Kabusa Uyanış



Yeşilvadi yazla kucaklaşma hasretiyle coşarken, Garip Ali belki de tüm ümitlerine, hayallerine, sevdiklerine elveda demenin son çığlıklarına yaklaşıyordu! Rengârenk çiçekler, doyulmaz kokular, fışkıran kaynaklar, uçuşan kuşlar, yeşilin her tonuyla cömertliğinin zirvesine ulaşmış doğa, Yeşilvadi'yi kusursuz bir gelin kız gibi süslemişti. Öylesine ki, meyvesi ağarmaya yüz tutmuş dut ağaçları bile bu bonkörlüğünü; Garip Ali'nin yatmakta olduğu odanın penceresine kadar dal ve yapraklarını uzatarak sunmaktaydılar.

Ama onun bu güzellikleri hissedecek ne gücü takati, ne faydalanacak sıhhati, belki ne de ömrü kalmıştı! O sadece; kapının önünden akan çeşmenin çıkardığı sonsuzluğa uzanış melodisiyle, dayanılması imkânsız acılarını uyutmaya, kendisini avutmaya çabalıyordu. Nice medeniyetlere bağrını açmış, birçokları gibi sahipsiz kalmış bir Anadolu yöresiydi Yeşilvadi. Kaza merkezine epeyce uzak olan bu etrafı dağlarla çevrili vadi; havasının harikalığı, can alıcı, göz kamaştırıcı yeşilliği, kıt arazisinin çalışkan ahalisi tarafından enfes bağ ve bahçelerle donatılmış olması ve buz gibi, gürül gürül akan sularıyla insanı kendine çekip, hayran bırakıyordu. Vadinin dibinden akan ve güneş görülmeyecek şekilde ağaçlarla kaplı, el dondurucu suyuyla kıvrım kıvrım dans eden dere ise bir başka hayat idi.
***
Garip Ali gerçekten de lâkabına yaraşır şekilde garip gelmişti bu dünyaya! Ana karnında iken babasını, henüz kokusuna doyamadan anasını kaybetmişti. Sonra ne arazi, ne iş, ne... O şimdi, yaklaşık bir aydır onu yerinden kalkamaz hale getiren düşmanının verdiği acıyla yatağında kıvranıp duruyordu. Henüz kırk beşini bile devirmemişti, ama o hain meret onu devirmişti! Yıllarca çekmişti bu canavardan, fakat parasızlık onu onunla savaşmakta yalnız bırakmıştı. Ve şimdi artık gerçeği kavramış, teslim bayrağını çekmenin kaçınılmaz olduğunu anlamış gibiydi!
Ama yine de umut hiç bitirilmemeli değil miydi? Garip Ali'ye, son düşüşünden beri; lâkabını kendisinin takmış olduğu kardeşi karısı Gara Gelin bakıyordu. Tahta sedir üzerine serilmiş yatağında ona sık sık gelip o hizmet ediyordu. İki adım yukarıda oturan ağabeyi, Gara Gelin'in kocası ise nadiren ziyaret ediyor, belki de içinden bir an önce gebersin bile diyordu! İşinde gücünde olan komşulardan ara sıra ziyaret edenler ise şüphesiz, artık Garip Ali'nin bu yatışının, kalkılamayacak son yatış olduğunu çok iyi sezebiliyorlardı!
***
Gara Gelin bu seferki ziyaretine elinde bir tas çorba ile gelmişti. Garip Ali, düşmanından çalabilmeyi başardığı üzere tatlı bir uykuda idi. Yengesi onu uyandırmayıp, uyanması için sakin
bir şekilde bekliyordu. Garip Ali rüyasında onu görüyordu... Elinde diplomasıyla kendisine doğru koşuyor; o da kurbanlık bir koçla birlikte, oğluna doğru sevinçle yürüyordu. Tam birbirlerine kavuşacakları sırada, koşarak yaklaşan iki kişi silahlarını ani bir refleksle Veli’ye doğru yönlendirmişlerdi! Baba yüreğinin feryadı: "Veliii, Veliii" diye inleyerek fırladı Garip Ali. Başucunda Gara Gelin’i görünce, tüm insanî duyguların yoğrulmuş hâliyle, gözlerinden akan damlacıklarla inleyerek tebessüm etti. Gara Gelin de dayanamayıp, sessiz gözyaşı çığlıklarıyla ona karşılık verdi. Elindeki çorba tasını ona yaklaştırdıysa da, Garip Ali başıyla hayır işareti yaptı. Gara Gelin, daha fazla moral bozmamak için gözyaşları içinde odadan ayrılırken: "Ne olur Allah'ım! Veli'yi, oğlunu, oğlumuzu hayırlısıyla bir an evvel bizlere kavuştursana" diye mırıldanıyordu.

***
Veli kıraathanede, elinde bir kitap, dalmış gitmişti. Okul bitmiş, diplomayı kapmıştı. Fakat o hâlâ kitapları karıştırmaya, bir şeyler öğrenmeye, kendini geliştirmeye var gücüyle devam ediyordu. "Artık çıkmalıyım" deyip, kafasını kitaptan kaldırdı, katlayıp çantasına indirdi. Sonra arkadaşlarıyla vedalaşıp, kırk kilometre ilerideki şehir merkezine gitmek için yola koyuldu. Daha minibüsün kalkmasına bir saat kadar vardı. Biraz da kasabada oyalanır, belki de hatıra olacak bir şeyler alırım, gibi düşünceler rehberliğinde ilerledi. Şehir merkezine kadar olan yolculuk önemli değildi, ama oradan kendi memleketi olan kazaya yolculuk onu epeyce tedirgin ediyordu. Toprak yol bakımsız ve uzun, arabalar eski püskü; toz duman, ter, bunaltıcı hava... Veli minibüse atlayıp şehrin yolunu tutmuştu ki, epeyce uzakta kalan öğretmen okulunun civarından, bu mesafeye rağmen hatırı sayılır bir gürültü duyuldu! Evet bu, Veli gerçeği bilemese de; aynı sınıftan ve kendisiyle beraber diplomalarını almış olan iki arkadaşının bedenlerini paramparça edip tavana, duvarlara yapıştıran zalim bir bombanın acımasız inleyişiydi!

***

Veli'nin öğrencilik yılları kavga dövüşün bol olduğu bir dönemdi. O hiçbir zaman böyle bir kör dövüşe bulaşmamış, arkadaşları arasında, insanlar arasında ayırım yapmamıştı. Kurtuluşun kavgada değil çalışmakta, üretmekte, öğrenip öğretmekte ve birlik beraberlikte olduğuna inanmıştı. Bu tutumu bazen sorun çıkarsa da, genel olarak her düşüncedeki insanın takdirini topluyordu. Veli şehre varınca hemen, kazalarına gidecek minibüsten bir bilet ayırttı. Sonra yazıhanenin yan tarafında bulunan kahvehaneye geçip çay içip, memleketinden gelmiş tanıdıklarla sohbete daldı. Görüştüğü kişiler Yeşilvadi’ye uzak yörelerden olduğu için, maalesef
babası hakkında bir bilgi alamıyordu. Artık hareket vakti gelmişti. Eşyaları minibüsün üzerinde yellenmeye başlarken, yönlerini kuzeye doğru çevirerek yola koyuldular. Yüz küsur kilometrelik bu zor yolculuk, Veli'ye gör ne hayaller kurduracaktı!

Veli'nin şehir merkezini çevreleyen yeşil, ağaçlık yol boyunca ilerleyen güzergâhtaki sevinç ve mutluluğu; çok geçmeden kırsallıktaki toz toprak, sıcak, çorak mecburiyete terfi düşürünce, birden toz duman oluverdi! Uzaklara dalıp gitti... Sonra yine sağ tarafından, uzaklardan akan ırmağa doğru dönünce hayıflandı: "Neden şu koca nehir buradan avare bir şekilde akarken bu dağlar böylesine çorak?" dedi. Minibüsün içerisinin sıcaklığı, toz toprak, ter kokuları düşüncelerine tuz biber ekiyordu! "Neden çorak topraklarda, duvar diplerine miskin miskin yaslanıp sinek kovalıyoruz da, şu nehrin suyuyla bozkırları mümbit arazilere dönüştürüp ülkemize, çoluğumuza çocuğumuza bereketler fışkırtmıyoruz?" diye kendi kendine söylenmeye devam etti. Öylesine dalıp gitmişti ki; minibüsün sarsıntısı, ter kokusu, toprak yoldan içeriye dolan dayanılmaz toz sağanağı bile, onu derin hayalinden uyandıramıyordu! "Artık ben bir öğretmenim. Yüzlerce arkadaşım gibi ben de bu ülkenin her alandaki çoraklığını medeniyete,
verime, ilime, bilgiye, üretime dönüştürmek için çalışacağım" diyordu. "Ey ülkem, gözün aydın olsun, kurtuluşun yakındır! Ey çorak düşman, sonunu görür gibiyim! Yakında ne bozkır
bir toprağımız, ne okumamış bir insanımız, ne yoksulluk, cahillik, kan, gözyaşı, ne... kalacak" dedi. Bu yüce düşünceler onu öylesine kendine çekmişti ki; belki de babasının ona rüyasında
seslenişine bir cevap verdiğinin farkına bile varmadan aniden: "babaaa, babaaa!" diye haykırdı. Kendine geldiğinde, minibüstekilerin şaşkın bakışlarının üzerine yönlenmiş olduğunu fark etti.
Tanıdıkların; "ne oldu Veli?" benzeri sözlerini geçiştirerekten, kafasını ellerinin arasına alıp: "Babam... Babama bir şeyler mi oldu?" diye derin düşüncelere dalıp gitti. Veli birkaç aydır babasıyla görüşememiş, bir haber de alamamıştı. Son görüşmelerinde ağrılarının bir hayli arttığını biliyordu, ancak yatalak hâle düştüğünden habersizdi. Babası Veli için çok anlam ifade ediyordu! Onu ne zor şartlarda okutabilmişti. Ona hep: "Diplomanla geldiğin gün, evin önünde bir koç keseceğim. Sonra seni, güzel bir kız bulup everecek, torunlarımı boy boy
büyüteceğim" derdi. Gerçekten de Garip Ali kurbanlık koçu almış, Veli’nin bir an önce gelmesini bekliyordu ki; o amansız hastalık da sanki onu, "hiç boşuna umutlanma, ben senden daha üstün çıkacağım" der gibi, içten içe kemiriyor, her geçen dakika biraz daha tüketiyordu! Üç saate varan zorlu yolculuk sonrası, kaza merkezini uzaktan gören İkindi Tepesi'ni aşmışlardı. Veli kaza merkezini, Munzur dağını, Maymun Dağı'nı görünce duygulandı. İçine sevinç, ürperti, kavuşma, ayrılık, hasret... karışımının oluşturduğu garip hisler doluştu! Maymun Dağı'na bir, bir daha baktı. Arkasındaki, görünmeyen, anneannesinin köyü Bozkır’ı düşündü. Annesini hatırlamaya çalıştı. Gözlerinin sağanağına engel olamadı!

metin üstündağ


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.