Nokta



NOKTA*

Cenneti Beklerken’i izleyeli yaklaşık 2 yılı aşkın bir zaman geçmiş. Zaim o filmde şimdiye kadar kimsenin aklına gelmeyen bir işi yapmış ve geleneksel sanatlarımızdan olan minyatür sanatını temele alarak Osmanlı dönemine bizleri götürmüştü. Osmanlı’nın her döneminde süregelen taht kavgaları üzerinden bir nakkaşın Hakk’ın rahmetine kavuşmuş evladının suretini batı tarzı bir üslupla resme dökmek kaygı ve ızdırabından ilhamla tarihin hem gizli kalmış ilgi çekmeyen yönlerini ifşa etmiş hem de kurgudaki minyatür animasyonlarıyla sinema anlayışımızda önemli bir gedik açmıştı.

Önemli bir gedik diyorum çünkü ilk başta da belirttiğim üzere bu tarz konular hiç kimsenin girmediği mayınlı olarak görülen alanlardır. Geleneksel ve eski anlayışın modern bir sanat dalıyla anlatılmak istenmesine sinemacılarımız pek yanaşmaz. Zaim bu konuda bir şövalyeliği de hak etmektedir. Umarım kutsal! sinemamızın surlarında açtığı o gedikten yeni sinemacılarımızdan bazıları sızarlar.

Tabii ki Derviş Zaim’in entelektüel kişiliğinin bir yansıması olarak anlattığı bir öyküde mutlaka onu besleyecek yan unsurların olmaması beklenmemelidir. Özellikle kült olmuş ilk filmi Tabutta Röveşata dan itibaren kahramanların yolu bir şekilde tarih veya sanatın içinden teğette olsa geçmektedir.

Böyle bir entelektüel birikim ve geleneksel sanatlara ilginin sonucunda bir üçlemenin gelmesi de kaçınılmazdı. Filler ve Çimen gibi belki de zamanın siyasal ortamına uygun olarak ortaya konulan politik gerilim filminin içerisinde ebru sanatı ile ilgili ciddi aforizmalar içeren görüntüler yer almaktaydı. Açık havada ve çok büyük boyutlarda yapılamayan ebrunun filmde maraton koşucusu tarafından karlı bir havada büyük bir havuza yapılmak istenmesi hem o günkü siyasal koşulların ağırlığına karşın ümit veriyor hem de Zaim’in ileride oluşturacağı üçleme için de ipuçları taşıyordu. Belki de Filler ve Çimen’i dahil ederek buna dörtleme de denilebilir.

Aslında arada kalan ve Zaim filmlerinin en zayıf halkasını oluşturan Çamur filminde bizim geleneksel sanatlarımızdan olmayan heykel sanatı ile ilgili bazı mesajlar vardı. Ancak bu filmin gerek konusunun yeterince işlenememesi ve dağınıklığı gerekse kamuoyundan yeterli ilgiyi görememesi nedeniyle Zaim sinematografisinde pek dikkate alınmaması sonucunu doğurdu. Ancak ben o filmi de tüm bu toparlanma ve daha iyi bir hikâye ortaya koyma açısından önemli bulmaktayım.

Zaim’in son filmine gelirsek bir kere bu filmde tüm filmlerinde yaptığı gibi hem filmin kahramanına hikâyenin temeline koyduğu geleneksel sanatı yapabilme yetisini vermekte hem de kahramanı o hikâyeyi o sanatın en önemli özelliği ile anlatacağı mekânın ortasına bırakmaktadır.

Hat sanatının en önemli becerilerinden birisi olan ihcamla yazı yazmanın hayatı daha geniş zapt etmek manasında olduğunu daha filmin başında izleyicinin beyninin kıvrımlarına bırakıyor yönetmen. İhcamla yazı yazmak nedir derseniz, yazının tek bir kalem hamlesiyle ve elini kâğıttan kaldırmadan bir hamlede bitirebilme mahareti dersek herhalde anlatmış oluruz. Yönetmen de ihcamdan hareket ederek anlattığı hikâyeyi sanki hiç kesilmiyor veyahut hiç montaj yapılmamış hissiyle izleyiciye aktarıyor. Biz de böylece sanki bir hattatın kaleminin ucunda mürekkep olup perdenin köşelerinden filmin içerisine sızıyoruz.

Film, Moğolların Anadolu’yu kasıp kavurduğu zamanlarda bir hattatın belki de onların vicdanlarına seslenmek için koskoca Tuz Gölünün ortasına Allah onu affetsin yazmak istemesi ve en sonunda nun harfinin üzerine noktasını koyup tam bitireceği esnada mürekkebin bittiğini fark ederek talebesinden şehre gidip mürekkep getirmesini istemesiyle başlıyor. Burada kötülük ve kötülere karşı Allah’ın adaletinin neden işlemediği üzerine talebenin feveranı ile karşılaşıyoruz. O bu yazıya inanmadığını ancak yine de ustasının emrini yerine getireceğinden dem vurarak şehre doğru yol alıyor. Belki de gönülsüz olarak çıktığı bu yolculuktan geriye dönmeyecek ve ustası Moğollar tarafından katledildikten sonra büyük bir pişmanlık ve vicdan azabıyla kendisini bulacaktır. Bu olay yıllarca anlatılacak ve bir efsane olarak Tuz Gölünde kimilerini inzivaya sürükleyecek kimilerini ise yaz sıcağında Tuz çölünün ortasına bırakacaktır.

Sonrasında ise işlediği bir suçtan ötürü hüküm giymiş ve çıkmış bir hat öğrencisinin yeni bir hayata başlama çabalarının ilk adımlarını Tuz gölünde attığını görüyoruz ilk sahnelerde. Söz konusu hat talebesi, hem bir hattatın en önemli korkusu olan gözlerindeki ışığı kaybetme endişesini taşımakta hem de yeni bir hayata başlayabilmenin kazanımlarını elde etmek düşüncesindedir.

Küçük bir yanlış aslında geometride küçük gibi görünen açı derecesi gibidir. Sonra o açı sonsuza doğru uzandıkça genişliği büyümekte ve başta küçük olarak gördüğümüz bir yanlışın ileride nasıl yıkımlara ve acılara yol açtığını da gözlerimizle görürüz.

Hattat Ahmet, kendi arkadaşının başta bir iş yapılırken niyete bakılır diyerek onu sürüklediği girdaptan filmin son sahnesine kadar kurtulamayacaktır. Ahmet’in burada salt kötülükten beslenerek geri dönülmez bir yola girdiğini söyleyemeyiz. O, daha önce de suça bulaşmış ve cezasını çekmiştir ancak kader böyle bir şey değil midir zaten?

Sürükleneceksiniz, yorulacaksınız, yılacaksınız ve sonuçta vardığınız o menzilde doğrulup tekrar yönünüzü tayin edip yola çıkacaksınız. O da her defasında tuz gölünün herhangi bir yerinde hiç olmadık bir şekilde dar bir alana sıkışıp bunalsa da Allah onu affetsin’i her gördüğü yere nakşederek bir rahmet beklemektedir. Ahmet iyi insan olabilme kavgası ile suça bulaşma psikolojisi arasında gel-git ler yaşamakta. Bir yandan eline geçecek parayla yeni bir atölye açma şansına kavuşacak bir yandan ise bir hattat’ın yapmaması gerekenleri yaparak adi bir suçlu gibi muamele görmenin yolunu açacaktır.

Olanlar olur. O vicdan azabı ile birlikte kendi evinin yolunu tutar. Filmin sonlarına doğru öğrendiğimize göre en az üç yıllık bir zaman dilimi içerisinde o vicdanıyla uğraşmış, nefsini yenmenin çabasına girişmiş ve sonunda kendi canını kurtararak yeni bir hayat için son bileti almak gayesiyle Tuz Gölü yollarına kendini vurmuştur.

Tuz gölünün çevresi onun gibi birçok insan için hem bir inziva mekânı hem de yazının peşinde bir ömür diyen dervişlerin son durağıdır. İnsan kalbini çıkarıp bu tuzların arasına bıraksa, iyici tuzlanıp mikroplarından arındırdığında kalbi bir çocuk kalbine dönüşecek midir? Onun bu yeni hayatı gerçeğin er geç ortaya çıkma gibi bir kötü huyu olmasından mülhem göle saçılacaktır. Göle saçılan kabahatler, kusurlar anlamayanlar tarafından bireysel olarak cezalandırılmak istenecek ancak kendi haline bırakıldığında adalet bir şekilde kendi mecrasında yolunu bulacaktır.

Ahmet, bu kendi çölünde hattat için en önemli olan gözlerini bırakacak ve bu yorgunluğa dayanamayarak orada yığılıp kalacaktır. Kendi vücudu yüzyıllardır kayıp olan nun un eksik noktasıdır belki de.

Allah onu affetsin…

* Yönetmen: Derviş ZAİM

adnan söylemez



Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.