Pürüzsüz Patikalar I







"...çapını ölçemediğin çemberin, geçişine izin vereceğini düşünmen kadar "aklına ihanet" içinde olamazsın...kavganı kendin için yapacak kadar budala isen, her çember senin için kenarından dolaşılacak kadar küçüktür..." *






Birinci Patika: "düşünce patikaları"
...parıldayan metaların bakışları nasıl etkilediğini düşünürken, düşünce gücünün parıldadığı zamanları da düşünürüm...düşünce gücü, özel sergüzeştlerin insan önüne çıkarıldığı zamanlarda parıldar...onu elinden tutarak insan önüne çıkaramazsınız...ardından iterek de...ya saklanır, iyi bir düşünce arkeoloğu gerektirir ya da karşısında iyi bir meydan ve muhatap bulunca da kendiliğinden ışıldar...
...düşüncelerin insanlara ulaşması, insanlık tarihinde de açıkça görülecektir ki; her zaman zor olmuştur...eğer düşünce sahibi sırtını muhkem yerlere dayamamışsa, bir diğer insana ulaşması konusunda pek bir yardım alamaz...peygamberlerin aldıkları ilahî yardıma rağmen insan içinde pek fazla tarafkâr bulduğu da iddia edilemez, değil mi?...din felsefesine veya dinkarşıtı felsefeye baktığınızda da aynı değerlendirmeyi yapmanız mümkündür...yani; düşünceniz doğru olsun ya da olmasın, insanlar ona pek değer vermiyorlar...bilâkis onlar, düşüncelerin karıştığı herhangi bir yemeği bile yemekten kaçıyorlar...neden ki?...
...perdenin gerisinde insanın yaratılış gerçekleri vardır, diyerek sorularımızı karşılık bulmuş anlamlar içinde mi sanacağız?...ya da insandaki hayvani ağırlıkların, ruhani hacimsizliğe daha baskın geldiğini mi düşüneceğiz?...
...insanlar öğrenmekten kaçarlar...bazı kaçkın türler ise öğrenmenin adını duydukları andan itibaren onun büyüsüne kapılırlar...ve asla ürküp geri dönmezler bilgi ve düşünce patikalarından...ve evrenin sonsuz düzlemlerinde, uzaylarında cirit atmaktan hoşlanırlar...
...yanılgıların ilki, düşüncelerin tamamının doğru sanılmasıyla başlar...meraklı öğrenici ve sorucu ise, doğru sanmadığı düşüncelerini geliştiremez...yanılgılar, yanılgılarla pekişir ve çoğunlukla geçici doğrulanmalarla ve olmayana ergi yöntemleriyle insanlar bilginin kollarında düşünceleriyle dans ederler...işte bu sergüzeşt, parıldayan metaların cazibesine sahip değildir...
....meta düşkünü insanların sıkıcı bilgi serüvenlerinde mutlu olamayacakları açıktır...hani açık olanın giz, perde ve derinlik gibi sıfatları da olmaz...dedikodu bendi de açık değildir...ne ola ki?...ne olamaya diyebilesiniz(212- 21042004)
İkinci Patika: "diriler ve sorgu"
...aklıma takılan yegane şey,dirilerin ne yapmak istedikleri...ölülerden haber alamadıklarına göre,sığabilecekleri kadar geniş ölçekli mezarları hiç düşünmüyorlar ne yazık ki...oysa bir dikdörtgen prizmanın içine girecekler...ve çürüyüp gidecekler...yerin içinde kapladıkları hacim, yerin dışında ruhlarıyla kapladıkları nice karşı hacimlerle kıyaslanamayacak büyüklükte...tamamı mâzi olan her şey ,aslında tamamı istikbal denilecek kadar gerçek değil mi?...hani yaşanan an, unutulacak şeyleri yaşamasına sebepti insanın?..sahi, o dikdörtgen dik prizmada bulunanlardan alınmış haber olmadığından mıdır, şimdi'nin yeknesak buhranları?...elbette ya; haber verilecekti ve insan yerüstündeyken "özgür" olamayacaktı, korkudan... o zaman sorgu gereksizleşecekti...sahi adem neden uzaklaştırıldı ki cennetten? (3- 16062002)
Üçüncü Patika:"aşkın ipucu"
...ne gündü o...yağmur yeteri kadar yağmamıştı, ama niyetliydi; ıslatacaktı cümle alemi...kediler yoktu ortalıkta...derbeder bir vapur gibi seyirde idim yer de...yer de kızgındı tabii...aşırı ıslaktı…duygusallık falan da değildi bu...işte öylesine darmadağınık olduğum bir gündü ve kesinlikle tam olarak hatırlamıyorum...canım turşu istemişti...kuru soğan ve kuru fasulye...üstelik taze adana pidesinin kokusu burnumda tütüyordu...kararsızdım; aşkın ipucu yedi bulmacanın bileşimi gibiydi…ne söylesem anlamanız mümkün değil, çünkü; ben değildiniz...pide ile yan yana hayaller kurarken o çıkageldi..ıslaktı, yağmurdan...yere basmaktan korkuyordu...korkuyordu tabi..benim yedi ceddinizden daha sinirli olduğumu sanmayın; ama sahiden benden korkuyordu...sevgimin kocamanlığına kapılmak ile, dirsekleri rahlede tedrisat yapmaktan eriyen birinin ilimde yok olma azabı aynı değildi mutlaka...hem ne o ne diğeri;ikisi birden,onlar çapulcu fikirlerden kurtulamadılar ki...nasıl aynı olsunlar?...demek gerek ki; yağmur ıslatmaya devam ediyordu yerdekileri...o aşk yağmurunu sevdi tüm korkaklığıyla, ama bende ki derinliği göremeyecek kadar kördü...ölçmeye kalktı...hangi ölçü birimini kullanacağını bile bilmiyordu...oysa ben osmanlı’nın arşınını da umursamıyordum, batının kg ve metresini de...zaten üstelik alt ve üst katları da vardı bu ölçülerin...kaldı ki ruhumun en tenha yerinde yediveren muhabbetiyle özgürlüğün zerâfeti vardi...ne anlardı ki?... ben kırların esaretinde değil, bozkırların veriminde tütsüler eşliğinde hayaller kuruturdum...gün gelir lazım olur diye sevgileri tuzlamadan biriktirirdim...
...yağmur yağıyordu daha...ıslaktı gözbebekleri; ağlıyor gibiydi...sahtedir dedim...kalıbımı basarım sahteydi...beni ölecek kadar sevmiyordu ki...dilediği kadar ıslak kalsın her yeri...(4- 19062002)
Dördüncü Patika: "dikkat"
...serseri...söylemiştim ona...”kendine dikkat et”, diye...etmedi.
...dikkatin ne olduğunu bilmiyordu ki; dikkati, bir öküzün bakışındaki asalette trene olan ilgi zannetti...kalbimi kırdı kör...ona verdiğim değeri bilmeden ne yapabilirdi?...çiçeğe adanmış ömrünü sordum ona, bir tohum ne zaman güzelleşir babında...tohumun kudretine aldırdığı yoktu, çiçekte ne bulacaktı ki?..dikkatin bakıldığı zaman değil, düşünüldüğü zaman ortaya çıkan bir göreli efkâr kilidi olduğunu söyledim...efkârı bilseydi, kilidi arardı...fikirlerini heder etmişti zalim gündüzün aydınlığında...kamaşmış gözlerle ne görebileceğini bilmiyordum...vakit de akşama yakındı; az bulanıkçaydı zaman…titrek miyop olduğunu unutmadan ona "bak!" dedim..."gözlerimin içine bak; ben sana kendine dikkat et demedim mi?"...
...sustu…sessizliğin kapşonlu zembereğinden fırlamadan, tıpkı bir duvar gibi…(5- 19062002)
Beşinci Patika: "tutarsızlıklar ve sabır"
...tutarsızlıklara çok kızdığımı bilirlerdi...bunu bildikleri halde dikkatsizliklerine ve düşüncesizliklerine bir türlü son vermediklerini görüyordum…üstelik söz verdikleri halde, sözlerini de unutuyorlardı...bildiğim tüm duaları okumam, sinirlerimin yatışmasına yeter miydi; emin değildim...ama okumaktan çekinmedim...sabır demişlerdi, eskiler...sabrı bilmenin o kadar zararı vardı ki...mesela rahatlıkla kızamıyorsunuz...mantık silsilesinde sebep oldukları çatışmaların sonrasında ortaya çıkan yoğun "kızgınlık enerjisi, akciğerlerim, nefes borum, ses tellerim ve dudaklarım sayesinde dışarı atılamıyordu...içerde birikip külleniyordu...sonra bu kül'ün kanserojen etkileri olduğunu da biliyordum... düşünsenize; ses üretim ve ihraç tesislerindeki organlar,bağırarak elde edeceğiniz egzersiz imkanını bulamıyorlardı,siz sessiz kalınca...ve üstelik, külleşen enerji ile birlikte bir dış ses likiditesindeki daralma doğal olmayan bir denge oluşturuyordu...
...bazen, sabrın bilemediğimiz kadar yoğun ve karmaşık yararları olduğunu da düşünürüm...aile mahkemelerinde dava yoğunluğu , işten atılmalar, aile-çocuk kavgaları, ev dâhilî kıyâmet varyasyonları, doktor-hasta, asker-komutan ve..evet, ve seçmen ile seçilen arasındaki nefret azalır...benzeri bir çok heyecan kalkar hayattan...ama ben bunun sabır demek olduğunu düşünmüyorum..bence bu tamamen ahmaklık; koyun davranış modeli...mantıklı ölçülere uymayan sabır, sabır değildir...sabır, insan gücünün yetmediği her durum için sabırdır...elde var olan tüm yerüstü ve yeraltı kaynaklarını kullanarak aşamadığınız sorunlara karşı, göstereceğiniz davranış kalıbına "sabır" denir...
...işte bu açıklama ile tutarsızlıklara neden kızdığımı anlamış bulunuyorsunuz...(11- 28062002)
Selam ve sevgiyle 

 seçkin deniz


Yorum Gönder

Yorum Kuralları:

1- Yaptığınız yorumun hakaret içermemesine dikkat ediniz.

2- Yayınlanacak yorumlarınızın yazı ile alakalı olmasına özen gösteriniz.

3- Yazım ve dilbigisi kurallarına dikkat ediniz.

4- Yukarıdaki kurallardan herhangi birine uymamanız durumunda, yorumunuz yayınlanmayabilir.