Kabusa Uyanış 2 - Doyulamayan Koku





2- Doyulamayan Koku



Veli, başına gelecek acı sürprizlerden habersiz bir şekilde etrafını seyrediyordu. Munzur dağına bakıp derin hayallere dalıyor, uzaktan görülen yeşil kasabalarını heyecan ve sevgiyle süzüyordu. Özellikle de Maymun Dağı'na bakıp onun arkasını görmeye;
eteklerini aşarak annesiyle beraber neşeyle dedesine vardığı ve hazin bir şekilde döndükleri çocukluk günlerine inmeye, o kara
sis perdesini aralayarak annesini gözünün önünde canlandırmaya çabalıyordu.



Ah şu Maymun Dağı! Bir arkasını, arkasında onlara neler neler yaşatan, dedesinin köyü Bozkır'ı görebilseydi! Ah bir geçen zamanı yirmi sene kadar kendine doğru çekebilseydi!... Munzur dağından kopup gelen temiz hava minibüsün içerisinin tozlu dumanlı, ter kokulu havasını bir nebze olsun dindirmişti.



Veli birkaç kez, sanki görebilecekmiş gibi kafasını uzatıp, bazen de ayağa kalkarmış gibi yaparak Maymun Dağı'nın arkasını, Bozkır Köyü’nü görmek için çabaladı, fakat başaramayınca Munzur'a doğru yöneltti bakışlarını... Munzur henüz kışlık giysilerini çıkarmamıştı. Zaten pek de çıkarmazdı. Sadece yazın birkaç haftasında sıyırırdı abasını. O güzelim, kara değmemiş, akların akları misali manzaraları seyrettikçe hüzünlendi. Gözleri doldu! Ağlamamak için kendini sıkmaya, dilini ve yanaklarını dişlemeye başladı!



Veli gerilerde bıraktığı ve ülkesinin, insanlarının meselelerinden dolayı bir türlü öne çıkaramadığı, hayatında kendisine nelere mal olacağını henüz takdir edemediği yüce aşk ve sevgisini uyandırmamaya çalışarak; karın hep bolluk, bereket, su, aklık, temizlik demek olduğu güzel duyguları ile oynaşıyordu. Ama kar aynı zamanda kimileri için, belki de en çok da kendisi için acı demek, ölüm demek; ayrılık, kavuşamamak demek; sevgilerin, aşkların ölümü demek olduğunu bilemeden, düşünemeden aklı tekrar Bozkır’a, yani annesine yöneldi. Onu hatırlamaya çalıştı; kendini zorladı zorladı, ancak enfes bir ana kokusundan, eller üzerinde taşınan bir hayalden başka da bir şey elde edemedi!...



Veli yatağında mışıl mışıl uyurken, Fatoş gelin sabahın erken saatlerinde yatağından usulca süzülmüştü. Henüz daha şafağın atma belirtisi yoktu. Akşamdan mayaladığı hamurun üstünü açtı, "tamam, olmuş" dedi. Hemen ocağa biraz çırpı, tezek parçası atıp tutuşturdu. Sac ocakta kızmaya başlarken, o da hamuru açmaya koyuldu. Bu esnada ahırdan Kar Beyaz, “ü ürü üüüüü” demeye başladı. Ötme zamanı mıydı, yoksa sızan ışıklardan ilham mı almıştı bilinmez, ama Fatoş gelin; "seni gidi kerata, ben senden erken davrandım" dedi. 



Fatoş gelin o gün annesini babasını ziyarete gidecek, birkaç gün de orada kalacaktı. Kocası Garip Ali ona müsaade etmiş, o da sevincinden dört köşe olmuştu. Bu sevinç Fatoş geline öylesine bir güç vermiş, gayretini öylesine artırmıştı ki; gecenin sessizliğinde uyanıp işe koyulmak ona zevk-ü safa olmuştu. Zaten birkaç günden beri işleri yoluna koymuş, bir önceki gün de eltisi Gara Gelin'le beraber kocasına epeyce bir yemek hazırlamışlardı.



Gara Gelin’le Fatoş birbirlerini deliler gibi severler, kardeşleri bile kıskandırırlardı. Acı tatlı her zaman birbirlerine koşarlar, bir araya gelip iki lâkırdı etmek için dünyaları bağışlarlardı. Eltilerin bu dostluğu ne yazık ki iki kardeşe pek bulaşmamıştı. Garip Ali'yi yörede herkes severdi, fakat Bekir pek sevilecek cinsten biri değildi. Ancak şerrine bulaşmamak isteyenler ondan çekinirler, sayarmış gibi görünürlerdi. Bekir şirretin tekiydi! Kasabada bir iş bulmuş olması da onu epeyce şımartmıştı. Bu şımarıklığı sonucu çok çirkin şeyler de yapıyordu. Uçkurunu pek sağlam bağlamıyordu yani... Son zamanlarda kasabada bir dula dadanmıştı! Kadının iki tane de küçük çocuğu vardı! Gara Gelin gibi çoğu kimse de olayı biliyor, fakat bir şey yapamıyorlardı. Yaşının mislicesine olgun olan Gara Gelin olayı sineye çekiyor; belki uslanır diye ara sıra öğüt veriyor, diğerleri ise bir belâya bulaşmamak için ses çıkarmıyorlardı! Yine bir keresinde kadının kapısına dayanır. Gece geç saatlerdir. Kadın eve girmemesi için yalvarır: "Çocukları uyutuyorum, ne olur geç git" dese de Bekir dinlemez. Çocukların olmadığı odanın bacasından aşağı, toz duman, kara kurum banyosu pahasına dalar!

 



Gara Gelin'le Fatoş gelin bir yıl kadar arayla evlenmişlerdi. Fatoş gelin daha kıdemliydi. İkisinin de birer oğlu vardı. Veli, Fikri'den birkaç ay daha büyüktü.



Fatoş gelin ekmeği pişirirken hep anne babasını düşünüyordu. Birkaç gün de olsa hasret giderecek, onlara yardımcı olacaktı. Anne babası pek ihtiyar sayılmazlardı, ancak bakımsızlık, yoksulluk, hastalık düşürmüştü onları. Ekmeği bitirince gün ışımaya başlıyordu. İnip ahırdaki iki inek ile birkaç davarı da sağdı. Sütü getirip ocağa koyuyordu ki, Garip Ali uyandı. Fatoş’un bu heyecanını görünce çaktırmadan bir tebessüm attı ve kendi duyacağı kadarıyla: "Ah şu kadınlar! Gönder anasıgile, dile ne dilersen" diye mırıldandı. Garip Ali çobanı katarken, Fatoş gelin sütü ısıtıp mayaladı. Kahvaltılık bir şeyler hazırlayıp, Veli'nin başına gitti:

-         Kalk bakayım güzelim. Kahvaltımızı yapalım da anneanneye,

dedeye gideceğiz.

Veli gözlerini ovuşturup bir yandan öbür yana döndü:

-         Ya anne yaaa, çok uykum var...

-         Kalk bakayım seni gidi kerata, deyip, Veli'nin yanını yöresini

mıncıkladı. Veli kıkırdayarak yatağında debelenmeye başladı:

-         Ya anne yaaa, ben gitmek istemiyorum. Gitmesek olmaz mı?

-         Haydi bakayım, doğru çeşmeye. Yüzünü elini bir güzel yıka.

Şimdi baban gelir, kahvaltı edeceğiz.

-         Anne yaaa, babam niye bizimle gelmiyooor?

-         Oğlum, evimiz barkımız, hayvanımız ne olacak?

-         Anne yaaa, onları da götürelim...

-         Sen hâlâ burada mısın, deyip, arkasına düşermiş gibi yapınca, Veli bir solukta kendisini çeşmenin önüne attı. Garip Ali biraz sonra dönünce, kahvaltılarını yapıp yola koyuldular. Babaları onları yolcu etmeye çıktı. Veli'yi öptü, öptü… Karısını öpmedi, sarılmadı. Gören mören olur da ne derler diye düşündü, ama içi de cız etti! Fatoş gelin kocasına sevgiyle baktı, "bey, Allaha ısmarladık" dedi. Her ikisi de birbirine, sanki son bakışlarıymış gibi baktılar! Garip Ali evinin, işlerinin yolunu tutarken, Fatoş gelinle üç yaşlarındaki Veli de; sıcaklığı daha şimdiden bastıran bu yaz gününde, yaklaşık on kilometrelik yolu arşınlamak üzere Bozkır'a doğru yollandılar.



Veli kâh yürüyor, kâh annesinin sırtına atlıyordu. Fatoş gelin çok istemesine rağmen; yolun uzak olması ve Veli'nin sürekli yürüyemeyeceğini düşünerek, anne babası için fazla bir şeyler götürmeyi göze alamamıştı. Çıkınında, Veli'nin birkaç parça eşyası ve “çam sakızı çoban armağanı” cinsinden ufak tefek hediyeler vardı. Bu yüzden Veli'yi sırtlanmak ona fazla zor gemliyordu. Yolu yarılamış gibiydiler. Güzergâhları üzerindeki bir çeşmenin başında biraz dinlenip, ellerini yüzlerini yıkayarak serinlediler. Çıkınlarından biraz azık çıkarıp atıştırdılar. Veli'nin çişini yaptırıp, fazla teri soğutmaya gelmez misali tekrar yola koyuldular. Artık öğlen sıcaklığı; "savulun, ben geliyorum" diyordu! Maymun Dağı'nın yanı başını aşınca, ta ötelerden Bozkır Köyü göründü. Veli annesinin sırtında, belki de onu; ömür boyu kendisine yetsin diye farkında olmadan kokluyor, için için soluyordu. Bazen uyuyor, bazen yaramazlıklar yaparak annesini rahatsız ediyor, bazen de annesinin isteği üzerine zoraki de olsa yürüyordu. Fatoş gelinin içini sevinç ve tarifini yapamadığı, şimdiye kadar hiç yaşamadığı garip bir his doldurmaya başlamıştı. Sevinmesini anlıyordu da, acaba bu korku, endişe ve iç burkan his karışımının nedeni neydi? Neden anne babasına varmanın hasret giderici sevincinin yanında, bir daha sevdiklerini hiç göremeyecekmiş gibi garip hisler doluşuyordu içine?... İniş aşağı yönelen yol Fatoş gelinin işini epeyce kolaylaştırmıştı. Yine bir çeşmeyi geçerken su içip, kısa bir soluklanma yaptılar. Artık Veli uyumuştu. Kerata yürümemek için mi, yoksa gerçekten yorulduğu için mi uyumuştu bilinmez; ancak anne kucağının doyumsuz sıcaklığında kebaplardan kebap yapıyordu. Fatoş gelin yorgunluğunun zirvesindeyken, baba yurdunda ana ocağının kapısına vardı. Şöyle yana yöreye bir bakınıp, usulca kapıyı tıklattı. İçeriden gelen annesinin sesini tanımıştı:

-         Huuu. Kimdir gelen?

-         Ana benim, aç kapıyı. Fatma...

Annesi kapıyı açınca Veli'yi ona uzattı. Anneanne torununu biraz öpüp, sonra götürüp içerideki sedirin üzerine itina ile yerleştirip, üzerini temiz bir örtüyle örttü. Fatoş gelin annesinin elini öpüp doyunca sarıldıktan sonra, bahçedeki babasına koştu. Babası kızını görünce, hâlsiz ve zayıf bedeniyle ona doğru yürüdü. Baba kız birbirleriyle uzun süre sarılıp ağlaştılar! Fatma kız babasını aşırı derecede severdi. Son zamanlarda bu sevgi biraz daha artmıştı. Babaları üç kız kardeşi bin bir zorluk ve fedakârlıkla büyütmüştü. Fatma en büyükleriydi ve diğer iki kız kardeşi de köy dışında başka yerlere birer sene arayla gelin gitmişlerdi. Fatma kız babasını; evde yalnız kalmalarından, kendisinin uzak bir yere gitmesinden ve gittikçe zayıf düşüp sık sık hastalanmasından dolayı mı her geçen gün biraz daha çok seviyor yahut ona acıyordu?...

 



Anne babasıyla doyasıya hasret gideren Fatoş kız kolları sıvamaya başladı: "Böyle kös kös oturmayayım. Yanı yöreyi toplayıp, bir şeyler yapayım" dedi. Annesinin tüm ısrarlarına rağmen işe koyulmaktan vazgeçmedi. 



Bozkır, adından da anlaşılacağı üzere suya bozkır bir köydü! Fatoş kız en fazla çamaşırları yıkamayı ve evi silip süpürmeyi istiyordu. Evin silinme işini yukarıdaki çeşmeden su taşıyarak halledebilirdi, ancak çamaşırlar için taşıma suyla değirmen döndürmeyi aklına yediremedi: "Ne temiz olur, ne de su yetiştirebilirim! Öyleyse alıp çaya indireyim" dedi. Anne babasının tüm aksi ısrarına rağmen, evi silip süpürdükten sonra, yıkanacak eşya ve çamaşırları sırtlanarak çaya indirmeye koyuldu. Kim bilir, belki de; köye varırken hissettiği garipliklerin gerçekleşmesi için, karşı konulmaz bir güç onu çaya aşağı sinsi bir sempatiyle çekiyordu!...



Fatma geline kocası bir hafta kadar izin vermişti. Ama henüz daha köye gelişinin üçüncü günüydü ki, geri dönmek zorundaydı. O istese de, istemese de!... Çığlıklar Bozkır'ı inletiyordu! Acı haber hemen Garip Ali'ye, Fatma'nın kız kardeşlerine, dost ve tanıdıklara ulaşmış, baba evi mahşer yerini andırmıştı! Teyzeleri meşum olaydan etkilenmemesi için Veli'yi oradan uzaklaştırmaya, dikkatini başka şeylere çekmeye uğraşıyorlardı, ama nereye kadar?...



Çığlıklar, ağıtlar eşliğinde yola çıkılmıştı! Artık Fatoş gelin isteyerek, yürüyerek geldiği baba yurdundan; istemeyerek de olsa, isteyemese de eller üzerinde geri götürülüyordu. Garip Ali çaresizdi. Gözyaşlarını yüreğine akıtıyor, ama büyük bir olgunluk göstererek; kayın valide ve kayın babasına en ufak bir serzenişte bulunmuyordu. Fakat şimdi işi iyiden iyiye zorlaşmıştı. Veli ne olacaktı? Kendisi ne yapacaktı Fatoş’suz? Yol boyunca da yine Veli'yle teyzeleri ilgilendi. Artık ne kucağında oynayacağı, ne de sırtında yaramazlık yapacağı annesi vardı! Yoktu işte onun doyumsuz kokusu artık! Ama o henüz bunun pek farkında değildi. Her ne kadar “ben annemi istiyorum, annem nerede?” dese de; belki de bir ömür boyu unutamayacağı, ona, doyamadığı kokusundan başka annesinden geriye ne bir hayali, ne bir resmi, ne de onu benzetebileceği biri kalıyordu!... Fatoş gelinin acısı Bozkır gibi Yeşilvadi'yi de sarsmıştı! Garip Ali’nin evi mahşeri aratmıyordu! En fazla Gara Gelin'i, Garip Ali'yi; şimdi farkında olmasa da Küçük Veli'yi üzecekti bu son yolculuk şüphesiz. Akmasına dirense de, bazen başaramadığı, çoğu kez de içine akıttığı, kocası Garip Ali’nin gözyaşları arasında ve masum nemli gözler eşliğinde; Fatma gelinin cansız bedeni, kara toprağın acımasız bağrına derin bir yeis içerisinde bırakıldı!... Artık Garip Ali ile Veli için çok daha zor günler başlıyordu. Evet, ne yazık ki bu çileli yürüyüşten aynı zamanda Gara Gelin de nasiplenecekti. Bundan böyle Veli için annelik yapmak ona düşecekti. En çok sevdiği insanın, eltisinin çocuğuna bakmak belki ona zor gelmeyecekti, ama ya onun annesizliğini düşündükçe! Ya ikide bir Fatma gelinin hayali gözünün önünde canlanınca! Ya, ya, ya...



Veli yorgun argın, üzeri başı toz toprak içerisinde kaza merkezinde arabadan indiğinde, ikindi yaklaşmak üzereydi. Kafasını ilerideki Merkez Cami'ye doğru çevirdiğinde, alışılmışın dışında bir kalabalığın olduğunu gördü. Her hâlde bir cenaze olmalıydı! Tanıdık birine sorduğunda, aldığı yanıt onu bir süreliğine yerinde donduracaktı! Evet, bu kalabalık bir cenaze için toplanmıştı. Ancak bu cenaze; Veli'nin en çok sevip saydığı, ona çok şeylerini borçlu olduğu, herkesin de onu çok sevip takdir ettiği, ilkokul öğretmeni Hilmi Hocanın cenazesiydi!... Veli cenazeyi takip ederken hep hocasını hayal ediyor, daha henüz çok genç yaşta kara toprağa vermenin ıstırabını yaşıyor, değerli bir insanı kaybetmenin acısıyla hayıflanıyor, belki de onun yalnızlığını duyacağı derin üzüntüyle kendini yiyip bitiriyordu. Sonra aklı; öğretmeniyle karşılaştığı o hıçkırıklar, gözyaşları, üzüntüler, çırpınışlar, umut dolu günün tatlı tesadüfüne takılıp gitti. Ta ki, mezarlıktan içeri girip; asla kıyamayacağı sevgili öğretmeninin bedenini kabule hazırlanan acımasız, hiç kimseye de ayrıcalık tanımayan gaddar çukuru görünceye kadar...



Veli ilkokulu bitirmişti, hem de birincilikle. Okul boyunca pekiyi dışında başka bir not almamıştı öğretmeni Hilmi Hocadan. O onu, öğretmeni de Veli’yi öylesine severdi ki... Hilmi Hoca Veli'den çok ümitliydi. O okuyup büyük bir adam olacaktı. Ona yeterli bilgi, disiplin ve ideali verdiği inancındaydı. Beşinci sınıftan mezun ettiği zaman gururluydu. Yetiştirdiği yüzlerce öğrencisi gibi, belki de içlerinden en iyisi ve en fazla umutlu olduğu üzere, onun da mürüvvetini görecekti.




Veli birkaç adet kuzuyla oğlağı otlatmaktan dönüyordu. Vakit akşam olmak üzereydi. Bir dönemeci döndüğünde, karşısında Hilmi Öğretmenini görünce şaşırdı. Hemen koşup kollarına atılmak geldi içinden. Fakat utandı, çekindi. Hilmi Hoca Veli'ye yaklaşınca tatlı bir tebessüm edip:

-         Ne haber Veli, nasılsın?

-         Sağ olun öğretmenim.

Gel seni bir öpeyim, deyip, belki de ona verdiği emeklerin hissiyatıyla Veli'nin içinden geçenleri fark etmiş, onun cesaret edemediği boynuna atılmayı kendi elleriyle gerçekleştirmişti. Yanaklarından öpüp, doyunca kucakladıktan sonra yere indirdi. Çömelip, kollarından tutarak, Veli'yi bir süre sevgiyle süzdü. Acaba Veli'yi bu kadar fazla sevmesinin nedeni onun çok çalışkan,

çok terbiyeli olması mıydı, yoksa Veli'nin öksüz olması da bir etken miydi? Aslında bunların hepsiydi, ama doğrusunu söylemek gerekirse Hilmi Hoca tüm çocukları, tüm insanları öylesine

severdi ki... Bu düşünceleri kafasında biraz yuvarlandıktan sonra gözlerini Veli'ninkine odaklayıp:

-         Bayağı boy atmışsın be Veli…

-         ...

-         Baban nasıl?

-         İyi öğretmenim.

-         Ortaokula gideceksin değil mi?

-         ...

-         Gitmek istemiyor musun yoksa?...

-         ...

Veli bir süre yardım diler gibi öğretmenine baktı, gözleri doldu, dudakları titredi, yaşlara engel olamadı! Tam kaçacaktı ki, Hilmi Hoca kollarından yakaladı:

-         Niçin ağlıyorsun Veli?

-         Babam ortaokula göndermiyor, deyip, öğretmeninin ellerinden kurtulup; ağlayarak, uzaklaşan kuzularının peşi sıra koştu. Hilmi Hoca çok kötü olmuştu! Hemen yere oturdu, başını ellerinin arasına alıp bir süre düşündü. Sonra süzülen yaşları silip, kendi kendine konuşmaya başladı:

-         Veliler de okuyamazsa bu ülke...

-         Neden göndermiyor acaba babası?

-         Acaba ne yapmalıyım, ne yapılabilir, diye bir süre düşünüp taşındıktan, saçlarını yolar gibi yaptıktan sonra:

-         Burada böyle bîçare bir vaziyette oturacağıma, gidip Garip Ali'yle konuşayım. Çaresizlik, miskinlik öğretmene yakışmaz. Çözmeliyim, çözmeliyiz...



Veli, öğretmeninin arkasından geleceğini bilmiyordu. Babası bahçeden eve dönmüş, kendisi de kuzuları ahıra koyup yukarı çıkıyordu ki, karşısında; umutsuzlukları umuda, cehaleti uyanışa, üzüntüyü sevince dönüştüren sihirli gücü; öğretmeni, öğretmenini, Hilmi Öğretmeni gördü! Bu bir müjde, bu bir kurtuluş, bu bir; binleri, on binleri kurtarabilmenin şafak ışıltılarıydı. Anlamıştı,

bu geliş ona; ana kokusu gibi doyamadığı, seher yelleri gibi hasretini çektiği okuma arzu ve umuduna paha biçilemez bir müjdeydi...

-         Veli bak yine seni yakaladım…

-         Hoş geldiniz öğretmenim…

-         Baban evde mi?

-         İçeride, çağırayım öğretmenim.

Veli sevinçle içeri girip, babasına Hilmi Öğretmenin kendisini dışarıda beklediğini söyleyip; kapının arkasından, kimselere çaktırmadan konuşulanları dinlemeye başladı. Garip Ali Hilmi Hocayı, Hilmi Hoca da onu çok severdi. Hilmi Hoca hep ismi gibi garip olan; terin karşılığından fazlasını asla vermeyen birkaç parça bahçe ile bağından başka bir şeyi bulunmayan bu adama gıpta eder, sevgi, saygı ve hayranlık duyardı. Şimdiye kadar onun hakkında hiç kimseden en ufak bir kem söz işitmemişti. Ne gözünü, ne de elini; o kadar mağdur olmasına rağmen harama yöneltmemişti. Veli'yi de çok seviyor olması, ona olan sevgisini daha da artırıyordu. Garip Ali Hilmi Hocayı görünce:

-         Ooo Hilmi Hoca, bu ne şeref! Hoş geldün, safalar getürdün.İçerye buyursan...

-         Yok Ali Efendi, gel şurada iki lâkırdı edelim de gideceğim.

-         Hiç degülse bi çay gaynadah. Veliii, oğluuum, bir çay goy da demlene.

-         Hayır, hayır Ali Efendi, fazla kalamayacağım. Oğlum Veli, çay istemez.

-         Olmadı amma böyle muallim beg.

-         Olur, olur Ali Efendi. Söyle bakalım nasılsın, iyi misin?

-         Nasıl olah Hilmi Hoca, sürünüp gidiyoz işte. Sağ ola Veli, biraz büyüdü de ba el uzatiy.

Evet, maşallah epey boy atmış. Kerata ilkokulu da bitirdi… Şimdiye kadar okuttuğum öğrencilerimin içinde en çalışkanıydı diyebilirim. Böyle giderse okuyup büyük bir adam olur. Onu büyük bir doktor, mühendis, hatta profesör gibi görüyorum...

-         Ne gezer muallim beg, hangi parayınan ohutah? Hem ben yapayalnuzum. Elimin deynegi. O olmazsa ben ne yaparum?

-         Öyle deme Ali Efendi, çocuğun hayatıyla oynama! O yine sana okul dönüşlerinde, tatillerde yardım eder. Tutumlu da bir çocuk, sana fazla masraf çıkarmaz. Biz de elimizden geleni yaparız. Gel şu çocuğu ziyan etme!



Garip Ali Hilmi Hocadan müsaade isteyip bir sigara sarmıştı. Tüm ısrarına rağmen Hilmi Hoca sigara teklifini kabul etmemişti. Garip Ali elleri titreye titreye sigarayı öylesine çekiyordu ki! Veli gizlendiği kapının arkasında soğuk terler döküyordu! Bazen kara yaslara batıyor, bazen de işler iyiye doğru yönlenince; kendini frenleyemese çıkıp: "yaşasın, okuyacağım, yihuuu!" diyecek gibi oluyordu.



Hilmi Hoca Garip Ali'nin her türlü tereddüdünü dinliyor, ona çözüm önerileri sunuyor; bazen güzellikle, bazen de üstü kapalı: "Çocuğu okutmazsan seni kaymakamlığa şikâyet ederim. Böylesine zeki çocukların okutulmamasının cezası ...dan başlar" gibi sözlerle, tatlı sert tehdit ediyordu, ama Garip Ali'yi ikna etmek bir türlü mümkün olmuyordu. Hilmi Hoca pes etmesini hiç sevmeyen bir karakter yapısına sahipti. Yatsı ezanı çoktan okunmuştu ki, Garip Ali’yi; Veli'nin velisi olacağına ve her konuda gerek Veli'ye, gerekse kendisine destek olacağına dair söz vererek, güç belâ ve yarım yamalak da olsa ikna etmeyi başarmıştı. O gece Veli, aslında çok rahat bir uyku çekebilecekken, aksin hiç de uyuyamadı. Sabaha kadar yatakta dönüp durdu. Kâh sevindi, kâh annesini düşünüp üzüldü. Ama en çok da öğretmeni gözlerinin önünde canlandı. Bu insanlık iftiharının hakkını nasıl ödeyecekti? "Her hâlde çok iyi okursam o zaman hakkını ödeyebilirim" dedi. "Hayır, hayır bu yetmez. Ben de birilerini, çoklarını okutmalıyım" dedi. Hayalinde onu öptü, kucağına atladı, annesini hatırlamaya çalıştı. Diplomasıyla, diplomalarıyla onlara doğru koşmayı hayal etti. Daha neler neler düşünüp hayal ederken, uzaklardan gelen bir horoz sesiyle tatlı bir uykuya daldı.



Veli, kıyamasa da, öğretmeninin cesedi kara toprağa verilince, bir köşeye çekilip onun için bir süre dua etti. Sonra gözyaşlarını kurulayıp baba yurdu, doğup büyüdüğü Yeşilvadi'ye doğru yola koyuldu. Yol epeyce uzaktı; ancak yavaş yavaş yürür, eski günlerimi anımsarım, diye yollandı. Evet, bu güzergâh; Veli'nin ortaokul yılları boyunca arşınladığı hatıralarla dolu, Anadolu'nun engebeli, mahzun, yalnız yollarından biriydi. Henüz akşam olmamıştı. Hava kararana kadar babama kavuşurum, diye hayallere dalıp yürüdü. Birden ortaokula başladığı günlere ışınlandı. Ne kadar da sevinmişti okuyabileceğine. Fakat yeni ortama pek alışamamıştı ilk günler. Ne de olsa o, kasaba merkezililere göre bir köylüydü! Dillerinde, tenlerinde, örf ve âdetlerinde, özellikle de giyim kuşamlarında farklılıklar vardı. Ayağında lâstik bir ayakkabı, yıllanmış çantasında yenisini alamadığı eski, öncekilerden kalma kitapları... Yüzü gözü, elleri; yaz boyunca dağda taşta çalışmanın ıstırap yanıklarıyla soyulmuştu! Elbiseleri de eskiydi. Ama temiz ve tertipliydiler. İlkokula olduğu gibi, ortaokula da kuzeni, amcasının oğlu Fikri ile birlikte gidiyorlardı. Aynı sınıftaydılar. Ama Fikri çoğu kez babasıyla, arabaya binerek gidip geliyordu. Hiçbir zorluk Veli’yi yıldıracak gibi değildi, ta ki ilk imtihan sonuçları açıklanıncaya kadar! Evet, ilk imtihan fen bilgisinden olmuştu. Aldığı not onu derin bir üzüntüye sokmuştu. Fikri bile ondan daha iyi bir not almıştı! O Fikri ki, ne derste gözü vardı, ne de okumakta. İşi gücü haylazlık; küçük yaşına rağmen karı kız ayakları! Fakat sonuç da ortadaydı! Birden onunla ilgili bir anısı gözünün önünde canlandı:



İlkokulu bitirme sınavları yapılmış, Fikri başarısız olmuştu. Öğretmen bırakmak istemiyordu. Zaten Fikri'nin okumayacağını o da çok iyi biliyordu. Bir sene daha niye sürünsün diye düşünmüş olacak ki:

Fikri, sana bir soru soracağım. Eğer bilirsen geçireceğim seni. Söyle bakalım, köprü niçin yapılır evlâdım?

-         Altından su geçsin diye öğretmenim!... Veli bu cevabı hatırlayınca, o zaman üzülmesine rağmen şimdi gülmüştü! Okulun bahçesinde, insanlardan uzak bir köşede bunları düşünürken birden ciddîleşti ve kendi kendine:



"Ne gülüyorsun be! O güldüğün adam altı alırken, sen beş bile alamadın! Dört, dööört!" dedi. Sonra derin bir iç çekti; annesini, babasını, Hilmi Hocayı düşündü. "Her hâlde bu gidişle ben okuyamayacağım. Hilmi Öğretmene karşı rezil olacağım! Annemin ruhu sızlayacak, babama karşı mahcup olacağım" dedi. Bir süre ağladıktan sonra ders ziliyle kendine geldi. "Yılmak yok. Çalışmalıyım. Çalışırsam başarırım. Benim başaranlardan ne eksiğim var?" diye sınıfına doğru, masum düşünceleriyle adımlarını birleştirerek koşmaya başladı. Gerçekten de Veli iyi bir çalışmayla ilk yarı sonunda takdirname, dönem sonunda da sınıf birinciliğini kapmıştı! Tatlı bir tebessümle gülümserken, aştığı tepeden Yeşilvadi'yi gördü! O yeşilim vadi içine ne güzel hisler dolduruyordu! Biraz daha ilerleyince evlerinin bulunduğu mahalleyi, evlerini gördü. Babasına, yengesine, annesinin mezarına kavuşuyordu! Annesini hatırlaması onu derinden burktu. O da sağ olsaydı da diplomasını, oğlunun öğretmen olduğunu görseydi! Ama olsun, babasını sevindirmesi de az bir şey değildi! Artık babası kurtuluyordu. Onu alıp beraber yanında götürecek; artık dağda, bayırda didinmesine son verecek, onun bunun yanında ırgatlık yapmasına müsaade etmeyecekti.

 

Birden Veli'nin içi burkuldu! Sanki evlerinin bulunduğu yerin üzerini, kara bir sis kâbus gibi kaplamıştı! "Acaba babama bir şey mi oldu?" diye geçirdi içinden. Yanından geçtiği çeşmede elini yüzünü yıkayıp biraz ferahladı. Sonra aşağı doğru bakarak yürümeye devam etti. Bu bakış ilkokulunu görme, özlem duyduğu o küçük Veli’yi hayalinde canlandırma bakışıydı. Hem mahallesini, hem de okulunu görmesi onu hatıralarına öteledi. Evet, ilkokulunu görmüş, küçüklüğünü hatırlamıştı. Fakat artık Hilmi Öğretmen yoktu! Neler borçluydu ona... Okumasını, disiplinini; pek yumuşak huylu biri olsa da zorluklara karşı direnme gücünü...



Beş sene boyunca Fikri’yle beraber olmuşlardı. Genelde öğleyin öğleliklerini beraber yerlerdi. Yengesi Fikri’ye sıkı sıkıya tembih ederdi: "Öğleliğinizi Veli'yle beraber yiyin, he mi?" derdi. Bu tembihte çok şey gizliydi. Veli yalnızlık, kimsesizlik hissi çekmeyecekti. Fikri’nin öğleliğine koyduğu yiyeceklerden o da faydalanacak, genellikle peynir ekmekten ibaret olan öğleliği onun üzülmesine neden olmayacaktı! Bir de; kardeşi kadar sevdiği Fatma'nın, eltisinin oğlu sahipsizlik, annesizlik duygusuna kapılmayacak, daha doğrusu az hissedecekti. Gerçekten de şu Gara Gelin ne vefalı bir dost, ne candan bir yengeydi! Veli'nin ağlamasına hiç dayanamaz, Fikri ağlasa o kadar kederlenmezdi. İşi gücü ne olursa olsun, mümkün olduğunca Veli'yi gözünden ırak tutmamaya, onunla ilgilenmeye çalışırdı. Veli yengesi Zeynep'i, onun onu sevdiğinden belki de çok daha fazla seviyordu. Hiç unutur muydu yumurta haşlayıp da ona yedirdiğini. Hiç unutabilir miydi, kaç defa; "anne anne" diye, bahçenin ıssız köşelerine çekilip ağladığında, yengesinin yetişip onu kucağına alıp bağrına bastığını? Ağlamasını dindirmek için neler neler yaptığını, ona çaktırmamaya çalışarak için için kahrolduğunu… Yine duygulanmıştı, ama bu sefer ağlamıyordu Veli. Artık yengesine de kavuşuyordu. Kim bilir yengesi ne kadar sevinecekti onu görünce! O da yalnız kalmıştı. Fikri’den başka çocukları olmamıştı. Fikri ortaokul ikide belgelenince, dayısıyla beraber kasabayı terk etmiş; değişik şehirlere halıcılık, kilimcilik işleri yapmaya gitmişlerdi. Duyduğuna göre kısa sürede bayağı da palazlanmıştı! Evlerine yaklaşırken hava neredeyse kararmak üzereydi. Komşu çocuklarından görenler olup hemen: "Zeynep yenge, Zeynep yenge müjdeee! Veli abey geliyyy..." diye koşuşmaya başladılar. Gara Gelin sevinçle dışarı çıkıp, nasırlaşmış yalın ayaklarına bir şeylerin batacağına aldırmadan ona doğru koşuşturdu. Veli ile yengesi uzun süre kucaklaştılar. Yenge hem eltisini hatırlamanın, hem de Garip Ali'nin durumunu düşünerek, Veli'ye çaktırmadan bir sağanak döktü! Kucaklaşma sona erince Veli yengesinin ağladığını fark etti. Yengesi Veli'yi şüphelendirmemek için:



-         Seni ne kadar özlemişim. Fikri’yi de hatırladım da... Ama Veli'nin içine şüpheler üşüşmüştü! Bu pek hasretlik gözyaşlarına benzemiyordu!

-         Nasılsın yenge?

-         Sağ olasın yavrum. Sen nasılsın? Hoş geldin.

-         Hoş bulduk, iyiyim. Babam nasıl yenge?

-         İyi iyi… Hele gel şöyle biraz dinlen de beraber ineriz babana, dedi Zeynep yenge. İçeriden bir tas soğuk ayran getirip Veli'ye uzattı. Biriken çocuklara da biraz şeker verip uğurladı. Veli ayranını, boğazına sanki bir şeyler tıkanıyormuş gibi zoraki yudumlayarak yengesine:

-         Babam gerçekten iyi, değil mi yenge?

-         İyi, iyi... Hele biraz daha soluklan da inelim.

-         Amcam nerede, o nasıl?

-         Daha çarşıdan gelmedi, neredeyse gelir. Veli, "ben eve ineyim, babamı göreyim" deyince, yengesi de onunla beraber kalktı. Artık Zeynep yengenin yavaş yavaş Veli'yi hazırlaması gerekiyordu:

-         Baban bir iki gündür biraz rahatsız...

-         Kötü bir şey yok ya?...

-         Yok, yok. Biraz hâlsizliği var da... Aslında Veli bu hâlsizliğe pek de inanmamıştı. Yüreğini burkan o sıkıntı, "babaaa" diye bağırtan o haykırış, kâbus gibi çökmüş görünen kara sis perdeleri bir şeyler anlatıyor olmalıydı... Kapıyı hafif aralı olarak buldular. Önden yengesi girip, babasının yattığı odanın kapısını aralayıp, kendisi kenara çekildi. Veli heyecanla babasının yanına vardı. Babası yarı uykulu, yarı baygın; inlemeyle sayıklama arasında didiniyordu. Yüreği sendelemiş, hücreleri örselenmiş olarak babasının yatağının kenarına oturdu. Onu uyandırsa mıydı, karar veremedi. Yengesi de yaklaşmıştı ve biraz durduktan sonra alçak sesle:

-         Biraz dinlenince iyileşir. Sen gel bize çıkalım. Birazdan amcan da gelir. Yoldan geldin, acıkmışsındır da...

-         Sağ ol yenge. Ben babamın uyanmasını bekleyeceğim. Yenge biraz daha durup:



-         Öyleyse sen kal. Ben yemeği hazırlayınca çağırırım, deyip ayrıldı.



İnleyişinden babasının hiç de öyle iyileşir gibi bir hâlinin olmadığını anlamıştı Veli! Bir süre yanına yöresine döndükten sonra gözlerini açar gibi oldu. Biraz baktı, gözlerini kapatıp açıp bir

daha baktı:

-         Veliii! Sen müsün oğluuum, diyerek, ona doğru sarılmak için hamle yaptı. Baba oğul bir süre kucaklaştılar. Yengesi gibi bu sefer de Veli gözyaşlarını babasına göstermemeye çabalıyordu! Sarılmaları bitince Veli:

-         Yarın seni şehre götüreyim. Hastahaneye yatırırlar, kısa zamanda iyileşirsin. Ondan sonra da seni benimle beraber, tayin olacağım yere götüreceğim. Okulu bitirdim. Öğretmen oldum. Artık seni hiç çalıştırmayacağım. En iyi hastahanelere, doktorlara götüreceğim baba.

-         Sen beni merag etme oğlum. Bir iki gün dinlenünce eyüleşürüm. Başuna da yük olmam. Amma önce senün gurbanınu kesüp, sonra da bi münasibünü bulup everecem. Goç ahurda. Yarın galham da kesüp dağıtah. Seni gördügüme öyle sevindüm kü oğlum! O Hilmi Hocanın ceddine irehmet ki, sebep oldu da canı gurtardın. Anlaşılan Garip Ali Hilmi Hocanın öldüğünden habersizdi. Veli de üzülmesin diye bir şey söylemedi. Babasının yüzünden biraz daha öpüp:

-         Hadi sen yorma kendini. Yat ki dinlene de iyileşesin. Garip Ali acısını bir nebze dindiren sevinçle yatağına doğru eğilirken, bir hıçkırıkla!... Gara Gelin, elinde bir tepsi içinde Garip Ali’ye yiyecek bir şeylerle odadan içeri girerken, Veli tüm umutlarını kara kışa çeviren son hıçkırık üzerine başını ellerinin arasına almış, “baba, baba” diye ağlıyordu!...

metin üstündağ


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.