gerçekten görmediğine onay verdiler. Gönlüyle
çiziyordu ressam, kabul ettiler. Televizyonda onu seyredince kalb gözü tabirine
lügatlarında yer vermeyenlere ibret, aklı gözlerinde gafil kafalara inen tokmak
olmalı diye düşündüm bir dem. Keşke dedim sonra perdeler bir açılsa… Sarının
ışığında, mavinin maviliğine girsek, usulca, kederlerimizi bırakırcasına dalsak
derin nura.
Keşkesiz yaşamak… Mümkün mü? ”Keşke şu şöyle ,bu böyle olsaydı
dediğin sürece bir kılavuza muhtaçsın, derdi anneannem “demişsin satırlarında.
Hep keşkesiz yaşamak istedim, uğraştım, didindim, kırdım, geçirdim, keşke dedim
sonra.
Kırıldım çokça, özledim, zulme uğradım, kapalı kapılar önünde
bekledim aylarca.
Keşke dedim yine açılsa kapılar ardı sıra.
Hastalandım, yaşadıklarımı kaldıramayınca. Keşke dedi doktorlar stres
olmasa, sakin yaşa.
Denedim, dostlar edindim, zamanla. Yaralarımı gösterdim onlara
inanınca. Keşke dedim merhem olsalar bana.
Bir rüzgar esti sonra, ne olduğunu anlamadan kabuk bağlamış
yaralarımdan sızanları gördü hakikate kapalı gözlerim.
Meğer tırnaklarını geçirip yaralarımın kabuklarını koparmaktaymış
dost bildiklerim.
İşte yine keşke dedim. Bitmeyecek mi keşkelerim?
Kılavuzum nerdesin, nerde ellerin? Beni kör kuyularda bırakmaya
dayanır mı yüreğin?
“İnanıyorum, olan olmuştur ve olacak olan da olmuştur… Bu yüzden
olmuş gibi ve olacakmış gibi anlatıyorum “ diyorsun. ”Bu yüzden seni
yatırıyorum gözlerimde… yağmur suyu gibi… Bu yüzden … hep bu yüzden… böyle
kesik kesik, tutuk yutkunuyor gibi konuşuyorum” ben de, senin ifadelerini ödünç
alarak yine.
Canım yandığında beni “göğsünde bir menekşe gibi yatıracak”
anneannem yok artık benim de. Her gün görmek istediğim, sığınağım, karşılıksız
sevildiğimi hissettiğim, gelişimi balkonlarda bekleyen, daha karşıdan görünce
yüzüne baharlar gelen, acılarında büyüttüğü çiçekleri, hepsine ayrı ayrı özel
hissettirdiği torunlarına düşünmeden dağıtıveren, gelir gelmez daha, ne
yedireyim yavrularıma telaşıyla evin içinde seken, İzmir’in o yapışkan
sıcağında hiç üşenmeden akıtmalar, kayganalar pişiren bir ananem yok artık.
Annem babam kızdıkça yüklendikçe bize, kaçtığımız, hoşgörüsü ve her türlü
yeniliğe açık karakteri ile bizi özgürleştiren anneannem çok uzaklarda
şimdilerde. Onun iyilikseverliğini , misafirperverliğini, saflığını, ve hep
umutla ufka bakan tavrını kimsede görmedim daha. Keşke dediğini, işten
yıldığını, namazını, tesbihini, kuşluğunu, teheccüdünü bıraktığını, hayattan
yorulduğunu görmedim hiçbir dem. Bahçesine bakışını, her diktiği yeşile
sevdasını katışını, renk renk güllerini, onların yapraklarından hemencecik
yaptığı reçellerini hatırlıyorum evinin önünden geçerken. Ama artık geçmek
istemiyorum nice kişisel tarihin saklandığı, her tuğlasında emeğinin olduğu o
evin önünden. Terkedilmişliği, bakımsızlığı, yalnızlığı dokunuyor yüreğime.
Dördüncü katın yatak odası penceresinden bakan silüetini
görüyorum, sabah namazına giden hacıbabamın ardından bakıyor yine.
Aşkla bağlı olduğu kocasını her zaman gözden kaybolana kadar
izlediği, dualarla gönderdiği geliyor hatırıma.
Böyle aşklar yok artık.
Yollarda yürüyenler, ardından el sallayanlar, acaba vardı mı
gideceği yere diye endişeli bir bekleyişle içindeki aşkı büyüten kadınlar
zamanın çok gerilerinde kaldılar.
Çok katlı apartmanların, kapalı garajlarından arabalarıyla gidiyor
artık eşler işlerine.
Ne kahvaltı edecek vakitleri var beraber ne de onlara el
sallayacak, yüreğine verdiği sözle onu dönene kadar bekleyecek kadınlar var
evlerde.
Gideceği yere vardı mı acaba diye endişelenip uzaklara bakıldığı,
derin düşüncelere dalındığı günler geride kaldı.
Telefonunu aç da yüzünü görelim denen günlerdeyiz şimdi.
Hiçbir şeye vakit yok, duran devriliyor. Arkadan gelen üzerine
basıp geçiyor.
Dünya ölümüne koşuyor, hem de ölümüne, bizi de sürüklercesine.
Ölüm ne kadar yakıcı bir şey… Dem de ilerledikçe seninle birlikte
acı hatıralar bir bir geliyor zihnime. Ölümle ilk tanıştığımda da anneannemin
evinin 5. kattaki terasındaydım. Bir grup insan karşıdaki evden cenazeyi
çıkardılar. Eminece ‘nin eşiydi ölen. Yeşil örtüye sarılı tabutu yüklenenler
arasındaydı o zaman dedem. Yolun sonunda vilayet cami vardı, camide Halil Hoca.
Bayramlarda elini öptüğümüz bir yakınımızdı ölen.
Her ölümde insan biraz da kendi faniliğine ağlar ya, batıp
gideceğine, dünyanın geçiciliğine, öyle olmuştu, çok ağlamıştım o gün de.
Çocukluktan yorgun bir ihtiyara geçivermişti ruhum bir dem, ağlama demişti
anneannem, tüm sevdiklerimiz orda, Efendimiz (sav) orda, bebekken kaybettiğim
annem orda, dedelerim, ninem orda.
Şair de öyle demiyor muydu, mısralarında, ”Ölüm güzel şey , budur
perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber. “ Necip Fazıl’ı hiç
okumamıştı anneannem oysa. Ümmiydi, kirlenmemişti zihni harf yığınlarıyla. Ama
iman sözden arınmış haliyle sürekli büyüyordu gönül deminde.
Senin gibi dedemin yüzünde “İfadenin donması” nı görmemiştim ben.
Dayanamamıştı yüreğim bakmamıştım yüzüne, ikinci ölümü yaşadığım o günde.
Sular kaynatılıp bahçenin bir köşesinde yıkanırken perdeler
gerisinde, donakalan ben olmuştum.
O sala ve ardından beni, kardeşimi, kuzenimi beraber idareye
çağıran o anons çınlamıştı aylarca kulağımda.
Olamaz, daha bir saat önce birlikteydik, hastanededir belki
yaralıdır, diye koşmuştuk endişeli yüzlerimizle eve, dualar dilimizde .
Ama bahçe kapısına geldiğimizde yanıldığımızı anlamıştık .
İğnelerle bayıltılmıştı büyük teyzem ve annem.Anneannem ve küçük
teyzeme etki etmemişti damardan zerkedilen. Öylece bakıyorlardı, donuk, tutuk,
bu alemden kopuk.
Ayşe yenge mutfaktaydı yine, helva kavruluyordu verilmek üzere
gelene gidene.
Ayşe hala, ah gitti dağ gibi kardeşim diye feryad ederken,
yemenilerini alıyordu kolunun altına, mal canın yongası, kaybolmasın sakla
kızım diye uzattığında dönüp arkamı gitmiştim o hızla. Anlamıyordum olan biteni
hala. Sanki her şey bitmişti o gün. Dünya durmuştu, en sevdiğim insan
uğurlanıyordu, ablası bir çift plastik yemeniyi saklıyordu.
Onu bir daha göremeyecek olmak canımı fena yakıyordu.
Liseye gidiyordum o zamanlarda. Son bayramımı yaşayıp bitirdiğimi
bilmiyordum daha. Bir daha bayramlar hiç bayram olmadı bana.
Okulun hopörlörleri her açıldığında acıtan bir acaba saplandı o
günden sonra bağrıma.
Adını taşıdığım babaannem, hemen 28 gün ardından aşkının
ayrılığına dayanamayan dedem dağladı yüreğimi zaman aktıkça.
Bir gün yine telefonda, güldü mü yüzünde güller açan Ayşe Teyze
gitti dedi annem.
Fedakar kelimesinin zihnimdeki ilk karşılığı Naim Amca, her
gittiğimizde bizi koklaya koklaya öpen, nazara okudu mu kuş gibi hafifleten
Eminece çekildi bu alemden sonra.
Her birinin gidişiyle, ”Faniyim fani olanı istemem, acizim aciz
olanı istemem. Ruhumu rahmana teslim eyledim gayrı istemem. ” İfadeleri döküldü
dilimden
” İsterim, fakat bir Yar-ı Baki isterim” diye feryadı sürdüren
yüreğime “Yağmura benzeyen o kelimeler” düştüğünde toprak kokusu yükseldi
göğüme.
Gideceğimiz bu yere niye gelmiştik öyleyse? ”Dünyada ölümden
başkası yalan” dediğinde şarkılar, ”Rabbinizin hangi nimetlerini
yalanlayacaksınız“ derdi babam. Önce nimeti, sonra Hakiki Nimet vereni düşün,
ölüm de bir nimettir unutma diye eklerdi . Sen de, aklında bu sorular,
Efendimize seslenirken yüreğinle, ”Kainatın varlık sebebi muhabbet midir? Her
şeyi birbiriyle bağlar mı? İnsan yaratılışın en güzel meyvesi midir? Kalbinde
kainatı kuşatacak bir muhabbet mi gizlenmiştir? Onun doğrultusu nereyedir? Kim
o sonsuz muhabbete layık olabilir? İster istemez varlığın sahibine mi yönelir?
Onun gayrına yönelirse belalı bir musibet midir? ” diyorsun dem’de.
Başımıza gelen bunca musibet “gayr”a talip olunca mı uğramıştır
semtimize, bu şehre, ülkeye.
Dünyayı saran savaşlar, akan yaşlar, ölen çocuklar hep bundan
mıdır?
Celal ardında Rahmet mi saklıdır?
Perdeler açılacak mıdır bir gün muhabbete fedai olanlara?
Feda etmek o kadar kolay mıdır, avuçta ateş tutulan zamanlarda?
Dünyayı muhabbet kurtaracak deriz de, yanaşmaz nefsimiz bir türlü,
şahsi planda gönülleri hakikate ayarlı kılmaya.
“Söz zihne özgüdür , kelam gönle mahsustur. Kelam söylenmeyendir.
Söylenince de mayalayandır. “ diyorsun demini aldıkça.
Biz bahar ülkesinin hiç bahar görmemiş çocukları, O maya ile
mayalanan topraklarda doğan şanslılar hani, kurtulabilecek miyiz sözden?
”Derin acıların dilsiz olduğunu fark ettim” diyorsun ya, dile
getiremediğim acılarımı bir bilsen!
Satırların yetişiyor imdada her dem: “Kaybolanlar sevgiye değmiyor
. Batıp gidenler geride sadece hüzün bırakıyor. Kalbi kanatıyor, aklı yaralıyor
efendim… Her şey yavaş yavaş eskiyor. Bitiyor. Geçip gidiyor . Yok oluyor
efendim. Geride sadece anılar ve acılar kalıyor. Soluk fotograflar kalıyor…
Bakınca sanki eskitiyorum. Diyor ya şair, tıpkı el sallayanlar gibi gittikten
sonra trenler. Ve bilek söner yeni ağırlığından gözyaşlarının… Dünya en çok
tren istasyonuna benziyor efendim. Bir durakta ya biniyor, iniyor veya
uğurluyoruz . Bu yüzden bir yakınım veya dostum gelse uğurlamak istemiyorum. El
sallarken en çok İbrahim Peygamberin sözlerini hatırlıyorum. ” diyorsun ya, el
sallarken sana, bende bıraktığın o hüzünlü resmi yeni yeni çözüyorum daha.
”Hiçbir şey kararında değil efendim. Bir sadık yar bulamadım. Bir kararda
duramadım. Kime gönül verdimse terk etti, kime bağlandıysam çekip gitti. Beni
terk etti. Terk edilmeyi istemiyorum efendim. Buna dayanamıyorum. ” derken
nasıl da tercüman oluyorsun bana, ona, insanlığa.
Sırra talipsin hep, perdenin ardına. Bir ömür o eşiğin önünde,
gönlün tek sermaye.
Yatışamayan kalbin her daim yakarışla inlemekte.
Ahirette seni kurtarmasını dilediğin satırlar, kitaplar dizi dizi
dizilmekte.
Kalplerimizi her yandan sarıp bizi hareketsiz bırakan yabani
sarmaşıkları kesip atabilmek için satırların keskin bir bıçak bazı demlerde.
Merhametli bir kucak bazen demini alan yüreklere .
“Kalbim kendi kendini kanattıkça” bu sayfalara sığınacak artık her
dem.
Sıcacık bir DEM, yanında demli çayım, demini almış bir yüreğin
ışığından ruhuma akmakta.
Fonda “Dem bu demdir, dem bu dem” … çalmakta .
Dem, kan demek.
Dem, gözyaşı dökmek, soluk almak, nefeslenmek demek.
Zamanın en küçüğü, an demek dem.
Dem, içki demek, sarhoş olmak demek, aklı kaldırıp aradan gönül
beklemek demek
Hepisinden iyice bir gönüle girmek demek dem,
Üstad demek dem, öğretmen, usta, sanatkar,
Kalb demek dem, aşk demek, yeni bağlar atmak gönle şevkle
Eskimiş, eprimiş bağlardan kurtulmak demek dem,
Acılardan sıyrılmak, unutma bahçesinde.
Korkusuzluk demek dem, kainata meydan okuyan bir yürekle yaşamak
demek
Baharın eşsiz çiçeklerini mayalandıkları topraktan toplamak demek
dem.
Gözü olana sabahın ışımasıdır dem
“İnsanın kendini tanıyabilmesi için başka bir ruhun derinliklerine
dalmasıdır” dem.
Nurdur dem, nurdandır, nimettir dem.
Kalbinde merhamet adlı bir çınarı büyüten adamın, ab-ı hayatından
damıttığı kitaptır dem.
Artık raflarda.
handan güler
Yorum Gönder
Yorum Kuralları:
1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.
2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.
3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.
4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.